ISBN 978-605-356-185-9
Yayınevi: Bu Yayınevi
Yazar: AYŞE YAMAÇ
Not: Bu kitap bu yayınevinden izin alınarak sitemizde yayınlanmış olup kopyalanıp dağıtılması yasaktır.
1. BÖLÜM
Mıcık, yoksul bir köylü ailesinin tek çocuğuydu. Asıl adı Mustafa’ydı ama herkes ona Mıcık derdi. Oysa Mustafalara genelde Mıstık denirdi. Fakat Mustafa o kadar ufak tefekti ki herkes ona Mıcık adını uygun gördü. Gerçek adı unutuldu gitti.
Mıcık’ın bir gözü görmez, bir ayağı da aksardı. Fakat, özenle bakılmayınca bu özürlerin ayırdına varılmazdı. İki gözü de yerli yerindeydi. Yalnız görmeyen gözü, kara bir boncuk gibi devinimsiz dururdu. Saçları, gözleri simsiyahtı ama yanakları elma gibi kıpkırmızıydı. Bu yüzden, onunla karşılaşanlar yanağından bir makas almadan bırakmazlardı. Oldukça da zayıftı. On yaşında olmasına karşın, beş yaşında gibi gösterirdi.
Mıcık’ın annesi ile babası elli yaşlarındaydı. Uzun süre çocukları olmamıştı. Kırk yaşlarında Mıcık doğmuş, dünyalarını aydınlatmıştı. Onun özürlü olmasına üzülseler de artık kanıksamışlardı. Güçleri yettiğince Mıcık’ın isteklerini karşılamaya uğraşıyorlardı.
Mıcık’ın ailesi çok yoksuldu. Tarlaları, hayvanları yoktu. Yalnız, evlerinin önünde genişçe bir bahçe vardı. Bu bahçede sebze yetiştiriyorlar, onunla kıt kanaat geçinmeye çalışıyorlardı.
Mıcık, bahçelerini çok severdi. Okuldan kalan zamanlarını ve tatillerini, çoğunlukla bu bahçede geçirirdi. Kışın, evlerinin bir odasında fide yetiştirirler, baharda da bahçeye dikerlerdi. Mıcık, bunların hepsiyle ilgilenirdi. Bunu bir iş olarak değil, zevkli bir uğraş olarak düşünürdü. Hele sebzeler çiçeğe ya da meyveye durduğunda, Mıcık’ın keyfine diyecek olmazdı. Yüzünde güller açardı mutluluktan. Çiçeklerle, fidelerle tek tek konuşur, yapraklarını okşardı. Sularını özenle verirdi.
Mıcıkların bahçesinde pek fazla ağaç yoktu. Çünkü ağaçların gölgesi, sebze yetiştirmeye engel oluyordu. Yalnız, bir tane kavak ağacı vardı. Çok yaşlı, uzun bir kavak ağacıydı bu. Mıcık, iki koluyla ağacın gövdesine sarılır, bir türlü kavuşturamazdı. Gövde çok kalındı çünkü.
Bu ağacın adı, İncili Kavak’tı. Görünürlerde inci minci yoktu oysa. Neden İncili Kavak dendiğini kimse anlamıyordu. Söylentiye göre, yüz yılda bir inci verir, o evde yaşayanları bolluk ve berekete kavuştururdu. Ayrıca, tüm köyü de kötülüklerden korurdu.Bu söylentiye kimse inanmasa da Mıcık inanıyordu. Bir gün bu yoksulluktan kurtulacaklardı. Zaten dedesi de ölürken, “İncili Kavak’a iyi bakın! Size tek mirasım o!” dememiş miydi? Öyleyse bunda bir gerçek payı olmalıydı. Sonra bu, o kadar da önemli değildi. İnci vermese bile, Mıcık o kavağı çok seviyordu. Onun en değerli arkadaşıydı o. Varsın, inci vermesindi. Dostluğunu Mıcık’tan esirgemiyordu ya!
Mıcık, çevresindekilerle konuştuğundan çok, incili Kavak’la konuşurdu. İyi havalarda ona sarılır, yanağını kavağın gövdesine yaslardı. Sıkıntılarını da sevinçlerini de ona anlatırdı. Çok üzgün olduğu zaman ağlar, göz yaşları kavağın gövdesinden aşağıya süzülürdü. Kavak da onu anlıyormuşçasına, bir iki yaprağını dökerdi.
Mıcık’ın en büyük üzüntüsü, arkadaşlarının tutumuydu. Onunla oynamak istemezlerdi. Hem küçüklüğüyle hem de özürleriyle alay ederlerdi. “Körlerle topallar, birbirleriyle oynarlar. En iyisi sen, kendi kendinle oyna. Hem körsün hem de topal!” derlerdi. Mıcık, bu alaylardan bıkmıştı. Artık oynamak
bile istemiyor, uzaktan uzağa izlemekle yetiniyordu. Eve geldiğinde bahçeye koşuyor, tek dostu İncili Kavak’a sarılıyordu. Hem ağlıyor hem de sıkıntılarını ona anlatıyordu.
—Ah benim sevgili dostum! Biliyor musun? Bugün, benimle yine oynamadılar. Bir topum, bir kaykayım ya da bisikletim olsaydı, bak o zaman nasıl oynarlardı benimle! Ama yok ki! Babamdan da isteyemem. Zaten karnımızı zor doyuruyoruz. Bayramda giysilerimi bile yenileyemediler. Çok üzüldüklerini de biliyorum. Bir de oyuncak nasıl isterim? Bu, onları iyice üzer.
Mıcık’ın gözyaşları, kavak ağacının gövdesinden aşağı süzülüyordu. Kavak dayanamadı. Birkaç tane yaprağını döktü; hem de yemyeşil yapraklarını. Bunu gören Mıcık, daha da üzüldü. Yaprakları yerden topladı. Ağacın dibine özenle koydu. Bir yandan da konuşuyordu:
—Üzülme sevgili dostum! Üzülme İncili Kavak’ım! Biliyorum, senin de elinden bir şey gelmez! Seni üzmek istemiyorum. Sen, benim tek dostumsun! Bir gün, her şeyin düzeleceğine inanıyorum. Sen, sakın üzülme!
Mıcık, yaprakları özenle yerleştirdikten sonra, doğruldu. İncili Kavak’a sıkıca sarıldı. Onun gövdesine bir öpücük kondurdu. Bahçedeki çeşmeye koştu. Elini, yüzünü iyice yıkadı, içeri girdi.
Yaz bitmek üzereydi. Her gün sebze topluyorlar, babası da kasabaya götürüp satıyordu. Mıcık da gücü yettiğince ailesine yardım ediyordu. Kalan zamanının büyük bir bölümünü de İncili Kavak’la geçiriyordu.
Mıcıkların evleri, iki oda, bir salondan oluşuyordu. Toprak damlıydı. Odanın birisini, hem oturma odası hem de yatak odası olarak kullanıyorlardı. Mıcık da aynı odada yatıyordu. Geceleri yataklar seriliyor, sabahları toplanıyordu. Diğer odada ise kışın fide yetiştiriyorlar, yazın da topladıkları sebzeleri kasalıyorlardı.
Gece yarısını çoktan geçmiş olmalıydı. Mıcık’ı bir türlü uyku tutmuyordu. Annesi ile babası da usul usul konuşuyorlardı. Mıcık konuşmalara aldırmıyor, bir an önce uyumaya çalışıyordu. Birden kulağına “İncili Kavak” sözleri çalındı. Mıcık da kulak kesildi. Dinlemeye koyuldu:
Babası:
—Bu yıl sebze bol oldu. Bu yüzden çok ucuza gidiyor. Kışlık gereksinimlerimizi nasıl karşılayacağımı bilemiyorum. Un, yağ, şeker aldık ama ne kömür ne de odun alabildik. Mıcık’ın okul gereksinimleri de var. Onları da iyi kötü aldık diyelim. Odun kömür işini ne yapacağız?
Annesi:
—Kuruyan sebze fidelerini yakacak olarak kullanırız. İyi kötü bir ton da kömür alsak… Odun alamazsak kömürü neyle tutuşturacağız? Kuru otlarla kömür tutuşmaz ki!
Babası:
—Şaşırdım kaldım! Her yıl biraz daha kötüye gidiyoruz! Hepimiz çalışıyoruz ama yine de belimizi doğrultamıyoruz!
Annesi:
—Diyorum ki, İncili Kavak iyice yaşlandı. Bize de hiç faydası yok. Onu kessek de kışın odun olarak kullansak, ne dersin? İdareli kullanırsak iki kış bile yeter bize!
Babası:
—Olmaz, babamın öğüdü var! “ İncili Kavak’a iyi bakın!” dedi.
Annesi:
—İyi de soğuktan donarız o zaman. Para da yok ki! Neyle odun alacağız?
Babası:
—Sanırım haklısın! En uygun çözüm bu! Başka, umarımız olmadığına göre…..
Mıcık’ın gözleri faltaşı gibi açıldı. Kulaklarına inanamıyordu. Onun tek dostuna nasıl kıyarlardı? Soğuktan donmaya razıydı. Yeter ki İncili Kavak’a dokunmasınlardı!
Bir süre karanlığa daldı gitti. Gözlerinden sessiz yaşlar akıyordu. Sessizliği dinledi. Annesi ile babası uykuya dalmışlardı. Sessizce yataktan kalktı. Dışarıya süzüldü. Doğruca, İncili Kavak’a koştu. Kavağın tepesinde bir ışık yanıyordu sanki! Gözlerini ışıktan alamıyordu Mıcık. Böylesine bir güzelliği yaşamı boyunca görmemişti! Kavağın tepesinde renk renk ışıklar oynaşıyor, ortalığı gündüz gibi aydınlatıyordu. Üstelik bu, alışılmış bir aydınlık değildi. Sözcüklerin anlatmaya yetmeyeceği, büyülü bir güzellikti.
Mıcık, şaşkınlıkla ışığı izlerken birden bir ses duydu:
—Gel Mıcık! Korkma! İyice yaklaş!
Ses, İncili Kavak’tan geliyordu. Mıcık, bir robot gibiydi. Söyleneni yaptı. Kavağa yaklaştı. Dokunmaya korkar gibi, ellerini İncili Kavak’a uzattı. Kavağa dokunmasıyla birlikte, vücudunu bir titreme aldı. Elektrik çarpmış gibi oldu. Ellerini çekmek istedi. Bir türlü başaramadı. O sırada İncili Kavak, en kalın ve en yüksekteki dalını aşağıya indirdi. Mıcık’a:
—Bu dalın üstüne otur. Sakın korkma! Unuttun mu, ben senin dostunum! Dala otur ve sıkıca tutun! Gözlerini de açık tut. Sakın kapatma!
Mıcık, şaşkınlıkla söyleneni yaptı. Bir saniye bile geçmeden, kavağın tepesindeydi. Işığın tam karşısına oturmuştu. Gözlerini kapatmadan ışığı incelemeye koyuldu.
Işığın tam ortasında pembe, beyaz ve mor karışımı bir topçuk duruyordu. Ceviz kadar bir toptu bu. Ama öylesine güçlü ışık saçıyordu ki, Mıcık’ın gözleri yanmaya başladı. Neredeyse gözlerini kapatacaktı.
İncili Kavak:
—Sakın gözlerini kapatma Mıcık! Biraz daha dayan, dedi.
Mıcık, kendini zorlayarak biraz daha dayandı. Gittikçe de dayanması zorlaşıyordu. Özellikle görmeyen gözünden yalımlar fışkırıyordu.
Bir süre sonra, ateş de acı da kesildi. Mıcık, şaşkınlıkla bağırmaya başladı:
—Görüyorum! İki gözümle de görüyorum! Yoksa düşte miyim? İncili Kavak, sevgili dostum, sen söyle! Gerçekten iki gözüm de görüyor mu?
İncili Kavak:
—Düşte değilsin Mıcık. Görmeyen gözün de bundan sonra görecek. Hem artık aksamayacaksın da. Rahatlıkla koşabileceksin.
Mıcık kulaklarına inanamıyordu. Kendi kendine söylenmeye başladı:
—Yok! Yok! Böyle bir şey, gerçek olamaz! Bir düşün içinde olmalıyım; hem de çok güzel bir düşün! Keşke gerçek olsa!
İncili Kavak:
—Sevgili dostum! Bana inanmıyor musun? Sana, gerçek olduğunu söylüyorum. Artık, gözlerini de kapatabilirsin. Kapat ve aç. Düş olsa hepsi kaybolur. Haydi, dediğimi yap!
Mıcık, gözlerini kapattı, açtı. Kapattı, açtı. Hayret! Hiçbir şey değişmiyordu. Parmağını ağzına götürdü, ısırdı. Canı yandı. Demek ki düşte değildi. İncili Kavak doğru söylüyordu. Sevincinden ne yapacağını şaşırdı. İncili Kavak’a teşekkür etmek istiyor, bir türlü sesi çıkmıyordu.
İncili Kavak:
—Boşuna kendini yorma Sevgili dostum! Yüreğinden geçenleri anlıyorum. Bu, senin sevgi dolu yüreğine bir ödül!
Mıcık gülümsedi. Ağzını açıp tek sözcük söyleyemedi. Yalnızca, yüreğindeki tüm sevgiyle çevresindeki dallara sarıldı. Onları öpücüklere boğdu.
İncili Kavak:
—Bu inciyi al, yüreğinin üstüne koy, dedi.
Mıcık, elleri titreyerek uzandı. İnciyi aldı. Tam yüreğinin üstünde tuttu. Bir süre sonra, inci yok oldu. Mıcık şaşırmıştı. Soran gözlerle İncili Kavak’a baktı:
İncili Kavak:
—O incinin tüm gücü, artık senin yüreğinde. Bundan sonra sıkıntı çekmeyeceksiniz. Yokluk nedir, bilmeyeceksiniz. Tüm dileklerin gerçekleşecek; gereken çabayı gösterirsen elbette. Bu gücü, iyilikler için kullanacağına inanıyorum. İyice zorda kalmayınca inciden yardım isteme. Gerçekten gerek duyduğunda, yüreğinin üstünü iki kez ov. Sonra da yüksek sesle dileğini iki kez tekrarla. Unutma; iyice zorda kalmayınca buna asla başvurma! Şimdi yatağına gidebilirsin artık.
İncili Kavak, Mıcık’ın oturduğu dalı yere kadar eğdi. Mıcık, daldan atladı. İncili Kavak’ın gövdesine bir kez daha sarıldı. Yatağının yolunu tuttu.
Sabahleyin, her zamankinden geç uyandı. Annesi, merakla onu bekliyordu. Hiç bu kadar geç uyanmazdı Mıcık. Mıcık’ın gözlerini açtığını görünce derin bir “Oh!” çekti. Oğluna:
—Hayrola oğlum? Sen, hiç bu kadar geç kalkmazdın. Hasta mısın yoksa, diye sordu.
Mıcık, gece yaşadıklarını annesine anlattı. Annesinin gözleri yaşlarla dolmuştu. İçinden “İyi bir düş görmüş, zavallı oğlum!” diyordu.
Mıcık:
<!–nextpage–>
—Anlattıklarıma inanmadın değil mi anne? Öyleyse bana bak! İki gözüm de görüyor artık.
Sonra, yataktan fırladı Mıcık. İçerde gelişigüzel koşmaya başladı. Annesine:
—Bak, artık aksamıyorum da! Bacağım da iyileşti, dedi.
Kadın, inanmaz gözlerle oğlunu izliyordu. Gerçekten de aksamıyordu Mıcık. Koştu, oğlunun gözlerine iyice baktı. Devinimsiz gözü de sağa sola oynuyordu artık. Gözyaşları içinde oğluna sarıldı. Onu sıkıca göğsüne bastırdı.
Mıcık:
—Artık, İncili Kavak’ı kesmezsiniz değil mi anne?
Annesi:
—Hiç kesilir mi oğlum? Senin biricik dostuna kıyabilir miyiz artık? Sen, gönlünü ferah tut! Donsak bile o kavak kesilmeyecek!
Mıcık’ın keyfine diyecek yoktu. Sevgiyle annesine sarıldı. Başörtüsünden fışkıran beyaz saçlarını sevgiyle öptü. O sırada, babasının sesi duyuldu:
—Ben geldim! Kimse yok mu evde?
İkisi de sevinç içinde dışarı fırladılar. Biraz da şaşkındılar. Babasının sesi, ilk kez böyle keyifli çıkıyordu. Ne olmuştu acaba?
Babası:
—Bugün, her zamanki sebzelerimi sattım. Sanki sebzeler birdenbire çoğaldı. Her günkü kazancımın üç katını kazandım. Bu işe de şaştım kaldım!
Mıcık koştu. Babasına sarıldı. Bu arada da annesine göz kırptı.
Annesi:
—Desene, İncili Kavak kurtuldu!
Babası:
—Kuşkusuz kurtuldu hanım! İncili Kavak’a hiç kıyabilir miyim?
Mıcık’ın mutluluğuna diyecek yoktu. Babasını bıraktı, İncili Kavak’a koştu. Gövdesine sıkıca sarıldı. Onu öptü.
Annesi ile babasının kahkahaları yükseliyordu.
Mıcık, dünyanın en mutlu çocuğuydu artık. Ailesinin durumu düzelmiş, ona yeni giysiler ve kitaplar almışlardı. Bir futbol topu bile almışlardı. Mıcık’ın en çok istediği oyuncak, bir toptu zaten. Arkadaşları da artık onunla alay etmiyorlardı. Birlikte saatlerce oynuyorlardı. Ekim ayı gelip de yağmurlar başlayıncaya kadar da bu mutluluk sürdü.
İncili Kavak, dışardan sakin bir ağaç gibi görünse de için için kaynıyordu. Kötülük tohumu taşıyan kuru ve çürümüş dallar, inciden kurtulmanın sevinciyle canlanmaya başladılar. Güçlendikçe de yeşil ve taze dalların beslenme yollarını kestiler. Onları kurumaya terk ettiler. Yeşil dallar işin ayırdına vardıklarında, çoktan iş işten geçmişti. Su yolları tıkanmış, güçlerini yitirmişlerdi. Son bir çabayla kötülük tohumlarına engel olmaya çalıştılar. Son kalan enerjilerini de bunun için harcadılar. İncinin yardımı olmadan başarmaları olanaksızdı. Bir hafta direndiler. Bir haftanın sonunda da sarardılar.
Tüm yapraklarını döktüler. Artık, kötülük tohumlarına, çürümüş dallara engel olamazlardı. Mıcık, tüm bunlardan habersizdi. Hergün, İncili Kavak’ı
görmeye geliyordu. Onun gövdesine sarılıyor, mutluluk şarkıları söylüyordu. Dökülen yaprakları tek tek topluyor, İncili Kavak’ın dibine gömüyordu. Bir yandan da konuşuyordu:
—Bu yapraklar, kış boyu seni besleyecek sevgili dostum! Baharda güçlü uyanacaksın. Tüm ağaçlardan önce yeşereceksin. Ben de seni hiç yalnız bırakmayacağım.
Son zamanlarda İncili Kavak’taki değişimler, Mıcık’ın da dikkatini çekmeye başladı. Taze ve yeşil dalların yavaş yavaş kurumalarına bir anlam veremiyordu. “Sonbahar geldi ya, ondan olmalı.” diye düşündü. Bu yüzden, fazla üstünde durmadı. Yalnız, ağaca her sarılışında, ağaç zangır zangır titriyordu. Sanki deprem oluyordu. Önceleri bunu bir sevgi gösterisi olarak algılayan Mıcık, sonraları hiç de öyle olmadığını anladı. Titremeler arttı. Ağaç, şiddetli bir fırtınaya tutulmuşçasına sallanmaya başladı. Oysa fırtına yoktu. Hafif bir yel bile esmiyordu. Mıcık biraz uzaklaşınca sallantılar da kesiliyordu.
Mıcık:
—Demek, beni istemiyorsun artık sevgili dostum! Ben, sana ne yaptım ki?
Mıcık, söylene söylene ağacın yanından ayrıldı. Bir daha da fazla yaklaşmadı. Bahçenin uzak bir köşesinden, yaşlı ve kırgın gözlerle, İncili Kavak’ı izlemekle yetindi.
İncili Kavak’ta Mıcık’ın dostları olan dallar kurumuş, kötülük tohumları taşıyan çürümüş ve kuru dallar yeşermişti. Onlar, incinin gücünden korkuyorlardı. Mıcık yaklaştıkça, tehlike çanları çalıyordu. Onlar da bütün güçleriyle Mıcık’ı korkutmaya çalışıyorlardı.
Çürümüş dallar, yeterli güce ulaşmışlardı. Mıcık’ın ailesi dışında, tüm köye kötülük etmeye hazırlandılar. Mıcık’ın yüreğindeki inci, onun ailesine dokunmalarına engel oluyordu.
Sonbahar yağmurları başlamıştı. Bu durum, İncili Kavak’ın işine yaradı. Boyu çok uzundu. Havadaki elektriği çeker, yıldırım olarak en yakındaki eve gönderebilirdi.
O gün, hava oldukça elektrikliydi. Gökyüzünü simsiyah bulutlar kaplamıştı. Gündüz olmasına karşın, hava kararmıştı. Sık sık çakan şimşekler, insanların yüreğini ağzına getiriyordu. Çocuklar, okuldan çıkar çıkmaz evlerine koşmuşlar, korkudan bir daha dışarı çıkamamışlardı. Akşam olur olmaz da yataklarına girip saklanmışlardı.
Yağmur, olanca hızıyla yağıyordu. Birden, derin bir gümbürtüyle evler sarsıldı. Ortalık ışık seline boğuldu. Mıcık da babası da pencereye koştular. En yakın komşularının evine yıldırım düştüğünü gördüler. Ev, cayır cayır yanıyordu. Dışardan çığlıklar geliyordu.
Mıcık’ın babası:
—Allah Allaaah! Bu yaşıma geldim, bu köyün içine yıldırım düştüğünü görmemiştim!
Şaşkınlığı kısa sürdü adamın. Mıcık’a dönerek:
—Haydi oğlum! Üstümüze bir şeyler alalım, komşulara yardıma gidelim!
Mıcık, hemen kabanını giydi. Çizmelerini de ayağına geçirdi. Annesi ile babası da hazırlandılar. Bir dakika sonra dışardaydılar.
Hızla yağan yağmur, yangını kısa sürede söndürmüştü. Karanlıkta, komşularını güçlükle buldular.
Mıcık’ın babası:
—Geçmiş olsun komşu! Birinize bir şey oldu mu?
Komşu:
—Hiçbirimize bir şey olmadı çok şükür! Karanlıkta hepimiz toparlandık. Güçlü bir yel, her birimizi bahçeye savurdu. Yalnız evimiz yandı. Baksana, taş üstünde taş kalmadı.
Mıcık da babası da baktı ama karanlıkta bir şey göremediler.
Mıcık’ın babası:
—Cana geleceğine mala gelsin! Üzülme! Haydi hepiniz toplanın, bizim eve gidelim!
Onların direnmelerine aldırmadılar. Hepsini toplayıp eve getirdiler. Onlara, temiz ve kuru çamaşır verdiler. Sıcak bir çay yaptılar. Sabaha kadar, yalnızca çocukları yatırdılar. Üç çocuk komşunun vardı, bir de Mıcık dört. Büyükler de oturup ne yapabileceklerini konuştular. Çevreden, başka komşular da geldiler. Evi yanan komşuya yardım sözü verip dağıldılar. Gece yarısı, yapabilecekleri fazla bir şey yoktu nasılsa!
Ertesi gün, tüm köylü toplandı. Bir haftaya kalmadan, yepyeni bir ev yaptılar. Her evden birer parça eşya topladılar. Evi yanan köylü, kısa sürede eski yaşamına kavuştu. Bir de şölen düzenlendi. Yemekler hazırlandı. Tüm köylü çağrıldı.
Can kaybı olmadan bu olayı atlatmanın sevincini, hep birlikte yaşadılar.
İncili Kavak sinirden köpürüyordu. Bu kadar kısa sürede olayın unutulmasını ve yaşamın olağanlaşmasını kabullenemiyordu. Hiç yel esmediği halde, sağa sola dallarını savuruyordu. Görenler, gözlerine inanamıyor, şaşkınlıkla İncili Kavak’ı izliyorlardı.
İncili Kavak, yeni felâket senaryoları hazırlamak istiyordu. Yıldırımı çekmekten başka bir olaya gücü yetmediğini bildiği için de sinirden, kendini sağa sola savuruyordu. Sonunda sakinleşti. Gücünün sınırlarını kabullenmekten başka umarının olmadığını gördü. Yağmurlu havaları beklemeye koyuldu.
Bir haftaya kalmadan, yağmurlar yeniden başladı. Hem de günlerce sürdü. İncili Kavak da tüm plânlarını uygulama fırsatı buldu. Topladığı yıldırımları bir o yana, bir bu yana gönderdi. Köyü, yangın yerine çevirdi. Pek çok ev yandı. Hayvanlar telef oldu. Bunları gördükçe, İncili Kavak zevkten dört köşe oluyordu.
Köylüler, ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Bunca yıldır yağmurla iç içe yaşamışlar, böyle felâket görmemişlerdi. Köy odasında toplanıp bir çözüm yolu bulmaya karar verdiler.
Mıcık’ın babası, toplantıya biraz geç kalmıştı. İçeri girerken, kulağına “İncili Kavak” sözleri çalındı. Kapıyı kapatırken sordu:
—Ne olmuş İncili Kavak’a?
İçerde, önce bir sessizlik oldu. Sonra da köy muhtarı Mıcık’ın babasını yanıtladı:
—İncili Kavak’tan söz ediyorduk. Çoğu kişi görmüş. Yıldırımları, İncili Kavak çekip evlere gönderiyormuş.
Mıcık’ın babası:
—Olur mu öyle şey? İncili Kavak, benim aklım erdiğinden beri var. Bu yıla değin, neden böyle bir şey yapmadı? Sizler hayal görmüşsünüz!
Köyün en yaşlısı olan Mustafa Dede söz aldı:
—Hepinizden yaşlıyım. Bunca yıldır ben de görmemiştim ama geçen gece kendi gözlerimle gördüm. Evleri yakan tüm ateş, İncili Kavak’ın dallarından fışkırıyordu.
Köy Muhtarı:
—Köyde, İncili Kavak kadar uzun başka bir ağaç yok. Yıldırım, sivri uçları çeker. Bu yüzden olmasın?
Mıcık’ın babası şaşırıp kalmıştı. Babasının öğüdü aklına geldi. Sonra, Mıcık’ın İncili Kavak’a olan düşkünlüğünü düşündü. Yüreği sızladı. Yine de köylülerinin güç durumda kalmasını istemezdi. Onlara döndü:
—Mademki gördünüz, ne yapmayı düşünüyorsunuz?
Köy Muhtarı:
—İncili Kavak’ı keselim derim. Ne dersiniz?
Köy odasından “Keselim! Keselim!” sesleri yükseldi. Mıcık’ın babası, başını önüne eğdi. Oylama yapıldı. Mıcık’ın babası dışında herkes, ağacın kesilmesini onayladı.
Köy Muhtarı:
—Kararı duydun komşu! Bu iş sana düşer. Yarın sabah, İncili Kavak’ı keseceksin, dedi.
Mıcık’ın babası:
—Bu işi ben yapamam! Hem babamın öğüdü hem oğlumun o ağaca sevgisi var!
Mıcık’ın babasını haklı buldular. İçlerinden genç bir oduncuyu görevlendirdiler. Ertesi gün İncili Kavak kesilecekti.
Mıcık’ın babası, üzüntü içinde köy odasından çıktı. Bunu oğluna nasıl söyleyeceğini bilemiyordu. Üstelik, köylüler de haklıydı. Kimseye kötülük gelsin de istemiyordu. Düşüne düşüne eve geldi. Mıcık’ın çoktan uyuduğunu görünce rahat bir nefes aldı. Ona, ertesi sabah, uygun bir dille açıklayabilirdi.
Sabah kahvaltısında, Mıcık’a olanları anlattı. Mıcık, gözyaşları içinde babasını dinledi. Babasına:
—Üzülme baba! Köylülerimize zarar veren bir ağacı ben de istemem! Gözleriyle gördüklerini söylüyorlar. Bu kadar kişi yalan söyleyecek değil ya! Üstelik, gerçek olmasa İncili Kavak’a kimse kıymak istemezdi.
İncili Kavak sakin görünüyordu. Hava da yavaş yavaş kapanmaya başlıyordu. Yine yağmur geliyor olmalıydı.
Mıcık, babasına döndü:
—Yine yağmur geliyor baba. Bu kez olsun bir felâket olmasa!
Babası:
—Mevsimidir oğlum. Yağmur, kuşkusuz yağacak. Kışa yaklaşıyoruz. Yakında kar bile yağar. Eğer felâketlerin nedeni bu ağaçsa bugün kesilecek nasılsa! Umarım, bir daha yıldırım görmeyiz!
Çok geçmeden, oduncu baltasıyla geldi. Mıcık’la babasını selamladı. Hemen işe koyuldu. Baltasını kaldırdığı anda da dondu kaldı. Kollarını bir türlü indiremiyordu. Balta elinde, kolları havada kalakalmıştı. Mıcık, babası, olayı izlemeye gelen köylüler koştular.
Uğraştılar, didindiler ama boşuna! Oduncunun ne ellerini indirebildiler ne de baltayı alabildiler. Oduncu, durmadan bağırıyordu:
—Kurtarın beni! Kollarımı oynatamıyorum! Kurtarın beni!
Oduncuyu kucakladılar. Bir arabaya bindirdiler. Kasabaya, doktora götürdüler. Ondan başka da kimse, İncili Kavak’ı kesmeye cesaret edemedi.
Mıcık, gördükleri karşısında ne yapacağını şaşırdı. Hava da iyice elektriklenmişti yine. Yağmur yağdı yağacaktı. Mıcık’ın aklına bir fikir geldi. Hemen, İncili Kavak’a koştu. Annesi ile babasının karşı çıkışlarına aldırmadan, İncili Kavak’ın gövdesine sıkı sıkıya sarıldı.
İncili Kavak, onu sağa sola savurmaya başladı. Mıcık aldırmadı. Gövdeye daha sıkı sarıldı. Depreme tutulmuş gibi titremeye başladı. Bir elini bıraktı. Göğsünün üzerine koydu. Ağlayarak konuşmaya başladı:
—Ne olursun incini al! Köyümü kötülüklerden kurtar! İncini al! İncini al!
Çok geçmeden, ortalık bir ışık seline boğuldu. Mıcık’ın yüreğinden kopan bir ışık, kavağın en tepesine kondu. Titremeler durdu. Kavak da Mıcık da duruldu.
Annesi ile babası, şaşkın ve korkulu gözlerle onu izliyorlardı. Mıcık kavağı bıraktı. Annesi ile babasına döndü. Koşarak onlara sarıldı:
—Korkmayın! Artık, İncili Kavak da köyümüz de kurtuldu! Bunu daha önce düşünemediğim için kendimi suçluyorum. İncili Kavak’ın bana söylediklerini unutmuştum. Birden aklıma geldi. Şimdi o incisine, biz de eski, sakin yaşantımıza döndük, dedi.
O günden sonra yıldırımlar kesildi. İncili Kavak’ın kötülük tohumları öldü. Kuruyan iyilik dalları yeniden yeşerdi. Çevresine mutluluk saçmaya başladı.
Mıcık da eski dostuna keyifle sarılmanın mutluluğunu yaşadı. Hem onun, mutlu olmak için, bir incinin gücüne gereksinimi yoktu ki.
2. BÖLÜM
Güneş sisteminin en uzak gezegeni Pluton’da, hologramlar toplantı yapıyorlardı. İnce kablolarla pek çok bilgisayara bağlı olan ana hologram A-1 konuşmaya başladı:
—Hepinizi buraya neden topladığımı merak ediyorsunuzdur. Sizleri çok fazla merak içinde bırakmayacağım. Şimdi beni çok dikkatli dinleyin!
Kafalarında antenler, göğüslerinde birer ekran olan bu makineler, birer robot görünümündeydi. Tüm organları, plastik ve metal karışımı bir maddeden yapılmıştı. İnsan gibi konuşabiliyor, düşünebiliyorlardı. İstedikleri canlının biçimine girebiliyor, insan gibi et ve kemiğe bile dönüşebiliyorlardı. Bunlara, diğer gezegenlerde yaşayan canlılar tarafından “hologram” adı verilmişti. Bu ad, yarı insan, yarı bilgisayar anlamına geliyordu.
Hologramlar barışçı varlıklardı. Evrenin her yerindeki sorunlarla uğraşırlar, çözüm üretmeye çalışırlardı. Bu tutumlarını da kendilerini üreten hologram A-1’e borçluydular. A-1, tüm hologramları barışçı olarak programladığı için, evrenin barış gönülllülüğünü yapıyorlardı. Program dışına çıkan bir hologram olursa, hemen A-1 tarafından devreden çıkarılıyor, yani yok ediliyordu.
Hologramların besinleri radyum, plutonyum gibi radyoaktif elementlerdi. Bu elementlerden enerji alıyorlar, bu enerjiyi de elektrik enerjisine dönüştürerek kollanıyorlardı. Bu iş için gereken tüm düzenek, vücutlarında vardı. Elma çekirdeği kadar bir plutonyum elementi, bir hologramı bir yıl yaşatabilirdi. Bu elementler de Pluton gezegeninde bol bol vardı. Tüm diğer gezegenlerde olduğu gibi, bunun dışında ne havaya, ne suya, ne de yiyeceğe gerek duyuyorlardı. Her ortamda yaşayabiliyorlardı.
Tüm hologramlar, özenle A-1’i dinlemeye koyuldular.
A-1:
—Hepiniz, evreni gezmeyi seviyorsunuz, biliyorum. Verilen görevleri de başarıyla tamamlıyorsunuz. Bu evren, sizlere çok şey borçlu! Sizlerin sayesinde, tüm varlıklar barış içinde yaşıyorlar!
A-1, bir süre sustu. Tüm hologramları tek tek gözden geçirdi. En son ürettiği C-43’e seslendi:
—Bu kez, görev sırası sende C-43. Göster bakalım kendini! Bu, senin ilk görevin olacak. Bakalım, başarabilecek misin?
C-43 heyecanlanmıştı. Görevinin ne olduğunu bilmiyordu ama önemli bir görev olduğu belliydi. Bir adım öne çıktı. İnce, titrek, madeni bir sesle konuşmaya başladı:
—Sevgili anamız! Sizin vereceğiniz her türlü görevi yapmaya hazırım. Biliyorum ki, vereceğiniz görev ne olursa olsun, evrenin mutluluğu için olacaktır. Başarmak için tüm gücümü harcamaya hazırım.
A-1 :
—Aferin sana C-43! Henüz çok genç olmana karşın, her şeyin farkındasın! Demek ki iyi programlamışım seni!
C-43:
—Kuşkusuz efendim!
A-1:
—Görevinin ne olduğunu biliyor musun?
C-43:
—Hayır efendim. Sizin anlatmanızı bekliyorum .
A-1:
<!–nextpage–>
—Seni Dünya’ya göndereceğim. Orada, Afrika ve bazı Asya ülkeleri çok ileri gitmişler. Bunun yanında, Avrupa ve Amerika ülkeleri çok yoksullar. Bu ülkeleri incelemeni, bu farklılığın nedenlerini araştırmanı istiyorum. Bu farklılığı gidermek için neler yapabileceğimizi de düşün ve rapor et. Özellikle Türkiye’yi incelemeni istiyorum. Bu ülke, Dünya’nın en ileri ülkesi. Bu ülke hakkında da ayrıntılı bir rapor istiyorum.
C-43:
—Emredersiniz efendim!
A-1 :
—Seni önce, yoksul bir Avrupa ülkesine göndereceğim. Orada, yoksul ve yalnız bir çocuk olan Vendi ile arkadaşlık edeceksin. Ondan sonra ne yapacağına kendin karar verirsin.
Hologramlar arasında bir uğultu dolaştı. Hepsi de Dünya’ya gitmeyi çok istiyordu. Dünya ile ilgili bir görev, on ışık yılında bir çıkardı. Bu, çok büyük bir şanstı.
A-1:
—Uğultuyu kesin! Hepinizin Dünya’ya gitmek için can attığını biliyorum. Sizler, pek çok göreve gittiniz. Yüzyıllardır çalışıp duruyorsunuz ama C-43’ü yeni ürettim. Bu, onun ilk görevidir. Aynı zamanda, kendini kanıtlamak için de bir şanstır. Unuttunuzsa anımsatayım; hepiniz, ilk üretildiğinizde böylesi görevleri yaptınız. Şimdi sıra C-43’te. Bakalım, o neler yapacak?
Uğultu kesildi. Hepsi de A-1’e hak verdi. Zaten, başka türlüsü de düşünülemezdi! A-1, onların yaratıcısı, anasıydı.
Bütün hologramlar, C’43’e Dünya hakkında bildiklerini aktardılar. Kendi görevleri sırasındakı anılarını ve izlenimlerini anlattılar. Kesinlikle gezmesi ve görmesi gereken yerler hakkında bilgi verdiler. Ona “iyi şanslar”dileyerek, Dünya’ya ışınladılar.
C-43, ışınlandığı yere baktı. Burası, büyükçe bir binanın bahçesiydi. Çevrede, çocuklara yönelik oyun araçları göze çarpıyordu, Salıncaklar, kaydıraklar, dönme dolaplar, oyuncak arabalar… Daha pek çok araç vardı. Bahçeye çim ekilmişti. Yalnız, çimler bildiğimiz yemyeşil çimlerden değildi. Yeşille gri karışımı bir renge dönüşmüştü. Kirli bir suya batırılmış da çıkarılmış gibiydi. Havanın da çimlerden kalır yanı yoktu! Kirli, kurşuni bir sis, her tarafı kaplamıştı. Yoğun bir duman ve is kokusu vardı. C-43’ün bile genzi yanmıştı.
C-43, kendi kendine konuşmaya başladı:
—Arkadaşlarımın gelmek için can attıkları Dünya, burası mıydı? Ne kadar pis bir yer! Nefes bile alınmıyor! Gerçek bir insan olsaydım çok yaşamazdım sanırım! İnsanlar burada nasıl yaşıyorlar acaba?
C-43 çevresine bakındı. Pek kimseyi göremedi. Çevreyi biraz dolaşmaya karar verdi. Gelişigüzel yürümeye durdu. Birden, çevreden sinyaller almaya başladı. Bu sinyaller, yakında bir insan olduğunu haber veriyordu. Sinyallere doğru yürüdü. Yanılmamıştı. Az ilerdeki bir tahta oturakta, bir çocuk gördü. Sarışın, on-on bir yaşlarında, çilli yüzlü, zayıf bir çocuktu. Sarı saçları, bir kurdeleyle tepesine bağlanmıştı. Bu da yüzünün çillerini iyice ortaya çıkarıyordu. Çocuk yere bakıyordu. İyice dalmıştı. C-43’ün yaklaştığının bile farkına varamadı.
Çocuğun dalgınlığından yararlanan C-43, biraz uzaklaştı. Göğsündeki düğmelerden birine bastı. Bu çocuk hakkında önceden bilgi edinmek istiyordu. Madeni bir ses, ağır ağır konuşmaya başladı:
—Bu çocuk Vendi. On bir yaşında. Annesi, babası bir trafik kazasında ölmüş. Bu kimsesizler yurdunda kalıyor. Kazada, Vendi de onlarla birlikteymiş. Onu yaralı kurtarmışlar. Vendi, kazanın şokunu henüz atlatamamış Bu yüzden, içine kapanık bir çocuk. Kimseyle arkadaşlık etmek istemiyor. En çok, çilek ve muzu seviyor. Fakat, her zaman bu meyveleri vermiyorlar yurtta. Çünkü bu meyveler yabancı ülkelerden geliyor. Çok da pahalı üstelik!…
—Vendi, Dünya’nın diğer ülkelerini de çok merak ediyor. Annesi ile babası, onu sık sık gezdirmeye çalışırlardı. Kaza da Vendi’yi gezmeye götürürlerken oldu.Vendi, bu yüzden hep kendini suçluyor.
C-43, göğsündeki tuşa basarak bilgisayarını susturdu. Edindiği bilgiler kendisine yeterdi. Vendi ile arkadaşlık etmenin yolunu bulmuştu.
Kendisini hemen, en yakın manavın olduğu yere ışınladı. Kolundaki bir düğmeye bastı. Avuçlarına o ülkenin parasından epeyce para doldu. Manav dükkanından içeri girdi. Dört tane muz, bir kase de çilek aldı. Bir dakikaya kalmadan Vendi’nin yanındaydı. Konuşmaya başladı:
—Selam Vendi! Arkadaş ister misin?
Vendi, başını yerden isteksizce kaldırdı. Kendisiyle konuşan bu yabancıya ilgisizce baktı. Sonra başını yere eğdi. Hiç konuşmamıştı.
C-43, Vendi’nin bu tavrından hiç etkilenmedi. Böyle bir davranışı bekliyordu. Sessizce, Vendi’nin yanına oturdu. Muz torbası ile çilek kâsesini aralarına koydu.
Vendi, ilgisizce aralarındaki torba ile kaseye baktı. Gördükleri birden ilgisini çekti. C-43’e dönerek:
—Bunları bana mı getirdin, diye sordu.
C-43:
—Eğer istersen!
Vendi:
—Bunları bana, yalnız annemle babam getirirdi. Sen annem de değilsin, babam da! Neden getirdin?
C-43:
—Seninle arkadaş olmak istiyorum. Bunlar yalnızca bir armağan!
Vendi:
—Teşekkür ederim ama ben arkadaş istemiyorum.
C-43:
—Neden?
Vendi:
—Annemle babamın gelip beni almalarını bekliyorum.
C-43:
—Onlar gelinceye kadar arkadaş olamaz mıyız?
Vendi:
—Annemle babam, “Yabancılarla konuşma!” derlerdi. O yüzden, seninle arkadaşlık edemem. Çünkü seni tanımıyorum.
C-43:
—Ama beni annenle baban gönderdiler.
Vendi heyecanlanmıştı:
—Gerçekten mi?
C-43:
—Gerçekten!
Vendi:
—Bana onların cennette oldukları söylenmişti. Sen cennetten mi geliyorsun?
C-43:
—Evet!
Vendi:
—Onlar neden gelmediler? Beni özlemediler mi? Ben onları çok özledim!
—Özlemez olurlar mı? Onlar da seni çok özlediler! Fakat, onlar gelemezler! Bu yüzden beni gönderdiler.
Vendi:
—Sana inanayım mı?
C-43:
—İnansan iyi olur! Beni onlar göndermeselerdi senin bu meyveleri sevdiğini nereden bilecektim?
Vendi:
—Haklısın, bilemezdin!
—Peki, annemle babam neden gelemiyorlar?
C-43:
—Bu, çok zor bir soru! Sana şu kadarını söyleyeyim; onlar, uzunca bir süre uyuyacaklar. Uyumadan önce beni sana gönderdiler. Sen büyüyüp iyice yaşlandıktan sonra, onların yanına gideceksin. Seni orada bekleyecekler.
Vendi:
—Şimdi gidemez miyiz?
C-43:
—Şimdi olmaz! Gitsen bile hemen uyanamazlar. Bu yüzden beklemek zorundasın!
Vendi:
—Sana ne söylediler?
—Seni çok sevdiklerini ve çok özlediklerini söylediler. Senin, çileği ve muzu çok sevdiğini de söylediler. Ayrıca, tüm Dünya’yı gezmek istediğini eklemeyi de unutmadılar. Vendi heyecanla bağırdı:
—Çok doğru! Çok doğru!
C-43:
—Ben de sana hem bu meyveleri getirdim hem de seni gezdirmeye geldim. Ne dersin? Artık benimle arkadaş olabilir misin?
Vendi:
—Olurum kuşkusuz! Benim adım Vendi. Seninki ne?
C-43 düşünceye daldı. Adını söylese çocuk çok şaşıracaktı. Ne diyeceğini bilemedi. Sonra da:
—C-43 deyiverdi.
Vendi:
—Aaaaa! Bu ne biçim isim? Kitap sayfası gibi.
C-43:
—O zaman, bana bir isim bul. Sen ne dersen benim adım o olur.
Vendi:
—Düşünelim bakalım!
C-43:
—Düşünürken bir yandan da şu meyveleri yesen iyi olur.
Vendi:
—Çok teşekkür ederim, diyerek meyveleri iştahla yemeye başladı. Bir yandan da C-43’e isim düşünüyordu.
C-43 de Vendi’yi izlemeye başladı. Az önceki dalgın, somurtkan çocuk değildi sanki! Yüzüne renk gelmiş, mutlu bir çocuk gibi gülümsüyordu Vendi. C-43, kendi kendisiyle gurur duydu. Bir çocuğu mutlu etmek ne güzel bir duyguydu!
Vendi heyecanla bağırdı:
—Buldum! Buldum!
—C-43, Vendi’nin sesiyle yerinden sıçramıştı. Merakla sordu:
—Ne buldun Vendi?
Vendi:
—Sana bir isim buldum!
C-43:
—Söyle bakalım!
Vendi:
—Senin adın “Mutlu” olsun!
C-43:
—Neden böyle bir isim seçtin?
Vendi:
—Hem çok mutlu görünüyorsun hem de bana mutluluk getirdin. Bu yüzden sana “Mutlu” diyeceğim.
C-43:
—Bu ismi ben de çok sevdim Vendi! Teşekkür ederim!
Vendi:
—Adını sakın unutma olur mu? Senin adın “Mutlu, Mutlu, Mutlu!”
C-43, kahkahalar atıyordu:
—Hiç unutur muyum Vendi? Unutsam bile sen anımsatırsın.
Mutluluk içinde birbirlerine sarıldılar. Uzun süre oldukları yerde dans ettiler.
C-43:
—Artık benimle gelmeye hazır mısın? Dünya’nın en güzel ülkeleri bizi bekliyor!
Vendi:
—Gerçekten mi?
Mutlu, evet anlamında başını sallayınca Vendi sevinçle:
—Yaşasııın! Hazırım Mutlu!
Vendi, hazır olduğunu söyledikten sonra, birden sessizleşti. Mutlu şaşırmıştı. Vendi’ye sordu:
—Ne oldu Vendi? Neden sessizleştin? Yoksa benimle gelmek istemiyor musun?
Vendi:
—İstemez olur muyum hiç? Ben gezmeyi, değişik ülkeler görmeyi çok isterim. Yalnız, nasıl izin alacağım? Yurttan izin vermezler ki!
Mutlu :
—Sen o işi bana bırak! Beni burada bekle. Ben şimdi izin alır gelirim.
Vendi “Tamam.” dedi ama hiç umudu yoktu. Ona izin vereceklerini sanmıyordu. Yeniden banka oturdu. Eski haline döndü. Umutsuzca Mutlu’yu beklemeye koyuldu.
Vendi, bu işin Mutlu için ne kadar kolay olduğunu bilseydi bu kadar üzülmezdi kuşkusuz. Nereden bilecekti ki? Onun bir uzaylı olabileceği aklına bile gelmezdi.
Mutlu içeri girdi. İçeri girerken göğsündeki düğmelerden birine dokundu. Kimse onu görmüyordu. Tüm kayıtlardan Vendi’nin adını sildi. Eşyalarını topladı. On dakikaya kalmadan, Vendi’nin yanındaydı.
Vendi, Mutlu’yu görünce gözlerine inanamadı. Üstelik, eşyalarını da almıştı. Sevinçle Mutlu’ya sarıldı. Ona teşekkür etti.
Mutlu:
—İlk olarak nereye gitmek istersin?
Vendi:
—Türkiye’ye gitmek isterim!
Mutlu:
—Neden Türkiye?
Vendi:
—Annemle babam cennete gitmeden önce, oraya gidiyorduk. Orada, bir “İncili Kavak” varmış. Herkes onu anlatıyor. Onu görmek istiyorum.
Mutlu:
—Neden olmasın, diyerek Vendi’yi kucakladı. “Gözlerini kapat!” dedi. Vendi gözlerini kapattı. Kendi çevrelerinde döndüklerini duyumsadı. Uykusu gelmişti. Mutlu’nun kucağında derin bir uykuya daldı.
Bahar gelmiş, tüm doğa uyanmıştı. Her taraf, binbir çiçek kokusuyla dolmuştu. Ağaçlar, renk renk çiçeklerle donanmıştı. Çiçeklerin üstü arılar ve kelebeklerle dolmuştu. Kuzular yemyeşil çimenlerde oynaşıyor, çocuklar kırlarda top oynuyorlardı. Tüm canlılar baharı coşkuyla karşılamışlardı.
Mıcık, sebze fidelerini dikmede annesi ile babasına yardım ediyordu. O gün hafta sonuydu. Öğleden sonra da arkadaşları ile çayırlıkta top oynayacaklardı. Mıcık’ın içi içine sığmıyordu. Baharın coşkusuna o da kendini kaptırmıştı. Bir yandan fideleri dikerken bir yandan da şarkı söylüyordu.
Sıra, İncili Kavak’ın yanındaki tarha gelmişti. Oraya sebze fidelerini dikeceklerdi. Mıcık başını kaldırdı. İncili Kavak’a sevgi dolu gözlerle baktı. Bakmakla yetinmedi. Gitti, onun gövdesine sarıldı. Konuşmaya başladı:
—Sevgili İncili Kavak! Bütün ağaçlar çiçek açtı. Renk renk giysiler giydiler. Biliyorum, kavaklar çiçek açmaz ama ne olur sen de çiçek açsaydın! Renk renk olsaydın! Çevreye mis gibi kokular saçsaydın! Görenler güzelliğine vurulsalardı! Güzel kokundan, koklayanların başı dönseydi! Ne güzel olurdu değil mi?
Onun kendi kendine konuştuğunu gören babası, seslendi:
—Ne o Mıcık? Yine kendi kendinle mi konuşuyorsun? İncili Kavak’a sarılmayı bırak da gel yardım et! Bu bölümü bitirmek zorundayız. Yoksa top oynamaya geç kalırsın!
Mıcık, babasının sesiyle kendine geldi. İncili Kavak’ın gövdesine bir öpücük kondurdu. Koşarak babasının yanına gitti. Ona yardım etmeye başladı.
Güneş tam tepelerini dikildiğinde, Mıcık’la babası da işlerini bitirmişlerdi. Bahçedeki çeşmede ellerini, yüzlerini yıkadılar. Eve girip güzelce karınlarını doyurdular. Biraz dinlenen Mıcık, kırmızı topunu aldı. Bahçeye çıktı. Bir ıslık çaldı. Ağır ağır çayırlığa doğru yürüdü. Çok geçmeden de arkadaşları geldiler. Gün kavuşuncaya değin top oynadılar.
Eve döndüğünde, Mıcık’ın kımıldayacak durumu yoktu. Güçlükle banyosunu yaptı. Biraz yemek yedi. Yemek yerken bile gözleri kapanıyordu. Sofradan yarı uyur, yarı uyanık kalktı. Ellerini yıkayıp dişlerini fırçalarken neredeyse ayakta uyuyacaktı. Kendini yatağa güç attı. Uykuya dalmadan önce kendi kendine, “İncili Kavak’ın yanına gitmedim bu gece. Neyse şimdi çok uykum var, yarın giderim.” diye konuşuyordu. Annesi ile babasının, “Ne diyor bu çocuk?” diyerek gülüştüklerini duydu. Sonra da uykunun kollarına yuvarlardı.
Sabahleyin erkenden uyandı. Güneş yeni doğuyordu. Kalktı. Erken yattığı için uykusunu iyice almıştı. Üstünü giyinip yüzünü yıkadı. Annesi ile babasını uyandırmamaya özen gösterdi. Ayaklarının ucuna basa basa, bahçeye çıktı. İncili Kavak’ın yanına gitti. Gövdesine sarıldı. Başını yukarı kaldırdı. Gece gelmediği için özür dileyecekti. Fakat, sözcükler ağzından çıkmadı. Olduğu yerde dondu kaldı. Şaşkınlıktan, gözleri faltaşı gibi açıldı. Uzun süre ağaca baktı ama ne diyeceğini bilemedi. Birkaç kez gözlerini oğuşturdu. Gördüklerinin düş mü gerçek mi olduğunu anlamaya çalıştı. Hayır! Düş görmüyordu. İncili Kavak’ın tüm dalları, küçük küçük incilerle süslenmişti. İnciler renk renkti. Pembe, mavi, beyaz… Öyle güzel bir ışık yayılıyordu ki incilerden, Mıcık’ın gözleri kamaştı. Gözlerini kapattı, açtı. Kapattı, açtı. Yine de bakmaya doyamıyordu. En yakın dala uzanmak istedi, beceremedi. Dallar çok yüksekti. Ağaca çıkıp incilere bakmak istedi. Bu sırada, dallardan biri hemen yere eğildi. Mıcık uzanıp pembe bir inci aldı. Uzun süre sevdi, okşadı. Işığından gözleri kamaşmıştı. İnci’yi burnuna yaklaştırdı. Çok güzel kokuyordu. Doyasıya kokladı. Başı döndü. İnciyi yerine bıraktı. Dal yerine yükseldi. Mıcık’ın gözleri dolmuştu. Konuşmaya başladı:
—Sevgili İncili Kavak’ım! Beni kırmadığın için teşekkür ederim! Şimdi yeryüzünün en güzel ağacı sen oldun! Sana ve incilerine gözüm gibi bakacağım! Onları, canımdan ileri koruyacağım! Yeter ki sen güzelliğini, ışığını ve kokunu yitirme!
Ağaca, birkaç kez daha sarıldı. Onu öpücüklere boğdu. Gördüklerini, ailesine anlatmak için içeri koştu. Mutluluktan ağladığının farkında bile değildi.
O gün akşama dek, tüm köylüler Mıcık’ın bahçesini seyre daldılar. Herkes kendinden geçmişti. Gözlerini İncili Kavak’tan alamıyorlardı. Yüzleri, mutluluktan ışıl ışıl parlıyordu. Çayırda otlayan kuzular bile daha neşeliydiler. Sanki tüm doğa, mutluluk şarkıları söylüyordu.
Yalnız, kimse İncili Kavak’a fazla yaklaşamıyordu. Birkaç kişi yaklaşmayı denemiş, inciler ellerini yakmıştı. Ayrıca, kokusundan bayılanlar bile olmuştu. İncili Kavak’ı uzaktan izlemek, çok daha güzeldi. Işığı göz kamaştırıyor, kokusu uzaktan daha hoş geliyordu. Yalnızca Mıcık yaklaşabiliyordu İncili Kavak’a.
İncili Kavak’ın ünü, kısa zaman da önce Türkiye’ye, sonra da tüm yeryüzüne yayıldı. Her ülkeden, İncili Kavak’ı görmeye geliyorlardı. İnsanlar, gördükleri güzellik karşısında şaşırıyorlardı. Dünya yüzünde böyle bir güzellik gördükleri için, çok mutlu ayrılıyorlardı oradan. İncili Kavak adı, dilden dile dolaşır olmuştu.
Bu arada, kötü niyetli kişiler de yok değildi hani! İncileri çalıp kısa zamanda zengin olmanın hayallerini kuranlar çoğalmıştı. Her gün, birkaç kişi bunu deniyordu. Bir türlü başarılı olamıyorlardı. Ya elleri yanıyor ya da gözleri kör oluyordu. Bazıları da daha incilere ulaşamadan kokusundan bayılıyordu. Böylelerini toplayıp polise vermek de Mıcık’a düşüyordu.
Mıcık, önceleri incilerin başında nöbet tutmayı düşünmüştü. Hatta birkaç gün tutmuştu bile! Sonraları, olanları gördükçe bundan vazgeçti. İncili Kavak, kendi kendini koruyordu nasılsa. Yalnızca, geceleri bir saat kadar, incileri seyrediyordu. Yüzü ışıl ışıl oluyor, içi mutlulukla doluyordu. Sabah da gelip doyasıya kokluyor, incileri seviyor, okşuyordu. Gönül rahatlığıyla okuluna ya da işine gidiyordu.
Köye gelen ziyaretçiler öylesine çoğalmıştı ki köylüler konukları ağırlayamaz olmuşlardı. En sonunda, köye bir otel yapmaya karar verdiler. Kısa zamanda da kararlarını uyguladılar. Hep birlikte çalıştılar. Çocuklar bile yardım ettiler. Sonunda, çok güzel bir otel yaptılar. Oteli de çok güzel işlettiler. Köy, kısa zamanda zengin bir köy haline geldi.
Mutlu, kucağındaki Vendi’yi sarsıyordu:
—Uyan Vendi! Bak, istediğin yere geldik!
Vendi, güçlükle gözlerini açtı. Daha yeni uyumuş gibiydi. Oraya nasıl bu kadar çabuk geldiklerini anlayamadı. Nerede olduklarını anlamak için çevresine bakındı. Karşısında İncili Kavak’ı görünce dondu kaldı! Ne diyeceğini bilemedi. Gördüğü güzellik karşısında dili tutulmuştu. Mutlu’nun kucağından inmeyi bile akıl edemiyordu. “Bu… Bu… Bu!” diyor, yalnızca kekeliyordu.
Mutlu’nun da ondan kalır yanı yoktu. O da böylesi bir güzellik göreceğini düşünememişti bile! Şimdi arkadaşlarına hak veriyordu. Boşuna, Dünya’ya gelmek istemiyorlardı demek ki!
—Mutlu:
—Şaşkınlığını anlıyorum Vendi. Ben de en az senin kadar şaşkınım. Evet, İncili Kavak karşımızda duruyor.
Vendi:
—Gözlerime inanamıyorum! Anlattıklarından bile güzelmiş! Bu kadar güzel olabileceğini düşünemezdim bile! Burada yaşayan insanlar ne kadar şanslılar!
Mutlu:
<!–nextpage–>
—Haklısın Vendi. Böyle bir güzelliği seyrederek yaşamayı herkes ister ama çoğu zaman ulaşamaz. Biz, gördüğümüz için bile şanslıyız!
Vendi:
—Güzel de söz mü? Güzel sözcüğü, bu görüntüyü anlatmaya yetmez! Ne diyeceğimi bilemiyorum! Teşekkürler Mutlu!
Mutlu:
—Asıl, ben sana teşekkür ederim. Sen olmasaydın böyle bir güzellikten benim haberim bile olmayacaktı.
Mutlu, Vendi’yi yere indirdi. Bahçe duvarının üstüne, yan yana oturdular. “Bunu incelemeliyim.” diye düşündü. Göğsünde, kolunda ne kadar düğme varsa bastı. İncili Kavak’la ilgili bir veriye rastlamadı. Kavaklarla ilgili tüm bilgiler vardı oysa. Onların suyu çok sevdikleri, kerestesi için yetiştirildikleri, çiçek açmadıkları… Her türlü bilgi vardı. Yalnız, incilerden hiç söz edilmiyordu. “Bunu rapor etmeliyim.” dedi içinden. Sonra da “A-1, kesinlikle biliyordur!” dedi, yüksek sesle.
Vendi:
—Ne dedin, anlayamadım.
Mutlu:
—Yok bir şey! Kendi kendimle konuşuyordum, diye yanıtladı onu. Yüksek sesle konuştuğunun farkında bile değildi.
Mutlu :
—Vendi sen otur, ben sana inci getireyim, diyerek duvardan atladı. Bir sıçrayışta kavağın dalına kondu. Mavi bir inci aldı. Aynı hızla, Vendi’nin yanına döndü. İnciyi Vendi’ye uzattı.
Vendi, inciyi almak için elini uzattı. Birdenbire eli yandı. Çığlık çığlığa, hızla geri çekti elini. Mutlu’ya:
—Çabuk onu yerine götür! Yoksa bayılacağım! Bak, elim de yandı, diyerek elini Mutlu’ya gösterdi.
Mutlu, incinin ışığında Vendi’nin eline baktı. Eli gerçekten kızarmıştı. Kendi ellerine baktı. Hiçbir şey yoktu. “Ben insan değilim ki!” diye düşündü. Tekrar sıçradı. İnciyi yerine koyup döndü hemen. Kolundaki bir düğmeye bastı. Eline gelen merhemden, Vendi’nin eline bolca sürdü. Vendi’nin eli anında iyileşmişti.
Uzun süre, sessizce İncili Kavak’ı izlediler. Vendi’nin iyice yorulduğunu anlayan Mutlu, onu kucakladı. Otele götürdü. Tuttukları odadaki yataklar tertemizdi. Vendi’yi yatırdı. Vendi, daha yastığa başını koymadan uyumuştu bile! Mutlu, bir süre onu seyretti. Çocuğun yüzündeki gülümseyişten, onun çok mutlu olduğunu anladı. Buna çok sevindi. Raporunu sunmak için, kendini Pluton’a ışınladı.
A-1, merakla C-43’ün konuşmasını bekliyordu.
C-43:
—İzniniz olursa raporumu sunmak istiyorum efendim, dedi.
A-1:
—Seni dinliyoruz C-43.
C-43:
—Görevimi yaparken ilginizi çekeceğini düşündüğüm bir gelişme oldu. Bunu, hemen size bildirmek istedim.
A-1:
—Neden bu kadar çabuk döndüğün anlaşılıyor. Anlat bakalım!
C-43:
—Türkiye’nin bir köyünde, İncili Kavak adında bir ağaç var. Adı gibi, gerçekten de her dalı incilerle dolu. Dünya’nın her tarafından bu incileri görmeye geliyorlar. İnciler çok güzel, renk renk ışıklar saçıyor! Çok da güzel bir koku yayıyor.
A-1:
—Çok ilginç! Şimdiye kadar, evrenin hiçbir yerinde, böyle bir şey görmedik ve duymadık! Devam et! Seni dinliyoruz.
C-43:
—İncilere, Mıcık adında bir çocuktan başka kimse yaklaşamıyor. Dokunanın elleri yanıyor, koklayan bayılıyor.
A-1:
—İlginç! Gerçekten çok ilginç! Sen koklayabildin mi peki?
C-43:
—Evet efendim! Bir tanesini elime aldım. Vendi’ye getirdim ama Vendi’nin de elleri yandı. Hemen yerine bıraktım.
A-1:
—Vendi nasıl peki?
C-43:
—İyi, efendim. Bana alışması kolay almadı ama şimdi birlikteyiz. Onunla ilgili gelişmeleri disketten izleyebilirsiniz. Diğerlerini de kuşkusuz!.. Çok ilginizi çekeceğine inandığım için, bunu kendim anlattım.
A-1:
—İyi etmişsin C-43, teşekkür ederim! Şimdi disketi ver de hepimiz izleyelim. Sen de diğer hologramları toplantıya çağır.
C-43:
—Başüstüne efendim!
Disketi göğsünden çıkarıp uzattı. Diğer hologramları çağırmak üzere çıktı. Çok geçmeden de hepsi dizilmişler, C-43’ün disketini izliyorlardı. Hepsinin de şaşkınlıktan gözleri faltaşı gibi açılmıştı.
Kendi aralarında konuşmaya başladılar:
—C-43, ne kadar şanslı! Bizler, şimdiye dek böylesi bir güzellik görmemiştik!
—Haklısın! Dünya’nın çok ilginç olduğunu hepimiz biliyoruz zaten!
A-1:
—Kesin gürültüyü! Gördükleriniz hakkında düşüncelerinizi almak istiyorum!
Salon, birden sessizliğe büründü. A-1 yeniden konuşmaya başladı:
—Bu incileri incelememiz gerektiğini düşünüyorum. İnsanlar neden dokunamıyorlar? Kokusundan neden bayılıyorlar? Bu incilerin olağanüstü güçleri var mı? Evrenin mutluluğuna bir katkısı olabilir mi? Ne dersiniz?
Hep bir ağızdan bağırdılar :
—Haklısınız sevgili anamız! Siz, herşeyi bizden iyi bilirsiniz!
A-1:
—Olmaz öyle şey! Sizler de düşüncelerinizi söyleyin ki en güzel düşünceyi bulup uygulayalım!
B-52, söz aldı:
—Efendim, bu incileri olduğu yerde inceleyebilir miyiz?
A-1, C-43’e döndü:
—Ne dersin C-43?
—C-43:
—Olanaksız efendim! Böyle bir olasılık olsaydı bunu zaten yapardım. Dünya’daki teknoloji, henüz bizimki kadar gelişmiş değil. O incileri ancak burada inceleyebiliriz.
B-53:
—Öyleyse incileri buraya getirelim. C-43 bunu yapabilir, değil mi?
C-43:
—Yapabilirim ama bu, insanlar arasında nasıl karşılanır? İnciyi görmeye gelen insanlar, hayal kırıklığına uğramazlar mı? Sonra bir de Mıcık var. O, bu ağaca ve incilere çok düşkün. O çocuk üzüntüden kahrolur. Bunları göze alabilir miyiz?
A-1:
—Haklısın C-43! Bir tek insanı bile mutsuz görmek istemeyiz. Bizim amacımız, evrenin daha mutlu olması. Başka bir çözüm yolu düşünün.
A-22:
—İncileri, teker teker getirip inceleyebiliriz. Bir tek incinin eksikliğini kimse anlamaz değil mi?
A-1:
—Güzel ama bu da yıllar alır! İncilerin bir gücü varsa bunu insanlık için kullanmalıyız. Geç kalırsak hiçbir işe yaramaz.
C-l8:
—Mıcık’ı da getirsek olmaz mı? Bildiğim kadarıyla, insanlar uzayı çok merak ediyorlar. Çocuk, hem uzayı görmüş olur hem de üzülmemiş olur. Ne dersiniz?
A-20:
—Bu, çok güzel bir fikir! Sizler incileri incelerken biz de Mıcık’a uzayı gezdiririz. Onu eğlendiririz. Çok hoşuna gideceğinden kuşkum yok!
C-3:
—Vendi ne olacak? Onu da getirelim ki orada yalnız kalmasın! Hem o da eğlenmiş olur.
A-1:
—Düşünceleriniz çok güzel ama diğer insanlar ne olacak? Onlar incileri merak etmeyecekler mi?
A-2:
—İncileri insanlar yattıktan sonra getirir, güneş doğmadan geri götürürüz. Böylece kimse anlamaz.
A-1:
—Böyle yaparsak işimiz ne kadar sürer A-2? Bir hesapla bakalım.
A-2, hemen tuşlara bastı. Kısa bir sürede hesabı yaptı. A-1’e:
—28 günde bitiririz efendim. Bu, Dünya günü kuşkusuz.
A-1:
—Bu güzel işte! Hemen işe koyulalım. C-43, sen Mıcık’ı ikna et. Göreyim seni! Yarın gece, sizleri burada bekliyoruz.
Salondakilere dönerek:
—Teşekkür ederim çocuklar, hepiniz gidebilirsiniz, dedi.
Toplantı dağıldı. C-43 hepsiyle vedalaştı. Çok geçmeden, Vendi’nin yanındaki yatağa uzanmış, dinleniyordu. Bir yandan da Mıcık’ı nasıl ikna edeceğini düşünüyordu.
Sabahleyin erkenden kalktılar. Kahvaltılarını etmek için aşağıya indiler. Onlar kahvaltılarını ederken ortada bir koşturmaca vardı. İnsanların yüzleri asıktı. Durmadan içeri girip çıkıyorlardı. Birbirleriyle fısır fısır konuşuyorlardı. Dışarı çıkıp dönenlerin yüzleri, daha bir asılıyordu. Mutlu, Vendi’ye farkettirmemeye çalışıyordu ama o da iyice meraklanmıştı. Bir an önce, Vendi’nin kahvaltısını bitirmesini bekliyordu.
Sonunda Vendi:
—Oh! Ne kadar çok yedim Mutlu? Hiç bu kadar güzel bir kahvaltı etmemiştim! Buradaki sütün, peynirin, tereyağı ve yumurtanın tadı da bir başka! Hele şu bal, binbir türlü çiçek kokuyor! Yemesine doyum olmuyor! Patlayıncaya kadar yedim ama yine de gözüm onlarda.
Mutlu:
—Beğendiğine sevindim Vendi! Buradaki yaşam gerçekten çok güzel! Her şey doğal ve olağanüstü! Ama senin patlamanı istemem doğrusu! En iyisi çıkalım da biraz gezelim. Öğle yemeğine de yer açılsın midende. Ne dersin?
Vendi:
—Çok sevinirim Mutlu! Haklısın, biraz daha yersem yerimden kalkamayacağım. Üstelik, buraya gezmeye geldik. Yalnızca yemek yemek için değil!
Mutlu :
—Haydi öyleyse! Ellerini yıka da çıkalım. Dışarda hava çok güzel! Tam bir bahar havası var. Güneş pırıl pırıl parlıyor. Her yer yemyeşil. Çiçekler de açmış. Bu güzel doğa, keşfetmemiz için bizi bekliyor. Geç kalmamalıyız değil mi?
Vendi:
—Haklısın Mutlu! Sana, bir kez daha teşekkür etmek istiyorum, diyerek Mutlu’nun yanağına bir öpücük kondurdu. Sonra da lavabonun yolunu tuttu.
Mutlu, bir eli yanağında kalakalmıştı. Şimdiye dek, kimse onu öpmemişti. Öyle mutlu oldu ki utanmasa ağlayacaktı! Kendi kendine konuşmaya başladı:
—Ben de insanlar gibi oluyorum sanırım. Duygulanmak, böyle bir şey demek ki! Ama hiç de kötü değil! Çok güzel üstelik! Keşke, ben de insan olsaydım!
O, kendi kendine konuşurken Vendi döndü. El ele otelden çıktılar. Önce İncili Kavak’ı görecekler, sonra da kırlarda dolaşacaklardı.
Mıcıkların bahçesine yaklaşırken uzaktan bir kalabalık gördüler. Sanki bütün insanlar, Mıcıkların bahçe duvarının dibindeydiler. Mutlu konuşmaya başladı:
—Gördün mü Vendi? Herkes, bizden önce gelmiş. Biz de erken kalktığımızı sanıyorduk. Demek ki, en geç biz kalmışız.
—Vendi:
—Haydi biz de hızlanalım. Daha fazla zaman yitirmeyelim, diyerek koşmaya başladı.
Mutlu da onu izliyordu. Çok geçmeden, Mıcıkların bahçesinin yanındaydılar. Mutlu, izin isteyerek öne geçmeye çalışıyordu. Vendi’ye İncili Kavak’ı yakından göstermek istiyordu. Bir de gündüz gözüyle görmeliydiler. Sonunda en öne geçebildiler. İncili Kavak’a baktılar. Bakmalarıyla da yerlerine çakılmaları bir oldu. Çünkü, İncili Kavak’ın incilerinden eser yoktu. Sanki inciler, kuş olup uçmuşlardı. İncili Kavak da sıradan bir ağaç oluvermişti. Dallar boynunu bükmüştü. Gövdesinden aşağı, su damlacıkları akıyordu. Mıcık da ağacın dibine oturmuş, yaşlı gözlerle ağaca bakıyordu.
Kalabalıktan bir uğultu yükseldi:
—Bakın bakın! İncili Kavak ağlıyor! İnsan gibi ağlıyor hem de!
İnsanların, bu görüntü karşısında yürekleri parçalandı. Vendi ile Mutlu’nun da onlardan kalır yanı yoktu. Ağızlarını bıçak açmıyordu. Sonunda Vendi dayanamadı:
—Mutlu, incilere ne olmuş?
—Mutlu:
—Bilmiyorum Vendi! Sanırım inciler çalınmış.
Vendi:
—Ona nasıl yaklaşıp çaldılar ki? İncileri insanı hem yakıyor, hem de bayıltıyordu.
Mutlu:
—Bir yolunu bulmuşlar anlaşılan! Baksana , incilerin yerinde yeller esiyor.
Vendi:
—Bunu çalanlar, yüzlerce insanı mutsuz ettiklerini anlamıyorlar mı acaba?
Mutlu:
—Anlamaz olurlar mı? Kendi mutlulukları, her şeyin üstünde demek ki! Para hırsı, zengin olma tutkusu gözlerini bürümüş olmalı! Onları satmak için çaldıklarından hiç kuşkum yok!
Vendi:
—Ne kötü insanlar var Oysa en büyük zenginlik, mutluluktur. Öyle değil mi Mutlu?
Mutlu, Vendi’ye sarılarak:
—Kuşkusuz öyle Vendi. Sen çok iyi bir çocuksun. Umarım çok mutlu olursun, dedi.
Vendi:
—Sen de öylesin Mutlu! Sen de çok mutlu olacaksın! Bu yüzden adını Mutlu koydum ya…
Mutlu:
—Teşekkür ederim Vendi! Çok teşekkür ederim!
Vendi, Mutlu’ya sarıldı:
—Gidelim buradan Mutlu. Kırlarda dolaşalım. Başka güzellikleri de görelim. Akşama kadar gezelim. Sonra buraya dönelim. O zamana dek, belki inciler bulunur. Biz de doyasıya izleriz.
Mutlu:
—Haydi gidelim, diyerek Vendi’nin elini tuttu. Kırlara doğru yürüdüler.
Kırlar yemyeşildi. Çayırların üzerindeki çiy taneleri, İncili Kavak’ın incileri gibi parlıyordu. Hafif bir rüzgar esiyor, ağaçların dalları sallanıyordu. Güneş ışınları bu dalların arasından süzülüyordu. Sayısız ışık oyunları ile izleyenleri büyülüyordu. Çayırların arası, renk renk çiçeklerle doluydu. Üstünde altın renkli arılar dans ediyordu. Çeşit çeşit kelebekler konuyor, çiçeklerin kokularını her tarafa yayıyorlardı.
Vendi kendinden geçmiş, bu güzelliği seyre dalmıştı. Kendi ülkesinde böylesi bir güzelliği şimdiye dek hiç görmemişti. Çevresinden gözlerini alamıyordu.
Az ilerde bir çoban, kuzuları otlatıyordu. Vendi dayanamadı. Hızla yerinden fırladı. Kuzuların olduğu yere kadar koştu. Çobandan izin aldı. Kuzuların arasına daldı. Onlarla oynamaya başladı. Kahkahaları tüm çevrede çınlıyordu. O kadar mutluydu ki Mutlu da gülümsedi.
Vendi’nin mutluluğu Mutlu’yu sevindirse de onun aklı fikri incilerdeydi. Kim almış olabilirdi? Onları, nasıl ve nerede arayacaktı? A-1 ve diğer hologramlara ne diyecekti?
Mutlu, uzun süre düşündü. Tek başına bu işin altından kalkamayacağına karar verdi. O gece yine Pluton’a gidecekti. Zaten gitmesi de gerekiyordu. İncilerin sinyalleri, orada bıraktığı diskette kayıtlıydı. Onları bulmak için, bu kayıtlara gereksinimi vardı.
O gece, Vendi’yi yine yatağına yatırdı. Dönüşte uğramışlar, incilerin yine yerinde olmadığını görmüşlerdi. Vendi uyur uyumaz, Mutlu da kendini Pluton’a ışınladı.
A-1, olanları dinledi. Disketteki tüm bilgiler, C-43’e yüklendi.
A-1:
—Ayrıca, sana bir de uyarı programı yükledim. Herhangi bir tehlikeyle karşılaşırsan elindeki kırmızı düğmeye bas. Arkadaşların hemen yetişirler ve seni kurtarırlar. Göreyim seni, incileri, en kısa zamanda bul!
C-43:
—Elimden geleni yapacağımdan emin olabilirsiniz! Yalnız, bir sorun daha var.
A-1:
—Nedir o?
C-43:
—Bu durumda, bana verdiğiniz diğer görevler ne olacak?
A-1:
—Dünya’yı ve ülkelerin farklılıkları konusunu mu diyorsun?
C-43:
—Evet efendim!
A-1:
—Şimdilik, o görev bekleyebilir. Gerekirse o iş için başka arkadaşlarını da görevlendirebilirim. Sen o konuyu düşünme! İncileri bul, yeter! Kendine de dikkat et! Sana iyi şanslar dilerim.
C-43:
—Teşekkür ederim efendim. İyi akşamlar.
Oradan ayrılan C-43, Dünya’ya döndü. Sabaha karşı yine yatağındaydı. İncileri nasıl bulabileceğini düşünmeye koyuldu. Hemen sinyalleri çalıştırdı. Sinyaller çok zayıftı. Anlaşılan, çok uzaklardan geliyordu. Her biri, değişik yerlere dağılmış olmalıydı. İşi, epey uzun süreceğe benziyordu. Ne olursa olsun, sonunda incileri bulacağına inanıyordu. Devrelerini dinlenme konumuna aldı. Yatağına uzandı. Vendi uyanıncaya dek dinlenmesi gerekiyordu.
Kahvaltı’da Vendi ile konuşuyorlardı:
Mutlu:
—Vendi, kahvaltıdan sonra İncili Kavak’a gidelim mi?
Vendi’nin gözleri parladı. Heyecanla sordu:
—Ne o? Yoksa, inciler bulunmuş mu?
Mutlu:
—Hayır ama o kavağın sahibi olan çocukla konuşmam gerekiyor. Çok üzgündü dün. Biraz rahatlatmalıyız.
Vendi’nin gözlerindeki ışıltı sönüverdi. Üzgün bir sesle konuştu:
—İyi ama nasıl olacak bu? İncileri bulamadıktan sonra, onu nasıl rahatlatabiliriz ki?
Mutlu:
—Kim bilir, belki de buluruz!
Vendi:
—Gerçekten bulabilir misin Mutlu?
—Mutlu:
—En azından denemeye değer! Sizler de bana yardım edeceksiniz ama.
Vendi:
—Elimden geleni yaparım, söz! Yeter ki inciler bulunsun!
Mutlu:
—Öyleyse kahvaltını çabuk bitir de Mıcık’ın yanına gidelim.
Vendi, “Doydum bile!” diyerek kalktı. Koşarak lavaboya gitti. Ellerini yıkadı. Yıldırım hızıyla geri geldi. Mutlu’ya:
—Haydi, ben hazırım, dedi.
Birlikte kalktılar, Koşaradım Mıcıklara gittiler.
Mıcıkların bahçesinin çevresinde kimseler görünmüyordu. Herkes olanları kabullenmiş, günlük işlerine dönmüştü anlaşılan. Yalnızca Mıcık, İncili Kavak’ın altına oturmuş, üzgün üzgün ağaçla konuşuyordu. Ne dediği duyulmuyordu ama ağacı teselli etmeye çalıştığı açıktı. Yüzündeki ifadeden öyle anlaşılıyordu.
Mutlu ile Vendi, bahçe duvarına yaklaştılar. Mıcık’a seslendi Mutlu:
—Selam Mıcık! Ben Mutlu. Bu da arkadaşım Vendi. Seninle biraz konuşabilir miyiz?
Mıcık, ağacın altından kalktı. Bahçe duvarına doğru ilerledi. Konuklara ellerini uzatarak, “Hoşgeldiniz!” dedi. Konuşmayı şöyle sürdürdü:
—İncili Kavak’ı görmeye geldiyseniz, boşuna geldiniz! İncileri çalındı çünkü. Şimdi onun da diğer ağaçlardan hiç farkı yok. Çok da üzgün baksanıza, diyerek eliyle İncili Kavak’ı gösterdi.
<!–nextpage–>
Mutlu:
—Hepsini biliyoruz Mıcık. Biz de sana yardım etmeye geldik.
Mıcık:
—Nasıl yardım edeceksiniz ki? Yoksa incilerin yerini biliyor musunuz?
Mutlu:
—Bilmiyorum ama bulabileceğimi sanıyorum. Yalnız, Vendi ile sen de bana yardım edeceksiniz.
Mıcık’ın gözleri parladı. İçine bir umut ışığı düşmüştü. Heyecanla konuşmaya başladı:
—Ne yapmam gerekiyorsa, yaparım. Yeter ki, kavağımın incilerini bulun! Baksanıza, öksüz çocuğa döndü zavallıcık! İncilerden çok, onun durumuna üzülüyorum.
Mutlu:
—Şimdi beni dinleyin, diyerek bahçe duvarının üstüne oturdu. Mıcık’ı bir yanına, Vendi’yi de diğer yanına oturttu. Onlara:
—Öncelikle bana söz vermenizi istiyorum. Burada konuştuklarımız kesinlikle aramızda kalmalı, dedi.
Mıcık:
—Söz veriyorum!
Vendi:
—Söz veriyorum!
Mutlu:
—Bana bakın, ne görüyorsunuz?
Vendi:
—Ne görelim? Her zaman gördüğümüz gibi, sen de bir insansın. Üstelik, çok iyi bir insansın. Ben de seni çok seviyorum!
Mutlu:
—Teşekkür ederim Vendi. Yalnız, yanılıyorsun. Ben bir insan değilim. Bir hologramım.
Mıcık:
—O da ne ki?
Mutlu:
—Sizin anlayacağınız dilden anlatayım: İnsan kılığında bir bilgisayarım.
Mıcık:
—Böyle şeyler yalnız filmlerde olur sanıyordum. Şimdiye dek, insan kılığında bir bilgisayar görmemiştim. Benimle dalga geçmiyorsunuz değil mi?
Mutlu:
—Yemin ederim doğru söylüyorum! Ben Dünya’da yaşamıyorum. Gezegeninizde yalnızca bir konuğum.
Mıcık:
—Nereden geldin öyleyse?
Mutlu:
—Güneş sistemindeki en uzak gezegen olan Pluton’dan geliyorum.
Mıcık:
—Bunu, fen bilgisi dersinde öğrenmiştim. Yalnız, orada yaşam olmadığını sanıyordum.
Mutlu:
—Sizin anladığınız anlamda bir yaşam yok. Çünkü bizler insan değiliz. Yalnızca makineyiz.
Mıcık:
—Yani, senin gibi başkaları da mı var?
Mutlu :
—Evet, var. Yüzlerce hologram var benim gibi.
Vendi:
—Bana bunları neden daha önce anlatmadın?
Mutlu:
—Seni korkutmak istemedim. Hem anlatsaydım da inanmazdın ki!
Vendi:
—Haklısın sanırım.
—-Mıcık:
—İncileri nasıl bulacaksın?
Mutlu:
—Onun görüntü ve sinyalleri bedenimde yüklü. O sinyalleri izleyerek nerede olduklarını bulabilirim.
Mıcık:
—Bizden ne gibi bir yardım istiyorsunuz?
Mutlu:
—Ben dönünceye kadar, Vendi’ye arkadaşlık etmeni istiyorum. Gündüzleri birlikte oynarsınız. Akşam olunca da onu otele bırakırsın.
Mıcık:
—Bunu, seve seve yaparım!
Mutlu:
—Teşekkür ederim.
Vendi:
—Asıl ben teşekkür ederim Mıcık. Seninle arkadaşlık etmek çok hoşuma gidecek.
Mıcık:
—Bizim yardımımız bu kadar mı? Başka ne yapacağız?
Mutlu:
—Ben dönünceye dek bu kadar. Döndükten sonra, senden bir şey daha isteyeceğim.
Mıcık:
—Ne istersen söyle. Elimden geleni yaparım.
Mutlu:
—Vendi’yi, seni ve incileri Pluton’a götüreceğim. Bir hafta kadar konuğumuz olacaksınız. Bu arada biz, inciler hakkında bir araştırma yapacağız. Bir haftanın sonunda, sizleri tekrar Dünya’ya getireceğim.
Mıcık:
—İyi ama sana nasıl güveneceğim? Hem uzayda hava da yok, su da! Biz nasıl yaşayacağız?
Mutlu:
—Bu konuda sana garanti veririm. Bizler barışçı yaratıklarız. Tüm evrenin mutluluğu için çalışırız. Bana inanmıyorsan Vendi’ye sor.
Mıcık, soran gözlerle Vendi’ye baktı.
Vendi:
—Doğru söylüyor. Kaç gündür, beni mutlu etmek için çalışıyor. İncili Kavak’ tan haberi bile yoktu. Ben istediğim için beni buraya getirdi.
Mıcık:
—Peki, hava ve su ne olacak?
Mutlu:
—Sizin yaşamanız için gereken ortam sağlanacaktır. Bizde teknoloji çok gelişmiştir. Bu konuda tasalanmanıza hiç gerek yok.
Mıcık:
—Annemle babam buna izin vermezler ki.
Mutlu:
—Orasını bana bırak. Ben onlardan izin alırım.
Mıcık:
—Peki öyleyse. Tamam, kabul ediyorum.
—Mutlu, her ikisini de kucaklayarak kaldırdı. Yanaklarına birer öpücük kondurdu. Onlara:
—Öyleyse bana iyi şanslar dileyin. İncileri bulmadan dönmeyeceğim, dedi.
Mıcık’la Vendi , Mutlu’ya “İyi şanslar” dilediler. Mutlu, kısa zamanda gözden yitmişti. Çocuklar, yeniden duvarın üstüne oturdular. Mıcık’ın soruları üzerine Vendi, Mutlu ile nasıl tanıştıklarını anlattı. Daha önceki yaşamından söz etti. Onun hayallerini gerçekleştirmek için Mutlu’nun nasıl çabaladığını eklemeyi de unutmadı.
Mutlu, göğsündeki bilgisayarı en yakındaki sinyale göre ayarladı. Oraya doğru kendini ışınladı.
Geldiği yer, büyükçe bir binanın salonuydu. Salonun bir köşesine, dört tarafı camla kaplı bir masa yerleştirilmişti. Masanın camlı bölmesi tümüyle kapalıydı. İçerde de bir tane mavi inci, ışıl ışıl parlıyordu. Salonun en uzak köşesine ise altı kişi toplanmıştı. Hayran hayran mavi inciyi izliyorlardı. İzleyenlerin dördü erkek, ikisi de kadındı. Diğer köşede ise iki kişi, koyu bir pazarlığa girişmişlerdi. Birinin alıcı, diğerinin satıcı olduğu belliydi.
Mutlu, farkettirmeden izleyenlerin arasına karıştı. İzleyenler o kadar dalmışlardı ki aralarına bir başkasının karıştığının farkında bile değillerdi. Mutlu, pazarlığın yapıldığı konuşmaya kulak kabarttı. Hepsini duymasa da konuşmaları genel olarak anlıyordu. “Bu böyle olmayacak!” diye düşündü. Elindeki düğmelerden birine dokundu. Alıcılarını çalıştırdı. Şimdi konuşmalarını net olarak algılayabiliyordu.
Adamlardan birisi:
—Sana, iyi bir fiyat önerdim. Bu kadar parayı yaşamın boyunca bir daha göremezsin.
Diğer adam:
—Böyle bir inciyi de sen göremezsin. Önerdiğin fiyatı iki katına çıkarmazsan ben de satmam. Bu inciyi alacak pek çok meraklı insan var.
Adam:
—Bu inciden başka kimsede olmadığından emin misin?
Diğer adam:
—Benden başkasında olmadığından eminim.
Adam:
—Sende kaç tane var?
Diğer adam:
—Yeterince.
Adam:
—Herkese satarsan bendeki incilerin bir değeri kalmaz ki.
Diğer adam:
—O zaman hepsini sen al.
Adam:
—Hepsine gücüm yetmez. Bir tane de pembesinden alsam yeter.
Mutlu daha fazla dinleyemedi. İncilerin geri kalanının nerede olduğunu araştırması gerekti. Sessizce oradan ayrıldı. Sinyal düğmesini çalıştırdı. Sinyaller bodrumdan geliyordu. Zaten sinyal olmasa da incilerin yeri belliydi. Bodrumdan duvarlara çok parlak bir ışık yansıyordu. Nöbetçiler bodrumun kapısında bekliyorlardı. İki tane de silahlı nöbetçi vardı kapıda.
Mutlu, göğsündeki düğmelerle biraz oynadı. “Hay aksi!” dedi kendi kendine. Görüntüsünü yok eden düğme çalışmıyordu. Uğraştı, didindi ama boşuna! Düğmeyi çalıştırmayı başaramadı. Uğraşmaktan yorulmuştu. Kendi kendine konuşmaya başladı:
—En iyisi bodruma ışınlanmak. Yoksa bunlar, beni paramparça ederler! Tüm devrelerimi söker, beni hurdacıya verirler.
“Kim var orada?” diyen bir ses yükseldi nöbetçinin birinden. Mutlu, ivedilikle kendini bodruma ışınladı. Ancak o zaman, kendi kendine konuştuğunun farkına vardı.
Nöbetçiler kendi kendine konuşanı arayadursun, Mutlu incileri kucakladı. Hepsi koca bir sepetin içindeydi. Yanında tahtadan koca bir maşa vardı. Bu maşa, incilerin nasıl çalındığını açıklıyordu. Bu hırsızlar, ellerini yakmamak için, incileri bu maşalarla toplamışlardı. Yukarıda sergilenen inciyi de bu maşayla oraya çıkarmış olmalıydılar.
Mutlu, incilerle birlikte kendini kolayca ışınlayabilirdi. Ancak, yukarıdaki inciyi şimdi alamazdı. Onun için gece yarısından sonra yeniden gelmesi gerekecekti. Üstelik, polise de haber vermeliydi. Bu insanlar cezasız kalmamalıydı. Bu düşüncelerle sepeti kucakladı. Kendini, Mıcık’ların bahçesine ışınladı.
Hava, çoktan kararmış, Mıcık, Vendi’yi oteline bırakmıştı. Kendisi de İncili Kavak’ın dibine oturmuş, Mutlu’yu bekliyordu. Birden, gözünün önünde yıldızlar uçuşmaya başladı sanki! Tüm bahçe, göz kamaştıran bir ışığa büründü. Daha ne olduğunu anlayamadan Mutlu önündeydi. Üstelik de elinde inci sepeti vardı.
Mıcık, sevincinden yerinde duramıyordu. Mutlu’ya sarılıyor, onu öpücüklere boğuyordu. Durmadan da teşekkür ediyordu.
Mutlu:
—Yeter Mıcık! Ne kadar sevindiğini anlıyorum. Yalnız, işimiz daha bitmedi. İncilerden bir tanesi o adamlarda kaldı. Onu da almak gerekiyor, dedi.
Mıcık:
—Bu kadar inciyi getirdiğine göre, onu da getirisin. O, senin için zor olmasa gerek.
Mutlu:
—İşte şimdi yanılıyorsun. Şimdiye dek, bu incilerin kaybolduğunu anlamışlardır. Bu yüzden, öbür inciyi çok daha iyi koruyacaklardır. Onu almak, bunları almak kadar kolay olmayacaktır.
Mıcık:
—Ne yapalım? Alamazsan bir tane eksik olsun. Bu kadarı da İncili Kavak’a yeter!
Mutlu :
—Olmaz Mıcık! A-1’e söz verdim. İncileri eksiksiz götürmeliyim. Onları teker teker incelemeliyiz. Hem bunu yapanlar cezasız mı kalacaklar? Onları polise bildirmeyecek miyiz?
Mıcık:
—Sanırım haklısın. Gittiğin yerin adresini biliyor musun? Polisleri oraya nasıl götüreceksin? Onları da ışınlayacak değilsin ya!
Mutlu:
—Bu kolay. Göğsümdeki bilgisayar koordinatları kaydetmiştir, diyerek bir düğmeye bastı. Eline küçük bir kağıt geldi.
Üzerinde gittiği yerin adresi vardı. Bu kağıdı Mıcık’ın eline tutuşturdu.
Mıcık’a:
—Sen polis merkezine git. Bu adresi onlara ver. Siz gelinceye kadar, ben de öbür inciye göz kulak olurum. Satılıp başka yere gitmesine engel olmam gerek, dedi.
Mıcık kağıdı aldı. Polis merkezinin yolunu tuttu. Mutlu da kendini yeniden ışınladı.
Mıcık, polisleri güçlükle inandırdı. Hiçbirisi, bir çocuğun sözleriyle hareket etmek istemiyordu. Üstelik adres de bulundukları yere çok uzaktı. Sonunda inanmış göründüler. Adresteki en yakın polis merkezini aradılar. Onlara durumu anlattılar. Mıcık, bu kadarına razı olmak zorunda kaldı. Yarı küskün, yarı kırgın evine döndü.
Mutlu, incinin bulunduğu salondaydı yine. Fakat bu kez, durum çok tehlikeliydi. Silahlı adamlar çoğalmışlardı. Hepsi telaş içindeydi. Köşedeki mavi inci göz hapsine alınmıştı. Yanına yaklaşamasalar da uzaktan izliyorlardı. En az on kişi, silahlarını inciye doğru çevirmişti. Ona yaklaşanı hemen vuracakları belliydi.
Mutlu, ne yapacağını düşünmeye koyuldu. Birden arkasında bir ses duydu. Ne olduğunu anlamak için arkasına döndü. Aynı anda da üzerine silahlar boşaldı. Son bir çabayla uyarı sinyaline bastı. Sonra kendinden geçti.
A-1, telaşla C-43’e ulaşmaya çalışıyordu. Tüm bağlantıları dinledi ama bir türlü ulaşamadı. Hologramları acil bir toplantıya çağırdı. Toplantıya hemen geldiler. A-1’in telaşı, diğer hologramların da gözünden kaçmamıştı.
A-5:
—Ne oldu sevgili anamız? Neden bu kadar telaşlı ve üzgünsünüz?
A-1:
—C-43’ten bir uyarı sinyalı aldım. Tüm bağlantıları denedim ama ona ulaşamadım. Başı dertte olmalı. Hemen bir ekip hazırlayın, C-43’e yardıma gidin!
A-4:
—İyi de nereye gideceğiz? Onun bulunduğu yerin koordinatları belli mi?
A-1 :
—İncili Kavak’ın yeri belli ya… Önce oraya gidersiniz. Araştırır yerini bulursunuz. Yalnız, biraz acele edin lütfen!
Hologramlar arasında da bir telaş başladı. Hepsi de C-43’e yardıma gitmek istiyordu. Sonunda, on kişilik bir ekip oluşturuldu. Aceleyle Mıcıkların bahçesine ışınlandı.
Zaman, gece yarısını çoktan geçmiş olmalıydı. Mıcık yatağında dönüp duruyordu. Mutlu’yu çok merak ediyordu. Şimdiye dek dönmüş olması gerekirdi. Nerede kalmıştı acaba?
Kulağı sesteydi Mıcık’ın. Her an Mutlu’dan bir haber geleceği beklentisi içindeydi. Bu yüzden de gözüne uyku girmiyordu. Tam bu sırada, bahçedeki koşuşturmaca ilgisini çekti. Hızla yerinden fırladı. El yardımıyla bir ceket buldu. Onu sırtına aldı. Ayaklarının ucuna basarak dışarı çıktı. Annesi ile babasını uyandırmak istemiyordu.
Dışarıdaki kalabalık Mıcık’ı çok şaşırttı. O, yalnızca Mutlu’yu bekliyordu. Oysa, ay ışığında sayabildiği kadarıyla, en az on kişi vardı bahçede.
Mıcık’ın dışarı çıktığını gören hologramlar, hemen gürültüyü kestiler. Hep birlikte Mıcık’a yaklaştılar. İçlerinden biri konuşmaya başladı:
—Selam Mıcık! Bizler C-43’ün arkadaşlarıyız. Şu an onun başı dertte! Sen, nerede olduğunu biliyor musun?
Mıcık:
—C-43’te kim? Ben böyle birini tanımıyorum, dedi. İlgiyle karşısındaki varlıkları incelemeye koyuldu. Bunlar, başlarında ve gözlerinde renk renk ışıklar yanan, oyuncak robotlara benziyorlardı. Yalnız hepsi de insan boyundaydı. C-43’te kimdi acaba? Onu neden kendisine sorduklarına bir anlam veremedi.
Hologramlardan birisi:
—Özür dileriz Mıcık! Sana kendimizi tanıtmayı unuttuk. Bizler, C-43’ün arkadaşlarıyız. Pluton’dan geliyoruz. C-43’ün kim olduğuna gelince: Siz ona “Mutlu” diyorsunuz. İncileri aramaya gitmiş olmalı. Bize uyarı sinyali gönderdi. Bu da onun başının dertte olduğunu gösterir. Şu anda parçalanmış bile olabilir. Ondan hiç sinyal alamıyoruz artık. Yerini senin bilebileceğini düşündük.
Mıcık, bu garip yaratıkların Mutlu’nun arkadaşları olduğuna inanmıştı. Bir o kadar da şaşkındı. Çünkü Mutlu insana benziyordu. Oysa bunlar, yalnızca robotlara benziyorlardı.
Mıcık, Mutlu ile aralarında geçenleri anlattı. Ceketinin cebine elini soktu. Eline gelen kağıt parçasını uzattı. Bu, Mutlu’nun ona verdiği adresti. Adresi kendisiyle konuşan yaratığa uzattı.
Yaratık kağıdı aldı. Kolundaki bir metal parçasının altına sıkıştırdı. Aynı yerden bir düğmeye bastı. Göğsünde ışıklar yandı. Mutlu’nun gittiği yerin koordinatları ve resmi, göğsünde açılan ekrana yansıdı. Bu ekran, Mıcık’ın okulda gördüğü bilgisayar ekranına benziyordu.
Az önce kendisiyle konuşan yaratık, yine konuşmaya başladı:
—Teşekkür ederiz Mıcık! Onun yerini bulduk. Umarız durumu iyidir! Hoşça kal.
Mıcık:
—Durun bakalım, nereye gidiyorsunuz? Beni de Mutlu’nun yanına götürün. Saatlerdir onu bekliyorum. Meraktan öldüm! Onun iyi olduğunu kendi gözlerimle görmek istiyorum.
Yaratık:
—Olmaz Mıcık. Henüz neyle karşılaşacağımızı bile bilmiyoruz. Mutlu kötü bir durumda olabilir. Bizim başımıza neler geleceğini de bilemeyiz. Seni koruyamayabiliriz. Seni tehlikeye atmak istemiyoruz.
Mıcık:
—Olmaz! Ben de geleceğim. Ben kendimi koruyabilirim. Size de yük olmam.
Hologramlar, kendi aralarında konuşmaya başladılar. Sonunda, Mıcık’ı götürmeye karar verdiler.
Yaratık:
—Madem bizimle gelmek istiyorsun üzerine birşeyler giy. Yalnız biraz acele et lütfen! Seni burada bekliyoruz .
Mıcık, zaman yitirmeden içeri süzüldü. El yordamıyla giysilerini buldu. Alelacele giyindi. Geldiği gibi sessizce dışarı çıktı.
Hologramlar, Mıcık’ı aralarına aldılar. Dünya, Mıcık’ın çevresinde dönmeye başladı sanki. Çevresindeki hologramlara sıkı sıkı sarıldı. Gözlerini yumdu. Bir süre sonra dönme durdu. Bir yere indiklerini duyumsadı. Gözlerini açtı. Büyükçe bir binanın bahçesindeydiler.
Bahçede kimseler yoktu. Hologramlar, hep birlikte pencerelerden birine yaklaştılar. Alıcılarını çalıştırdılar. İçerdeki görüntüyü göğüslerindeki ekranlara yansıttılar. Mıcık, gördükleri karşısında neredeyse küçük dilini yutacaktı. Mutlu yerde paramparça yatıyordu. Yalnızca başını tanıyabildi onun. Diğer organları bilgisayar parçaları gibiydi. Sağa sola saçılmıştı. Çevresinde silahlı insanlar konuşuyorlardı.
Mıcık gözyaşları içinde bu görüntüleri izlerken yaratık, bir düğmeye daha bastı. İçerdeki konuşmalar aynen duyulmaya başladı:
Bir ses:
—Keşke parçalamasaydık da tutsak edip bağlasaydık! Böylece devrelerini inceler, asıl hırsıza ulaşabilirdik. Şimdi şu bir tek inciyle yetinmek zorunda kalacağız.
Bir başka ses, kahkahalar atarak konuşmaya katıldı:
—Hırsız diyene de bak! Asıl hırsız biziz, unuttun mu? Belki de asıl sahipleri göndermiştir bu robotu.
Bir başka ses:
—Saçmalama! İncilerin asıl sahibi bir çocuk. O, böyle bir şey yapamaz.
Bir başka ses:
—Şimdilik diğer incilere ulaşamayacağımız anlaşılıyor. İyisi mi, biz bu inciyi iyi koruyalım. Onun getireceği servet hepimize yeter!
Başka bir ses:
—Kaldırın şu hurda yığınını! Ortalığı da temizleyin! Çok zengin bir alıcı, biraz sonra gelecek. Bu pisliği görmesini istemiyorum.
Adamlar, Mutlu’nun parçalarını toplamaya başlamışlardı ki yaratık Mıcık’a:
—Sen bizi burada bekle! Sakın sesini çıkarma! Yoksa, Mutlu’yu kurtaramayız, dedi.
Mıcık’ın konuşacak durumu yoktu zaten. Sessizce başını salladı. Az ilerdeki ağacın yanına gidip altına çöktü. Yalnız kalacağını düşünüyordu ama düşündüğü gibi olmadı. Onu korumak için yanında bir yaratık bırakmışlardı. Üstelik, yaratığın göğsündeki ekrandan içerde olanları izleyebilecekti. Yüreği ağzında, izlemeye başladı.
Diğer yaratıklar, hep birden içeri ışınlandılar. Silahlı adamları kıskıvrak yakaladılar. Özenle Mutlu’nun parçalarını topladılar. Köşedeki mavi inciyi de almayı unutmadılar. Hırsızları da sıkıca bağlayıp dışarı çıktılar. Çok geçmeden, polis sirenleri duyulmaya başladı.
Yaratık:
<!–nextpage–>
—Kalanını polisler halleder. Biz işimize bakalım. Haydi, dönüyoruz!
Ortalarına yine Mıcık’ı aldılar. Çok geçmeden Mıcıkların bahçesine ışınlanmışlardı bile!
Yaratık:
—Mıcık al, şu inciyi de diğerlerinin yanına koy! Biz de Mutlu’yu onarmaya çalışalım.
Mıcık inciyi aldı. İçerdeki sepete götürdü. Hemen de dışarı çıktı. İncileri fazla düşünmüyordu artık. Tek düşündüğü şey, Mutlu’nun bir an önce iyileşmesiydi.
Mutlu’nun parçalarını İncili Kavak’ın altına dökmüşlerdi. Birleştirmeye çalışıyorlardı. Yaratıklardan biri konuşmaya başladı:
—Benim enerji devrelerimi çıkarın, C-43’ün başına bağlayın. Ana bellekteki bilgileri bir diskete kopyalayın. Hiç olmazsa ana belleği kurtaralım! Yoksa C-43’ü tümüyle yitiririz!
Öneri, diğer hologramlarca onaylandı. Hemen, yaratığın devrelerindeki kablolar çıkarıldı. Mutlu’nun başına takıldı. Kabloları çıkarılan yaratığın başı hareketsizdi. Mutlu’nun başındaki tüm bilgiler, yaratığın göğsündeki diskete aktarıldı. Biraz sonra kablolar yer değiştirdi. Hareketsiz olan yaratık yeniden canlanmıştı. Disketteki tüm bilgiler diğer yaratıklara kopyalandı. Böylece hepsi, Mutlu’nun tüm yaşamını biliyordu artık.
Bilgiler kopyalanırken Mıcık, ilgiyle yaratıkların göğüslerindeki ekranları izliyordu. Sanki bir film izliyor gibiydi. Üstelik, bu filmin içinde kendisi de vardı. Mutlu ile konuşmaları, duvarın üstündeki oturmaları…. Hepsini yeniden izlemişti. Çok da şaşkındı. Yerinden kıpırdayacak hali kalmamıştı. Donmuş gözlerle yaratıkları izlemeyi sürdürüyordu. Her zaman kendisiyle konuşan yaratığın madeni sesiyle kendine geldi.
Yaratık:
—Seninle C-43’ün yaptığı anlaşmayı artık biz de biliyoruz. Eğer hala bizimle gelmek istiyorsan seni götürebiliriz. Ne diyorsun?
Mıcık:
—E… evet ama annemle babamdan Mutlu izin alacaktı. Siz bunu yapabilir misiniz?
Yaratık:
—Yaparız kuşkusuz. Haydi bizi onlara götür.
Mıcık önde, yaratıklar arkada eve geldiler. Mıcık ışıkları açtı. Annesi ile babasını uyandırdı. Annesi ile babası, şaşkın gözlerle bir Mıcık’a, bir de yaratıklara bakıyorlardı.
Mıcık, onlara sakin olmalarını söyledi. Mutlu ile tanışmalarından sonraki olayları ayrıntılarıyla anlattı. Sonra kalktı. Fide yetiştirdikleri odaya geçti. Çok geçmeden, elinde inci sepeti ile döndü.
Yaratıklar hiç konuşmadan Mıcık’ı izliyorlardı. Mıcık konuşmasını bitirdi. Annesi ile babasının yüzlerine bakmaya başladı. Yalvarır gibiydi. Uzaya gitmeyi çok istiyordu. Hele Şimdi her zamankinden daha çok istiyordu. Çünkü Mutlu’nun iyileşmesini gözleriyle görmek istiyordu.
Annesi:
—Oğlum, nasıl olur? Seni, gökyüzünün karanlıklarına nasıl yollarız? Ya, başına bir şey gelirse!.. Sen, bizim tek çocuğumuzsun. Unut bunu!
Babası:
—Haydi izin verdik diyelim. Seni nerede arayacağız? Bu yaratıklara nasıl güveneceğiz? Ya seni tutsak ederler de bir daha buraya getirmezlerse?
Yaratık söze karıştı:
—Böyle bir niyetimiz olsaydı izin almaya gerek duyar mıydık? Sizlere haber bile vermeden, onu ışınlayıp götürürdük. Siz de hiçbir şey yapamazdınız. İzin almak isteyişimiz, iyi niyetimizi göstermez mi?
Annesi:
—Doğru söylüyor bey! İsteselerdi Mıcık’ı çoktan götürürlerdi. Biz de dövünür dururduk.
Babası:
—Ne kadar süre için izin istiyorsunuz?
Yaratık:
—Bir hafta için.
Babası:
—Sanırım başka umarımız yok. Mıcık da gitmeyi bu kadar istediğine göre…
Mıcık, sevinçle annesi ile babasına sarıldı. Birini bırakıp diğerine sarılıyor, onları öpücüklere boğuyordu. Durmadan da teşekkür ediyordu.
Babası:
—Yeter oğlum! Bu kadar sevineceğini düşünememiştim doğrusu. Neyse senin mutluluğun herşeyden önemlidir bizim için. Sağlıkla git, sağlıkla dön!
Annesi ağlıyordu. Gözyaşları içinde Mıcık’a bir daha sarıldı:
—Güle güle oğlum! Her şey gönlünce olsun, diyerek Mıcık’ı uğurladı.
Bahçeye çıktılar. Mutlu’nun parçalarını bir çuvala doldurdular. İnci sepetini yaratıklardan biri aldı. Tam ışınlanmak üzereydiler ki Mıcık:
—Vendi’yi unuttuk! Onu da almalıyız, diye bağırdı.
Otele uğradılar. Yatağında mışıl mışıl uyuyan Vendi’nin hiçbir şeyden haberi yoktu. Yaratıklardan biri onu kucakladı. Bir diğeri de Mıcık’ı kucağına aldı. Mıcık’ın çevresinde yine herşey dönmeye başladı. Bu yolculuğun çok uzun olacağını düşünüyordu. Oysa çok geçmeden durmuşlardı. Mıcık gözlerini açtı. Şaşkınlıkla:
—Ne çabuk geldik, dedi.
Yaratık:
—Yoo, henüz gelmedik! Plûton çok uzak bir gezegendir. Biz, yalnızca uzay gemisine geldik.
Mıcık, ilgiyle çevresini izlemeye koyuldu. Bu, filmlerde gördüğü uzay gemilerine benziyordu. Sevinçle sağa sola koşturmaya, gemiyi incelemeye koyuldu. Işıklı göstergelere bakıyor, koltuklara oturup oturup kalkıyordu. Vendi ise halâ uyuyordu. Yatan bir koltuğa yatırılmış, üzerine de bir battaniye
örtülmüştü.
Geminin, cami kubbesine benzeyen ama öne doğru uzanan bir penceresi vardı. Uzay buradan kolaylıkla gözlenebiliyordu. Mıcık, büyülenmiş gibi, geminin önüne doğru ilerlemeye başladı. Onun şaşkınlığı yaratıkları bile güldürmüştü. İçlerinden biri, Mıcık’ı öndeki kumanda koltuklarından birine oturttu. Mıcık, kendinden geçmiş bir şekilde, uzayı izlemeye koyuldu.
Uzay, Dünya’dan nasıl görünüyorsa buradan da öyle görünüyordu. Yalnız, yıldızlar ve gezegenler, daha büyük ve daha parlaktı. Bunlar da olmasa çevre zifiri karanlıktı. Ara sıra bir gezegene yaklaşıyorlardı. Böyle zamanlarda Mıcık tüm soluğunu tutuyordu. Gezegenleri bu kadar yakından göreceğini düşünde bile görse inanmazdı. Ara sıra geminin yakınlarından bir göktaşı geçiyordu. Gemiye çarpacak korkusuyla Mıcık gözlerini sıkı sıkı yumuyordu. Çok geçmeden rahatlıyor, uzayı seyretmeyi sürdürüyordu. İnanılmaz bir görüntüydü bu!
Mıcık, günlerdir doğru dürüst uyumamıştı. İçerisinin rahatlığı ve yorgunluğun da etkisiyle yavaş yavaş gevşedi. Gözlerinin ağır ağır kapandığını duyumsadı. Başı arkaya düştü. Uyumuştu. Hologramlardan birisi onun koltuğunu yatırdı. Mıcık’ın üstünü örttü. İçerdeki ışıkları kıstı. Onun rahatça uyuması için gerekenlerin tümü yapılmıştı.
Mıcık saatlerce uyudu. Kendine geldiğinde, önce nerede olduğunu anımsayamadı. Kendisini bir düşün içinde sanıyordu. Neden sonra olanları anımsadı. Heyecanla yerinden fırladı. Üzerindeki battaniyeyi attı önce. Sonra kalktı, battaniyeyi katlayarak koltuğun üstüne bıraktı. Geminin içinde biraz yürüdü. Bacakları uyuşmuştu. Tuvalete gitmesi de gerekiyordu. Bunu yaratıklara nasıl söyleyeceğini düşünürken ışıklar açıldı. Ortalık iyice aydınlandı. Hologramlardan biri Mıcık’a:
—Bir isteğin mi var Mıcık? Tuvalete gitmek ister misin? Biraz sonra kahvaltınız gelecek. İstersen elini, yüzünü yıkayabilirsin, dedi.
Mıcık çok sevinmişti. İçinden geçenleri sanki anlamışlardı. Birden, arkasından bir ses duyup döndü. Bu Vendi’ydi. Gözlerini ovuşturuyordu. Şaşkınlıkla sağına soluna bakıyordu. Soran gözleri Mıcık’ın yüzündeydi. Neler olduğunu onun açıklamasını bekler gibiydi.
Mıcık:
—Meraklanma Vendi! Her şey yolunda. Plûton’a gidiyoruz.
Vendi:
—Ben, ne çok şey kaçırmışım! Ne zamandır yoldayız? Ben hiç uyanmadım mı? Mutlu nerede?
Mıcık:
—Acele etme Vendi! Bütün yanıtları alacaksın. Önce bir kendimize gelelim. Gel elimizi, yüzümüzü yıkayalım. Acıktık, bir de kahvaltı edelim. Kahvaltı ederken sana hepsini anlatırım.
Vendi, şaşkın gözlerle Mıcık’ı izledi. Öndeki yaratık onlara tuvaleti gösterdi. Dışarda beklemeye başladı.
Kahvaltıda hiçbir şey eksik değildi. Mıcık da Vendi de şaşkınlıkla ikram edilenleri izliyorlardı. Kısa sürede şaşkınlıklarından sıyrıldılar. Köydeki kahvaltılarını aratmayan bir kahvaltı ettiler. Kahvaltı sırasında Mıcık, tüm olayları Vendi’ye anlattı.
Mutlu’nun başına gelenler, Vendi’yi çok üzmüştü. Tam ağzına götürmek üzere olduğu lokması, elinde kalakalmıştı. Elindeki lokmanın üzerine gözyaşları damlıyordu.
Mıcık:
—Üzülme artık Vendi! Mutlu’yu yaşatacaklarına söz verdiler. Plûton’a varır varmaz, onun üzerinde çalışmaya başlayacaklar. Onu, yeniden yaşama döndüreceklerinden kuşkum yok! Sen de benim gibi düşünmeli, umudunu yitirmemelisin. Umudumuzu yitirirsek Mutlu’yu da yitirecekmişiz gibi geliyor bana, dedi. Son cümlelerini söylerken Mıcık’ın da sesi titremeye başlamıştı. Aceleyle yutkundu. Gözyaşlarına, güçlükle engel olmuştu.
Vendi ağlamayı kesti. Çok aç olmasına karşın, birdenbire yeme isteği yok olmuştu. Mutlu’yu çok seviyordu. Yaşamına gireli çok kısa bir zaman olmasına karşın, Vendi’nin her şeyi olmuştu. Ona mutluluğu tattırmıştı. Yaşama iyimser bir gözle bakmayı öğretmişti. Onun annesi, babası, arkadaşı olmuştu. Onu yitirmek düşüncesi bile, Vendi’yi perişan etmeye yetmişti. Ona bir şey olmamalıydı. Mutlu demek, Vendi’nin mutluluğu demekti. Onu, bu kadar çabuk yitirmemeliydi.
Bu düşünceler, Vendi’yi iyice duygusallaştırmıştı. Elinde olmadan hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Tüm hologramlar, Vendi’nin başına toplanmıştı. Mıcık da elinden geldiği kadar onu avutmaya çalışıyordu. Vendi kimseyi dinlemiyordu. İsyanını yüksek sesle dile getirmeye başladı:
—Neden, sevdiklerim beni bırakıp gidiyorlar? Annemle babamı küçükken yitirdim. Yaşama küsmüşken Mutlu beni yeniden yaşama döndürdü. Şimdi onu da yitirdim. Bunlara ben mi neden oluyorum yoksa? Ona bir şey olursa kendimi asla bağışlamayacağım! Onu incili Kavak’ın yanına ben getirmiştim. Onu görmeyi çok istiyordum. O da beni kırmadı. Nereden bilirdim başına bunların geleceğini? Başka bir yere gitseydik bunların hiçbiri olmayacaktı! Hepsi, benim yüzümden!
Mıcık da artık kendine engel olamıyordu. O da Vendi’yle birlikte ağlıyordu. Mıcık, Vendi’yi avutmak için ona sarıldı. Birlikte, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladılar.
Mutlu’nun çocuklar tarafından bu kadar çok sevilmesi, hologramları şaşırtmıştı. Çocukları avutmak için, ellerinden geleni yapmaya başladılar. Her zaman konuşan yaratık, çocuklara:
—Size söz veriyorum! Plûton’a varır varmaz, Mutlu’yu iyileştireceğim. Onun sizlerle birlikte olmasını sağlayacağım. Artık üzülmeyin, dedi.
Çocuklar ağlamaktan yorulmuşlar, sakinleşmişlerdi. Hologramlardan ikisi, onların ellerinden tutarak, geminin ön tarafına götürdü. Oradan birlikte uzayı izlemeye başladılar. Hologramlar, uzay hakkında çocuklara bilgi veriyorlardı.
Çocuklar her görüntüden etkileniyorlar, her duyduklarından heyecanlanıyorlardı. Gemi o kadar hızlı gidiyordu ki gezegenler ve yıldızlar bir görünüp, bir kayboluyordu. Kendilerini bir yıldız yağmurunun ortasında gibi hissetmeye başladılar. Bu durum, onların kendilerine gelmesini de sağladı. Çok geçmeden kendilerini toparladılar. Mutlu’nun iyileşeceğine de inanıyorlardı artık. Bu kadar hızlı bir uzay gemisi yapabilenler, Mutlu’yu da iyileştirebilirlerdi nasıl olsa.
On sekiz saat sonra, Plûton’a inmişlerdi. Plûton’daki hologramlar, onları törenle karşıladılar. Çevre, onların yaşamını sürdürecek şekilde değiştirilmişti. Yalnız her yer alacakaranlıktı. Bu hiç değişmiyordu. Gezegenin tüm yüzeyi, kubbe şeklinde bir camla kapatılmıştı. İçeriye sürekli temiz hava veriliyordu. Sıcaklık yirmi dereceye ayarlanmıştı. Yapay bir güneş bile oluşturulmuştu. Kubbenin tepesinde sürekli parlıyordu. Çevredeki herşey camdan yapılmıştı. Onlar için yapılan küçük kulübe bile camdandı. Duvarları buzlu camdı. Pencereleri saydamdı. İçerde, onların gereksinimi olan herşey vardı. Tam saatinde yemekleri geliyor, türlü içecekler sunuluyordu. Banyolarını yapabiliyorlar, sık sık çamaşırlarını değiştiriyorlardı.
Mıcık ile Vendi’ye, tüm gezegeni gezdiriyorlardı. Bunun için iki hologram görevlendirilmişti. Birisi A-5, diğeri A-6’ydı. Diğer hologramların bir kısmı incilerin sırrını çözmeye çalışıyor, bir kısmı da Mutlu’yu onarmaya uğraşıyorlardı.
Oraya geleli iki Dünya günü olmuştu. Vendi ile Mıcık, gezmekten yorulmuşlardı. Sürekli Mutlu’dan bir haber bekliyorlardı. Ondan haber alamayınca gezmenin bile zevkine varamıyorlardı. Oysa her taraf öylesine ilginçti ki rüyalarında bile göremezlerdi! Mutlu da yanlarında olsaydı bu görüntüleri izlemenin tadına doyum olmazdı.
İkinci günün sonlarıydı. Vendi ile Mıcık, kulübelerinin önünde bir masada oturuyorlardı. İlgisiz gözlerle çevreyi izliyorlar, bir yandan da söyleşiyorlardı. Birdenbire ilgisiz gözler canlandı.
Mıcık:
—Benim gördüğümü sen de görüyor musun Vendi? Şu gelen Mutlu’ya mı benziyor, yoksa ben hayal mi görüyorum?
Vendi, heyecanla yerinden sıçradı:
—Eğer sen hayal görüyorsan ben de aynı hayali görüyorum demektir! Çünkü, ben de Mutlu’yu görüyorum.
İkisi birden koşmaya başladılar. Gelen, gerçekten de Mutlu’ydu. Özlemle kucaklaştılar. Dakikalarca birbirlerinden ayrılmadılar. Diğer hologramlar da gülümseyerek onları izliyorlardı.
Vendi, hızlı hızlı konuşmaya başladı:
—Seni çok merak ettik Mutlu. Sana bir şey olsaydı, kendimi asla bağışlamazdım! İyi ki sana bir şey almadı! İyi ki aramıza döndün! Seni çok özledim Mutlu!
Mutlu, Vendi’nin yanağını sevgiyle okşadı:
—Seni hiç yalnız bırakır mıyım Vendi? Hem Mıcık’a birlikte söz vermedik mi? Hep beraber buraya geleceğimizi söylemedik mi? Yine de sözümü tutmuş sayılırım, değil mi?
Mıcık:
—Kuşkusuz tuttun Mutlu. Seni böyle aramızda görmek ne güzel! Eskisinden bile iyi görünüyorsun. Bunu nasıl başardılar?
Mutlu:
—Eh, onu da sonra konuşuruz. Sizlerle doyasıya söyleşmek istiyorum. Ben de sizleri çok özledim!
Çocukların mutluluğuna diyecek yoktu. Sanki bütün evren aydınlanmıştı. Yüzlerinden ışıl ışıl mutluluk akıyordu. Bakışlarındaki parıltı uzaklardan bile gözlemlenebiliyordu. Her şeyin çok daha güzel olacağına inanıyorlardı.
Mıcık:
—Ben zaten umudumu hiç yitirmedim. Birgün aramıza döneceğini biliyordum. Bu umudumu Vendi’ye de aşılamaya çalıştım. Yalnız o, benim kadar dayanıklı çıkmadı.
Vendi:
—Mıcık doğru söylüyor, Mutlu! O olmasaydı sanırım dayanamazdım. O, hep bana umut aşılamaya çalıştı. Üstelik, arkadaşların da bize çok yardım ettiler. Bizim mutluluğumuz için ellerinden geleni yaptılar. Yalnız senin yerin başka. Sen gelince dünyamız aydınlandı! Artık her şey gözüme daha güzel görünüyor.
Kendi çevresinde bir kez döndü Vendi. Kollarını iki yana açtı:
—Buraların bu kadar güzel olduğunun hiç farkına varmamıştık. Öyle değil mi Mıcık?
Mıcık da yerinden duramıyordu. İkisi de Mutlu’nun ellerinden tuttular. Küçük kulübelerinin önüne götürdüler. Bir masanın çevresine oturdular. Ona anlatacakları o kadar çok şeyleri vardı ki!
Sözü Vendi bırakıp Mıcık alıyor, Mıcık bırakıp Vendi alıyordu. Bir saatten fazla konuştular. Ondan ayrıldıktan sonraki yaşamlarını, en ince ayrıntısına kadar anlattılar.
Konuşa konuşa yorulmuşlardı. Bir süre, üçü de sustular. Sonunda Mıcık dayanamadı:
—Biz, bütün yaşadıklarımızı sana anlattık. Oysa sen, seni nasıl iyileştirdiklerini anlatmadın bile!
Mutlu gülümsedi:
—Ana belleğimdeki bilgileri diskete nasıl yüklediklerini anımsıyorsundur sanırım. Üstelik başım da sağlamdı. Anımsadın mı?
Mıcık:
—Hiç anımsamaz olur muyum? O an, hiç gözümün önünden gitmedi ki. Unutmak istesem bile, Vendi buna izin vermezdi sanıyorum. Tekrar tekrar bana olayı anlattırdı çünkü.
Vendi:
—Doğruyu söylüyor. Mıcık anlattıkça ben de oradaymışım gibi geliyordu. Yüreğim parçalansa da seninle ilgili her ayrıntıyı bilmek istiyordum.
Mutlu:
—Beni bu kadar sevdiğiniz için size çok teşekkür ederim çocuklar! Ben de sizi çok seviyorum!
Mıcık:
—Heeey! Bize konuyu unutturmaya çalışma! Nasıl iyileştiğini anlatacaksın.
Mutlu:
—Haklısın Mıcık. Nerede kalmıştık? Haa, anımsadım şimdi. Ana belleğimdeki bilgilerin kaydedildiğini anlatıyordum.
Vendi:
—Evet! Evet! Orada kalmıştın.
Mutlu:
—Tüm vücudumdaki parçalar, ezilmiş ve parçalanmış. İşe yaramaz duruma gelmişler. Yalnız başım sağlam kalmış. Arkadaşlarım da bütün parçaları yenilemişler. Başımı yerine oturtmuşlar. Ana belleğimdeki bilgileri de yeniden yüklemişler. Ben de böylece yepyeni oldum. Yine karşınızdayım işte!
Mıcık:
—Ne yani? Şimdi sen, sen değil misin?
—Mutlu:
—Ben benim yine! Yalnız, başımın dışındaki tüm parçalar yenilendi. Bu, benim değiştiğimi mi gösterir?
Vendi:
—Ne olursa olsun, yine bizimlesin ya! Önemli olan da bu.
Mıcık:
—Kuşkusuz öyle! Üstelik biz, sende hiçbir farklılık göremiyoruz. Öyle değil mi Vendi?
Vendi:
—Gerçekten öyle. Seni eskisinden bile çok seviyoruz!
İkisi de yerlerinden kalktıp Mutlu’ya sarıldılar. Mutlu da onları sevgiyle kucakladı.
Beş günleri kalmıştı. Kalan zamanlarında, Plûton’un tüm camlı bölmelerini gezdiler. Bu kez yanlarında Mutlu da vardı. Bu yüzden gezilerinden çok zevk aldılar. Hele, yapay güneşin oluşturduğu ışık oyunlarına bayıldılar. Onların isteği üzerine, defalarca bu oyun yinelendi. Bu öyle güzel bir görüntüydü ki kırmızıdan mora tüm ışıklar, birbiriyle oynaşıyordu sanki. Çocuklar, saatlerce gözlerini alamadan bu görüntüyü izlediler .
Dönüş zamanı yaklaşmıştı. Kulübelerinin önüne oturmuşlar, ışık oyunlarını izliyorlardı yine.
Mutlu:
—Çocuklar, bana sormayı unuttuğunuz bir şey daha yok mu, diye sordu.
Mıcık ile Vendi, birbirlerine baktılar. İkisi birden şaşkınlıkla:
—Ne soracaktık ki, diye sordular.
Mutlu:
—Biraz düşünün bakalım.
Vendi:
—Haydi, ne olduğunu söyle Mutlu! Bizi, daha fazla merakta bırakma!
Mıcık:
—Evet! Evet!
Mutlu:
—Demek, ikinizin de aklına inciler gelmedi. Onları unutmuş olmanız beni çok şaşırttı doğrusu!
İkisi birden:
—Aaaaa! Gerçekten unutmuştuk.
Mıcık:
—Ne oldu incilere? Yoksa başlarına bir şey mi geldi?
Mutlu:
—Yok canım! Ne olabilir ki? Onların başına burada hiçbir şey gelmez!
Mıcık:
—Peki incelendi mi? Ne buldunuz? İncilerin bir özelliği var mıymış?
Mutlu:
—Sonunda, sorman gereken sorular aklına geldi Mıcık.
Mıcık, biraz utangaç gülümsedi.
—Çevremiz öyle güzel ki! Sizler de bize çok iyi davranıyorsunuz. İncileri bu yüzden unuttum.
<!–nextpage–>
Mutlu:
Sıkma canını Mıcık! Yalnızca şaka yapıyorum.
Mıcık:
—Gerçekten ne buldunuz? Bunu, bize söylemeyecek misiniz?
Mutlu:
—Bunu öğreneceksiniz kuşkusuz. Yalnız, bunu size A-1 anlatacak.
Vendi:
—A-1’ de kim?
Mıcık da merakla Mutlu’nun yanıtını bekliyordu.
Mutlu:
—O bizim anamız, yaratıcımızdır. Hem onunla tanışma zamanınız geldi artık. Haydi gidelim! Bizi bekliyorlar.
Çocuklar heyecanlanmışlardı. Bu iyi yaratıkların yaratıcısını, onlar da tanımak istiyorlardı. Hep birlikte kalktılar. Mutlu’nun ellerini tuttular. Heyecandan bacakları titriyordu.
Mutlu:
—Korkmanıza gerek yok. Burada kötülük barınamaz. Herkes sizi çok seviyor. A-1, sizi zaten tanıyor. Disketlerden öğrendi. Ben, sizlerin de onu tanımanızı istiyorum.
Çok geçmeden, camlı bölmelerden birine girdiler. Burası, büyük bir bilgisayar odasıydı. Yalnızca, birbirlerine bağlı bilgisayarlardan oluşuyordu. Ortada da bir hologram vardı. Hologram, ince kablolarla bilgisayarlara bağlıydı. Hareket yeteneği sınırlıydı yani.
Çocuklar içeri girince A-1 ayağa kalktı. Madeni bir sesle konuşmaya başladı:
—Hoşgeldiniz çocuklar! Sizleri gezegenimizde konuk etmek, bizim için büyük bir mutluluk. Umarım, gezi hoşunuza gitmiştir.
Ses, odanın her yerinden geliyordu sanki. Çocuklar şaşkındı. Büyük ve yaşlı bir yaratıkla karşılaşacaklarını düşünmüşlerdi. Oysa bu da diğer yaratıklara benziyordu. Yalnızca bilgisayarlara bağlıydı.
Çocuklar aynı anda:
—Hoş bulduk, teşekkür ederiz, diye yanıtladılar A-1’i.
A-1:
—Asıl biz teşekkür ederiz, bizi kırmayıp buralara kadar geldiğiniz için.
A-1, bir süre çocukların yüzlerini inceledi. Onların da kendisini incelediğini görünce gülümseyerek konuşmasını sürdürdü:
—İncileri inceledik Mıcık. Ayrıca, güzellikleri karşısında çok da şaşırdık. Bu güzelliği görmemizi sağladığın için de ayrıca teşekkürler.
Mıcık:
—Önemi yok efendim. Bunu asıl, Mutlu’ya borçluyuz. O olmasaydı ben incileri asla bulamazdım!
A-1:
—İnciler, özünde barış, mutluluk ve sevgi tohumları taşıyorlar. Tüm evrenin bunlara gereksinimi var. İznin olursa onları kopyalamak istiyoruz. Onları tüm evrene dağıtmak gerek. Ne dersin?
Mıcık:
—Buna ben de sevinirim efendim. Tüm evrene barış, sevgi ve mutluluğun dolmasını kim istemez? Yalnız, incileri geri vereceksiniz değil mi? Onları kendim için değil, kavağım için istiyorum.
A-1 :
—İncilerin asıllarını sana vereceğiz kuşkusuz. Hem de özelliklerinden hiçbir şey yitirmeyecekler. Onları yine İncili Kavak’a takabilirsin.
Mıcık:
—Teşekkür ederim efendim.
A-1:
—Şimdi gidebilirsiniz çocuklar. Az zamanınız kaldı. Doyasıya gezin, eğlenin. Bütün istekleriniz yerine getirilecektir. Sizleri tanıdığıma gerçekten çok sevindim!
Çocuklar:
—Biz de efendim.
Üçü birden çıktılar. O gün son günleriydi. Doyasıya gezdiler, eğlendiler.
Dönüş hazırlıklarını tamamlamışlar, gezegende kalan hologramlarla vedalaşmışlardı. Ayrılırken gözyaşlarına engel olamadılar. Kısa zamanda çok şey görmüşler, çok mutlu olmuşlardı.
Gemiye bindiklerinde ikisi de çok şaşkınlardı. Çünkü geminin içi sepet sepet inciyle doluydu. Yalnız, Mıcık’ın incileri ayrı bir bölmede ve kapalı olarak saklanıyordu. Gemiye pek çok da yaratık binmişti.
Mıcık:
—Ne çok inci var burada, Mutlu. Bu kadar inciyi ne yapacaksınız?
Mutlu:
—Evrenin her tarafına dağıtacağız onları. Böylece tüm evrene barış, sevgi ve mutluluk dolacak. A-1 anlatmıştı, unuttun mu?
Mıcık’ın güzleri ışıl ışıldı. Böyle bir şeyi düşünde görse inanmazdı.
Yolculuk boyunca, inciler, yavaş yavaş azaldı. Uzayın çeşitli bölgelerinde yaratıklar iniyordu. Ellerinde birer sepet inciyle gözden kayboluyorlardı.
Sonunda Dünya’ya geldiler. Gemi, Dünya yörüngesinde kaldı. Mutlu, Mıcık ve Vendi, Mıcıkların bahçesine ışınlandılar. Elinde bir sepet inciyle bir de yaratık vardı yanlarında.
Yaratık, bahçede onlarla vedalaştı. Elindeki incileri, Dünya’nın çeşitli bölgelerine ekecekti. Böylece, her yerde incili kavaklar yetişecekti. Ondan sonra da Dünya, sevgi, barış ve mutlulukla dolacaktı.
Üçü birden içeri girdiler. Onları karşısında gören Mıcık’ın annesi ile babası, sevinç çığlıkları attılar. Önce Mıcık’a, sonra da Vendi ile Mutlu’ya sarıldılar. Sevinçlerinden ne yapacaklarını bilemiyorlardı.
Mıcık:
—Siz, biraz dinlenin. Ben, şu incileri yerlerine takıp da geleyim. İncili Kavak, daha fazla boynu bükük kalmasın. O da incilerine kavuşsun artık.
Hepsi de Mıcık’ı onayladılar. Mıcık bahçeye koştu. Sepetteki incileri birer birer havaya attı. Hepsi yerine konmuştu. Sonra da İncili Kavak’la doyasıya söyleşti. İçeri girdi. İçeri girerken de düşünüyordu. Şu bir yıldır, ne çok yer görmüş ne çok şey öğrenmişti. Yaşantısında, ne çok değişiklik olmuştu.
İçerde, hep birlikte uzun süre söyleştiler. Sonunda Mutlu izin istedi:
—Gemide beni bekliyorlar. Artık ayrılmamız gerekiyor çocuklar. Gelin, sizlere doyasıya bir sarılayım, diyerek ikisine de sarıldı.
Vendi de Mutlu ile gitmek istiyordu.
Mutlu:
—Seni, bilgisayarların dünyasında tutsak edemeyiz Vendi. Seni, Mıcık’ın ailesi evlat edinecek. Sık sık sizleri görmeye geleceğim, söz! Her yaz tatilinde de sizleri Plûton’a götüreceğim. Burada, insanların arasında daha mutlu olursun. Okula gidersin. Mıcık’la arkadaşlık edersin. Bak, onun da kardeşi yok. Sen unun kızkardeşi olursun. Çok mutlu olacağınızdan kuşkum yok.
Vendi ağlamayı sürdürüyordu. Mıcık’ın annesi ile babası onu sakinleştirdiler. Ona iyi bir anne ve baba olmaya çalışacaklarını söylediler. Mıcık da Vendi’ye onu çok sevdiğini söyledi. Ona iyi bir kardeş ve arkadaş olacağına söz verdi. Vendi’nin gözyaşları da yavaş yavaş duruldu. Yeni bir aileyle yeni bir yaşama başlayacaktı.
Mutlu ile vedalaştılar. Mutlu gittikten sonra da, uzun süre İncili Kavak’ın altında oturdular. Gelecek güzel günlerin hayallerini kurdular. Ne zaman gökyüzünde bir ışık parlayıp sönse çok seviniyorlardı. Çünkü bu ışıklar, yeşeren inci tohumlarının habercileriydi.
Son