Bahailik – (Dünya Dinleri)

Bahailik
(Dünya Dinleri)

Bahai Dini: 1800’lerde İran’da Mehdi inancının uzantısı olarak doğan Babiliğin Bağımsız Dine dönüşmüş biçimi. Tüm dünyada inananları olan evrensel bir dindir. Bahai Tarihi, 1844’te Bab’ın (Seyyid Ali Muhammed) yeni bir çağın gelmekte olduğunu ve yeni bir Peygamber‘in geleceğini ilan etmesiyle başlar. Bahailiğin kurucusu ve peygamberi, lakabı Bahaullah olan Mirza Hüseyin Ali’dir 21 Nisan 1863’te yeni dini ve yeni prensipleri Bağdat’ta sürgünde iken ilan etti.

 


Prensipleri

 

İnsanlık alemi tek bir ailedir
Irk, din, dil, cinsiyet gibi tüm önyargılar kaldırılmalıdır
Tüm dinlerin temeli birdir (şimdilik son din İslam ya da Bahailik değildir, gelecekte de dinler gelecektir)
Din bilim ve akıl ile uyum içinde olmalıdır
Kadın ve erkek eşittir
Genel barış için çalışılmalıdır
Evrensel eğitim hedeflenmelidir
serbest düşünce ile gerçek araştırılmalıdır
Aşırı zenginlik ve yoksulluk kaldırılmalıdır.
Bahai Dininde tek evlilik (monogami) esastır, kadınlar türban takmak zorunda değillerdir. Tüm dünya ülkelerinde değişik ırksal ve dinsel kökenden gelme (İslam, Hıristiyan, Yahudi, Zerdüştî, Hindu vs) Bahailer vardır. Bahai Dinine göre tüm dinlerin kaynağı ve amacı ortaktır ve birbirine aykırı değildirler. Düşmanlık aracı haline gelmeleri tarihte insanların dinleri güç elde etme amaçlarına alet etmelerinden kaynaklanmıştır. Buna göre Bahailikte “eğer din sevgi ve birliğe değil, düşmanlık ve ayrılığa neden oluyorsa dinsizlik daha iyidir”. Daha önceki dinlerde olduğu gibi bundan sonra da insanlara ahlaki ve ruhani eğitim sağlamak amacıyla başka peygamberler geleceğine inanılır.

Tarihi Bilgiler

Yeni Delhi’de Bahai MabediSeyyid Ali Muhammed(Bab) (Bab, Arapça’da kapı demektir), kendisinin tüm Müslüman aleminin beklediği kişi olan “Kaim”, “Mehdi” olduğunu 23 Mayıs 1844’te ilan etti. Binlerce kişi Bab’a inanarak “Babi” oldu. Bu gelişmeler ve onun eski dini yapıya göre çok yenilikçi ve radikal fikirleri ortaya koyması İran’da işkencelere ve baskılara yol açtı. Bab, 1850’de Tebriz şehrinde kurşuna dizildi. Birçok Babi ise yine İran’da değişik feci işkence yöntemleri ile öldürüldü. Bab’ın ölümünden sonra “Babi”lere Mirza Hüseyin Ali (Bahaullah) liderlik etti. Bahaullah ve beraberindekiler İran Kaçar yönetiminin baskısıyla, Osmanlı İmparatorluğu ile yapılan görüşmeler sonunda Bağdat’a sürgün edildi. Bahaullah 1863’te burada, Bab’ın gelişini müjdelediği kişinin kendisi olduğunu ve insanlık tarihinde bütün önceki dinlerin gelmesini vaad ettiği “dünyanın bir vatan gibi olacağı, insanların artık savaş yapmayı öğrenmeyecekleri” Mehdi çağının gelmiş olduğunu ilan ederek Bahai Dini’nin yeni prensiplerini açıkladı. Bahaullah’ın hayatının 40 yılı Osmanlı İmparatorluğu topraklarında geçti. 12 Aralık 1863’te vardığı Edirne’de bu tarihten itibaren 5 yıla yakın yaşadı.

 

Mirza Hüseyin Ali (Bahaullah) ‘ nin vefatından sonra büyük oğlu Abdülbaba ( 1844-1957 ) öğretinin liderliğini yapmış, Abdülbaha ‘ nın vefatından sonra ise büyük torunu Şevki Efendi Bahai misyonunun liderliğine getirilmiştir.

Bahai Dünya Merkezi İsrail’in Hayfa şehrindedir. 1868’ten itibaren Bahaullah ve ailesinin ve beraberindeki inananlarının o tarihte Osmanlı toprağı olan Akka Kalesine (bugün İsrail’de Akdeniz kıyısında) sürgün edilmesi ve orada vefatına kadar yaşamaya devam etmesi sonrasında Akka’nın hemen yanındaki Hayfa şehri, Bahai Dünya Merkezi’nin yeri oldu. Bahailik Birleşmiş Milletler’de temsil edilmekte ve dünyadaki gayrisiyasi alanlarda sosyoekonomik projelere katkıda bulunmak için çalışmaktadır.

 

Kutsal Yazılar ve İbadet

 

Kutsal Kitaplar

Temel yasaları ve dinin şer’i hükümlerini içeren Kutsal kitap olan Kitab-ı Akdes (En Kutsal Kitap), İkan Kitabı [Kitab-ı İkan- Tevrat, İncil ve Kur’an’daki bazı ayetlerin açıklamasını ve bazı ilahiyat konularını içeren bir kitap. İkan, Arapça’da kesin bilgi demektir(ikan, yakîn, yakînen vb.)], Saklı Sözler (Kelimat-ı Meknune), Kurdun Oğlu Risalesi gibi kitaplardır. Bahailer, tüm dinlerin Kutsal Kitaplarının (Tevrat, İncil, Kur’an, Baghavad Gita ve diğerleri) tek bir sistemin parçaları ve insanlığın ortak dinsel mirası olduğuna, kutsallıklarını yitirmediğine inanırlar.

 

Kitab-ı Akdes, Bahailik’in en önemli kutsal kitabı. Dinin kurucusu Bahaullah tarafından kaleme alınmıştır. Arapça el-Kitab el-Akdes adıyla, Arapça yazılmıştır. Yine de çoğunlukla Farsça ismi olan Kitab-ı Akdes kullanılır. Bazen sadece “Akdes” olarak da anılır. Akdes kelimesinin anlamı “en kutsal, en mübarek”tir.

 

Her ne kadar kitabın bir kısmının daha erkenden yazılmış olduğuna dair bazı deliller olsa da, genel kanı kitabın 1873 yılı civarında tamamlanmış olduğudur

 

Kitab-ı İkan, yani İkan kitabı Bahai inancının kutsal kitaplarındandır.

 

Kitap 1862’de Bahailik’in kurucusu olan Bahaullah tarafından kaleme alınmıştır. Bir kısmı Farsça bir kısmı ise Arapça yazılmıştır. Bahaullah o sıralarda Osmanlı Devleti’ne bağlı olan Bağdat’ta sürgündedir. Bahai inancına göre Bahaullah vahyi ilk kez Siyah Çal’da, Kitab-ı İkan’ın yazılmasından yaklaşık on yıl önce almış fakat vahiy aldığını ve misyonunu açıkca ilan etmemiştir. Kitabın 2 gün ve gece içinde yazılmıştır. Bahaullah’ın, böylece de Bahailik’in, başlıca teolojik eseridir. Farsça Beyan’ın tamamlanışı olarak da tanımlanmıştır.

 

İbadet

Başlangıçta islam dininin bir mezhebini andıran Bahailik zamanla bağımsız bir din halini almıştır. Bahailik ‘te Yahudilik ve Hıristiyanlıktan alınan esaslarda vardır. Bahailik, Allah ‘ a, kitaplarına, peygamberlerine, kıyamete ve Baha ‘ya imanı emreder. Bahailik için insan yaşamının amacı Tanrıyı tanımak O ‘na tapmak ve sürekli ilerleyen uygarlığı desteklemektir. Bahailik alemin birliğini sağlama ve dünya barışının temelleri oluşturma gayreti içerisindedir. Bahailik öğretilerinin en başında ;

 

– Bağnazlıklardan vazgeçilmesi
– Kadın erkek eşitliği
– Zorunlu eğitim
– Uluslar arası ortak bir dilin gerekliliği
– Aşırı zenginlik ve fakirliğin ortadan kaldırılmasının sağlanması gibi öğretiler Bahai dinin temel öğretileri arasında sayılmaktadır.

 

Bahailik ‘te namaz ve oruç gibi ilahi yasaların yanında insansı yasalarda bulunmaktadır. Bahailik aile kurumuna önem verir ve tek eşli evliliği emreder ve kendilerince zorunlu durumlar dışında birden fazla kadınla evlenemezler. Cenaze namazı dışında toplu namaz kılmazlar. Alkol kullanımı kesinlikle yasaktır. Bahailer herhangi bir siyasi ve politik düşünceyi savunmaz veya tavır almazlar. Yaşadıkları toplumun siyasi ve geleneksel kurallarını yorumlamaksızın kabul ederler.

 

Bahailer 21 mart günü başlayan her biri 19 gün süren 19 aydan oluşan Bahai Takvimini kullanırlar. Bahai Takvimine göre Bahailerin 9 kutsal günleri vardır ve son ay oruç tutarlar.. Günde üç vakit özel namaz kılarlar. Namaz kılarken islam ‘dan ayrılan önceleri mezhep sonra ayrı bir din hüviyetine dönüşen inanç sistemi olmalarına karşın Kabe ‘yi kıble olarak kabul etmezler. Bahaullah ‘ın oturduğu evin bulunduğu yeri kıble sayarlar.

 

Bahai Dini’nde Dünya Barışı, Dünya Görüşleri

Dünya barışı sadece mümkün olmakla kalmayıp aynı zamanda kaçınılmazdır. Barışa, insanların eski davranış kalıplarına inatla sarılmasının sebep olacağı akla hayale sığmaz dehşetteki olaylardan sonra mı ulaşılacak, yoksa şimdi müşaverelerle belirecek iradenin tasarrufu ile mi kucak açılacak; bu, tüm dünya sakinlerinin önündeki bir seçimdir.

 

Dünyanın tek bir ülke olması, insanlığın vatanı olarak yeniden örgütlenmesi ve yönetimi için ilk temel şart, insanlığın birliğini kabul etmektir. Dünya barışını kurma çabalarının başarısı için bu ruhani prensibin evrensel ölçüde kabulü gereklidir. Bunun için, evrensel olarak beyan edilmeli, okullarda öğretilmeli ve sosyal yapıda içerdiği organik değişikliğe hazırlık olarak her millete devamlı olarak ifade edilmelidir.

 

En zararlı ve inatçı kötülüklerden biri olan ırkçılık barışın en büyük engellerinden biridir. Irkçılık uygulaması, bahanesi ne olursa olsun, insanlık onurunun en çirkin bir şekilde ihlalini teşkil eder.” “Zengin ve yoksul arasında ölçüsüz farklılık, şiddetli bir ıstırap kaynağı olarak dünyayı, hemen hemen savaşın eşiğine getiren bir istikrarsızlık halinde tutmaktadır.

 

Makul ve meşru bir vatanseverlik dışında, dizginlenmemiş bir milliyetçiliğin yerini daha geniş temelli bir bağlılığın, tüm insanlık sevgisinin alması gerekir. Bahaullah şöyle demektedir: ‘Dünya tek bir ülke ve insanlar onun vatandaşlarıdır.’ Dünya vatandaşlığı kavramı, bilimin ilerlemesi sebebiyle dünyanın tek bir mahalleymiş gibi daralmasının ve milletlerin tartışmasız şekilde birbirine bağımlı olmasının doğrudan bir sonucudur. Dünya milletlerinin hepsini sevmek insanın kendi memleketini sevmesini dışlamaz.

 

Dinsel çatışmalar tarih boyunca sayısız savaşlara ve çarpışmalara neden olmuş, ilerlemeye büyük bir engel teşkil etmiş, her dinden veya dinsiz insanlar için gitgide menfur hale gelmiştir. Bütün dinlerin mensupları, bu çatışmanın ortaya çıkardığı temel sorunlara bakmaya ve açık seçik cevaplar aramaya razı olmalıdırlar.

 

Kadınların özgürlüğü, iki cins arasında tam eşitliğin sağlanması, barışın daha az kabul edilmekle beraber, en önemli ön şartlarından biridir. Ancak kadınlar insan girişiminin her alanında tam ortaklığa kabul edilirse, uluslararası barışın boy vereceği ahlaki ve psikolojik ortam oluşabilir.

 

Tüm din ve ırklar birdir: “Hiç şüphesiz hangi milletten, hangi ırk veya dinden olursa olsun, tüm insanlık ilhamını bir İlahi Kaynaktan almaktadır ve tek Tanrı’nın kuludur.”

 

Diğer Dinler’e Göre Bahailik

Birçok kaynağa göre Bahai Dini, yeni dini akımlar arasında sayılmaktadır. Bazı görüşlere göre, 19.yüzyılda doğmuş, başlıca büyük dinler ve diğer inançları sentezlemeye çalışan hümanist ve barışçıl bir dinsel harekettir; bazılarına göre bir din sayılmamaktadır. Bahailiği bir din olarak kabul edenler arasında, tarihsel kökeni nedeniyle onu İbrahimî Dinler arasında sayanlar da vardır.

 

Başta 3 büyük Ortadoğu dini, yani İslam, Hıristiyanlık ve Yahudilik inananlarının Bahailik ile çatıştığı ve karşı olarak öne sürdüğü noktaların başında “son din, son peygamber inanışı” sayılabilir. Çünkü bu üç dinin mensuplarında da, doğru yolda olma, bir daha başka peygamber gelmeyeceği inancı görülebilir. Örneğin Müslümanlık’taki son din kavramı gibi, Hıristiyanlık’ta İncil‘de geçen “Alfa benim, Omega da Benim” -yani İlk benim, Son da benim- sözlerinden kaynaklanan sonluk inanışı, Musevilik’te (Yahudilik) de temelini Kutsal Kitap Tevrat’tan alan, Tanrı‘nın seçilmiş tek dini olma inancı vardır. Bahailiğe göre ise bu ifadelerin kastettiği şey, bu dinlerin peygamberlerinin aslında aynı dini ve aynı öğretileri diriltmekte olduğu; dolayısıyla dinlerin bu noktada birbiriyle çelişik olmadığıdır.

 

Bahailik, dünyada birçok ülkede resmi din olarak tanınmakla birlikte bazı yerlerde bu söz konusu değildir. Özellikle doğduğu ülke olan İran’da başlangıcından itibaren meydana gelen baskılar ve ölümler sonrasında, dünyanın birçok kıtasına Bahailerin göçü yaşandı. Bugüne kadar geçen 150 yıllık sürede bu göçler yüzbinlerle sayılabilecek kadardır. İran’daki Bahailer halen kamu hizmeti ve üniversite öğrenimi haklarından yoksun durumdadırlar.

 

 

Bahai Tapınakları

Chicago,Wilmette’deki Bahai MabediBahai Tapınakları, her dinden kimsenin sessiz olmak koşuluyla bildikleri şekilde ibadet edebilecekleri mekanlardır. Şimdiye dek her kıtada bir tane olacak şekilde 7 adet tapınak inşa edilmiştir. Bu tapınakların ortak özeliği, bir kubbeleri ve 9 girişleri olmasıdır (dünyada 9 dinin varolduğuna dair Bahai inancını yansıtır).

 

İlki Aşkabat’ta 1908’de inşa edilmişti. 1938’e kadar hizmet veren bu tapınak Sovyet rejimi tarafından ibadete kapatıldı; 1962’de bir depremle yıkıldı. Bu ilk tapınak; hastane, okul, hostel gibi başka bir çok birimi içeren bir kompleks idi.

 

1953 yılında ABD’nin Illinios eyaletinde Chicago’nun kuzeyinde bir Bahai mabedi tamamlandı. (Bakınız: resim)

 

Daha sonra inşa edilen tapınaklar sırasıyla şu ülkelerdedir: Uganda(Kampala), Avustralya (Sidney yakınında), Almanya (Frankfurt’un dışında), Panama (Panama City yakınında), Batı Samoa (Apia), Hindistan (Yeni Delhi)

 

En yeni Bahai Tapınağı olan Hindistan, Yeni Delhi’deki tapınak, 1986’da tamamlandı. Pek çok mimari ödül aldı.

 

Osmanlı Reformcuları ve Bahailik

 

Osmanlılar/Tanzimat Devri

1789 Fransız Devrimi’nden sonra Hürriyetçilik (liberalizm) ve Milliyetçilik gibi bazı ideolojiler Osmanlı İmparatorluğu’na da ulaştı ve 19. yy.’a kadar Avrupa, Osmanlılar için önemli bir rol taşımıyordu, ancak ondan sonra Batı’nın gelişmiş orduları, hızla gelişen teknolojisi ve siyasi ve kültürel fikirleri gittikçe iktidarda olanların ve entellektüel grupların ilgisini çekmeğe başladı. Avrupa artık medeniyetsiz değildi lâkin büyük bir tehdit ve aynı zamanda araştırmaya değer bir model olarak görülüyordu. Osmanlıların baştaki Batı’ya olan hayranı ve taklidi daha sonra Batılılaşmanın, kendi toplumunu yeniden tanımlamak ve düzenlemek kanaatına yol açtı.

 

1839-1876 senelerini “Tanzimat Devri” olarak tanıyoruz. Bu devirde Sultan II.Mahmud, I.Abdülmecid ve Sultan Abdülaziz iktidarlarında değişik alanda reformlar ilan edildi ve birkaç paşanın sayesinde gerçekleştirilmeğe çalışıldı. Reform Devrinin önemleri aşamaları, 1839’da Mustafa Reşid Paşa tarafından ilan edilen “Gülhane Hatt-ı Şerifi” ile başladı. Bu belge, sosyal haklar açısından herkese, hangi dine mensup olsa da, aynı hakları temin ediyordu. Gelecek 30 sene içinde bu ve daha sonraki belgelerin şartları yürürlüğe girecekti. Bu müddet esnasında, Mustafa Reşid Paşa başta olarak, Mehmed Emin Âli ve Keçecizade Mehmed Fuad Paşalar da önemli rol oynadılar. Âli ve Fuad Paşalar Bahai tarihinde iyi tanınan kişilerdir, çünki Bahaullah onlara, Kendisini ve başka Bahaileri, durumlarını hiç araştırmadan sürgün ettikleri için, şiddetli kelimeler yöneltmiştir.

 

Gülhane belgesinin ilanından hemen sonra reform çabaları, onlara karşı olanların çoğunluğu yüzünden durakladı, ama 1856’da Hatt-ı Hümayun veya İslahat Fermanı ilan edildi. Bu, birinci belgeyi tasdik ediyor ve yeni şartlar da koşuyordu, bilhassa Hıristiyanların haklarını vurguluyor, onlara sınırsız din hürriyeti ve sivil makamlar sağlıyordu. Âli ve Fuad Paşalar Tanzimat reformlarını ellerinden geldiği kadar gerçeklestirmeğe çalıştılarsa da etraflarındakilerden ve toplumdan gereken muvafakatı bulamadıkları için reformlar gene yavaş yürütülüyordu. Osmanlıların parasal ve idari sorunları, 1876 senesinde bir krizde sonuç buldular. O zamana kadar hükmeden Abdülaziz aklî dengesizliği ve müsrifliği yüzünden sorunlara çözüm bulamadı ve tahttan indirildi.

 

Yeni sultan II.Abdülhamid 1876 senesinde Kanun-i Esasi’yi ilan etti. Bu Türkiye tarihindeki önemli belge Tanzimat’ın şartlarını tekrarladı ve bir daha vurguladı. Bununla beraber, en önemli noktası olarak, Meşrutiyet’i yani bir anayasayı ortaya koydu ve demokrasi saltanatını takdim etti. 1877-78 Balkan krizi esnasında Abdülhamid Batı ülkelerine, absolütist yani mutlak monarşiyi kaldıracağına ve bir parlamenter demokrasi kuracağına söz verdi. Ancak sultan, Balkan krizinin karışıklığında Mart 1877’de açılan ilk Türk parlamentosunu 1878 senesinde belirsiz bir süre için dağıttı. İmparatorluk kanunen demokrasi saltanatıydı. Halbuki Abdülhamid 1909’e, Jön Türk devriminin sonrasına kadar mutlak hükümdardı. Tanzimat’ta eğitim alanında başlatılan reformlar birçok bürokrat, doktor, subay, yazar, vs. yetiştirdi ve bunlar Batı’dan her türlü liberal fikirleri benimsediler. Bu entellektüeller yavaş yavaş Osmanlı gelenekçiliğiden uzaklaşıp gitgide Batı eserlerine yöneldiler ve kendi yazıla-rında Osmanlı İmparatorlugu’ndaki siyasî, iktisadî, toplumsal ve dinî sorunlarını ele aldılar.

 

Tanzimat ve Yeni Osmanlıların Muhalefeti

Devlet görevlerinde çalışan ve Batı’da eğitim gören bu entelektüeller 1860-1870’li yıllarında Tanzimat reformlarını yürüten yüzeysel politikayı ağır eleştirdiler. “Yeni Osmanlılar” adıyla tanımlanan ve İttifak-ı Hamiyyet 1867’de kurulan grupta toplananlar, daha hür şartlar altında yaşamayı ve bir anayasayı (meşrutiyet) destekliyorlardi. Yeni Osmanlılar’ın en tanınmış üyesi şair ve yazar Namık Kemal (1840-1888) ve Ziya Paşa’dır (18. Bu kendi zamanlarına göre modern görüşlü ve devrimci gençlerin ortak gayeleri Avrupa’ya karşı olan ilgileri ve Osmanlı İmparatorlugu’nun çöküşünü durdurmaktı. Ortak düşmanları sultan değil, Âli Paşa (1815-1871) ve Fuad Paşa (1815-1869) idiler. Kendilerine göre bunlar İmparatorluk’daki yaşayan Müslümanları Batı’ya satıp, Avrupa ülkelerinin emperiyalizm esirleri ve Batı kültürünü körü körüne taklid eden kişilerdi. Yeni Osmanlılar’ın tek istedikleri şey, Osmanlıların hem Batı, hem de İslam kültürüne iştirak etmeleriydi. Tanzimat’ı yürüten paşalar parlamenter hükümeti reddederken, Yeni Osmanlılar değişik milletlerin böyle bir sistemdeki katılımını Müslümanlarda ve gayri Müslümanlarda aynı “vatan” duygusunu uyandıracağından emindiler. Böylece milliyetçiliğe karşı olan ilgi zayıflatılmış olurdu.

 

Görüşleri yüzünden bazı Yeni Osmanlılar 1867 senesinden sonra Avrupa’ya kaçmak zorunda kaldılar; 1871’de Âli Paşa’nın ölümünden İstanbul’a geri döndüler. Ancak Namık Kemal’in 1873’te “Vatan yahut Silistre” adlı tiyatrosunun büyük bir heyecan uyandırması ve Namık, Ebüzziya Tevfik ve Menapirzâde Nuri’nin bilhassa tahta iddiali olan Murad Paşa’yı destekledikleri için, Sultan Abdülaziz tarafından değişik vilayetlere sürgün edildiler. Böylece Namık Kemal Kıbrıs, Magosa’ya, Ebüzziya Tevfik Rodos’a ve Menapizâde Nuri Bey ile Bereketzade İsmail Hakkı da Akka’ya sürgün edildiler. Sürgünleri sırasında oradaki Bahailer’le temasta bulundular.

 

 

Yeni Osmanlılar ve Bahailer

Ebüzziya Tevfik Yeni Osmanlı Tarihi adlı eserinde, “Babiler”den yani Bahailerden, onların İstanbul’dan Rodos üzeri Akka’ya sürgün edildiklerinden bahsediyor ve şöyle yazıyor: Daha evvel Babî’lerden kimseler Rodos’a gönderilmiş, çünkü bizim Hükûmet kendisi için aldığı zabıta tedbirlerine kanaat etmeyerek, komşu Devletler için de zaptiyelik ederdi. Netekim sırf dinî inançla ilgili ve hiç bir vakit sünnîliğe saldırmasına imkân olmayan “Babi” mezhebini çıkaranlarla inananlarını da, Rodos’a, oradan da Akkâ’ya sürgün etmişti. Sırası gelmışken şurasını bildirelim ki, kırkbeş seneden beri Osmanlı topraklarında o-turmakta olan bu adamlar, mezhep ve dinî inançlarını kabul ettirmek yolunda, bir kişiye bile tekliflerde bulunmamışlardır. Hiç bir Osmanlı Babî olmamıştır. Çünkü Babî’lik, kim ne derse desin bir mezhep değil, fakat mezhep örtüsü altında bir siyasî inançtır ve sırf İrana mahsus inkilâp hareketlerile ilgilidir.

 

İşte bu kimselerden Bahaeddin Efendi isminde ve ihtimal halen hayatta bulunan bir zatın, insanlık göstermek gayreti sayesinde, Nuri Beyle Hakkı Efendiden, önce bir haber, sonra da yazdığımız mektuba cevap aldık.

 

Tevfik burada şüphesiz “Bahaullah” ismini “Bahaeddin” ile karıştırıyor. … Magosa’ya sürgüne gönderilen olan Namık Kemal, öyle görünüyor ki, orada daha cok Ezelîler’le temasta bulunmus; Ezelîler, Bahaullah’ın üvey kardeşi ve O’na karşı çıkan Mirza Yahya “Subh-i Ezel”in taraftarlarıydılar. Bir tarihçiye göre, Namık’ın en yakın arkadası ve “Kuleli Vak’ası”nın aslî faili Şeyh Ahmed Efendi, Kıbrıs’ta görünüşte Babiliğe veya Bahailiğe inanmış, ve Namık Kemal 1876’da yazdığı bir mektupta kendisinin de “Babi” olduğu söylentileri reddediyor.

 

Başka bir mektupta Magosa ve oradaki insanlardan anlattıktan sonra “Babiler”den şöyle bah-sediyor:

 

Gâh nübuvvet ve gâh ulûhiyyet davasında bulunan ve hatta haşa Cenâb-ı Hakk’ı kendi-leri yaratmış olmak zu’mlarına kadar çıkışan Babiler burada … Babiler hazarâtı, yevmiye nâmı ile memleket memurlarından ziyade maaş alıyorlar. Yiyorlar, içiyorlar; saye-i seniyyede Memâlik-i Osmaniyye’nin taksimine çalışıyorlar; hele Devlet-i Âliyye’nin kahr-ü izmihlaline duadan bir dakika hâli oldukları yoktur.

 

Ve daha başka bir mektupta Namık Kemal Babileri “eşerr-i mevcudât” (en kötü yaratıklar) olarak nitelendiriyor. Nitekim Süleyman Nazif’in Nasiru’d-Din Şah ve Babiler adlı eserindeki tespitlerinden, Namık’ın “eşerr-i mevcudât”la Ezelîler’i kasdettigini görebiliriz:

 

Kemal Bey’in Babileri “eşerr-i mevcudât” kabul etmiş olması Abbas Efendi’yi [Abdülbaha’yı] yalanlamaz. Çünki evvela Abbas Efendi Babilik’ten ayrılmış, hatta Allah’a sığınıyordu. İkincisi, Babileri Şark daima fena görmüş, fena anlamıştı. Bu mektup yazıldıktan yirmi küsür sene sonra bile, ben bir Fransız edibine Babiler hakkındaki fenaatımı izah ederken, onları “kana susamış bir çift siyah gözle kızıl bir hançer” görü-yordum. … Şu da doğrudur ki, Subh-i Ezel’in etrafı Babilerin fena ve soysuzlaşmış ta-kımıyla çevrilmiş idi. Kuvvet ve azamet Bahaullah tarafına gitmişti. Nasıl ki hala iyice yerleşmiş ve Avrupa ile Amerika’da itibar sahibi olan yalnız Bahaullah’ın mezhep ve tarikatıdır.

 

Nazif’in burada “Abbas Efendi Babilikten ayrılmış” demesinin anlamı, üvey amcası olan ve Bahaullah’ın peygamberliğini reddeden Subh-i Ezel’in ve “Babilerin fena ve soysuzlaşmış takımı”nın yaydıkları Babilikten ayrılmasıdır. Nazif aynı eserinde Namık Kemal’ın Abdülbaha ile mektuplaştığını söylüyor:

 

Bahaullah’ın oğlu Abbas Efendi ile iki sene önce [1917] Hayfa kasabasında görüştüğüm zaman, Kemal Bey’e birçok mektuplar ilettiğini ve fakat Sultan II. Abdülhamid zama-nında bir aralık takip ve araştırma edilmek endişesiyle bu mektupları yakmış olduğunu bana tam bir kederle söylemiş(ti)…

 

Namık Kemal Ezelîler hakkında kötü konuşmasına rağmen, kendisinden, “Gülnihal” adlı tiyatrosunu Subh-i Ezel’in oğlu Ahmed Ezel’e yazdırdığını ve tebyizi onun olduğunu ögreniyoruz. Süleyman Nazif, bazı Batılı tarihçilere göre Ziya Paşa Kıbrıs mutasarrıfı iken Subh-i Ezel ile buluşmuş ve Babiler ile Yeni Osmanlılar arasındaki temasların temelini atmış olmasına işaret ediyor, ancak bunu ıspatlıyacak deliller olmadığını söylüyor. Ayrıca Abdülbaha’nın Yeni Osmanlı hareketinde önemli rol alan Ziya Paşa ile tanışıklığı olduğundan söz ediyor. Şu kesindir ki, Abdülbaha, 1876’ta Meşrutiyet’i hazırlayan Midhat Paşa ile Beyrut’ta buluşmuş. Akka’da sürgünde olan Nuri Bey ve İsmail Hakkı Efendi’ye gelince, bunların Bahailerle şahsi ve iyi tanışıklıkları olmuş. İsmail Hakkı Efendi Yâd-ı Mâzi adlı hâtıratında Babiliği ve Bahai-liği olumlu bir sekilde ele alıyor ve “Mirza Abbas Efendi” yani Abdülbaha’nın “âlim, fâzil ve asrin ahvaline vâkıf soylu yüzlü bir zattir” oldugunu söylüyor. Ayrıca yabancı gazetelerde İran hakkında makaleler okuduğunu ve Bahai çocuklarına yabancı diller okuttuğunu zikredi-yor.

 

Biz Akka’da bulunduğumuz müddetçe, Bahâullah Efendi, kirayla oturduğu evde münzevî olup cemaattan baska kimseye görünmez olduğundan cemaatin işlerini Abbas Efendi idare ederdi. Abbas Efendi’nin tavir ve meşrebi incelenirse şeyhâne olmaktan çok siyasî bir tarz ve durumu andırdığı ortaya çıkar. Yabancı basında İran hakkında bir makale, dikkatli gözlerine tesadüf edince saatlerce, kendini vererek, düsüncelerini açıklar ve bundan o kadar tat alır ki, bütün bütün uykusunu ve rahatını ona feda eder. Bazen Arapça ve Farsça makaleler yazıp Fransızca tercümeleriyle Avrupa basınına gönderdiği olurdu. Sohbetinin ve insanlarla geçinmesinin güzelliği, cömertliği ve iyiliğiyle Akka’da halkın kalbini elde ettiginden oturdukları evin bulundugu meydancığın karşısında selamlık olarak kullanınan yerde, zengin ve fakir, Müslim ve gayri Müslim ziyaretçiler, sabah akşam eksik olmaz. Misafirlere lezzetli çaylar, Şiraz’ın en nefis tömbeklerinden nargileler ikram edilir. Pek çok olurdu ki, Abbas Efendi sur dışında bulunan bahçeler içinde satın aldığı bahçede bize ziyafetler verirdi. Birlikte çıkıp gezintiler yapılıp yemekler yendikten sonra yine birlikte kaleye dönülürdü.

 

Şerif Mardin’e göre İsmail Hakkı Efendi Akka’daki “Babiler”i ilkel görmüş ve ciddiye almamış, ancak İsmail Hakkı’nın söylediğine bakarsak bunun doğru olmadığını görüyoruz: “…avâmın anlattıklarını cemaatinin mâkul tavırlarına bakarak yalanlamaya layık görürüm. … Gerek cemaatin gerekse çocukların terbiyeleri, hakikaten takdire layıktır.” Yeni Osmanlılar, İmparatorluk’ta fazla değişim getirmedilerse de, düşünceleri ve fikirlerini kısa bir süre sonra “Jön Türk” adı altında toplanan ve bu sefer Sultan II. Abdülhamid’e karşı olan genç aydınlar miras aldılar.

 

Abdullah Cevdet ve Bahailik

Bunlardan biri Doktor Abdullah Cevdet’dir (1869-1932). Aile çevresinde aldığı dinî eğitimden sonra yüksek tahsilini İstanbul’da Kuleli Askeri Mekteb-i Tibbiye’de bitirdi. Burada, mevcut yönetime karşı yoğunlaşmış tepkiler olan bir ortamda, “…üc sene zarfında fikirler hayli uyandı ve idarei Hamidiyeye karşı dehşetli bir hareketi fikriye ve zemin hazırladı…”. 1889’da kendisi ve birkaç arkadaşı İttihad-ı Osmanî Cemiyeti’ni (İttihat Partisi )kurdular. Bu örgüt daha sonra İttihad ve Terakki Cemiyeti adını taşıdı. Tıbbiye’de okuyan gençler Batı ve özellikle Fransız ve Alman maddiyatçı filozofların eserlerinden etkilenerek, hayatı bir ilahî iradenin sonucu olarak değil, değişik biyolojik ve fiziyolojik mekanizmaların neticesi olarak görüyorlardı. “İttihad-ı Osmanî Cemiyeti başta biyolojik materyalizm olmak üzere karmaşık düşünsel etkilerden ve ‘vatanseverlik’ fikrinden etkilenen bir ögrenci örgütü durumundadır. Bu örgütte felsefi boyutun ağır basmasına karşılık Cemiyetin daha sonra tam bir siyasal örgüt haline geldiğini” özellikle 1906 senesinden sonra görebiliriz. “Üyelerin bir kısmının yeni Cemiyette de çalışmaları dışında düşünsel boyutlar açısından hiçbir ilgi bulunmamasıdır.” Cevdet’in ve diğer arkadaşlarının inandıkları felsefe Fransız filozof Auguste Comte’un kurdugu “Pozitivizm”dir (Olguculuk). Bu felsefeye göre insanlığın gelişimi din, metafizik ve son olarak ilim aşamalarından oluşuyor, yani insanlık son olarak dini terkedip sadece ilime inanacak ve bütün sorunları sadece bilimle çözecektir.

 

Abdullah Cevdet yogun siyasal faaliyetleri sonucu birkac defa sürgün edildi ve başka yerler arasında Fransa’ya da kaçmak zorunda kaldı. 20. yy. başından beri Bahailerin bulunduğu Paris’te Cevdet muhtemelen Bahailik’le temas etti. Cevdet’in 1904-1932 senelerinde yayınladığı ve halkı aydınlatma aracı olarak gördügü “İctihad” dergisinde, 1921 senesinin sonunda ve 1922’nin başında üç makale yayınlandı. Yazar Emin Âli “Bahai hareketi hakkında ilmî bir tetebbu” başlığı altındaki üç makalesinde Bahailik hakkında çok olumlu bir şekilde yazıyor. Abdullah Cevdet bu makalelere dayanarak İctihad’ın 1 Mart 1922 tarihli 144. sayısında “Mezheb-i Bahaullah – Din-i Ümem” başlıklı bir makale yayınladı. “Bir dünya dini olarak kabul edilmesini istedigi Bahailik hakkindaki” bu yazısında “peygambere hakaret ettiği ge-rekçesiyle önce tutuklanarak iki sene hapse mahkum edildi.” Cevdet bu makalesinde Bahailik hakkında şöyle yazıyor:

 

Bahailik bir din-i merhamet ve muhabbettir… Her din, merhamet ve uhuvvet tesisi için gelmiştir. Fakat bir insan hangi dinde olarak doğdu ise o dinde kalmasına hiç mani olmaksızın o insana, kendisini din olarak kabul ettirebilecek bir mahiyette bir din görülmemişdir. Bu din ancak, Bahaullah’ın ve oğlu Abdülbaha’nın va’z ve tesis ettiği din-i merhamet ve muhabbettir. Bahaullah: “İnsanlar arasında tohum-i nifak ekmekten, gönüllere reyb ve şüphe dikenleri dikmekten sakınınız. Selsebil-i saf-i aşkı bulandıracak, ıtır-ı muhabbeti uçuracak birşey yapmayınız. Hayatıma kasem ederim ki, siz aşk ve muhabbet icin yaratıldınız, kin ve nefret icin degil” diyor. Bu sübhani ve hakikaten rahmani söz, her asırda ve bilhassa bu asr-ı insaniyette söylenmesi ve tekrar edilmesi ve ruhlara derinden derine infaz olunması elzem olan bir sözdür… Beynelümem ve beynelbeşer muhabbeti, merhameti, sulhu bir âyin halinde koyan ve buna lazım gelen nur ve harareti veren bir mürşid, Hazret-i Bahaullah’tan evvel görülmedi… Bahaullah’ın tesis, Abdülbaha’nın tanzim ve neşrettigi Bahailik akil ile mütearız hiç bir fikri, hiç bir hükmü ihtiva etmemektedir. Yani Bahailik ziyâ-nisâr bir hararettir. Bir hareket-i muzlime ve gayr-i muzîe değildir. Bu seciyyesi onu cihan-ı şümul ve millel-i muhit bir âyin-i sulh ve muhabbet olmağa doğru götürmektedir… “Mum ışık-rîzdir: damla damla cevher-i hayatını aktırır, ta ki bu döktüğü yaşları neşr-i nur etsin. İşte bu, sizin için bir misal-i imtisal, bir timsal olmalıdır” diyen Abdülbaha hakikaten bir meşale gibi yanmış, binlerce meşa-leler îkad ettikten sonra başka cihanlarda yine yanmağa gitmiştir… Fakat bu kıvılcımdan ne kadar hararet ve nur intişar edebilir? Cihanı ısıtmak için Bahaullah’ın ruhundaki muazzam yangın lazımdır. Tenvir etmek ve aynı zamanda ısıtmak icin yanan ruhani ve rahmani bir yangın.

 

“Abdullah Cevdet’in gördüğü büyük tepkinin nedeni bizzat Sultan’ın bu olaydan dolayı kendisine kızmasıdır”. Bu tepkiler o zamanın muhafazakâr gazetelerinden de geldi. Cevdet mahkum edildikten “daha sonra ise giyaben verilen bu karara itirazi sonucunda Cumhuriyet döneminde de uzun süre devam edecek olan Türk basın tarihinin en ilginç yargılamalarından birisi başladı. Abdullah Cevdet kısa sürede olayı bir düşünce ve vicdan özgürlüğü sorunu haline getirerek bu konudan yararlandı. Olayın bu yönünün yanısıra Bahailiğin İmparatorluk kamuoyunda geniş biçimde tartışılmasına neden oldugu görülmektedir.” Tarihçi Şükrü Hanioğlu’na göre Cevdet, Bahailiği İslam ile Materyalizm arasında bir aşama olarak görüyordu. Hanioğlu’nun Bir Siyasal Düşünür Olarak Doktor Abdullah Cevdet ve Dönemi kitabındaki açıklamaları şöyledir:

 

“Toplum için yeni bir ‘ethic’ (ahlak) yaratma çabaları Abdullah Cevdet’i Bahailiği bu gö-revi ifa etmek için topluma sunmaya kadar götürmüştü. Kuşkusuz Bahailiğin pasifizme benzeyen içeriği Abdullah Cevdet’in bu mezhebe ilgi duymasında etkili olmuştu. Ancak, ruhban sınıfı ve ayinleri olmayan, nihaî amaç olarak dünya çapında sulhu benimseyen bu mezhep Abdullah Cevdet açısından toplumun dinin yerine biyolojik materiyalizmi kabul etmesi sürecinde olumlu gelişme sağlayacak bir basamak olarak kabul ediliyordu. Burada, Bahailiğin Abdullah Cevdet açısından daha evvel İslamin saf hali düşüncesinde olduğu gibi bir aşama olarak benimsediğini görüyoruz… Abdullah Cevdet’in bu düşüncesi nedeniyle karşılaştığı tepkileri görmüştük. Hukukî uygulamaların dışında Abdullah Cevdet’in gördüğü en sert eleştiriler ise gene İslam üleması tarafından kendisine yöneltilmişti. Bahailiğin, İslamiyetle hiçbir ilgisi bulunmadığını belirten bu eleştirilere karşılık Abdullah Cevdet, bir ‘ethic’ olarak düşündüğü bu mezhebi İslamın olumlu içeriğiyle destekleyeceğini … açıklamasına karşın bu çabasında başarı sağlayamadı. Zaten çok kısa bir süre sonra rejim değişikliği Abdullah Cevdet’e bu çeşit aşamalar yerine topluma biyolojik materiyalizmi dini ikame edecek bir kurum olarak sunma imkanı verdiğinden kendisi tekrar bu konudaki tartışmalara dönmedi.”

 

 

Günümüzde Bahailik

Günümüzde hareketi yönlendiren Umumi Adalet Evi ilk kez 1963 yılında kurulmuştur. Hareket islam ülkelerinde ilk yıllarda oldukça baskı altında kalmış olmasından dolayı islam ülkelerinde fazla yayılamamıştır. Bahailik özellikle Tanrı inancının oldukça zayıfladığı ve toplum düzeninin bozulduğu yerlerde günümüzde taraftar sayısını arttırma eğilimindedir. Ülkemizde dahil olmak tüm islam ülkelerinde Bahailik ayrı bir din olarak kabul edilmemektedir. Bu nedenlede herhangi bir islam ülkesinde Resmi ibadethaneleri yoktur. Nufüs cuzdanında Din Hanesi olan islam ülkelerinde Bahai yazılmamaktadır. Bahailik sapkın bir mezheo olarak tanıtılmaktadır.

 

İslam ülkelerindeki bu tavırlara rağmen Bahailik günümüzde içlerinde ülkemizin de bulunduğu dünyanın hemen hemen tüm ülkelerinde Bahai inancını taşıyan topluluklara rastlanmaktadır.Ülkemizde Bahailer genelde istanbul,Ankara gibi büyük kentlerde yaşamaktadırlar ve sayıları 20.000 civarındadır. Yaklaşık olarak dünyada 2.000.000 civarında Bahai bulunmaktadır.

|» “Dünya Dinleri” Sayfasına Dön! « |

Not: İçerik, “www.dunyadinleri.com”dan alıntılanarak derlenmiştir…

Dünya Dinleri, Bütün Dinler, Din, İslamiyet, Hristiyanlık, Alevilik, Sünnilik, Budizm, Musevilik

Sınavlara Hazırlık Arama Robotu
YGS & LYS TEOG KPSS TUS KPDS Ehliyet Sınavı PMYO JANA

Seçim esnek olup ilgili alanları seçiniz, Örneğin ehliyet sınavı için branş olarak matematik seçmeyiniz :)