30 Ağustos ve TÜRK Ordusu
(Hüseyin Nihal atsiz)
30 Ağustos deyince, tabii, akla hemen türk ordusu geliyor. Türk ordusunu düşününce de, insan, ister istemez geçmişin derinliklerine giderek bir savaşlar destanını gururla hatırlıyor.
Tarihimiz her şeyden önce bir kavgalar tarihidir. Eşsiz kahramanlıklarla, kumandanlık sanatının şaheser örnekleriyle dolu bir kavgalar tarihi ve tarihin seçkin ordusunun destanı…
Türk ordusunun ne zaman kurulduğunu, daha doğru bir deyimle, Türk savaşçılarının ne vakit ordu haline geldiğini, kesin olarak bilmiyoruz. Tarihin aydınlığına çıktığımız zaman ordumuz vardı. Hem de ne ordu?…Destana “Oğuz Han” diye geçen büyük imparatorumuz Tanrıkut Mete yahut Motun'un yarattığı o bulunmaz ve yenilmez ordu… Tanrıkut Mete, disiplinin bir ordu için yiğitlikten de üstün olduğunu anlamıştı. Tarihin en disiplinli ordusunu bu düşünceyle kurdu ve askerlerine öyle bir ruh aşıladı ki ne buyruk verse körükörüne yapılıyordu. O kadar ki, Tanrıkut buyruğu verdiği için servetleri olan atlarını ve sevgilileri olan nişanlıları ile evdeşlerini hedef yaparak vurmaktan çekinmediler.
Bugünün yumuşamış insanları, şüphesiz, böyle bir şeyi yapamaz ve yaptıramazlar. Fakat az kuvvetle çok iş yapmak, büyük devlet kurmak ve millet yaratmak isteyenlerin felsefesi de pörsük bir ruha dayanamaz. Tanrıkut Mete, Türk milletinin edebi disiplinini kurdu ve bütün dünyaya askeri disiplinin ne olduğunu, neler yapabileceğini gösterdi.
Disiplin, körükörüne itaattır ve körükörüne itaatta en büyük yaratıcı şuur gizlidir. Buhranlı anda, ölümün karşısında, tartışmakla hiçbir güçlük çözülemez. İtaat edilen yanlış karar bile, tartışılan doğru karardan daha verimlidir.
Mete'nin Hunlarının yiğitliğe ve nişancılığa ihtiyaçları yoktu. Lüzumundan çok cesur ve nişancı idiler. Mete, bu meziyetlere disiplini de ekleyerek Türk ırkını edebileştirdi.
Disiplin… Emir vermek gururu ve emir almak sarhoşluğu… Bu sarhoşluk müthiş bir şeydi ve içinde atom enerjisi gibi korkunç bir kuvvet gizlidir.
Hunlar, Tabgaçlar, Aparlar, Gök Türkler, Uygurlar, Karahanlılar ve Selçuklular hep aynı strateji ve aynı taktikle savaşıyorlardı. Ani baskın yapmak; yahut düşman saldırınca çekilmek ve onu üssünden iyice uzaklaştırıp yıprattıktan sonra kesin sonuçlu savaşa girmek. Düşmanla karşılaşınca ok yağdırarak ince ay şeklinde saldırmak, düşman dayanıyorsa yine ince ay biçiminde hızla çekilmek ve çekilirken geriye şaşmaz oklarla atış yapmak.
Bu ince ay, kovalarken de, kaçarken de düşmanı kıskaç içine almaya daima hazır bir metottur ve çok kere kapanarak onu yok etmiştir.
Savaş, bozkırların bir hayat felsefesi olmuştur. Henüz İslamiyet doğmamıştır ve Türkler ebedi cenneti henüz bilmedikleri gibi şehitlerin cennete gideceklerinden de haberleri yoktur. Öyle olduğu halde savaşta ölmeye can atarlar, evde ölmekten utanırlar, böyle bir ihtimal karşısında benizleri sararır.
Babadan oğula askerliğin, iyi savaşçı yetiştirdiği muhakkaktır. İnsan hayatında işbölümü gelişip toplum daha çapraşık bir durum alınca, Türkler de Tımarlı askerliği kabul ettiler. Bu daimi bir ordu demekti ve yüzyıllar boyunca çok verimli sonuçlar doğurdu. Tımarlı asker bir toprağın sahibi idi. Toprağın gelirini alıyor, fakat daima savaşa hazır bulunuyordu. Ölünce yerine oğullarından en iyisi geçiyordu. Osmanlıların, bir muamma ve mucize gibi görülen ilk fetihlerini, küçük toprak aristokrasisi bu Tımarlı ordu yaptı.
Mete'nin, büyük bir askeri felsefenin kurucusu olduğunu zaman ispat etti. Türk ordusu, Mete'nin prensiplerine sadık kaldığı müddetçe yenilmedi, yenilse de hemen toparlanmasını bildi. Mete'nin prensiplerinden uzaklaşınca bozgunlar kendini gösterdi.
Askerlik, fedakarlık ve feragat mesleğidir. Asker, şahsi kaprislerinden de feragat edecektir. Kumanda aldığı zaman bunu kayıtsız şartsız uygulayamayan insan, asker olamaz. Bu itaatta eşsiz bir güzellik vardır. Hoşuna gitmeyen şey karşısında herkes direnir. Bunu, en seviyesiz insan, hatta hayvan da yapar. Fakat hoşuna gitmeyi düşünmeden; zevkini, arzusunu, fikrini büyük bir prensip uğruna feda edebilen insan, en üstün insandır. Tarihimizde, disiplinin bozulduğu zamanların cezasını bozgunlarla ödedik. Son devrimizde ise, disiplinsizlikten başka yeni bir mikropla zehirlendiğimiz oldu: Siyaset! Bunun nasıl bir mikrop olduğunu ve neye mal olabileceğini Balkan Savaşı göstermiştir. Bütün dünyanın, Balkanları birkaç ayda perişan edecek sandığı Türk ordusu, subay kadrosuna giren siyaset mikrobu yüzünden korkunç bir bozguna uğradı. Siyasetin, nasıl kemirici bir mikrop olduğunu anlamak için 1913'te Balkanlılara yenilen bir ordunun, 1914-1918'de İngiltere ve Fransa gibi o zamanın şampiyonları karşısındaki şerefli ve destani savaşlarına bakmak yeter.
Çekirdek silahların ortaya çıktığı zamanımızda, askerliğin değeri kalmış mıdır diyenler var. Bunlar kasıtlı bozgunular değilse, karamsar gafillerdir. Askeri ruha sahip bir millet, aklın gerektirdiği şekilde hazırlanmışsa, birkaç atom bombası ile yenilmesine imkan yoktur. Küçük İsveç, atom silahları olmadığı halde atom savaşına hazırlanmıştır. Sığınaklarla, atom savaşı eğitimi ve gerillacıları ile…
Çekirdek silahlı düşmanın saldırısına uğrayan Türk ordusu ne yapar? Kendisinin de aynı silahları varsa mesele yok. Aynı cinsten silahları yoksa, dağlara ve mağaralara dağılarak tarihin en şanlı ve kanlı, en uzun ve çetin savaşını yapar.
İngilizler, Fransızlar Çanakkale'ye saldırdığı zaman, o üstün silahlar karşısında, o maneviyat ve o eğitim karşısında, Balkan Savaşı'ndan çıkmış Türk askerinin bir şey yapamayacağından emindiler. Hatta Türk ordusundaki Alman subayları da aynı düşüncede idiler. Fakat Enver Paşa'nın sıkı disiplini ile bir buçuk yılda hazırlanan ordu, yetişkin ve fedakar subayların kumandasında, bire karşı iki ölerek, onları durdurup kaçırdı. Çünkü ruhlarını zafer inancı sarmıştı. Fakat ruhlarında zafer inancı olmayan Fransızlar, Majino'nun arkasında oldukları halde Alman saldırışı karşısında 12 günde yere serildiler.
30 Ağustosu anarken, bir inanç gücünün kazandırdığı zaferi düşünüyor ve ona başlangıç olan 26 Ağustosu da hatırlıyoruz. 26 Ağustos, 40.000 kişinin 100.000'i darmadağın ettiği başka bir inanç savaşının Malazgird'in de yıldönümüdür. Ve doğrusunu isterseniz, Türkiye Türklerine yakışan asıl bayram 26-30 Ağustos günlerinin bayramıdır.
30 Ağustosu anarken, onun şehitlerini ve bütün savaşların şehitleri olan elli milyon kahramanı kutluyoruz. Milletimizin özü olan ordumuzu ve onun şeref tablosunu düşünüyoruz. Subaylarımızın Tanrıkut Mete ordusu subayları kadar çelik iradeli olmasını diliyoruz askerliğin zorlaştığı çağımızda, subay ve astsubaylarımızın daha çekirdekten yetişmesini istiyor, bu sebepten askeri okullarımızın kapatılması yolundaki hareketleri üzüntüyle karşılıyoruz.
Hayat savaştır. Ölümden korkanlar yaşamasın. Bayraklar, nasıl kanlandıkça bayrak oluyorsa, toprak nasıl kanla sulandıkça vatan haline geliyorsa, toplumlar da ölmesini bildikleri nisbette millettirler. Ölümden ancak hayvan ve hayvanlaşmış insan kaçar. Ölümlerin en güzeli ise, yurt ve şeref uğrunda ölümdür. İçimizi sızlatan şehitlerimiz aynı zamanda övüncümüz ve sevincimizdir de…
Bu yazı, Türkçülerin, Türk ordusuna, onun elli milyon şehidine ve yarınki şehitlerine saygı duruşudur.
Nihâl Atsız, Milli Yol Dergisi, 31 Ağustos 1962, Sayı: 31
Kaynak: Nihal-Atsız.Com