ISBN 978-605-356-142-2
Yayınevi: Bu Yayınevi
Yazar: MEHMET KEMAL ERDOĞANr
Not: Bu kitap bu yayınevinden izin alınarak sitemizde yayınlanmış olup kopyalanıp dağıtılması yasaktır.
Bu yıl annemle babam benim yaş günümü kendi arkadaşlarıyla kutlamaya karar vermiş. Bunu bana söyledikleri gün beynimden vurulmuşa döndüm. Çünkü yaş günümü arkadaşlarımla geçirmeyi tasarlıyordum. Hatta onlarla hazırlık yapmaya bile başlamıştık.
Cem kızgınca söylendi:
“İyi de bu senin yaş günün, onların değil. Kendi yaş günlerini arkadaşlarıyla kutlayabilirler.”
“Biz yine orta yerde kaynayacağız,” diyerek karşılık verdim. “Onlar yiyip içecek, biz ortalıkta dolanıp duracağız.”
“Yok ya!” dedi Cem. “Biz de bir şeyler buluruz yapmak için.”
Cem'in gözleri parlıyordu.
“Sen ne dersin bilmiyorum ama,” dedi. “Onların düzenini bozalım ister misin?”
“İyi de nasıl yapacağız?” dedim.
“Bir şeyler buluruz,” dedi.
Aklından geçenleri anlayamamıştım henüz.
Evimizin geniş ve havuzlu bahçesinde hazırlıklar başlamıştı. Beyaz masalar ve sandalyeler havuzun çevresine yerleştirildi. Uzun masalara içecekler kondu. Babamın arkadaş çevresi kalabalık olduğundan, arkadaşları da hazırlıklara yardımcı olmuştu.
Babamla annem salonda konuşurken duydum.
“Yüz kişi kadar olacağız,” dedi babam. “Şirketteki tüm arkadaşlar gelecek. Hatta genel müdürümüz Recai Bey bile geleceğini söyledi.”
Annemin yüzü gülüyordu.
“Şirkette sevildiğini biliyorum,” dedi. “Tabii ki, gelmek isteyecekler.”
Keşke gelmeselerdi, diye geçirdim içimden. Gelmeseler de arkadaşlarımla kendi başıma kutlasam doğum günümü.
Ama hazırlıklar tamamdı.
Annemle babam biricik oğulları için bir yığın masrafa giriyordu.
“Önce içecekleri sunarız,” dedi annem. “Ardından pastayı keseriz ve Uğur'un hediyelerini veririz.”
Annem “hediyeler” deyince gözlerim parladı. Yüzlerce hediyeyi düşününce, neredeyse aklım başımdan gidecekti.
Babamla annem iyi düşünmüş, diye geçirdim içimden.
Doğum günümü arkadaşlarımla kutlamaya kalksam, sanırım beş tane hediye ancak alırdım. Bu duyduklarım moralimi biraz düzeltmişti doğrusu.
Öğleden sonra orkestra elemanları geldi. Aletlerini yerleştirdiler. Uzun süre çalıştılar bahçede. Adamın birinin önünde kocaman bir org vardı. Hoparlör de neredeyse benim boyum kadardı.
Birkaç ses denemesi yaptıktan sonra, şişman orkestracı, babama, “Biz akşamüzeri geliriz,” dedi. “Burada yapacak bir şeyimiz kalmadı.”
Babam başını salladı.
“Tamam!” dedi. “Akşama sakın geç kalmayın ha!”
“Yoo, geç kalmayız!” dedi şişman orkestracı. “Merak etme sen!”
Orkestra bahçenin bir köşesine kurulmuştu. Biraz ileride, fıskiyelerinden suların yükseldiği ince uzun havuzumuz vardı. Beyaz örtüler serili masalar ve sandalyelerle bir saray bahçesini andırıyordu evimizin bahçesi.
Annem babama dönerek, “Havai fişekleri unutma Rıza!” dedi. “Gecenin sonu onlarla renklenecek.”
Babam neredeyse unuttuğunu söyleyecekmiş gibi geldi bana. Ancak neyse ki, “Unutur muyum hiç tatlım,” dedi. “Önce onları sipariş ettim.”
Annemle babam heyecan içinde hazırlıkları tekrar tekrar gözden geçirirken, evimizin önüne bir kamyonet yanaştı. Çarşıda dükkânı olan pastacıydı gelen. Yanında beş de adam getirmişti.
Babam on katlı pasta ısmarlamıştı. Adamlar pasta tepsilerini salonun girişine koydu.
Annem, “Pastayı bahçedeki yerine koysaydık!” deyince, babam atıldı hemen:
“Üstüne kuşlar mı pislesin? Bahçe kuş kaynıyor.”
Babam böyle deyince, annem söylediğine pişman olarak uzaklaştı onun yanından.
Güya benim yaş günümdü. Ama ne yapmak istediğim hiç konuşulmuyordu. Babamın arkadaşlarını ağırlamak için bir yarıştaydılar şimdi. Bu da beni delirtiyordu.
Evden çıkarak Cem'e gittim.
Arkadaşlarım, Ali Beylerin bahçe duvarına oturmuş konuşuyordu. Cem, Erhan, Yusuf, Tuncay ve İsmail vardı.
Beni görünce Cem'in gözleri parladı.
“Nerede kaldın oğlum?” dedi. “Doğum günün için her şeyi hazırladık. Harika bir gece olacak!”
Yüzüne baktım şaşkınca.
Meğer bana söylememişler, ama neler yapacaklarını belirlemişler bile.
“Geceyi allak bullak edeceğiz,” dedi Cem. “Babanın burnundan gelecek.”
“Ne yapacaksınız oğlum?” dedim. “Bana da söylesenize.”
“Akşam olunca görürsün,” dedi. “Senin geceni berbat ettiklerine pişman olacaklar.”
Cem böyle konuşunca içimi birden sıkıntı kapladı. Gerçi henüz neler yapacaklarını bilmiyordum, ama amaç eğlenmek değil miydi? Babamın arkadaşları yiyip içip eğlenecekti, biz de kendimizce eğlenecektik.
Ne vardı bunda sanki?
Akşam olurken orkestracılar hafif bir müzik çalmaya başladı. Bu arada babamın işyerinden arkadaşları gelmeye başlamıştı. Evimizin önündeki araçların sayısı her geçen dakika artıyordu.
Derken, Cem'le Erhan da geldi. Cem tuhaf biçimde sırıtıyordu; Erhan biraz heyecanlı görünüyordu.
Cem yanıma geldi. Kolumdan tutup beni bir kıyıya sürükledi.
“Havai fişekler nerede Uğur?” diye sordu.
“Mutfakta gördüm,” dedim. “Masanın yanındaki kolide duruyorlardı.”
“Tamam o zaman!” dedi Cem. “Erhan'a yarısını ver. Diğer yarısını torbaya koy, bana getir!”
Dediğini yaptım hemen. Cem'le Erhan oradan hızla uzaklaştı.
Ne yapacaklarını merakla bekliyordum; ta ki arka bahçeden havai fişeklerin patlama sesleri gelinceye dek.
Bir anda rengârenk ışıklar sardı gökyüzünü.
Art arda patlıyordu fişekler.
Annem babama bağırmaya başladı:
“Ne oluyor Rıza? Bu da ne böyle? Hani fişekler en son atılacaktı!”
Babam saşırmıştı.
“Ben de bilmiyorum Gülşen,” diye karşılık verdi. Bir yandan da arka bahçeye doğru koşmaya başlamıştı.
Bu arada konuklar da iyice artmıştı. Her dakika sayıları çoğalıyordu.
Babamın kiraladığı garsonlar, konukların arasında dolanıp duruyordu.
Yusuf'la İsmail kapıdan girdiklerinde, ellerinde paketler vardı.
“Bunlar ne?” diye sordum.
Yusuf, “Açınca görürsün,” dedi. “Acele etme!”
Üzerinde kurabiyelerin ve içeceklerin olduğu uzun masaya doğru yürüdüler.
Masanın kıyısında kutuyu açtı Yusuf. Kutu yavru kurbağalarla doluydu.
“Nereden buldunuz bu kurbağa yavrularını?” dedim. “Babam kuduracak!”
“Sussss!” dedi Yusuf işaret parmağını dudaklarının üzerine koyarak. “Kimse duymasın!”
Orkestra çalıyordu. Konukların bir kısmı dans ediyor, diğer kısmı da bir şeyler atıştırıyordu.
Yusuf'un, kutudan çıkardığı kurbağa yavrularından birkaçını içki kaplarının içine attığını gören olmamıştı. Küçücük kurbağalar şimdi içki kabının içinde yüzüyordu. Bahçedeki ışıklandırmalar her yeri gündüz gibi aydınlatmadığından, ortalıkta dolaşan çocukların neler yaptığını kimse görmemişti.
Çok geçmeden, kalabalığın içinde bir kadının çığlığı duyuldu.
Garsonlardan biri bardaklara kepçeyle içki doldurmuş, sonra da servisini yapmıştı. Bardağının içindeki minik kurbağayla göz göze gelen kadın çığlığı basmıştı ve korkuyla tepiniyordu ayaklarını yere vurarak.
Herkes ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.
“Kurbağa var bardağımda!” diye feryat eden kadıncağızı sandalyeye oturttular. Onu sakinleştirmeye çalıştılar.
Babam ter içindeydi. Ne olduğunu anlayamıyordu.Genel müdürle konuşmasını yarıda kesmiş, biraz önce çığlık atan kadını teselli ediyordu şimdi.
Ama bu arada bir çığlık daha duyuldu.
Hemen herkesin bardağından kurbağalar çıkıyordu. Konuklarımız öğürüyor, bardağındakini yere boca ediyordu.
Ortalık iyiden iyiye karışmıştı.
İçecekler kaldırıldı. Bardaklar toplandı.
Babam herkesten özür diledi.
Konuklar yeniden eğlenmeye ve dans etmeye devam etti.
Yeni içecekler geldi. Garsonlar içecekleri büyük masanın üzerine sıraladı.
Yusuf, on yaşlarında, beyaz takım elbiseli ve kırmızı papyonlu bir çocuğu gözüne kestirmişti. Kestirmişti kestirmesine de, çocuğun genel müdürün oğlu olduğunu elbette bilmiyordu.
Çocuk sakince dolanıyordu ortalıkta.
“Şunu görüyor musun?” dedi Yusuf. “Şimdi onu havuza göndereceğim.”
“Yaa, yapma Yusuf!” dedim. “Babam çıldıracak! Cezasını ben çekeceğim!”
“Sana bir şey olmaz Uğur,” dedi “Her şey bir kazadan ibaret olacak. Çocuğa çarpacağım, o da kendisini havuzda bulacak.”
Daha ben “yapmayın” derken, Tuncay, Yusuf'un ardından koşmaya başladı. Çocuğun yanına doğru koşuyorlardı. Kırmızı papyonlu çocuk havuzun kıyısındaydı.
Yusuf ona çarptı. Dengesini yitiren çocuk, ne olduğunu anlayamadan kendini havuzun sularında buldu.
Yine konuklardan bağırmalar yükseldi. Bu kez, “yine ne oldu” dercesine birbirlerinin yüzüne bakıyorlardı.
Çocuk sırılsıklam çıktı havuzdan. Sesli sesli ağlıyordu.
Tabii bu arada bizim Yusuf karanlık bir köşeye saklanmış, oradan izliyordu olan biteni.
Çocuk suya düştüğünü anlatırken, babam kulaklarına dek kızarmıştı.
Genel müdür bas bas bağırıyordu:
“Aptal çocuk! Durduğun yere dikkat etsene! Bak ne hâle geldin!”
Çocuk, ağlamaktan derdini yarım yamalak anlatmaya çabalıyor, “Bir çocuk beni havuza itti baba! O yüzden düştüm!” diye kendini savunuyordu.
Genel müdür inanmış görünmüyordu.
“Her gittiğimiz yerde beni rezil ediyorsun!” dedi. “Bir daha seni hiçbir yere götürmeyeceğim!”
Kırmızı papyonlu çocuk ağlamaya devam ediyordu.
Babam bir havlu getirtmiş, çocuğun saçlarını kuruluyordu. Bir yandan da onu avutmaya çalışıyordu:
“Tamam yavrum, ağlama!” diyordu. “Sana bunu yapanı bulup cezalandıracağım.”
Diğer yandan da bana bakıyordu babam. Ama ben uslu uslu duruyordum bir köşede.
Babamın bakışlarında “bunun altında senin parmağın var” der gibi bir mana vardı. Ya da ben öyle sanmıştım o anda.
İşte tam bu sırada, güzel bir bayan havuzun içinde debelenmeye başladı. Hangi ara oraya düşmüştü, farkında değildim.
Yusuf'la Tuncay'ı gördüm. Bahçede koşturuyorlardı. İşte yine birini havuza ittiler, diye geçirdim aklımdan.
Kadını havuzdan çıkardılar. Üstü başı sırılsıklamdı.
“Ne oldu? Nasıl düştün havuza?” diye sordu biri ona.
Kadın, “Ayağım kaydı,” dedi. “Havuzun kıyısındaydım. Ne olduğunu anlayamadım. Kendimi birden suyun içinde buldum.”
Herkes güldü kadına.
Babamla annem çok şaşırmıştı. Bu tersliklerin suçlusu kendileriymiş gibi mahçubiyetle bakıyorlardı çevrelerine.
Annem, “Gecemiz zehir oldu,” dedi babama.
Ortalık yeniden sakinleşince, babamı konuşma yapması için ortaya ittiler. O da güzel konuştu. Doğum günüm olduğunu söyledi. Konuşmasının sonunda da olanlardan ötürü özür diledi.
Konuklar, “İyi ki doğdun Uğur! İyi ki doğdun Uğur!” diye bağırmaya başladı.
Sonra hediyelerimi verdi herkes. Kutuları üst üste bahçeye yığdık. Hediye paketlerini teker teker açmak epey zaman alacaktı, ama olsun, bunca hediyeyi görünce keyfim yerine gelmişti.
Hediye verme faslı bittiğinde, Erhan yanıma koşarak geldi ve omzuma hızlıca çarptı. Çarpmanın etkisiyle ikimiz birden kutuların üzerine düştük. Kutular çevreye saçıldı.
Elinde tepsiyle konuklara içecek dağıtan garsonun ayağı bana takıldı. Elindeki tepsi, üzerindeki bardaklarla birlikte elinden fırladı. Garson da yere kapaklandı kaldı.
Tepsideki bardaklardan biri babamın karşısında duran, koyu bir söyleşiye girdiği arkadaşının alnına çarptı. Adam ne olduğunu anlayamadan genel müdürün üzerine düştü.
Yine her şey birbirine karışmıştı.
Annem çok sıkılmıştı. Nereye kaçacağını bilemiyordu. Gecenin daha fazla sorun olmadan bitmesini ister gibi görünüyordu.
Ortalık sakinleşince, orkestra çalmayı sürdürdü.Bir dans müziğine başladılar.
Tam konuklar bir kez daha dansa koyulmuştu ki, nereden geldiği belli olmayan bir sürü köpek doldu bahçeye. Konukların arasına dalıp oraya buraya koşmaya başladılar. Havuzun yanından geçiyorlardı ki, önlerinden kaçan iki kedinin ardına düştüklerini ayrımsadım. Kediler korku içinde, miyavlayarak kaçıyordu onlardan.
Konuklar köpeklerden nasıl korunacaklarını bilemeden kaçıştı bağıra çağıra. Birbirlerine çarptılar, birbirlerini düşürdüler, yere düşenlerin üzerine kapaklandılar. Tam bir kargaşa olmuştu yine.
Konuklar geceye katılmaktan pişman olmalıydı.
Bu arada kediler duvarın üzerinden atlayıp kaçtı; köpekler de peşlerinden gitti.
Herkesin beti benzi atmıştı. Korku dolu gözlerle bakıyorlardı. “Biraz sonra ne olur” kaygısıyla doluydular.
İşte tam bu sırada, herkes şaşkın şaşkın kendini toparlamaya çalışırken, bahçeyi sulayan fıskiyeler çalışmaya, çevreye su fışkırtmaya başladı.
Konuklar bu kez sulardan korunmaya çalıştı. Kendilerini evimizin salonuna attılar. Bir sürü insan salonda sıkış tepişti. Salonun bir yerine sığışmaya çalışıyorlardı.
Annem, “Yahu bu ne biçim gece?” diye haykırdı. “Tüm terslikler üst üste geliyor.”
Konuklar “bu bağıran da kim” diye bakarken, bir ses duyuldu.
“Yandım anam! Bu da ne şimdi?”
Konuklardan biri arkasında duran pasta arabasını görmemişti. Sertçe çarpınca on katlı pasta arabası devrilmiş, gerideki konukların üzerine yıkılmıştı.
Pastaya bulanan konuklardan biriydi bağıran. Krema ve çikolataya bulandığı için yüzü gözü görünmüyordu.
Pastaya bulanan diğerleri de bir ağızdan bağırmaya başladı.
Aynı anda babam da kalabalığın içinde beni arıyordu.
“Uğur! Neredesin?” diye seslendiğini duydum.
Ona yaklaştım.
“Buradayım baba,” diye karşılık verdim. Verdim vermesine de, babamın sağ eli sol kulağımı yakalayıvermişti.
“Hepsi senin başının altından çıkıyor değil mi?” diye çıkıştı. “Canına okuyacağım senin!”
Genel müdür beni babamın elinden kurtardı.
“Bırak çocuğu Rıza Bey!” dedi. “O uslu uslu duruyor. Suçu yok!”
Babam genel müdüre bir şey diyemedi.
Ben de bundan cesaret alarak, “Ben ne yaptım baba ya?” diye bağırdım.
Bu arada bahçedeki fıskiyeler ortalığı ıslatmayı sürdürüyordu.
On katlı pasta yerlerdeydi. Bahçe sırılsıklam su altındaydı. Konuklar ıslanmıştı. Bir kısmı pastaya bulanmıştı.
Orkestrada çalanlar da sırılsıklam olmuştu.
“Bu geceyi burada bitirsek iyi olur,” dedi genel müdür. “Her şey güzel başlamıştı, ama terslikler canımıza yetti.”
Babam yerin dibine geçmişti.
“Birazdan her şey düzene girer,” dedi. “Genel müdürüm, biraz daha kalın lütfen!”
Konuklar birbirini çiğniyordu salonda. Bahçeye de çıkamıyorlardı.
“Buraya geldiğimizden beri biraz olsun huzur bulamadık,” dedi kadınlardan biri. “Bu ne böyle yahu? Art arda bir yığın terslik!”
Bir diğer kadın, “Çılgın bir geceydi!” diye bağırdı. “Böyle bir geceyi daha önce hiç yaşamadım!”
Cem'le Yusuf saklandıkları köşede kıs kıs gülüyordu.
Cem yanıma gelip çaktırmadan omzuma tosladı.
“Fıskiyeleri ben açtım,” diye mırıldandı. “Köpeklerle kedileri de biz saldık bahçeye.”
Yüzüne baktım. “Şimdi sus, daha sonra konuşuruz” demek ister gibiydi bu bakışım.
Çünkü babam yanı başımdaydı.
Ve ne yazık ki Cem'i duymuştu.
“Demek siz yaptınız ha?” diye gürledi. “Bunun ne demek olduğunu bana anlatacaksınız!”
Cem, Yusuf ve ben mosmor olduk o anda. Bu durumda bir yere de kaçamazdık.
“Bunun hesabını daha sonra soracağım sizden!” dedi babam.
Evden çıkarak, fıskiyelerden yükselen sulara aldırmadan, ana vanayı kapatmak için uzaklaştı. Biraz sonra sular kesilmişti, ama her yan sırılsıklamdı. Pastalar salona sıvanmıştı. Konukların üstü başı pasta olmuştu.
Çok geçmeden, konuklar birer ikişer terk etti evi.
Babam onlara “henüz erken, biraz daha kalın” diyemezdi artık. Yerin dibine geçmişti.
Annem ağlayacak gibiydi.
Bizim de sevinecek hâlimiz kalmamıştı.
Babam bizi ablukaya almıştı. Göz hapsinde tutuyordu.
Konuklar gittikten sonra, evde annem babam ve arkadaşlarımla ben kalmıştık.
Bahçede orgu ıslanmış, cihazları sırılsıklam olmuş orkestracıları unutmuştuk bu arada. Adamcağızlar suyun altında sırılsıklam olduklarına mı, yoksa cihazların ıslandığına mı üzülsün? Heykel gibi duruyorlardı bahçede.
Babam salonda volta atıyordu.
Annem koltuğa yığılmış, bize bakıyordu.
“Bizim suçumuz yok baba,” dedim.
Der demez de, babam işaret parmağını uzatarak, “Susss!” diye bağırdı. “Ben nedenini biliyorum! Hepsi benim aptallığım!”
Salonda çıt çıkmıyordu. Babamın ayakkabılarından çıkan gıcırtılar ve bizim soluk alıp verişlerimiz duyuluyordu yalnızca.
Birden annem babama dönüp kükredi:
“Bırak çocukları! Niye kızıyorsun? Harika bir doğum günü partisi oldu! Bu parti asla unutulmaz!”
Babam bir şey anlamamıştı. Annemin yüzüne safça bakıyordu.
“Unutulmaz mı?” diye kekeledi. “Neden unutulmazmış?”
“Neden olacak?” dedi annem. “Sıradan bir partiyi kimse anmak istemez, ama bizimki öyle mi? Havuzu boyladılar, ıslandılar, pastaya bulaştılar… Bütün bunları kim unutabilir ki?”
Babam hâlâ bir şey anlamamıştı. Yüzümüze bizi yiyecekmiş gibi bakıyordu. Dişlerini gıcırdatıyor ve bu arada annemin söylediklerini anlamaya çalışıyordu.
“Tabii baba, annem haklı!” diye söylendim.
Babam öyle bir bağırdı ki, salondaki pencerelerin camları şangırdadı.
“Delirtmeyin insanı!” dedi. “Anneniz bir şeyler geveliyor, ama benim umurumda mı? Yok partiyi unutamayacaklarmış, yok sıradan değilmiş, yok bilmem neymiş! Anladık, anladık da, peki ben unutabilecek miyim bakalım?
Yahu, bir yığın para harcadım bunun için! Bankadan kredi çektim. Arkadaşlarıma iyi bir gece yaşatabilmek için hiçbir masraftan kaçınmadım. Ben ne yapacağım şimdi? Herkese mahçubum! Paramla rezil oldum!”
Babam böyle dedikten sonra bize döndü. Hiçbir şey olmamış gibi yüzümüze baktı.
Ama bakar bakmaz da bağırmaya başladı:
“Defolun gözümün önünden! Uzun süre sizi görmek istemiyorum! Çıldırttınız beni!”
Kaçacak delik aradık tabii.
Ben babamın o güne dek böyle kızdığını görmemiştim.
Annemin yalvarmaları da kâr etmemişti.
O gece Erhanlarda kaldım.
Henüz ilkokul ikinci sınıftaydım. O yaz teyzemlere gitmiştik. Teyzemin kızı yeni evliydi. Eniştemi çok seviyordum. Hep yanında geziyor, onu hiç yalnız bırakmıyordum. Yapışık ikizi gibi her gün yanında olmam kim bilir onu ne kadar sıkıyordu.
Konuşurken ağzının içine bakıyordum.
O gün çarşıya çıkıp karpuz almaya gidecekti eniştem. Akşam da teyzemlere yemeğe geleceklerdi.
Eniştem izin isteyip çıktı. Tabii ben de ardına takıldım. Onunla konuşa konuşa çarşıya gittik.
Teyzemlerde akşam yemeği için hazırlık vardı.
Yeni gelinle yeni damat eve yemeğe gelir de, en güzel yemekler hazırlanmaz mı?
Bir koşuşturmadır gidiyordu.
Karpuzcudan iri bir karpuz aldı eniştem.
Müzenin oraya kadar kendisi taşıdı. Karpuz epeyce ağır görünüyordu.
Kibarlık olsun diye ona dönüp, “Biraz ben taşıyayım mı enişte?” dedim. “Sen çok yoruldun.”
“Oğlum, sen taşıyamazsın bu karpuzu,” dedi. “Oldukça ağır bu.”
“Sen onu sırtıma bir koy bak, ben nasıl götürüyorum,” diye karşılık verdim.
Eniştem yüzüme baktı.
“Taşıyabilir misin gerçekten?” diye sordu.
“Taşırım tabii,” dedim. “Ne olacak sanki? Alt tarafı bir karpuz değil mi?”
“Oğlum, tamam, bir karpuz da, ama çok ağır!” dedi eniştem.
“Ağır olsun! Ben ne ağır karpuzlar taşıdım. Daha geçen gün babam bundan daha büyüğünü almıştı da onu bile taşımıştım,” dedim.
Sonunda eniştemin gözüne girmiş, onu ikna etmiştim.
“Karpuzu omzuna koyayım, öyle daha rahat götürürsün,” dedi. “Ben de buradan bizim eve gideyim. Akşam ablanı alırım, yemeğe geliriz.”
“Tamam enişte,” dedim. “Sen hiç merak etme. Ben karpuzu götürürüm.”
“Tamam öyleyse,” dedi eniştem.
Karpuzu omzuma yerleştirdi.
Ben müzenin önünden teyzemlerin evine doğru yürürken, arkamdan biraz baktı. Karpuzu taşıdığımı görünce, o da kendi evinin yoluna kıvrıldı.
Ne var ki karpuz gittikçe ağırlaşmaya başlamıştı.
Omzum neredeyse kopup yere düşecekti.
Omzumun kopmasındansa, karpuzun yere düşmesi daha iyi olacaktı.
Koca karpuz daha fazla dayanamadı. Cılız ellerimin arasından kayıp kendini yerde buldu. Tabii yere düşer düşmez de ortasından çatladı.
Bereket tamamıyla ikiye ayrılmamıştı.
Biraz soluklandım.
İçimi tuhaf bir korku kaplamıştı.
Bu daha çok eniştemi üzeceğim korkusuydu sanırım.
Sonra bir hamle yapıp karpuzu yeniden yüklendim. Onu omzuma koymam epeyce zamanımı almıştı; ancak üzerimden yuvarlanıp yeniden yere düşmesi onun pek fazla zamanını almadı. Yere düşünce çatlak biraz daha büyüdü.
Karpuzu kucağımda taşımaya karar vermiştim bu arada.
Kucağıma kaldırıp sıkıca kavradım altından.
Karpuzun suyu göbeğime, oradan da pantolonuma akıyordu, ama yılmak yoktu. Onu teyzemin evine kadar taşımak zorundaydım. Eve de az kalmıştı zaten.
Kapının önüne vardığımda açık olduğunu gördüm. Birkaç kez, “Alın şu karpuzu elimden!” diye bağırdım, ama beni duyan olmadı.
Biraz güç toplamak ve soluklanmak için karpuzu yere bırakayım dedim. Biraz yüksekten bırakmış olacağım ki, yere hızlıca çarptı, paramparça oldu. Girişe dağıldı parçaları.
Teyzem sese koşup geldi.
Teyzemin kocası odadaymış, ama beni duymamıştı.
Teyzem bir ona kızıyor, “Allah'ın ölüsü, insan bir bakmaz mı çocuğa?” diye bağırıyor; bir yandan da eniştem için, “Yahu, bacak kadar çocuğa bu koca karpuz yüklenir mi? Bizim bu damatta da hiç akıl yokmuş!” diyordu.
Karpuzun işe yarayacak gibi olan parçalarını yerden topladılar. İşe yaramayanlar tabii ki çöpe gitti.
Akşamleyin hiçbir şey olmamış gibi yemekler yendi.
Yemeğin sonunda hiç kimse karpuzu sofraya getirmek istemiyordu.
Teyzemin kızının haberi vardı karpuzun başına gelenden, ama eniştem bilmiyordu.
Yemek boyunca bir şey belli etmediler.
Eniştem, “Hadi bakalım, şu Mehmet'in taşıdığı karpuzdan bir yiyelim,” deyince, herkes birbirinin yüzüne bakmaya başladı.
Sonunda teyzem, karpuzdan artakalanları getirip koydu masanın üzerine.
“Buyur damat, ye bakalım!” dedi.
Eniştem hâlâ hiçbir şeyin ayrımında değildi.
“Yahu bu karpuzda sanki bir şey var,” dedi. “Tadı bir tuhaf. Yıkanmış gibi. Hâlbuki bunlar çok tatlı oluyordu.”
“Haklısın damat!” dedi teyzem. “Evet, bu karpuzlar genelde tatlı oluyor, ama birkaç kez yere düşüp yuvarlandılar mı, tadı böyle değişiyor bunların.”
“Si si si ne ma ma ya ya yaaa ço çoo çook güz güzel bir fi fi fi film geel miş,” diye kekeledi Fehim. “A a a akşam gi gi gi delim mi?”
Gideceğimiz, açık hava sinemasıydı. Sinemanın yanındaki kocaman ağacın üzerine tırmanıp filmi oradan izliyorduk.
Fehim'in ısrarıyla ben, Tuncay, Erhan ve Mesut akşam hızlı hızlı yemeklerimizi yiyerek çıktık dışarıya. Mahalle bakkalının önünde buluştuk.
“Biraz daha oynayalım,” dedim. “Hava daha kararmadı. Sinemacı bizi yakalamasın.”
Arkadaşlar baş sallayarak onayladıklarını belirtti.
Kaldırımın kenarına oturup havanın kararmasını bekledik.
Bakkal Mustafa amca bizi görünce hemen kaygılanmaya başlıyordu. Bizi bir arada görmek onu ürkütüyordu.
Yanımıza gelerek, “Ne yapıyorsunuz çocuklar?” diye sordu.
“Hiiç!” dedim. “Sinemaya gideceğiz. Saatin dolmasını bekliyoruz.”
“Ha, iyi o zaman!” dedi bakkal amca. “Çekirdek alacaksanız şimdi alın, dükkânı kapatacağım.”
“Yok, almayacağız,” dedim.
Ama bakkal amca gitmedi. Evine girer girmez kapısını çalıp bir şey almak istediğimizi söyleyeceğimizi bildiğinden beklemeye başladı.
Dükkâna girerken, “Almayacağız dersiniz, sonra dükkânı bir daha açtırırsınız,” dedi. “Bir köşede oturur, dükkâna gelmezsiniz. Ne zaman bir işimiz olsa, ya da bir ihtiyacımızı gidermeye kalksak, kapımızı çalar, ‘bakkal amca, bakkal amca' diye seslenmeye başlarsınız.”
“Yok, valla almayacağız bir şey,” dedi Tuncay. “Zaten paramız yok.”
Bakkal amca, “Sinemaya gidiyorsunuz ya,” dedi sırıtarak. “Parasız sinemaya gidilir mi?”
Erhan gülümseyerek, “Biraz çekirdek versen, parasını sonra ödesek olur mu bakkal amca?” dedi.
Bakkal amca başını sağa sola salladı.
“Olmaz,” dedi. “Önce para, sonra çekirdek. Paralar peşin.”
Erhan bize döndü.
“Ben ona sorarım,” diye fısıldadı. “Bunun acısını çıkarırım nasıl olsa ondan.”
Bakkal amca pencerenin ardından bizi gözetleyip durdu, ta ki gideceğimiz zaman gelene dek.
“Teek teek gi gi de lim,” dedi Fehim. “Kim kim se se se u u yuz ol ol ma ma sın!”
Haklıydı. Ağaca birer birer tırmanmaya karar verdik.
Önce Fehim ayrıldı yanımızdan.
Ağaca çıkıp kalınca bir dala yerleşti. Sonra da biz dallara tırmandık. Filmin başlamasını bekliyorduk.
Film başlar başlamaz, yoldan bir damperli kamyon geçmiş, gök gürültüsü gibi bir ses çıkarmıştı.
Ardından da yağmur yağmaya başladı.
Ben Erhan'a dönüp, “Yağmur yağıyor!” dedim. “Hadi gidelim.”
Ağaçtan patır patır aşağıya atladık.
Oradan koşarak uzaklaştık.
Ertesi gün Fehim sırıtarak geldi yanımıza.
“Fi fi film ço ço ço çok gü gü güzeldi,” diye kekeledi yine. “Si si si siz ne ne neden bı bı bı bırakıp kaçtı tı tı nız? A a a a an an anla ya ya ma ma ma dım.”
“Yağmur yağmaya başladı,” diye karşılık verdim. “Islanmayalım diye kaçtık.”
“Ne ne ne yağ yağ yağ mu mu ru?” dedi. “Yağ yağ yağ mu mu mur yağ yağ yağ ma madı ki. Ço ço çok ö ö ö ö zü zürr di di di le le le rim. Ço ço ço çok sı sı sı kı kı kış mı mı mış tı tı tım. Tu tu tu tutamadım.”
Annem bir küp dolusu turşu kurmuştu. Küpü salatalık, lahana, havuçla doldurmuş, sonra da özenle mutfağın en uygun yerine yerleştirmişti.
O gün annem bahçede çamaşır yıkıyordu. Yalnız başınaydı. Evde ondan başka kimse yoktu.
İki kanattan oluşan kocaman bahçe kapısını azıcık aralayıp içeri girdim. Saklana saklana mutfağa gittim. Annemin özenle hazırladığı turşu küpünün kapağını kaldırdım. Elimi içine sokup bir tane salatalık çekip çıkardım.
Turşu olmuştu.
Tadı yerindeydi.
Ağzımın suyu akmaya başlamıştı. Yemeğe başladım. Sonra bir tane bardak aldım elime. Bardağı turşu suyuyla doldurup içtim. Öyle hoşuma gitmişti ki, ne kadar çok turşu yediğimin ayrımında değildim.
İçim yanıyordu.
Sonra geldiğim gibi yine sessizce ve ayaklarımın ucuna basa basa evden çıkıp gittim.
Arkadaşlarımla oynamaya devam ettim.
İçim hâlâ yanıyordu.
Yanıyordu yanmasına da, aklım hâlâ turşudaydı. Sanki içimdeki yangını turşu suyu giderecekti. O anda öyle hissediyordum.
“Ben şimdi geliyorum,” deyip arkadaşlarımın yanından ayrıldım.
Yine sessizce ve anneme görünmeden mutfağa girdim. Küpün kapağını kaldırıp turşudan yemeye, turşu suyundan içmeye başladım.
Küpü yarılamıştım.
Başım dönmeye, midem bulanmaya başlamıştı.
Yine de umursamadım.
Akşam eniştemler geldi yemeğe.
Annem sofrayı hazırladı. Ama benim ne yemek yiyecek hâlim vardı, ne de yemek görecek…
Odaya saklandım. Ağrıyan karnımı tutarak kitaplarımı önüme açtım. Ders yapmaya koyuldum.
Annem birkaç kez seslendi, yemeğe çağırdı.
“Zeliha teyze katmer verdi, karnım tok,” dedim.
Ben böyle deyince annem daha fazla üstelemedi.
Gece olup da yatacağımız zaman gelince karnımın ağrısı geçmiş, içimdeki yangın sönmüştü. Şimdi de midem kazınıyordu. Aklım yine turşudaydı.
Evdeki herkes yatmıştı. El ayak çekilmiş, her yan sessizliğe gömülmüştü.
Yatağımdan kalktım.
Gürültü yapmadan mutfağa gittim. Kimse uyanmasın diye mutfağın ışığını açmadım.
Küpün başına geçtim. Kapağını açıp turşudan yemeye başladım.
Yedikçe yiyor, içtikçe içiyordum. Küpün başında epeyce zaman harcamıştım.
Sonunda elimi bir kez daha daldırdım ve küpün boşalmış olduğunu ayrımsadım. Bir küp dolusu turşuyu mideye indirmiştim, hem de büyük bir iştahla, ama midem davul gibi şişmişti. Boğazım, bağırsaklarım, midem, yani her bir yerim cayır cayır yanıyordu.
İnleyerek yatağıma döndüm. Hemen uzandım. Ama uyuyamıyordum.
Karnım patlamak üzereydi. Her yanım kaşınıyordu.
Sağıma dönüyordum, rahat edemiyordum; soluma dönüyordum, olmuyordu; debeleniyordum, yine yararı yoktu.
Ağlamaya başladım.
Ateşler içinde yanıyordum.
Ter kocaman taneler hâlinde çıkıyordu tenimden.
İnlemelerim, ağlamalarım annemi uyandırmıştı. Yanıma geldi. Elini alnıma koyunca, “Ne bu ter oğlum? Hasta mı oluyorsun yoksa?” dedi.
“Hastayım anne!” diye inlemeye, “Kurtar beni anne!” diye bağırmaya başladım. “Her yanım yanıyor, öleceğim!”
Annem telaşlanmıştı. Babamı uyandırdı. Babam da ağabeyimi… İkisi bir koşu çıkıp gitti. Bir süre sonra da bir doktorla döndüler.
Doktor beni muayene etti.
Elini karnıma bastırdı. Göğsümü dinledi. Alnımı tuttu.
“Allah Allah!” dedi. “Bir şeyi yok bu çocuğun.”
Gözlerime baktı.
“Oğlum, en son ne yedin sen?” diye sordu.
Annem atıldı.
“Zeliha katmer yapmış, ondan yemiş,” dedi. “Akşam yemeği yemedi.”
“Yediği bir şey dokunmuş,” dedi doktor. “Yediği katmerde zararlı bir ot olmalı.”
Doktor düşünceli düşünceli yüzüme baktı.
“Sabaha dek geçmezse, hastaneye, yanıma getirin!” dedi.
Ardından bana bir iğne yaptı.
Canım çok acımamıştı, yine de iğnenin girdiği yer azıcık yanmıştı. İğneden sonra biraz düzeldim. Sonra da uyuyup kalmışım.
Sabahleyin annemin çığlık çığlığa bağırmasıyla uyandım.
“Allah senin canını almasın çocuk!” diye bağırıyordu. “Küpteki bütün turşuyu yiyip bitirmişsin! Ölmediğine dua et! Kıtlıktan mı çıktın oğlum sen?”
Babam saf saf bakınıyor, “Ne yapmış? Ne yapmış?” diye üst üste soruyordu.
“Duymadın mı herif?” diye bağırmayı sürdürüyordu annem. “Senin velet, koca küpteki turşunun hepsini bitirmiş!”
Pazar günüydü. Sokağın girişine kocaman bir bayrak asılmıştı. Evimizin geniş bahçesine masalar sandalyeler yerleştirilmiş, konuklar bekleniyordu. Kazan kazan yemekler pişmişti. Herkeste bir telaş ve heyecan vardı. İnsanlar sağa sola koşuşturup duruyordu.
Kafamda yaldızlarla süslenmiş bir sünnet şapkası, elimde süslü bir sünnet asası ve boynumdan aşağı inen kırmızı kocaman bir kurdeleyle, benim için yapılan hazırlıkları seyrediyordum.
O gün sünnet olacaktım.
Babam ikide bir, “Buradan uzaklaşma,” diye öğütte bulunuyordu. “Arkadaşlarına uyar gidersin sağa sola, bir de seni aramayalım,” diyordu.
Annem, “Üstünü kirletme! Sünnetçi amcanın karşısına temiz çıkmalısın,” diye uyarıp duruyordu.
Söylenenlere uymak zorundaydım. Gerçi “sünnetçi” dediklerinde yüreğim ağzıma geliyordu, ama artık kocaman bir çocuk olmuştum.
Üstelik korkmanın hiçbir yararı da yoktu.
Yine de korkuyordum.
Bir ara, gelen konuklarla oyalandıkça sünnet olacağımı bile unutmuştum. Gelenler hemen masalarda yerini alıyor ve önlerine konan atıştırmalıklarla yemekleri yiyordu.
An geçtikçe kalabalık artıyordu. Yemeklerini yiyenler, kahvelerini içmeye başlamıştı. Davulcuyla zurnacı kıvrak oyun havaları çalıyordu.
İşte bu sırada beni çağırdılar. Kolumdan tutup meydana çıkardılar.
davulcu tokmağı vuruyor, zurnacı üflüyordu.
“Hadi oyna bakalım,” dedi Nevzat amca. “Bunu senin için çalıyorlar.”
Kollarımı kaldırıp ortada dönmeye başladım. Oradakiler gömleğime para iliştiriyordu. Paralar uzun bir sıra hâlinde yerlerde sürünmeye başladı. Yüzüm gülüyordu. Bir yığın param olmuştu.
İşte tam bu sırada, bahçenin yanında bir motor sesi duyuldu. Motorun üzerinde dev gibi bir adam vardı. Motor bile altında küçücük kalmıştı.
Bu koca kafalı, koca bedenli adam bahçeye girdi ağır ağır.
“Haah!” dedi Nevzat amca. “İşte, sünnetçi de geldi. Çocuğu hazırlayalım.”
Bir gelen adama baktım, bir de Nevzat amcaya.
Önce ne yapacağımı şaşırdım.
Bu koca adam yüreğime tuhaf bir korku düşürmüştü.
Göğsüme iliştirilmiş bir yığın parayla kaçmaya başladım, ama Kamil dayım beni yakaladı.
“Nereye gidiyorsun?” diye sordu. “Gel bakalım buraya!”
“Bir yere gitmiyorum Kamil dayı,” dedim. “Tuvaletim geldi.”
“Ha! İyi o zaman!” dedi. “Ama çabuk çık! Sünnetçi amcan fazla beklemez.”
Kendimi hemen tuvalete kapattım. Şimdi, içeriden nasıl çıkacağımı bilmiyordum.
Uzunca bir süre bekledim tuvalette.
Dışarıdan bağırıyorlardı.
“Hadi artık, çık! Sünnet olacaksın!”
“Sünnetçi fazla beklemez. Hadi oğlum çık dışarı!”
“Çocuk tuvalete düştü galiba! Akşam olmadan çıksa bari.”
Bir ara çıkmaya karar verdim. Ama sünnetçi amca aklıma gelince, korkudan yine elim ayağım titremeye başladı.
Ne yapacağımı şaşırmıştım.
“Biraz rahat bırakalım çocuğu!” diyen babamdı. “Nasıl olsa çıkacak birazdan.”
Bu arada dışarıda gürültüler kesildi bir süre.
Tuvaletin kapısını azıcık araladım. Dışarıya baktım. Tuvaletin önünden uzaklaşıyorlardı. Sünnetçi amca bir masada, önüne konan yemeği iştahla yiyordu.
İşte şimdi tam zamanıydı.
Tuvaletin kapısını yavaşça açtım. Kendimi hızla dışarı attım. Koşmaya başladım. Önce sokağı boydan boya geçtim. Arkamdan arkadaşlarım ve kaçtığımı görenler geliyordu. Öyle hızlıydım ki, beni kısa sürede yakalayamazlardı.
Kaçarken üzerimden paralar yerlere saçılıyordu.
Babam, “Oğlum, paraların düşüyor!” diye bağırıyordu arkamdan koşarken.
“Tutun şunu!” diye bağırıyordu Kamil dayım.
“Hey amca! Yakala onu!” diye sesleniyordu yoldan geçen bir adama Nevzat amca.
Artık iyice yorulmuştum.
İrfan ağabeyim beni yakaladı.
Ellerimden ayaklarımdan tutup sürükleyerek getirdiler, sünnetçinin önüne bıraktılar beni.
Sünnetçi, “Oğlum, niye kaçtın?” diye sordu. “Çok mu korktun?”
“Yoo, hiç korkmadım,” diye mırıldandım.
Ona yalan söylemiştim.
“Çocuğa su verin de içsin!” dedi sünnetçi amca kibarca. “Yüreği kuş yüreği gibi çarpıyor.”
Koşarken kıpkırmızı olmuş, kan ter içinde kalmıştım.
“Hiiiç acımayacak, merak etme!” dedi sünnetçi amca. “Sinek ısırdı sanacaksın, korkma!”
Zaten korkacak hâlim kalmamıştı.
Başıma bir sürü insan toplanmıştı. Ellerinden kaçıp kurtulmam çok zordu.
Ama kaçmak zorundaydım.
Dev gibi sünnetçi elinde usturayla karşımda duruyordu.
Birden bağırmaya başladım.
“Kolum! Ahh Kolum!”
Kolumu sıkıca tutan Kamil dayı beni hemen bıraktı.
“Ne oldu koluna?” dedi heyecanla ve merak içinde.
“Kolumu kırdın. Kolumu kırdın!” diye bağırdım.
“Ben bir şey yapmadım, yalnızca tutuyordum,” dedi.
Demesiyle birlikte, oradakilerin şaşkınlığından yararlanıp bir kez daha kurtuldum ellerinden, ama daha dış kapıya varamadan yakaladılar.
Artık yapacak bir şey kalmamıştı.
Yeniden sünnetçinin önüne getirdiler. Adam burnundan soluyordu şimdi.
“Otur şöyle!” diye bağırdı. “Tut şunun kolundan!” dedi arkamda dikilen babama sertçe.
Babam kolumdan tuttu.
Sünnetçi, “Sıkı tut!” dedi yine bağırarak. Sonra da bana, “Sen de kıpırdayıp durma!” dedi kıpkırmızı bir suratla.
O bağırdıkça, yüreğim ağzıma geliyordu.
Soluk soluğaydı.
“Şimdi göstereceğim sana gününü,” dedi burnundan soluyarak. “Sünnetçi amcandan kaçmak neymiş, göreceksin.”
Derken, bir alkış koptu.
“Geçmiş olsun… Geçmiş olsun!” diyorlardı.
Gerçekten hiçbir şey anlamamıştım.
İnsan azmanı sünnetçi amcanın bu kadar kibar ve bir o kadar da işinin ustası olduğunu bilseydim, ondan hiç kaçar mıydım?
Sıcak bir yaz günüydü. Öğlen sıcağı yalnız insanları değil, her şeyi etkiliyordu. O gece Eşref amcaların evinde düğün vardı. Akşamüzeri üç arkadaş düğün yerindeydiler. Orkestra kurulmuştu. Ses kontrolleri yapılıyordu. Tuncay dalıp gitmişti onları seyrederken. Biraz sonra Ahmet de geldi yanına. Sonra da Yusuf geldi. Orkestracıların yanından ayrılmıyorlardı. Üç çocuk çalgıcıların dibinde duruyor, büyülenmiş gibi onları seyrediyordu.
“Biz de bir orkestra kuralım,” dedi Yusuf.
“Kuralım,” dedi Tuncay.
Bu istekle gece yarısına dek orkestracıların çevresinde dönüp durdular.
Ertesi gün yataktan kalkar kalkmaz Tuncay'ın yapmak istediği ilk şey bir sazdı. Nasıl yapacağını bilmiyordu, ama kafaya koymuştu bir kez.
Bahçede dolanırken uzunca bir dal buldu. Sonra da sağlam bir mukavvayı bu dala çiviledi. Geriye, sazın tellerini bulmak ve onları dalın üzerine takmak kalmıştı.
Sazını yapmaya çalışırken, Sabriye teyzenin evinin önündeydi. Gözleri birden balkondaki çamaşır tellerine takıldı.
Birinci kat alçaktı. Tırmanması kolay olacaktı oraya. Sessizce balkon demirlerine tırmandı. Sonra telleri birer birer yerinden söküp çıkardı.
Sazını ve tellerini alıp oradan uzaklaştı. Nevzat amcanın evinin arkasındaki bahçeye girdi. Saza benzeyen tahtaya telleri gerdi. Altlarından sıkıca bağladı. Gerilmiş teller, parmaklarının dokunmasıyla tongurdamaya, kalın ve boğuk sesler vermeye başladı. Çok hoşuna gitmişti.
“Diğer sazlar gibi ses vermiyor ama olsun,” dedi kendi kendine.
Kalın ve sinir bozucu bir ses çıkarsa da, en azından dışarıya bir ses veriyordu.
Sazına son şeklini verdikten sonra Yusufların evine gitti. Kapıyı çaldı. Yusuf'un annesi Halime teyze çıktı kapıya.
“Ne var? Ne istiyorsun Tuncay?” diye sordu Halime teyze.
Tuncay'ın elindeki sopaya dikmişti gözlerini bu arada.
“O elindeki de ne Tuncay?” dedi gülümseyerek.
Tuncay, “Saz yaptım kendime Halime teyze,” dedi. “Yusuf evde mi? Biz de bir orkestra kuracağız.”
Halime teyze güldü Tuncay'a.
“Orkestra ha?” dedi. “Hadi bakayım, göreyim sizi.”
Bu arada, Yusuf kapının önüne gelmişti.
“O ne Tuncay?” diye sordu. “Onu ne zaman yaptın?”
“Sabahleyin,” dedi Tuncay.
Yusuf, Tuncay'ın elinden sazı aldı, inceledi.
“Çok güzel olmuş,” dedi üzerinde parmaklarını gezdirerek. “Ses de çıkıyor, ben de çalabilir miyim?”
“Tabii,” dedi Tuncay. “Çalabilirsin.”
“Ben de bateri yapacağım,” dedi Yusuf. “Bana bir gaz tenekesi gerekiyor.”
Mahallede dolaşmaya başladılar.
Sonunda Ovalıların evinin kıyısında küflü bir teneke buldular. Bu teneke işlerine yarardı.
Yusuf zeytin ağacından iki ince dal kopardı. Tenekeye vurmaya başladı.
Sabah sabah gürültü yapmaya başlamışlardı. Tuncay, elindeki sopanın gerilmiş tellerine vuruyor; Yusuf, müzik aletine benzemekten çok birtakım çatlama ve patlama sesleri çıkaran tenekeye vuruyordu.
Gürültüyü duyan komşular kapılara, pencerelere çıkıp baktı “dışarıda ne oluyor” diye.
Nevzat amca bağırdı onlara:
“Hey! Gürültü yapmayın çocuklar! Uyumaya çalışıyoruz!”
Çalmayı bıraktılar. “Biraz da başka yerde çalalım,” diyerek Keresteci İsmet amcanın dükkânının yanına gittiler. Orada çalmaya başladılar.
Yusuf tenekeye vurdukça çok kötü bir ses yayılıyordu çevreye. Tuncay'ın sopasından çıkan ses de ondan geri kalmıyordu.
Bir süre daha gürültü yaptılar.
Bu sırada Ahmet geldi yanlarına.
“Ben de size katılabilir miyim?” diye sordu.
“Tabii,” dedi Yusuf.
Elindeki çubukları Ahmet'e verdi.
“Al, biraz da sen çal!” dedi.
Oyun onları çok sarmıştı. Gülüyor ve çalıp eğleniyorlardı. Tabii çıkan ses çok berbattı ve dayanılacak gibi değildi. Ahmet çubukları henüz geri vermediği için Yusuf şarkı söylemeye karar verdi.
Başladı bağırmaya:
Yumurtanın kılıfı yok
Gözlerimde uyku yok
Sür gemici gemiyi
Hiç kimseden korkum yok…
Sonra aynı sözleri bıkıp usanmadan yinelemeye başladı.
Tuncay'la Ahmet ona uyduruyorlardı kendilerini. Tam bir uyum içindeydiler. Yorulmak nedir bilmiyorlardı.
Pencere ve balkonlardan bakanlara inat, daha sert ve daha gürültülü çalmaya, söylemeye başladılar:
Yusuf, boğazındaki damarlar şişmiş bir biçimde bağırıyordu yine:
Yumurtanın kılıfı yok
Gözlerimde uyku yok
Sür gemici gemiyi
Hiç kimseden korkum yok…
Sonra Tuncay'la yer değiştirdiler. Tuncay şarkı söyleyecek, Yusuf saz çalacaktı. Biraz durduktan sonra yeniden başladılar.
Bu kez, Tuncay bağırıyordu:
Yumurtanın kılıfı yok
Gözlerimde uyku yok
Sür gemici gemiyi
Hiç kimseden korkum yok…
Kasap Şakir çıktı balkona. Onlara kötü kötü baktı.
“Ne oluyor yahu? Ne bu gürültü?” diye bağırdı. “Hadi, çekin gidin oradan!”
Kasap Şakir iri yarı bir adamdı. Ondan biraz çekiniyorlardı.
“Tamam, gidiyoruz,” diye karşılık verdi Yusuf.
Sonra da arkadaşlarına döndü.
“Bir şey çaldırmıyorlar yahu!” dedi. “Nereye gidelim?”
Mahallenin az ilerisinde zeytin tarlaları vardı. Oraya gitmeye karar verdiler. Orada sürdüreceklerdi çalmayı. Hava da iyice ısınmaya başlamıştı zaten. Biraz sonra burası çok sıcak olacaktı. Öğle sıcağı bastırmadan zeytin ağaçlarının gölgesinde bir yer bulmaları iyi olacaktı.
Eşyalarını toplayıp, zeytin ağaçlarının altında bir yer buldular kendilerine ve hiç zaman yitirmeden çalmaya başladılar.
Yusuf şimdi şarkı söylüyordu.
Yumurtanın kılıfı yok
Gözlerimde uyku yok
Sür gemici gemiyi
Hiç kimseden korkum yok…
Ahmet önündeki tenekeye var gücüyle vuruyor, Tuncay da kalın tellerden ses çıkartmaya çalışıyordu.
Yaptıkları gürültü dalga dalga yayılıyordu her yana.
* * *
Sabriye teyze elindeki çamaşır sepetiyle balkona çıktı. Çamaşırlarını serecekti, ama baktı ki, teller yerinde yok. Bağırmaya başladı:
“Bu telleri kim çaldı? Herif, koş gel buraya! Çamaşır tellerimi çalmışlar!”
Erol amca balkona çıktığında, Sabriye teyze hâlâ bağırıyordu:
“Baksana, teller yok! Daha akşam buradaydı!”
“Hırsızlar ne yapacak senin çamaşır tellerini kadın?” dedi Erol amca.
Sonra da başını kaldırıp zeytin tarlasından gelen gürültüyü dinledi uzun uzun.
“Çocuklara bak Sabriye!” dedi. “Galiba hırsızları bulduk!”
“Bulduk mu?” diyerek şaşkınca baktı Sabriye teyze kocasına.
“Hani, nerede?”
“İşte oradalar!” dedi Erol amca çocukları göstererek. “Bak, Tuncay'ın elinde saza benzeyen bir şey var. Tellerini üzerine germişler.”
“Allah cezalarını vermesin!” dedi Sabriye teyze. “Bula bula benim çamaşır tellerimi mi bulmuşlar?”
Bu sırada zeytinlikten gelen gürültüler mahallede yankılanıyordu. Tenekenin çıkardığı tok ses ve tellerin bozuk ritmi Yusuf'un söylediği şarkıyla karışıyordu.
Yumurtanın kılıfı yok
Gözlerimde uyku yok
Sür gemici gemiyi
Hiç kimseden korkum yok…
Köyümüzün meydanında bir kahve, bir cami, bir de muhtarlık binası var. Köy meydanı geniş. Her muhtarlık seçiminde, adaylar bu meydanı çamurdan kurtarmaya söz verir, ama bugüne dek bunu yapan olmadı. En son seçimde, Kadir amca muhtar seçilince, ilk yapacağı işin bu olacağını söylemişti.
Günler haftaları, haftalar ayları kovaladı.
Muhtar Kadir amca ortalıkta görünmüyordu.
Herkes onu merak ediyor, birbirine muhtarı sorup duruyordu.
Yağmurların bolca yağdığı günlerde kimse tarlaya gitmez; köylüler meydandaki kahvede zaman öldürür. Başka yapacak iş olmaz genellikle.
İşte böyle bir günde annem saçak altında ocağı yakmıştı. Muhtarın karısı Zeliha teyze, yan komşumuz Nergiz teyze ve ablam Özlem'le birlikte katmer yapıyorlardı.
Annem de köydeki herkes gibi merak içindeydi. Muhtar Kadir amcanın habersizce ortadan kaybolması nedeniyle onun da aklında yığınla soru vardı.
Muhtarın karısı Zeliha teyzeye dönüp, “Bizim muhtar nerelerde Zeliha?” diye sordu.
Göz ucuyla Zeliha teyzeye bakıyor, ne diyeceğini merakla bekliyordu.
* * *
Muhtar Kadir amca gittiği yeri köyden birine söylemiş olsa, nerede olduğunu şimdi herkes bilirdi, ama hangi nedenden bilinmez, kimseye söylememişti işte. Herkes kendince bir yorum yapıyordu.
Köyün yaşlıları tek sıra hâlinde dizildikleri köy kahvesinin önünde, “Ankara'ya gitmiştir o,” diyen Halim amcanın öngörüsünü anlamaya çalışıyordu. “Bize sürpriz yapacak!”
Yaşlılar dudak büktü.
Bir tanesi, “Muhtar neden gitsin Ankara'ya Halim efendi? Ne işi var orada?” diye sordu.
Öngörüsünün doğruluğunu kanıtlamak isteyen Halim efendi, “Ne işi olacak? Bilmezmiş gibi konuşuyorsunuz,” dedi. “Köy meydanını çamurdan kurtaracak ya!”
* * *
İşte bu sır kayboluşun ardından annem, Zeliha teyzenin ağzından çıkacakları bekliyordu hâlâ. Elindeki oklavayla bir yandan hamur açıyor, unu serpiyor, diğer yandan Zeliha teyzenin gözlerinin içine bakıyordu.
Zeliha teyze kızardı, bozardı. Sanki bu onun hiç beklemediği bir sınav sorusuydu.
“Niye soruyorsun şimdi bunu?” diye karşılık verdi anneme.
“Ne edeceksin muhtarı?”
“Bir şey edeceğim yok!” dedi annem kızarak. “Sessizce kaybolup gitti diye meraklandık yalnızca. Muhtar olduğundan beri görünmüyor ortalıkta.”
Zeliha teyze kem küm etti annem böyle deyince. Aslında hepimiz merak içindeydik.
Ben de Zeliha teyze Muhtar amcanın nereye gittiğini söyleyecek diye ağzının içine bakıyordum. Ablam benden aşağı kalır durumda değildi.
Annem böyle bir soru sormamış gibi bir tavır takındı Zeliha teyze.
“Şu katmerleri bitirelim,” dedi. “Bir gün çıkar gelir Muhtar, merak etmeyin.”
* * *
Muhtar amcanın sır gibi köyden ayrılıp gitmesi, konuşacak bir şey bulamayan köylüler için en önemli konu olmuştu.
“Bugün ne haber? Muhtar gelmiş mi?” diye sordu bakkal amca, kahveci Remzi amcaya.
Bir köşede sessizce oturan Mustafa amca atıldı hemen.
“Arlı adam şu bizim Muhtar ya,” dedi. “Verdiği sözü tutamayacağını anlayınca kaçıp gitmiştir.”
Kim ne derse desin, ben Muhtar Kadir amcanın bir gün dönüp geleceğinden emindim.
* * *
O gün okul çıkışı, köy meydanında çamurlara bata çıka top oynuyorduk.
Yağmur birden başladı. Sağanak hâlinde yağıyordu. Tepelerden aşağılara gelen sular sele dönüşmüştü. Yağmurdan kaçarak kahvenin saçağının altında toplandık.
Hava da kararmıştı siyah bulutların etkisiyle.
Yağmur öyle hızlı ve iri taneler hâlinde düşüyordu ki, çamurlu sular yoldan aşağılara, tarlaların içine akıp gidiyordu.
Meydanda, biraz önce top oynadığımız o alanda su göllenmişti şimdi.
Yüzümüz asılmıştı.
Oyunumuz yarım kalmıştı.
Yağmurdan dolayı eve de gidemiyorduk. Kahvenin saçağının altında kısılıp kalmıştık.
Köydeki elektrikler de kesilmişti. Her yan zifiri karanlıktı.
Kahveci Remzi amca gaz lambasını yakmış, kahvenin girişine asmıştı. İçeridekilerin yüzüne çarpan ışık, yaşlı yüzleri korkunç bir hâle sokmuştu.
Arkadaşlarla, kahvede oturan ve yağmuru seyredenlerin yüzüne bakıp gülüyorduk.
Birden caminin üst sokağından meydana doğru kocaman bir şeyin yuvarlanarak geldiğini gördük. Gözlerimiz iri iri olmuştu. Önce o kocaman karaltıyı domuz sandık, sonra da sel suyuna kapılmış koca bir köpek.
Meydanın orta yerinde takıldı kaldı. Birkaç kez doğrulmaya çalıştı. Ama yer sakız gibi çamurdu. Olduğu yerde kayarak yeniden yere yuvarlandı.
Üzerinde siyah bir palto vardı; elinde de bırakmayıp sıkı sıkıya tuttuğu bir torba. İyice çamura bulanarak bir ‘Çamurdan Adam'a dönmüştü.
Nasıl olduysa oldu, kendini çamurdan kurtardı bir ara. Yalpalaya yalpalaya kahveye doğru geldi.
Yüzü görünmüyordu çamurdan. Üstü başı sırılsıklamdı. Yalnızca gözleri parlıyordu bu çamura belenmiş adamın.
Kahveye zor attı kendini.
Merak içinde ona bakıyorduk.
O kahveye girerken, biz de kapıya yaklaştık.
“Beni tanımadınız mı yahu?” dediğini duydum. “Ben muhtarınız Kadir'im.”
Kahvedekilerden biri, “Nereden tanıyalım seni muhtar?” diye karşılık verdi. “Tanınacak hâlde misin?”
“Caminin alt başında ayağım kaydı, çamura düştüm,” dedi muhtar. “Sel suyu beni meydana sürükledi. Meydan dağ toprağından daha berbat. Her yan çamur. İşte, hâlimi görüyorsunuz.”
Kahvedekiler gülmeye başladı.
Ferhat amca kahkahalarını yarıda keserek, “Biz de seni hayalet sandık be muhtar!” diye kıkırdadı. “Sessizce kayboldun köyden, sonra da çamurdan bir adam olarak döndün.”
Şimdi kahvedeki herkes gülüyordu.
Tabii muhtarın hâline biz de güldük.
Remzi amca muhtara, “Artık meydanı çamurdan kurtarma zamanı gelmiştir sanırım,” dedi. “Meydanın ilk darbesini sen aldın. Çamura ilk bulanan sensin. Öyle değil mi?”
Başını salladı muhtar.
“Haklısın Ferhat ağam,” dedi. “En kısa zamanda bu çamurdan kurtulacağız.”
Özer'le Tuncay kaldırıma oturmuş konuşuyordu. Nedense bugün çok sessizdiler. Daha önceki günlerde olduğu gibi bağırmıyor, kimseyi rahatsız etmiyorlardı. Zaman geçtikçe oyun saatleri yaklaşıyordu.
Biraz sonra Yusuf da geldi yanlarına. Sonra İlker, sonra Cem, sonra da Mahir katıldı onlara. Hepsi birden kaldırıma oturup konuşmaya başladı.
Erhan da göründü sokağın girişinde. Yanlarına gelip oturdu.
Ne oynayacaklarına bir türlü karar veremiyorlardı.
“Maç yapalım,” dedi Yusuf. “Çift kale.”
Birbirlerini saydılar.
“Altı kişiyiz,” dedi Tuncay. “Çift kale maç oynanmaz. Birkaç kişi daha olsaydı…”
“İki takım olalım. Yakan top oynayalım,” dedi Erhan.
“Her gün yakan top da oynanmaz ki,” dedi Tuncay. “Zaten yakan top kızlar olmadan oynadın mı zevk vermiyor.”
“Haklısın,” dedi Erhan, Tuncay'ı doğrulayarak. “Bugün de hiçbiri görünmüyor ortalıkta.”
Onlar konuşup ne oynayacaklarına karar vermeye çalışırken, “Arap Ahmet” diye isim taktıkları arkadaşları geldi yanlarına.
“Ne oturuyorsunuz yahu?” diye seslendi. “Hadi bir şeyler oynayalım.”
“Biz de ne oynayalım diye düşünüyoruz,” dedi Mahir.
“Maç yapalım,” dedi Arap Ahmet. “Ben kaleye geçerim.”
“Yedi kişi olduk, bir kişi açıkta kalıyor,” dedi Cem.
“O da hakem olur,” dedi Arap Ahmet. “O maçı yönetsin.”
“Kim açıkta kalmayı ister ki?” dedi Erhan. “Hepimiz oynamak istiyoruz.”
Konuşup durdular. Tartıştılar. Ama bir türlü karar veremiyorlardı.
Başından beri hiç konuşmayan, hep arkadaşlarını dinleyen İlker'in sesi duyuldu birden:
“Gelin, yeni bir oyun oynayalım!” dedi. “Şimdi aklıma geldi. Bakalım siz ne diyeceksiniz?”
Yusuf hoşnutsuzlukla atıldı hemen:
“Mutlaka harika bir fikirdir!” dedi. “Bulduğun her zamanki oyunlarından biridir ve sonunda mutlaka birisi yaralanır.”
“Yok yahu! Öyle değil,” dedi İlker. “Bu tamamıyla masum bir oyun!”
Yusuf yine kesti onun konuşmasını:
“Son icat ettiğin oyunu biliyoruz,” dedi. “Dut ağacına çıkan arkadaşı taşladık da, onu oradan düşürmeye çalıştık. O da attığımız taşlardan kurtulmaya çalıştı. Ama sonra ne oldu? Kendini ağaçtan aşağıya attı can havliyle de ayağını çatlattı, değil mi?”
İlker başını öne eğdi.
“Tamam o zaman!” dedi. “Siz bilirsiniz. Ne isterseniz onu oynayın!”
İlker sürekli olarak değişik oyunlar arayan zeki bir arkadaşlarıydı. Zararlı zararsız bir yığın oyun icat ederdi hemencecik. Ama son oyundan sonra sesi fazla çıkmaz olmuştu.
Erhan sessizliği bozdu.
“Ya, bir dinleyelim İlker'i,” dedi. “Belki bu kez güzel bir oyundur.”
Yusuf yine bağırmaya başladı:
“Son yediğim dayağı daha unutmadım!” dedi. “Onun bulduğu oyunları biliyorum. İki mahallenin çocukları arasında taş savaşı, dut ağacından taşla çocuk düşürme, taşı ne kadar uzağa atacağız… Yaaa, hep taş var onun oyunlarında. Bu defa taş yoksa, o zaman dinlerim.”
“Taşsız… Taşsız…” dedi İlker.
“Neymiş, söyle bakalım!” dedi Erhan. “Kimseye bir şey olmayacaksa, oynarız o zaman.”
İlker ayağa kalktı.
Arkadaşlarına ders verir gibi konuştu:
“Tükürük yarışı!” dedi.
Herkes birbirinin yüzüne baktı.
“O ne ya?” diyerek tepki verdi Arap Ahmet. “Tükürüğün yarışması mı olur?”
Bu kez hepsi birden İlker'e baktı.
“Kafamdaki oyun şu!” dedi İlker.
Kaldırımın kıyısında duran bir taşı alıp yola boylu boyunca çizgi çizdi. Beş adım saydıktan sonra durduğu yere başka bir çizgi daha çizdi.
“Burada duracağız,” dedi. “Buradan diğer çizgiye tüküreceğiz.”
“Eee, sonra?” dediler.
“Kim çizgiyi geçirirse o elenmeyecek, geçiremeyen elenecek.”
Çocuklar dudaklarını büzüp bakıştı. Belli ki, Bu ne biçim oyun, diye düşünüyorlardı. Ama en azından zararsız bir oyundu. İlker'in diğer bulduğu oyunlar gibi değildi.
“Oynayalım bari,” dedi Tuncay. “Ne yapalım? Herkes arkama sıralansın!”
İlker, “Önce ben tüküreceğim,” dedi. “Siz benim arkama geçin!”
Tabii, oyunu bulan oydu. İlk olarak o başlayacaktı. Çocuklardan kimse buna karşı çıkmadı.
İlker ilk çizdiği çizginin üzerinden diğer çizgiye doğru tükürdü.
Çizgiyi geçmişti.
“Ben geçtim,” dedi sevinçle. “Elenmedim.”
Arkasında duran Yusuf'a döndü.
“Sıra sende,” dedi. “Hadi tükür bakalım!”
Yusuf da tükürdü gerilerek.
O da geçti çizgiyi.
Hepsi sırayla tükürdü.
Sadece Cem tükürünce çizgiyi geçemedi.
“Senin tükürüğün çizgiyi geçmedi, elendin!” diye bağırıştılar hep bir ağızdan.
“Yaa, geçtim,” dedi Cem. “İşte, bakın, tükürüğüm burada!”
Koşarak diğer çizgiye gitti. Eliyle yerdeki minik ıslaklığı gösterdi. Ama hepsi de ağız birliği etmiş gibi bağırdı:
“O senin tükürüğün değil! Tuncay'ın tükürüğü!”
“Eee, ben ne olacağım?” dedi Cem yüzünü buruşturarak.
Ne olacağını İlker'den başkası bilmiyordu. Herkes ona döndü.
“O ne olacak İlker?” dediler.
İlker, “Herkes eleninceye kadar bekleyecek,” dedi. “Ne de olsa elendi. Oyuna giremez.”
Çocuklar güldü.
“Bir daha oynayamayacak yani,” dedi Tuncay. “Hepimiz tükürerek çizgiyi geçiyoruz nasıl olsa.”
Cem oyun dışı kaldığı için neredeyse ağlayacaktı. Kaldırıma oturup onları seyre koyuldu.
İçinden, Nasıl olsa tükürüğünüz bitecek, siz de eleneceksiniz, diye geçiriyordu.
Diğer çocuklar oyuna öyle dalmıştı ki, ağızlarında tükürük biriktirmekle meşguldüler.
Uzun zaman geçmesine rağmen hâlâ elenen yoktu.
Cem'in canı sıkılmaya başlamıştı. Yine de onları bırakıp gidemiyordu. Oyunlarını seyretmek de zevkliydi.
Tükürerek sırasını savan, hemen ağzında tükürük biriktirmeye başlıyordu.
Cem de oturduğu yerden tükürüyordu çizgiye.
Oyun hepsinin hoşuna gitmişti.
Sıra yine Yusuf'taydı. Çizgide durmuş, gözlerini yummuş, tükürüğünü biriktirmeye çalışıyordu.
“Hadi Yusuf, tükür ya!” diye bağırdı Erhan. “Seni mi bekleyeceğiz?”
Cem oturduğu yerden seslendi:
“Tükürüğü kalmadı! Tükürüğü kalmadı!”
Yusuf tükürüğünü biriktiredursun, Halil amca evinden çıkmıştı. Yolun karşısına geçecekti. Çocukların arasına dalmıştı. Ağır ağır yürüyordu. Çocukların ne oynadığına dikkat etmemişti. Hatta oynadıklarının bile farkında değildi.
Yusuf sonunda tükürdü ve az öteden geçen Halil amcanın üzerine geldi. Adamcağızın beyaz gömleğine isabet ettirmişti.
Halil amca ne olduğunu anlayamamıştı. Kızgınlıktan yüzü kıpkırmızı oldu. Üzerine tükürülmesine doğal olarak fena hâlde bozulmuştu.
“Ne yapıyorsun ülen sen!” deyip Yusuf'u ensesinden yakaladı. Onu sarsmaya, sallamaya başladı.
Diğer çocuklar Halil amcaya yalvarmaya, onu oyun hakkında bilgilendirmeye çalıştı. Ama Halil amca bir türlü bunun bir oyun olabileceğini anlamıyordu.
Çocuklar Yusuf'u Halil amcanın elinden zorlukla kurtardı. Sonra da kaçmaya başladılar.
Halil amca onları bir süre kovaladı. Ama sonra yorulup vazgeçti.
Çocuklar kan ter içinde kalmıştı. Yüzleri korkudan kıpkırmızıydı.
Neyse ki Halil amca onları yakalayamamıştı. Bu nedenle sevinçliydiler. Rahat birer soluk aldılar. Sonra da İlker'e diktiler gözlerini.
“Benim suçum yok!” diye mırıldandı İlker.
Ama çocuklar onun üzerine yürüdü.
“Bir daha sakın oyun bulma bize!” dediler. “Senin bulduğun oyunlarda mutlaka bir şey oluyor! Bundan sonra bulduğun oyunu kendin oyna!”
İlker arkadaşlarının yanından kaçarken, çocuklar da söylene söylene dağılıyordu.
Bahri bizim sınıfın en iri öğrencisiydi. Bu insan azmanı çocuk bazı öğretmenlerimizden bile iriydi. Herkese tepeden bakıyordu. Bizim oturduğumuz sıralara sığamadığından, öğretmenimiz onu kendi masasının yanındaki bir sandalyeye oturtuyordu.
Bahri önceleri kızararak ve sıkılarak orada otururken, sonradan bunu aşmış, öğretmen arkasını döndüğünde bize şaklabanlıklar yapmaya başlamıştı.
Sınıfımızın en irisi olması, ona birtakım ayrıcalıklar da getiriyordu tabii. Örneğin, diğer sınıflardan biri bizim sınıftakilere asılacak olsa, Bahri ormandan kaçmış bir ayı edasıyla saldırıyordu onlara.
Öğretmenler odasına gittiğinde hiçbir öğretmen ona sert davranmıyor, öğüt verip gönderiyordu.
“Ne oldu Bahri? Öğretmenler ne dedi?” diye sorduğumuzda gülüyor, “Fasa fiso şeyler,” diyordu. “Öğretmenler bir şeyler dedi, ama anlamadım.”
“Anlamaman daha iyi Bahri,” diyorduk. “Anlasan ne olacak sanki?”
“Ya, çok iyi,” diyordu. “Belki kötü bir şey söylerler, ben de onu anlarım. Vay onların hâline o zaman! Yer misin yemez misin?”
Ama yine de hoş bir arkadaştı Bahri. Babasının yeterince parasının olmadığını, kendisine harçlık vermediğini söyleyip ekerdi okulu. Gider yakındaki markette çalışırdı. Öğretmenler onun markette çalıştığını bilirdi, ama bir şey demezlerdi.
Bahri daha fazla baskılara dayanamadı. Okulu bıraktı sonunda. Zaten okumayla hiç ilgisi olmadığından, bunu herkes olağan karşılamıştı.
Bahri'nin babası, neredeyse Bahri'nin iki katı irilikteydi. Bahri'nin okula olan ilgisizliğini bildiğinden okulu bıraktırmıştı ona.
Okuldan çıkmış, evlerimize gidiyorduk arkadaşlarla. Bahri, büyük bir yer olan Şen Market'in önünde temizlik yapıyordu. Bizi görünce işi bırakıp geldi. Bahri'nin geldiğini görünce durup bekledik.
“N'aber çocuklar? Ne yapıyorsunuz? Hâlâ okuyor musunuz?” diye takıldı Bahri bize.
“Ne yapalım Bahri? Senin kadar şanslı değiliz,” dedi Tuncay. “Ölünceye dek okumak zorundayız.”
Bahri kocaman dişlerini göstererek güldü.
“Ben kurtuldum ya!” dedi. “İşte buna çok seviniyorum!”
“Yaptığın iş ağır mı Bahri? Nasıl dayanıyorsun?” diye sordu Cem.
Bahri, “Yok yahu, o kadar ağır değil,” diye yanıtladı onu. “Paketler çok hafif. Tuttuğumu sallıyorum bir tarafa. Şef çok kızıyor, ama yine de ses çıkarmıyor. Beni çok seviyor. Bana iş verirken sırtımı okşuyor ve çok kibar davranıyor.”
“Şu arkandaki adam mı şefin?” diye işaret etti Tuncay. “Bak, bize doğru geliyor.”
Bahri'nin eli ayağına dolaştı Tuncay böyle deyince. Ne yapacağını şaşırdı. Bulunduğu yeri elindeki süpürgeyle hızlı hızlı süpürmeye başladı.
İçeriden çıkan adam Bahri'ye bağırdı:
“Bahri, hâlâ süpürüyor musun? Yahu bir saat oldu çıkalı! O kadar zamanda marketin her tarafı temizlenirdi be! Hadi hızlan bakayım! Daha içeride paketler var taşınacak!”
Sonra bize döndü.
“Çocuklar, siz de yolunuza gidin!” dedi. “Oyalamayın adamımı! Zaten bütün gün onunla uğraşıyorum! Bir kez bir şey söyledim mi on kez ona bakmam gerekiyor.”
“Yo, yanılıyorsun amcacığım,” dedi Cem gülümseyerek. “Bahri cin gibidir, leb demeden onun leblebi olduğunu anlar.”
Bahri süpürmeyi bırakıp bize döndü.
“Leblebi mi dedin Cem? Hani nerede? Canım leblebi istedi birden,” dedi.
Şef, Bahri'ye, “Yahu bırak şimdi leblebiyi!” diye bağırdı. “Leblebi işten sonra!”
“Leblebi vermediniz ki, bırak diyorsunuz,” dedi Bahri homurdanarak. “Olmayan şeyi nasıl bırakacağım?”
Şef kızmıştı.
“Hadi, bırak süpürmeyi!” dedi. “Gel peşimden!”
“Süpürgeyi ne yapayım?” diye sordu Bahri.
“Şu arkadaşına ver!” dedi Şef. “Hadi, oyalanma, gel peşimden!”
Bahri bu, söyleneni yapmazsa olur mu? Elindeki süpürgeyi Tuncay'a uzattı, ama Tuncay eliyle itti.
“Ne yapayım ben süpürgeyi Bahri?” dedi. “At bir tarafa!”
Bahri süpürgeyi marketin önüne fırlattı.
Şefi görmüştü onun yaptığını.
“Niye atıyorsun o süpürgeyi Bahri?” diye bağırdı. “Sonra yine kullanmayacak mısın onu?”
“Ama Tuncay at dedi bana,” diyerek karşılık verdi Bahri. “Ben de attım.”
“Yahu, sen her söyleneni yapar mısın?” dedi şef.
“Tabii yaparım şefim,” dedi Bahri.
“O zaman benim söylediğimi neden yapmıyorsun?” diye bağırdı şefi ona.
Bahri oldukça sakin yanıtladı:
“Yapıyorum ya şefim. Söylediğin hangi şeyi yapmadım bugüne kadar?”
“Sen adamı delirtirsin,” dedi şef. “Bir kez de bir işi doğru yapsan ne olur?”
Bahri homurdanarak gitti şefin ardından.
O kadar iriydi ki, şefi ufacık kalmıştı önünde yürürken.
Marketin içinde ilerleyip bayan malzemeleri reyonunun önünde durdular.
Şef, reyondaki bayan saç boyalarını işaret edip, “Şunları görüyor musun Bahri?” dedi. “Bu rafları boşaltacaksın. Bunları alt rafa sıralayacaksın. Şu kremleri de boşalttığın rafa sırala!”
Sonra dönüp dikkatle yüzüne baktı Bahri'nin.
“Anladın mı söylediklerimi?” dedi sesini yükselterek. “Bak, bir daha tekrar etmem!”
“Anladım efendim,” dedi Bahri. “Anlamayacak ne var? Bayan saç boyalarını boşaltacağım ve yerine kremleri koyacağım.”
“Hadi göreyim seni,” dedi şef. “Ben bir daha gelinceye kadar bitmiş olsun, tamam mı?”
Bahri ‘tamam' dercesine başını salladı.
Bu oldukça kolay bir işti onun için. İki rafı boşaltmak bir şey miydi sanki? Nice ağır kutuyu depoya taşımış, bir of bile dememişti o. Ufacık kutuları boşaltmak çocuk oyuncağıydı.
Bayanların saç boyalarını birer birer indirdi raftan. Kutuları özenle açtı. Üst raftaki kremleri kutuların içine sıkmaya başladı. Bir iş yapmanın gururuyla, kasılarak yapıyordu bütün bunları. Sonra boşalan krem kutularını bir alt rafa sıralıyordu. Ama işi biterken, saç boyama kutularının daha fazla olduğunu gördü. Krem kutuları bitmiş ama boyama kutuları artmıştı epey. Sonra o kutuları birbirinin içine karıştırdı. Yani bir kutudaki boyayı diğer kutunun içine koydu. Hemen hemen işi bitmişti artık. Şefinin istediği gibi yapmıştı her şeyi.
Şöyle rafların karşısına geçip baktı.
İşte olmuştu. Ama alt raftaki yüz ve cilt güzellik sabunlarının oraya yakışmadığını fark etti. Şef bunu niye görememişti acaba? Onların da yerinin değişmesi gerekiyordu. Tam elini sabunlara atmıştı ki, şef yanına geldi.
“Ne yapıyorsun Bahri?” dedi.
Bahri irkildi sesten.
“Sen miydin şefim?” dedi sesi titreyerek. “Sabunların yerini değiştirecektim.”
“Neden?” diye bağırdı şef. “Sana kim söyledi bunu?”
“Kimse söylemedi,” dedi Bahri. “Baktım sabunlar oraya yakışmıyor, ben de yerlerini değiştireyim dedim kendi kendime.”
Şefi sinirli bir biçimde başını salladı.
“Allah Allah yahu!” dedi. “Söylediğimi yapmış da, bir de kendine iş bulmuş. Oğlum, sen sana söyleneni yap! Asla başka şeye karışma, anladın mı beni?”
“Anladım efendim,” dedi Bahri. “Bir daha hiçbir işe karışmayacağım.”
“Hah şöyle!” dedi şef. “Hadi şimdi git kendine çay söyle! Biraz dinlen! Yorulmuşsundur.”
“Hiç yorulmadım efendim,” dedi Bahri.
Sonra şaşkın şaşkın baktı şefinin yüzüne. O kadar ağır kutuları taşıtır da beş dakika dinlenmeme izin vermez, küçücük kutuların yerlerini değiştirdim diye dinlen diyor, dedi içinden. Sonra da, “Şu adamı anlamak da ne zormuş meğer,” diye mırıldandı kendi kendine.
Şefi şöyle bir baktı. Bahri onun dediği gibi sıralamıştı kutuları. Güldü.
Bahri'nin yaptığı işten memnun olduğunu gizlemedi.
“Aferin sana Bahri,” dedi. “İstediğim gibi olmuş.”
“Dediğiniz gibi yaptım efendim,” dedi. “İşte bu kutuları buraya, buradakileri onların içine. Diğerlerini oraya. Onları buraya.”
“Yeter! Yeter!” diye söylendi şefi. “Tamam, olmuş, hadi in depoya artık, oradan biraz kraker çıkar getir bakayım.”
“Krakerin nesine bakacaksınız efendim?” dedi Bahri. “Tadına mı bakacaksınız krakerlerin? Valla benim de canım kraker istedi.”
“Yemek için değil oğlum,” dedi şef. “Bir kutu kraker getir, rafta eksilen yere yerleştir onları.”
“Haa, anladım efendim,” dedi Bahri. “Siz yemeyeceksiniz.”
Şefi yine sinirlenmişti.
“Ne yapacağım ben bu çocukla?” diye mırıldandı.
“Hangi çocukla efendim,” dedi Bahri. “Ben gerekeni yapayım.”
“Dediğimi yap!” diye bağırdı şef. “Hadi, aşağıdan bir kutu kraker çıkar yukarıya!”
Hızlı adımlarla uzaklaştı Bahri o zaman.
Uzaklaşırken şef arkasından bağırdı:
“Önce krakerlerin olduğu rafa bak! Hangileri eksilmişse, onlardan bir kutu al gel hemen,” dedi. “Yanlış kutu getirme!”
“Tamam efendim!” diye bağırdı Bahri. “Sizin istediğiniz krakerlerden.”
“Yahu benim istediğim krakerlerden değil,” dedi. “Eksilen krakerlerden.”
Şefinin son söylediğini duymamıştı Bahri. Depoya indi. Kocaman bir kraker kutusunu yukarıya çıkardı biraz sonra.
Şef baktı.
“Yahu Bahri, ben seni ne yapayım?” dedi. “Bu krakerlerden değil, rafta eksilen balık krakerlerden getireceksin. Ben sana söylemedim mi ‘eksilenlere bak' diye.”
“Dediniz mi efendim?” dedi Bahri. “Ben duymadım öyle dediğinizi.”
“Bir kulak verip dinlemiyorsun ki,” dedi şef. “Kendi bildiğince iş yapıyorsun.”
Bahri kutuyu aşağı indirdi ve aldığı yere koydu. Yarım saat balık krakerlerin olduğu kutuyu aradı. Sonunda buldu. Hızlı adımlarla çıkardı yukarıya.
Şef reyonda onu bekliyordu.
“Sonunda gelebildin Bahri,” dedi. “Krakerleri almaya çarşıya mı gittin?”
“Yok efendim,” dedi Bahri. “Çarşıya gitmedim. Bütün kutuların içine baktım. Bu yüzden geciktim biraz. Kutuların hepsini açmak zorunda kaldım.”
“Ne? Kutuların hepsini açtın mı? Neden oğlum?” dedi şef.
“Ne yapayım efendim? İçine bakmadan bilemiyorsun ki,” diye yanıtladı onu Bahri.
“Kutuların üzerinde yazmıyor mu?” diye sordu şef.
“Yazıyor mu efendim?” dedi Bahri. “Kutuların üstünü okumak hiç aklıma gelmedi ki. Zaten okumayı pek sevmediğimden…”
Şefi neredeyse kudurtacaktı Bahri. Adamın gözleri iri iri olmuştu. Yüzü gerilmişti sinirle.
“Sen adam olmazsın Bahri!” dedi. “Seninle ne yapacağımı bilmiyorum! Senin peşinde koşmaktan yoruluyorum oğlum. Beni deli ediyorsun!”
Bahri başını sallayarak krakerleri rafa yerleştirmeye başladı. Bir yandan da içinden, Adamın her dediğini yapıyorum, yine de bana kızıyor yahu, diye geçirdi. Ne yapsam şuna yaranamıyorum. Bir gün onun kızdığından fazla ben kızacağım, işte o zaman elimde kalacak.
O gün saç boyası alan hanımlar, ertesi gün marketin önündeydi. Sabah sabah marketin açılmasını bekliyorlardı. Ellerinde de bir gün önce Bahri'nin raflarda yerlerini değiştirdiği kutular vardı. Kadınların yüzünden ne kadar sinirli ve kızgın oldukları belli oluyordu. Durmadan sesli sesli konuşuyor, aldıkları ürünlerden şikâyet ediyorlardı.
“İçinden krem çıktı,” dedi biri.
“Ben de sarı saç boyası almıştım, kırmızı çıktı. Şu saçlarımın hâline bakın yahu!” dedi diğeri.
“Kutunun üzerinde kahverengi yazıyor, içinden sarı çıkıyor, bu ne biçim iş?” dedi bir başkası.
Market açılır açılmaz içeri dalan müşteriler şefin yanına koştu. Hep bir ağızdan şikâyetlerini söylemeye başladılar. Şef onları dinliyordu, ama gözü kapıdaydı. Bahri'nin gelmesini bekliyordu. Gelmediğine göre belki de olanlardan haberi vardır, diye geçirdi içinden. Bu yüzden daha işbaşı yapmadı. Sonra da, Umarım hiç gelmez, diye umutlandı.
Şef müşterilerin zararını ödemeyi kabul etti. Onları tatlı dille ikna edip uğurladı. Zararı Bahri'nin alacağı aylıktan düşmeyi tasarlıyordu. Bahri ancak birkaç ayda öderdi zararı.
Neredeyse öğlen olmasına rağmen Bahri ortada yoktu. Belki de olayın korkusundan işe gelmek istememişti. Şef yine de onun gelmesini istiyordu. Yoksa zararı kendi cebinden karşılamak zorunda kalacaktı.
Bahri o gün işe gelmedi.
Ertesi gün de yoktu. Şef onu merak etmeye başlamıştı. Öğle arasındaki yemek paydosundan yararlanıp Bahrilerin evine gitti. Kapıyı Bahri açtı.
O kocaman çocuğun yüzünde tuhaf bir ifade vardı. Yüzü bembeyaz olmuştu şefi karşısında görünce. Ne yapacağını, ne diyeceğini şaşırmıştı.
Şef, Bahri'nin yüzüne dikkatlice baktı.
“Sende bir tuhaflık var Bahri,” dedi. “Hasta mısın yoksa?”
Bahri'nin ağzı dili tutulmuştu sanki. Yüzünü yere eğiyor, şefinin sorularını yanıtsız bırakıyordu. Ama daha fazla dayanamadı. Anlatmak zorundaydı.
“Benim bir küçük kardeşim var efendim,” dedi. “Benim uykum çok ağırdır. İşte bundan yararlanıp almış tıraş bıçağını eline ve kaşlarımı tıraşlamış. Bu şekilde sokağa çıkmaktan çekindiğim için gelemedim. Beni çok aradınız mı efendim? Yokluğumda kim bilir ne kadar zorlanmışsınızdır? Çok üzgünüm, böyle olmasını istemezdim.”
Şefi, başını sallayarak, “Tabii, sen yokken çok zorlandık oğlum Bahri,” dedi. “Sen olmadın mı bizim işler yarım kalıyor, zaten sırf bu yüzden sana bakmaya geldim, iyi misin, hasta mısın diye.”
“Yok efendim, hasta değilim,” dedi Bahri. “Utandım da, bu yüzden…”
“Anladım, anladım,” dedi şef kızarak. “Ne zaman geleceksin?”
“Kaşlarım yeniden çıksın, en kısa zamanda efendim,” diye yanıtladı şefini Bahri.
“Kardeşin bir daha böyle bir şey yapmaz değil mi Bahri?” diye sordu şef.
“Yok efendim, kesinlikle yapamaz,” diye karşılık verdi ona. “Onu babam hastaneye götürdü.”
“Neden?” diye sordu şefi.
“Neden olacak efendim?” dedi Bahri. “Artık benim kaşlarımı tıraş ettiği elini kullanamıyor da ondan.”
Şefinin gözleri iri iri oldu. Bu insan azmanı çocuğa korkulu gözlerle baktı.
“‘Bu elinle mi yaptın' diyerek elini tuttum yalnızca kardeşimin,” dedi Bahri. “Eli fazla dayanamadı herhâlde. Hemen şişti, kızardı. Sanırım kırılmış.”
Şef hemen ayrıldı oradan.
Beyni bedeni kadar gelişmemiş bu insan azmanı çocuğun uykusunun ağır olduğunu da öğrenmişti. Baksanıza, kardeşi kaşlarını kesip atıyor, ama o uyanmıyordu.
maaşından kesmeyi düşündüğü zarar geldi aklına. “Neme lazım, sonra benim de canımı yakar bu azman çocuk,” diyerek vazgeçti bu kararından.
Okullar tatile girmişti. Öyle aylak aylak evde oturmak olmazdı. Babam yüzünü asıyor, annem sinirle söyleniyordu bize. Kardeşim Selim de, ben de sıkıntılıydık. Sonunda çalışmaya karar verdik. Ama ne iş bulacağımız hâlâ kuşkuluydu. “Yarın bir olsun hele,” diye söylendik. Gerekirse dükkân dükkân dolaşır kendimize uygun bir iş bulurduk nasılsa.
Selim gözlerimin içine bakarak, “Ben yarın Necati amcaya gideceğim,” dedi. “O, bana bir iş verir.”
Necati amca mahallemizin manavı. Yaz sıcaklarında kamyon kamyon karpuz gelir dükkânına. Zaten yazın genellikle karpuz ve kavun tüketiyor insanlar. Biz de ona yardım ederiz. Harçlığımız çıkar.
Selim'in düşüncesi benim de aklıma yatmıştı o anda.
Ertesi sabahı iple çektik. Sabah olunca da erkenden Necati amcanın dükkânına koştuk.
Babam da, annem de şaşırmıştı bizim bu acelemize. Kahvaltı bile yapmadan fırlayıp çıkmıştık evden. Annem ardımızdan bağırmış, ama sesini bize duyuramamıştı.
Necati amca daha dükkânını açmamıştı biz oraya vardığımızda. Uzunca bir süre kaldırıma oturup gelmesini bekledik.
Bir süre sonra Necati amca geldi. Yüzümüze bakıp, “Beni mi bekliyordunuz çocuklar?” dedi gülümseyerek. “Bir şey mi alacaksınız?”
“Bir şey almaya gelmedik Necati amca,” dedim. “Senin yanında çalışmaya geldik.”
Tuhafça baktı.
“İkiniz birden mi?” diye sordu.
“İkimiz birden,” dedik.
Dükkânın kepenklerini kaldırırken hâlâ bize yanıt vermemişti. Yüzü bozulmuştu, şaşkınlığını gizlemiyordu.
“İkinizi birden işe alamam,” dedi. “Şimdi siz çok para istersiniz. Benim ikinize birden verecek kadar param yok ki.”
“Ne çok parası?” dedi Selim. “Bize harçlık ver yeter!”
“Yani çok para istemiyorsunuz, öyle mi?” dedi Necati amca.
“İstemiyoruz,” diye karşılık verdi Selim.
“Yok, yine de para alırsınız benden. Ama ayak altında dolaşmak yok, tamam mı? Karpuzların tozunu alırsınız, meyveleri silersiniz ve müşterilere iyi davranırsınız,” dedi Necati amca.
“Davranırız,” dedi Selim. “Sen hiç merak etme.”
Bizi içeriye davet ederken, “Ama bakın işte bir şey var,” dedi. “Karpuz kamyonunu boşaltırsanız iyi para veririm size. Kamyonu boşaltanlar çok para istiyor. Bu işi siz yaparsanız, iyi para kazanırsınız.”
“Tamam,” deyip işi kabul ettik.
Sevinç içindeydik. Sonunda kendimize bir iş bulmuştuk. Sabah sabah karpuz yüklü bir kamyonun geleceğini nereden bilebilirdik ki?
Koca kamyon ağır ağır manavın önüne yanaşınca, Necati amca, “Hadi bakalım, gösterin marifetinizi çocuklar!” dedi gülerek. “Ben kahvedeyim. Dönmeme dek kamyonu boşaltmış olursunuz.”
Bir Necati amcaya baktık, bir de karpuz yüklü kamyona.
Henüz kahvaltı bile yapmamıştık ve ne yazık ki bu ağır işi yapmak zorundaydık. Şimdi ‘biz kamyon mamyon boşaltamayız' demek olmazdı. Necati amca bize iyi davranmış, işe almıştı.
Biz olmasaymışız, Necati amca kahveden adam getirip onlara boşalttıracakmış kamyonu. İyi ki biz varmışız. Kahvedeki adamlar çok para istiyormuş. Giderayak bir de bunları sıraladı bize.
Necati amca gidince Selim kamyonun üstüne çıktı. Ben aşağıda bekliyordum. Aslında işimiz kolay görünüyordu. Selim karpuzları bana atacak, ben de yakalayıp dükkânın önüne yığacaktım.
Selim ilk karpuzu atarken, ‘atıyorum, tut' dememişti bana. Bu yüzden karpuz “pof” diye bir ses çıkararak ayaklarımın dibine düşüp patladı.
Necati amcaya baktım.
Görmemişti, arkası dönüktü. Kahveye girmek üzereydi.
Neyse ki ikinci karpuzu yakaladım.
“Aferin!” diye bağırdı Selim. “Bu iş olacak. Biraz daha dikkat et, olur mu?”
‘Olur' anlamında başımı salladım.
Bu arada bir karpuzun daha havada uçtuğunu, üzerime doğru indiğini fark ettim. Kollarımı uzatıp yakalamaya çalıştım, ama maç yaparken oynadığımız toplara hiç benzemiyordu. Hem kocaman, hem de ağırdı.
Koca karpuz “pof” diye yerde buldu kendini kollarımın arasından sıyrılıp. Karpuz kabukları saçılmıştı her yana. Etrafıma baktım, bize dikkat eden yoktu.
Selim karpuzları atmaya, ben de yakalamaya devam ettik. Ama her iri karpuz kendini yerde bulurken, küçürek ve çelimsiz olanlarını tutabiliyordum. Olsun, bu da bir işti.
Karpuzu yakalayınca seviniyor, tutamayınca üzülüyordum. Yere düşen karpuzlar dağ gibi yığılırken, tuttuklarım daha çok azdı. Necati amca gelinceye dek, değil kamyonu boşaltmak, böyle giderse ortalıkta çok az sağlam karpuz kalacaktı.
Selim'in yüzü asılmaya başladı.
“Bir karpuzu tutamıyorsun ya!” diye bağırdı. “Bir de ‘kaleciyim' diye geçiniyorsun. Buraya tırman, sen karpuz at da nasıl yakalanıyormuş göstereyim!”
Yerleri değiştik Selim'le.
Şimdi o aşağıdaydı, ben kamyonun tepesinde. Benim ona karpuz atmamı bekliyordu.
Ağırca bir karpuzu aldım ve aşağı fırlattım.
Ama karpuz Selim'e ağır gelmişti anlaşılan. Tutmuştu tutmasına, ama karpuzla birlikte yere yuvarlanmış, bu arada koca karpuz un ufak olmuştu.
Ardından bir tane daha attım, onu da yakalayamadı.
Yer karpuz parçalarıyla dolmuştu.
Böyle giderse, kamyondaki karpuzların hemen hepsi telef olacaktı. Bu işi yapamayacağımızı anlamıştık. Selim bana baktı, ben Selim'e. Ne yapmak istediğimi anlamıştı.
Kamyonun kasasından aşağı atladım.
Selim de elindeki karpuzu yere bıraktı ve kaçmaya başladık.
Necati amcanın bizi bulamayacağı bir yere gitmek zorundaydık ve uzunca bir süre de ortalıkta görünmemeliydik.
Akşam karanlığı basarken eve geldik.
Bütün gün aç açına dolaşmıştık. Yorgunduk ve sıkıntılıydık.
Evin zilini çalıp annemin kapıyı açmasını bekledik. Biraz sonra annem kapıyı açmış, bizi içeri almıştı. Ama yüzü bir tuhaftı. Hani ‘siz ne haltlar karıştırdınız' der gibiydi. Biz bir şeyin ayrımına varmadan içeri girince, babamla Necati amcayı karşı karşıya oturmuş konuşurken bulduk.
Gün boyu kaçtığımız Necati amcayı karşımızda görünce ne yapacağımızı şaşırmıştık. Yine kaçmaya kalkıştık, ama babam bağırarak bizi durdurdu.
“Gelin buraya yaramaz şeyler!” diye seslendi.
Donduk kaldık olduğumuz yerde.
“Gelin buraya!” diye yeniden bağırdı babam. Bu kez sesi daha bir sert çıkmıştı. “Necati amcanızdan özür dileyin çabuk bakayım!”
İstemeye istemeye yaklaştık.
Necati amcadan özür diledik.
“Necati amcanızın karpuzlarını mahvetmişsiniz,” dedi babam. “Sonra da bırakıp kaçmışsınız.”
Başımızı eğip bekledik.
Kim bilir başımıza neler gelecekti?
“Bir kamyon karpuzu boşaltırız demişsiniz! Oğlum, siz kafayı mı yediniz? Öyle kolay şey mi o? Necati amcanız sizi bir süre kahveden izlemiş. Karpuzları düşürdüğünüzü görüp gülmüş hâlinize.”
Necati amca gülümseyerek, “Ben bu işin üstesinden gelemeyeceklerinin ayrımındaydım, ama bana öyle bir yaklaşımları vardı ki, onları kıramadım. ‘Bir denesinler bakalım' dedim,” diyerek durumu kendince açıklayıverdi.
“İşte gördün Necati,” dedi babam. “Şimdi ne yapmayı düşünüyorsun?”
“Karpuzdan olan zararımı ödeyinceye kadar bana yardım edecekler, başka çareleri yok,” dedi Necati amca. “Ama karpuzlara ellerini sürmeyecekler. Boylarından büyük işlere de kalkışmayacaklar. Ortalığı silip süpürsünler, meyvelerin tozlarını alsınlar, başka bir şey istemiyorum.”
“Peki tamam, anlaştık o zaman,” dedi babam. “Yarın sabah gelsinler.”
Açlıktan ayakta duramıyorduk. Midemiz gurulduyordu.
Annem bizi mutfağa çağırırken, Necati amca gülüyordu. Ardımızdan seslendi:
“Yarın sabah bekliyorum çocuklar,” dedi. “Bir yere kaçmak yok, tamam mı?”
O yaz boyunca karpuz borcumuz bir türlü bitmedi. Ne zaman ‘borcumuz bitti mi' dercesine Necati amcanın yüzüne baksak, o ‘devam' der gibi sırıtıyordu bize. Bütün yaz canımızı çıkardı. Babam da bu duruma hiç ses çıkarmadı.
Yaz bitmek üzereyken bizi yanına çağırdı.
“Çocuklar, önümüzdeki hafta okullarınız açılacak,” dedi babam. “Artık işe gitmek yok. Necati amcanızla vedalaşın ve ona teşekkür edin!”
Babamın ne demek istediğini anlamamıştık. Necati amcaya niye teşekkür edeceğimizi bilmiyorduk. Bütün yaz canımız çıkmış, on karpuzun borcu bir türlü bitmemişti. Bu teşekküre değer miydi?
“Neden teşekkür edeceğiz Necati amcaya?” diye sordum.
Babam gülümseyerek, “Bunlar için,” dedi.
Cebinden bir sürü para çıkarıp ellerimize tutuşturdu.
“Bu paraları Necati amcanız verdi,” dedi. “Haftalıklarınızı biriktirmiş, getirip bana verdi. İşte bu yüzden ona teşekkür etmeniz gerekiyor değil mi?”
Başımızı salladık.
Paraları cebimize koyarken dünyanın en mutlu çocuklarıydık.
Sevgili babamın bacağında küçük bir kitle oluşmuştu. Tetkikler için onu İzmir'deki hastaneye gönderen doktoru, ondan bir film daha çektirmesini istemişti. Babamı hastaneye gönderirken, görüşeceği doktorun telefon numarasını da vermişti ona.
O sabah, kardeşim ve ben, babamla hastaneye gitmeye karar verdik. Onun hastanede kendini yalnız hissetmesini istemiyorduk.
Sabah erkenden kalktık. Arabamıza binip yola koyulduk.
Babamın heyecanı gözlerinden okunuyordu. Zaman zaman yanıtlayamayacağımız türden tuhaf sorular soruyordu bize. Biz de kardeşimle bakışıp gülüşüyorduk.
Hastaneye gelince aracımızı otoparka bıraktık. Sonra da hastaneye girdik. İçerisi öyle büyük ve kalabalıktı ki… Merakla babamın ne yapacağını beklemeye başladık.
Koridorlar tıklım tıklımdı. Biz de o kalabalığın ortasında kalmıştık.
Babam, elindeki bir torbada röntgen filmi, diğer torbada MR filmi, çantası, sevk kâğıdı ve sağlık karnesiyle kalabalığın ortasında durmuştu. “Şimdi ne yapacağız?” diye sordu.
Kardeşimle bakıştık.
“Biz ne bilelim baba,” dedim. “Şunlardan birine soralım.”
‘Hasta Kabul' yazan gişeleri işaret etmiştim böyle derken.
Böylesine büyük bir hastaneye biz de ilk kez gelmiştik. Buradaki işlemlerin yabancısıydık.
Babam, çantasını karıştırıp, “Yanına gideceğimiz doktorun telefon numarası burada bir yerde olacaktı,” dedi.
Bir süre daha çantasını karıştırdıktan sonra, yırtılmış bir kâğıt parçasına eğri büğrü yazılmış bir telefon numarası buldu. Doktorun adı da yazıyordu üzerinde.
“Hah, işte buldum!” dedi. “Acaba arasak mı?”
“Ne bileyim baba? O telefon numarasını verdiklerine göre…”
“Tabii, aramalıyım,” dedi. “Ama önce Ahmet Bey'i mi arasam acaba?”
Böyle dedikten sonra telefon numarasının ve doktorun adının yazılı olduğu kâğıdı iç cebine koydu.
“Aman, bu kâğıdı kaybetmeyelim!” dedi.
“Tabii kaybetme baba,” dedi kardeşim. “İyi de, doktoru aramayacak mıydın?”
“Arayacağım kızım da, önce hangisini arayayım bilemiyorum,” dedi babam.
Şaşkın şaşkın dolaşıyorduk hastanenin içinde.
Sevk kâğıdında ‘radyoloji' yazdığı için, önce orayı bulmaya karar verdik. Merdivenlerden indik, yürüyen merdivenlerle çıktık, koridorları dolaştık, sonunda radyoloji bölümünü bulduk. Burada da yığınlarca insan kuyruktaydı. Anlaşılan hepsi de film çektirmek için gelmişti.
“İşte burada çekilecek film,” dedi babam.
“Hadi o zaman, biz de girelim sıraya,” dedim.
“Dur kızım!” dedi babam. “Acele etme! Önce şu numarayı arayayım.”
“Ara o zaman,” dedim babama. “Burada böyle bekleyerek zaman kaybetmeyelim.”
Babam, “Gözlerim iyi görmüyor,” deyip kâğıdı kardeşimin eline tutuşturdu. Cep telefonunu da verdi.
“Hadi ara kızım,” dedi. “Şu doktorla bir konuşayım.”
“Tabii baba, konuş, yoksa burada ne yapacağımızı bilmiyoruz,” dedim.
Kardeşim numarayı tuşladı.
“Al baba, konuş, arıyor!” dedi.
Babam telefonu aldı. Karşısındaki adam onu görüyormuş gibi hareketler yapıyordu konuşurken. Biz kardeşimle bir kıyıda durmuş gülüyorduk babamın bu hâline.
Babam bir süre sonra konuşmasını bitirip yanımıza yaklaştı.
“Bu adam karıştırdı yahu,” dedi. “Bir kız çocuğundan söz etti. Galiba bizim doktor bununla konuşmadı.”
“Ne dedin sen ona baba?” diye sordum.
“Durumumu anlattım,” dedi babam. “Sintigrafi çektireceğimi söyledim.”
“Sintigrafi demedin baba,” dedi kardeşim. “Ben duymadım.”
Babamın yüzü kıpkırmızı oldu birden.
“Ner'den biliyorsun?” dedi. “Dedim kızım, Sintigrafi dedim.”
“İyi… Ne yapıyoruz şimdi?” diye sordum. “Doktor ne dedi?”
“Konuştuğum doktor hastanede yokmuş ki. Bir arkadaşına gitmemi söyledi, o bakacakmış bana.”
“İyi, gidelim o zaman,” dedim.
Ama babam ısrarla böyle doktora gidilemeyeceğini söyledi. Önce ‘Hasta Kabul'e gidip kayıt yaptırmamız gerekiyormuş. Ondan sonra doktoru bulup görüşecekmişiz.
“İyi madem, öyle yapalım,” dedim.
En azından kalabalığın ortasında kalmaktan ve şaşkın şaşkın beklemekten iyiydi.
Babam elindeki kâğıtlarla hasta kabul gişesine yanaştı.
Sevk kâğıdını, sağlık karnesini verdi, ama oradaki görevli bayan, “Böyle olmaz,” dedi. “Sizi buraya gönderen uzman doktordan sevkiniz gerekiyor. Yoksa sintigrafi çektiremezsiniz.”
Hadi bakalıııım! İşler yine arapsaçına dönmüştü.
Ama babamın keskin zekâsı çareyi buldu.
“Geldiğim hastaneden buraya faks çektirsek olur mu?” dedi.
Görevli bayan olabileceğini söyledi.
Annemi aradık. Bizi hastaneye gönderen doktoru aradık. Sonra yeniden annemi aradık. Annem de sonra bizi aradı…
Aramalar sürüp gitti.
Bu arada bir yer bulup oturmuş, faksın gelmesini bekliyorduk. İşte, babamı kızdıran soruyu o zaman sordum.
“Baba, burada böyle bekleyecek miyiz?”
“Ya ne yapacağız yavrum?” diye karşılık verdi babam sesini yükselterek. “Faks gelmeden hiçbir şey yapamayız!”
“Senin doktorun ‘git görüş' dediği doktoru görseydik,” dedim.
“İyi de kayıt olmadan olmaz,” dedi tam bir bilgiçlikle.
Beklemeye başladık. Tabii bu bekleme uzunca bir süre devam etti. Bu arada annem hastaneden faksı çektirmişti. Ama babam o kadar çekingen hareket ediyordu ki, gidip faksın gelip gelmediğini bir türlü soramıyordu. Hem nereye soracağını da bilmiyordu.
“Ben şu doktora bir bakayım,” dedi.
“Hangi doktora baba?” diye sordum.
“Biraz önce kendisiyle görüştüğüm doktora.”
“Biraz önce sen doktorla mı görüştün?” diye sordum.
“Yahu sabahleyin görüştük ya işte. Hani o bir arkadaşına gönderdi. İşte o doktor.”
“İyi de baba, biz o gönderdiği arkadaşına niye gitmedik?”
“Gidemeyiz kızım, kayıt olmadan olmaz,” dedi babam seslice.
“İyi, sen bilirsin baba,” dedim.
Babam bizi orada bırakıp ayrıldı yanımızdan. Servise çıkıp daha önce hastanede olmadığını söyledikleri doktora bakmaya gidiyordu şimdi.
Servisler tam sekiz kat yukarıda. Asansöre almak istemedikleri için yürüyerek çıkmış yukarı katlara. Bir yandan da sıcak onu öyle bunaltmış ki, yanımıza geldiğinde pancar gibi kızarmıştı ve sinirle soluyordu.
“Doktor hastanede değilmiş,” dedi. “Boşuna çıktım sekiz kat.”
“Ya baba, adam hastanede olmadığını söylemedi mi zaten? Seni bir arkadaşına gönderdi. Burada olsaydı ‘benim yanıma gel' derdi, değil mi?”
Babam sakince, “Öyle kızım,” dedi. “Haklısın.”
Biraz daha dinlendikten sonra da, “Faks gelmiş mi, gidip bakayım,” dedi.
Kalkıp gitti. Uzunca bir süre bekledik. Sonunda muzaffer bir komutan edasıyla, zafer kazanmış gibi, elinde uzunca faks kâğıdıyla gülerek geldi.
“İşler yolunda gidiyor,” dedi.
Hadi bu kadar olsun… Hemen fırladık yerimizden. Babamın kayıt kayıt diye tutturduğu yere bir daha gittik. Bayan görevli gülümseyerek aldı evrakları. Kayıt yaptı geri verdi, ama faks kâğıdını babama uzatıp bir fotokopisini istedi.
Babam fotokopi çektirmeye gitti. Gidiş o gidiş. Kendisinden uzun zaman haber alamadık. Sonunda çıkıp geldiğinde bitkin hâldeydi.
“İki saat ayakta bekledim. Bir kuyruk vardı, sormayın,” dedi.
“Sormuyoruz zaten baba,” dedim. “Sana kavuştuk ya.”
Kayıt olduk ya, şimdi de poliklinikleri arayıp bulmamız gerekiyordu. “Bir alt kata, bir üst kata,” derken, bulduk sonunda. Babamın telefonla görüştüğü doktorun ‘git görün' dediği doktoru da bulduk. Yanına girdik. Babama baktı. Onu yeniden servise gönderdi.
“Ya, bunda bir yanlışlık var,” dedi babam. “Ben sintigrafi çektirmek için geliyorum, o beni servise gönderiyor.”
“O zaman yanlışı düzelt baba,” dedim.
Kardeşimle güldük.
Babam alt kata, radyolojiye inmemizi söyledi. Yine yürümek, yine alt kat, üst kat derken, aradığımız yeri bulmak için hızlı hızlı dolanmaya başladık. Sonunda bulduk. Babam birine sintigrafinin nerede çekildiğini sordu. O da söyledi. Koridorlarda dolaştık, ama bir türlü adamın dediği yeri bulamadık. Sonunda babam bir odaya girdi, oradaki bayana sordu.
Bayan, “Bu odadan çık, sola dön, iki kapı sonraki oda,” demiş.
Babam, “Bu odadan çık, sola dön, iki kapı sonra,” diye sayıklayarak geldi yanımıza.
Odadan çıktık. Sola döndük. İki kapı sonrası tuvalet.
Babam tuvalete girdi. Sonra da can havliyle çıktı dışarı.
“Yahu burası tuvalet!” diye bağırdı. “Hay sizin tarif edeceğiniz yerin…”
Doğrusu benim de canıma tak etmişti.
Yeniden o bayanın yanına gittim. Sintigrafi çekilen yeri bir daha sordum.
“Sizin söylediğiniz yer tuvalet,” dedim. “Lütfen doğru tarif eder misiniz!”
“Yahu babanıza söyledim ya,” dedi kadın görevli. “Bu odadan çıkın, sola dönün, ikinci kapı.”
Odadan çıktım. Görevlinin dediği gibi sola döndüm, ikinci kapıyı buldum. Babamın girip de can havliyle kendini dışarı attığı yerdi tabii: yani, tuvalet.
“Ya baba, birine daha soralım,” dedim. “Bakalım o nereyi tarif edecek?”
Bir odanın önünde yeşil giysilerle bekleyen adamı gösterdim babama.
“Bir de şuna sor bakalım baba,” dedim.
Babam sintigrafi çektireceğini söyledi adama. Adam babamın yüzüne baktı anlamsızca. Babamın elindeki sevk kâğıdını, fotokopiyi, sağlık karnesini aldı, iyice karıştırdı, sonra hiçbir şey olmamış gibi, “Bunlarla olmaz,” dedi. “Doktorunuz buraya sevk edecek, sonra size gün vereceğiz, o gün gelip çektireceksiniz.”
Babam patlamak üzereydi.
“Yahu bir sintigrafi çektireceğiz! Bu zorluğa ondan katlanıyoruz! Kaç paraysa verelim parasını! Bize bu filmi çekin! Buraya ha deyince gelip gidemeyiz ki!”
Adam biraz yumuşamış görünüyordu.
“Doktorunuza söyleyin. Seher Hanım'ı arasın. Bir şeyler yaparız o zaman.”
Acaba adamı para sözü mü yumuşatmıştı?
Koridorda yürürken babam, “Adama elli – atmış lira vereceksin, randevu defterine seni ‘Bugün Filmi Çekilecekler'in sırasına yazacak, bu kadar basit. Tabii ki bu yüzden yumuşadı, başka şeyden değil,” dedi.
Babama hak vermiştim.
Ne var ki babam bizi yine aşağıda bırakıp sekiz kat yukarı tırmanmaya başladı. Hastanede olmayan doktoru bulmaya veya Seher Hanım denen görevliye ulaşmaya gittiğini düşününce yine bir tuhaf oldum.
Babama bir şeyler mi oluyordu acaba?
Neyse, babam o doktoru telefonla yeniden aramış, Seher Hanım'a ulaşmasını istemiş, ama doktor öyle birini tanımadığını söyleyip kapamış telefonu. Hatta babama kızmış da. Çünkü babam onun gönderdiği arkadaşına gitmeyip kendi kafasına göre hareket etmişmiş.
Babam kan ter içinde, kıpkırmızı bir yüzle yanımıza geldiğinde, “Hadi kalkın!” dedi. “Şu doktorun ‘gidin görüşün' dediği doktora gidelim. Belki bir yararı olur.”
Üst kata çıktık, alt kata indik, diğer binaya geçtik… Yürüyen merdivenlerle aşağı, diğer merdivenlerle yukarı çıkıp kalabalıklar arasından geçtik. Babam polikliniklerin önünde bekleyen görevliye sordu, o da gösterdi. Böylece doktoru bulduk.
Artık babamın odaya girmesi gerek, ama bir türlü giremiyor. Çünkü bir sedyeyi getirip kapının önüne koymuşlar. Üzerinde yaşlı bir adam var. Hani neredeyse son yolculuğuna bilet almış gibi görünüyor. Babam adamcağızın başucunda bekliyor. Biz biraz geriden babamı seyrediyoruz.
Sonunda uzunca bir aradan sonra babam içeri girebildi. Girmesiyle çıkması da bir oldu.
“Yahu, hiç gerek yokmuş bütün bunlara,” dedi. “Ne sevk kâğıdına, ne sağlık karnesine, ne de sintigrafiye. Doktoru sabahleyin bulsaymışız, işimiz on dakikada bitecekmiş meğer. Hay Allah, hepsi benim kafasızlığım. Adamı dinleseymişim keşke.”
“Ne oldu baba? Ne dedi doktor?” diye sordum.
Filmlerin olduğu torbayı gösterdi.
“Bunları sekizinci kattaki servise bırak ve git!” dedi. “Onlar gün verdikten sonra…”
Babam basamakları tırmanmaya başlamıştı yine.Biz aşağıda kalmıştık. Orada onun dönmesini bekleyecektik.
Hem babam, hem de biz yorulmuştuk. Kalabalık kesilmek bilmiyordu. Kardeşimle hem gülüyor, hem de babamın inadına kızıyorduk.