Anka’nın Kanatları-Karamits’in Tutsakları (3. Kitap)

ISBN 978-605-356-183-5

Yayınevi: Bu Yayınevi

Yazar: Ayşe YAMAÇ

Not: Bu kitap bu yayınevinden izin alınarak sitemizde yayınlanmış olup kopyalanıp dağıtılması yasaktır.

Anka’nın Kanatları-Karamits’in Tutsakları

Beyaz değil, masmavi bir buz kütlesi üzerinde durmadan kayıyordu. Güneşten gözleri kamaşmış, havanın soğukluğundan değil de susuzluktan çatlamıştı dudakları. Kaydığı buz kütlesinin altından kulağına su şırıltıları geliyordu ama ne kaymasını durdurabiliyor ne de suya ulaşabiliyordu.
–Bu buz kütlesinin bir parçası olarak sonlanacak yaşamım sanırım, diye mırıldandı.
Sesi ve bedeni, önünde beliriveren kayaya çarptı. Kulaklarında uğuldayan kendi sesinin yankısıydı. Kısa bir süre sonra kendinden geçti.
Garip bir su kütlesinde gözlerini açtığında sıcaktan haşlanmak üzereydi. Derin bir nefes alıp içinde bulunduğu durumdan nasıl kurtulacağını düşünüyordu ki suyun birden donma noktasına geldiğini duyumsayıp titredi. Hemen sonra yeniden kaynar olan ve soğuk sıcak döngüsü sürekli olan su kütlesinden çıkmak bir yana kımıldayamıyordu bile.
Kimin ya da kimlerin eline düştüğünü bilmiyordu ama iyi niyetli canlılar olmadığı belliydi. Çevrede görünen kimse de yoktu. Her yer buz mavisiydi, tavandaki sivri buz sarkıtları bile.
Mavi buzdan bir mağara burası ama içinde bulunduğum deniz, göl ya da havuz irisi su kütlesi, insan eliyle oluşturulmuş gibi. Suyun değişen ısısının dışında bedenime dokunan bir çıkıntı yok, diye düşündü.

Gözleri yanıyor, kısa aralıkla sarkıt ve dikitlere bakıp yeniden kapanıyordu. Nasıl düşmüştü buraya? O yalnızca kayak yapmak istemişti, hem de pistin dışına çıkmadan.
Beş arkadaşıyla Güneş sistemi, gezegenler, kara deliklerle ilgili bir araştırmaya katılmış, başka gezegenlerde yaşam olasılığı ve suyun bulunabileceğiyle ilgili çalışmalarıyla büyük ödülü kazanmak istemişlerdi. Ödülse arkadaşlarıyla bir haftalık Uludağ tatiliydi ama henüz ne araştırmaları tamamlanmış ne de ödülü kazanmışlardı.
En son anımsadığı, Saklıkent’te babasıyla dağdan aşağıya kayarken gözlerini mavi bir ışığın aldığı, sonra da mavi bir buz kütlesinin üstünde tek başına kaymaya başladığıydı.
Gözleriyle bedenini taradı; üzerinde kayak giysileri, başında da kaskı vardı. Kendisine gerçek gelen tek görüntü de buydu zaten.
Bütün gücünü sesine vererek bağırmaya çalıştı ama su kütlesinin üstünde hava kabarcıkları oluşturmanın dışında bir işe yaramadı çabası. Sonra kabarcıklar çoğaldı, çoğaldı; ağzından, burnundan içeri dolduktan hemen sonra belleğinde, daha önce duymadığı garip sözcüklere dönüştü:
–Ceres, Sermes, Kermes, Cücenus, Kaymatlos, Karamits…
Bunlar da ne demek acaba, bana ne söylemek istiyorlar, diye düşündü. Mademki düşüncelerine giriyorlar, aklından geçen soruları da okuyup yanıt verebilirlerdi.
Baloncuklar iki üç sözcüğü yineleyip durmaya başladı sonra:
–Serez, Ceres, Karamits, Serez, Karamits, Serez, Karamits…
Belleğini biraz zorlayınca “Serez” sözcüğünün pek de yabancı olmadığını anladı. Araştırmaları sırasında yeni bulunan bir cüce gezegene bu adın verildiğini öğrenmiş hatta orada su kütlesi bulunabileceğiyle ilgili düşüncelerle heyecanlanıp araştırmaya da koyulmuştu ama araştırmanın henüz başında sayılırdı.
Yoksa… Yoksa Serez’de miyim, diye düşündü ama bunu aklından hemen uzaklaştırmak istedi. Böylesine olanaksız bir düşünce, ancak benim gibi bir hayalperestin aklına gelir zaten. Saklıkent neresi, Serez neresi? Uçup da düştüm desem Antalya’ya düşerim hem, dünyanın başka bir ülkesine bile değil! Kaldı ki bir cüce gezegene gitmek… Sanki ışınlanmanın olabileceği bir zamandayız da… Yok yok, ben akıllanmayacağım anlaşılan! Geçmiş zamanlara gitmek neyse de geleceğe gitmek, hem de bir başka gezegene! Bu kadarını Anka bile beceremez!
–Serez, Simurg, Karamits, Serez, Simurg, Karamits…
–Tamam, Simurg’u anladım, Anka’nın bir başka adı, Serez de cüce gezegen olsun ama Karamits ne?
–Simurg, Karamits, Karamits, Karamits…
–Delireceğim ya! Biri burada ne aradığımı ve Karamits’in ne olduğunu açıklasın bana!
Ağzından çıkan kabarcıklar suyun üstünde yayılıyor, sonra da sabun köpüğü gibi yükselip tavandan sarkan buz kütlelerine yapışıp kalıyordu.
–Çok garip hatta garip ötesi! Bu anı daha önce yaşamış gibiyim ama ne zaman ve nasıl? Neden beynim durmuş gibi? Neden bana tanıdık gelen bu olayları, sözcükleri çözemiyorum? Bu nasıl bir bilmece? Üstelik bir donup bir haşlanmaktan beynim pelteye döndü.
Bir anda su ılıklaştı. Biraz bekledi yine değişecek mi suyun sıcaklığı diye ama değişmeyince, Demek ki düşüncelerimi okuyorlar, diye düşündü.
–Simurg, Karamits, Simurg, Karamits…
–Yine aynı sözcükler… Ne demek istediğinizi açıkça anlatsanız da ben de ne yapacağımı düşünebilsem!
Ağlamak istiyor ama onu bile yapamıyordu. Ağzından kabarcıklar halinde düşüncelerini çıkarmanın dışında kımıldayamıyordu bile.
–Anladım, beni tutsak ettiniz de bir de nedenini anlayabilsem!
–Karamits, Karamits….
Sözcüğü hecelemeye, bir anlam bulmaya çalışıyordu durmadan:
–Ka-ra-mits… Kara-mits… Kara… Bir kara delikten mi söz ediyorlar yoksa mitolojinin karanlık bir döneminden mi? Karanlık çağın bir efsanesi de olabilir, kötülüklerin nedeni olan bir kara kralın adı da. Ama ne, ne?
Suyun birden aşırı ısınmaya başlamasıyla çığlık atmak istedi ama yoğun bir kabarcık ordusu tarafından çevreleniverdi yine.
–Ah, Anka! Neredeysen bul beni!
Düşüncelerinin kara kabarcıklara dönüşüp sarkıtlara yapışmasıyla kötü olaylar zincirinin bir parçası olduğu, Anka’nın da bu zincirin bir halkasına tutsak olabileceği geldi aklına. Suyun yeniden buz gibi olmasıyla dişlerinin takırtısı başlamış, hemen sonra da kendinden geçmişti yine.
Gizemli olaylar, o bilimsel araştırmayla başlamıştı aslında ama Zeynep inanmak istememişti. “Geceleri kendimi kara deliklerin içinde buluyorum,” diyen Utku’ya kahkahalarla gülmüş, “Beni de götür, çok merak ediyorum!” diye de eklemişti.
–Şaka yapmıyorum Zeynep! Kâbus gibi uykularım.
Onun sözlerini şaşkınlıkla dinleyen Fuat da benzer sözler söylemişti:
–Al benden de o kadar! Geceleri gezegenler arasında yolculuğa çıkıyorum sanki!
Şaka yapmadıklarını anlayan Zeynep şaşırmıştı:
–Doğru dürüst anlatsanıza arkadaşlar, gerçekten merak etmeye başladım!
Caner atılmıştı hemen:
–Aman sen merak etme Zeynep! Bizi kayalıklara kadar izlediğin gün başımıza gelmeyen kalmamıştı.
–Sizi kurtardığımı ne çabuk unuttunuz? İzlemeseydim, o kayalıkta kırdığın bacağını arıyor olacaktın şimdi.
–Orası doğru ama işin içine sen girince bir kez daha düşünmek gerek!
–Tamam, siz düşünedurun. Ben gidip kütüphanede biraz araştırma yapacağım. Yoksa ödülü kara delikler yutacak.
Kütüphaneye doğru yürürken arkasından arkadaşlarının gülüşünü duydu. Kendisini korkutup kaçırmaya çalıştıklarını düşünerek yüzüne yayılan gülümsemeyle kitap rafları arasında dolaşmaya başladı.
Uzay bilimleriyle ilgili bir kitaba uzandığı sırada cep telefonu çalmış, sesini kapatmayı unuttuğu için kendisine kızarak telefonu çantasından çıkarmaya çalışmış, bu sırada elinden düşürdüğü kitabın sayfaları arasından kara tüyler dökülmüştü yere. Korkuyla tüylere bakıp kaldığı sırada kütüphane görevlisi seslenmişti:
–Zeynep, kütüphaneye girmeden önce telefonunun sesini kapatman gerektiğini bilmiyor musun? Yoksa tümden yasaklamamız mı gerekiyor?
–Ö… Özür dilerim, diyerek telefonu tümden kapatmış, titreyen elleriyle kitabı alıp bir masaya çökerken diğer masalarda oturan birkaç kişinin kendisine öfkeyle baktığını görmüştü. Onlara aldırmamaya kararlı olsa da titreyen ellerini masanın altına gizlemeye çalışmaktan yorulmuş, araştırma isteği de yok oluvermişti. Usulca kalkıp kitabı eve götürmek için görevliden izin isteyerek çıktı. O durumda arkadaşlarına görünmek istemediğinden doğruca evin yolunu tuttu.
Kara tüyleri gördükten sonra arkadaşlarına hak vermeye başlasa da bunu onlara belli etmemeye karar verdi. Araştırmadan vazgeçmelerini göze alamazdı, özellikle de kayalıklarda verdikleri ölüm kalım savaşından sonra. Kim bilir, bu kez neler yaşayacaklardı?
“Umarım, arkadaşlarımın başına yine kötü bir olay gelmez!” diye mırıldanarak içeri girip doğruca odasına yöneldi. Kitabı çalışma masasının üstüne bırakıp yatağına uzandı, düşünmeye koyuldu.
Çağ kapısı kapandıktan sonra orada yaşadıklarının çoğunu unutacağı söylense de hepsini anımsıyordu Zeynep: Anka’nın yolunmuş tüyleri, yüz gözlü canavar Argos, Zeus’un insanı titreten gücü, Afrodit’in güzelliği, Hermes’in lir çalışı, Hera’nın yaptıkları, Argos’un gözlerini kuyruğunda taşıyan tavus kuşu, inek kılığındaki İo ve hepsinden önemlisi de arkadaşlarının devinimsiz durumları ve yaşadığı korku… Hangisini unutabilirdi ki?
Ortaçağ’da Galileo’yu kurtarmak için Engizisyon Mahkemeleri ve kara kuşlarla savaşımın her saniyesi de aklındaydı, İpek’le İtalya’da gördüğü güzelliklerle Vezüv’ün patlamasıyla yaşanan felaket de.
Bakalım bu kez neler yaşayacağım, Anka yanımda olup bana yardım edecek mi, diye düşünürken uyuyup kaldı yatağın üstünde.
–Zeynep! Kocaman kız oldun, okuldan gelince formanı çıkarman gerektiğini hala öğrenemedin kızım, diyen annesinin sesiyle uyandığında hava kararmak üzereydi.
–Anne, çalışırken uyuyakalmışım. Yaptığımız araştırma önemli de…
–Çalışma demiyorum ki yavrum! Üstünü değiştirip eşofmanlarını giydikten sonra daha rahat çalışırsın. Hem böyle ce forman kırışmamış olur, sen de yeniden ütülemek zorunda kalmazsın.
–Sorun değil anne. Yemekten sonra ütüleyiveririm.
–İyi öyleyse kalk da yemeğimizi yiyelim.
–Babam geldi mi?
–Çoktaaan! Ben yemeği hazırlarken o da masayı kuruyordu. Prensesimiz için hizmette sınır yok, anlayacağın.
–Sağ ol anneciğim de şu iğnelemelerin de olmasa…
–Eee, o da işin tuzu biberi!
Annesini daha fazla söyletmemek için kalkıp üstünü değiştirdi. On dakika sonra da yemek masasındaydı.
–Dünya’dan Mars’a… Dünya’dan Mars’a…
–Baba! Sen de mi?
–Yemekte ağzını bıçak açmıyor Zeynep, ne yapayım? Bugün seni telefonla aradığımda da hemen kapatıverdin. Hayırdır, neler oluyor?
–Sen mi aramıştın baba? Kütüphanedeydim o sıra. Telefonu sessize almayı unuttuğum için bir de fırça yedim görevliden. O sırada kapatıvermiştim. Senin aradığını bilmiyordum.
–Araştırma konun çok önemli anlaşılan. Dünya’dan seni böyle kopardığına göre…
–Evet baba. Sonunda büyük ödül var: Uludağ gezisi.
–Yalnızca gezi için araştırma yaptığını söyleme, inanmam Zeynep! Araştırma senin ruhunda var.
–Bundan yakınıyor musun baba?
–Hayır, tersine hoşuma gidiyor ama kendini de bizi de unutmazsan…
–Umutmam baba, merak etme! Hem unutsam bile hemen anımsatacağınızdan kuşkum yok!
–Ha şunu bileydin!
Üçünün de gülüşleriyle yemek tamamlanmış, Zeynep çalışmak için izin isteyerek odasına çekilmişti. Kütüphaneden aldığı kitaba göz atmanın tam sırası olduğunu düşünüyordu.
Okuduğu kitaptaki bilgiler, bildiklerinden çok da fazla değildi. Daha çok bilgiye gereksinimi vardı onun. İnterneti de deneyecekti ama önce kıyıda köşede kalmış, internete henüz yüklenmemiş bilgilerin peşindeydi. Bütün kitapları satır satır internete yükleyecek değillerdi ya! Üstelik internet her an elinin altındaydı, kuşkusuz rakiplerinin de.
Kitap kucağında düşünmeye başladı. Koskoca evrende yalnızca bir tek Güneş sistemi olması, pek de mantıklı gelmiyordu. Gerçi yıldızların kendi ışığı olduğundan her birinin bir güneş olduğunu biliyordu ama onun öğrenmek istediği hangisinin çevresinde gezegenler, bu gezegenlerin hangisinde yaşam olduğuydu. Oralarda bir yerlerde yaşam olduğuna inanıyordu ama bilimde inanca değil, kesin kanıtlara gereksinimi vardı. Bu konuda bilim dünyasında bir gelişme olduğunu duymamış, okumamıştı.
Anka’yı yardıma çağırsam yaşam olan gezegenlerden birine götürebilir mi beni acaba, diye bir düşünce geçti aklından. Bundan kuşku duymasının nedeni, yaşadıkları iki serüvende de dünyanın dışına çıkmamış, yalnızca çağ değiştirmiş olmalarıydı.

<!–nextpage–>

Kalkıp bilgisayarı açtı. Arama motoruna “uzayda yaşam” yazıp hemen altında beliren yüzlerce başlıktan birini tıkladı.
Okuduklarından, kendi düşüncelerinde yalnız olmadığını görüyor, bundan da hoşnut oluyordu: Ufolar, çeşitli formatlarda uzay canlıları, dünyaya düştüğü ileri sürülen bir uzay gemisi ve NASA tarafından incelendiği öne sürülen insan benzeri garip iki yaratık, tarlalarına uzay gemisinin indiğini söyleyen, uzaylılar tarafından kaçırılıp geri getirildiğini anlatan insanlar…
Okudukları, tam da düşündüğü gibiydi. Bazıları, UFO sanılan ışıklı kürelerin haberleşme uyduları, diğerlerinin de safsata olduğunu söylese de Zeynep’in düşünceleriyle uyum içindeydi. Evrenin büyüklüğünü düşünüyor, Dünya’nın bir nokta kadar yer aldığı bu sonsuz boşlukta yalnızca Dünya’daki canlıların yaşadığına inanmıyordu.
–Kızım, yat artık! Çok geç oldu! Sabah kalkamazsın yine!
–Tamam anne, yatıyorum! İyi geceler!
Saate baktığında annesinin haklı olduğunu anladı. Saat gece yarısını çoktan geçmiş, okuduklarının etkisiyle zamanı ayrımsayamamıştı. Bilgisayarı kapatıp yatağına uzandığında uzayda yaşam konusu bir süre daha düşüncelerinde dolaştı, sonra da uyuyup kaldı.
Annesinin sesiyle gözlerini açtığında hiç dinlenememiş gibiydi.

–Biraz daha uyuyayım anne, lütfen!
–Kızım okula geç kalacaksın! O kadar geç yatmasaydın! Kaç kez de uyarmıştım üstelik!
–Tamam anne, kalkıyorum, diyerek başını yastığın altına gömdüğünde Anka’nın burnunu gıdıklayan tüyü hem uyanmasını hem de gülümsemesini sağlamıştı.
–Pencereyi açayım da okula giderken kapat Zeynep! İçerisi çok havasız!
Annesinin sözleri, beyninde bir şimşek çakmasına neden oldu.
Buldum, hava! Havanın olabileceği gezegenleri araştırmalıyım.
Aklına gelen düşünce, keyfini yerine getirmişti. Dili damağına yapışmış bir durumda mutfağa koşup bir bardak suyu hızla yudumlarken:
–Su, diye bağırdı.
–Su elinde kızım, içiyorsun ya!
–Sonra anlatırım anne. Araştırmamla ilgili…
–Peki, diyen annesi, onun koşar adım odasına yöneldiğini görünce gülümseyip:
–Çocuk olmak ne güzel, diye mırıldandı.
Cep telefonunun ajandasına “Su, hava” yazıp kaydeden Zeynep, annesinin söylediklerini duymuştu. Mutfağa girip masaya otururken:
–Ben çocuk değilim anne, diye uyardı.
–Tamam, gençsin, diye gülümsedi annesi.
–Evet, şimdi oldu!
–Ah, sen yokmusun, sen!
–Ben olmasam olmazdı ki, diye gülerek annesinin hazırladığı tabaktaki kızarmış ekmeğe uzandı.
–Babam yine mi erken çıktı?
–Evet, acilden çağırdılar. Sanırım bir kaza olmuş.
–Keşke babam doktor olmasaydı!
–O niye?
–Birlikte bir kahvaltı bile edemiyoruz da ondan.
–İnsanların yaşamını kurtarıyor, onları sağlıklarına kavuşturuyor kızım. Kolay bir iş değil. Üstelik onca yıl okumuş doktor olmak için. Babanın yanında böyle deme, üzülür sonra.
–Onu sevdiğimden dediğimi biliyorsun anne. Ne bileyim, öğretmen, bankacı, senin gibi memur hatta bakkal bile olabilirdi. En azından sabah akşam birlikte olurduk.
–Sevdiklerimiz her zaman yanımızda olamasa da sevgileriyle yanımızdadır.
–Filozof annemden inciler…
–Zeynep!
– Ne var anne?
–Okula geç kalıyorsun, diyecektim de…
Duvardaki saate göz atınca elindeki yarım dilim ekmek düşüverdi. Hemen çıkmazsa ilk dersi kaçıracaktı. Kapının yanındaki çantasını kaptığı gibi çıkarken annesinin kapıya çarpan sözlerini duydu:
–Formanı ütülemeyi de unutmuşsun!
Üstüne baktı. Hiç de ütüsüz gibi değildi. Tamam, bir gün önce onunla uyuyup kalmıştı ama fazla kırışmamıştı.
–Sağ ol sevgili formam, derken hem koşar adım yürüyor, hem de gülümsüyordu.
–Oho! Önüne baksana kızım! Bu ne hız? Beni devirecektin neredeyse!
Teknoloji ve Tasarım Öğretmeni Lale Hanım’a bakıp kalmıştı. Okulun kapısından hızla gireceğim derken onu görmemişti.
–Ö… Özür dilerim öğretmenim! Geç kaldım da…
–Yok, henüz kalmadın ama böyle kapıda dikilip kalırsan o da olacak. Haydi fırla!
Onun gülümseyen yüzüne bakınca içi sıcacık oldu Zeynep’in. Öğretmenliğe yeni başlayan Lale Hanım, bütün çocukların sevgilisiydi. Şen şakrak, çocuklarla hep arkadaş, ufak tefek, esmer yüzünde gülümsemeler oynaşan bir lise öğrencisi gibiydi. Araştırmaya da Lale Öğretmen sayesinde katılmıştı zaten.
Yeniden koşmaya başlarken öğretmen arkasından seslendi:
–Kimseyi devirmeden ama…
Utku ile de kapıda çarpışıp sınıfa girdiğinde koşmaktan kızaran yüzünde çilleri bile gülümsüyordu.
–Uzay bilimleri uzmanımız da geldi işte! Hem de fırtına gibi, diyen Utku’ya:
–Adımı Sarı Fırtına koyan siz değil miydiniz, diyerek yerine geçti. Daha nefesini bile toplayamadan öğretmen sınıfa girmiş, ders başlamıştı.
Caner fısıltıyla:
–Yeni bir gelişme var mı, diye sordu.
Onu yanıtlayamadan öğretmenin uyarısı gelmiş, Zeynep de hayır anlamında başını sallamakla yetinmişti.
Yabancı dil dersindeydi ama aklını derse verdiği pek söylenemezdi. Uzayda yaşayan canlıların hangi dili kullandığı sorusuna takılıp kalmıştı bu kez de. Acaba sesli bir dilleri var mıydı, yoksa işaretlerle mi anlaşıyorlardı? Görünüşleri insana mı, yoksa başka bir canlıya mı benziyordu? Samanyolu’nda mı, yoksa başka bir yıldız kümesinde miydiler? Dost mu, düşman mıydılar?
Öyle çok soru dolaşıyordu ki aklında, dersin nasıl geçtiğini, zilin ne zaman çaldığını bile anlamadı. Herkesle dışarı çıkarken peşini bırakmayan Caner’e, çok geçmeden Utku ile Fuat da eklenmişti.
–Geçen yıl farklı okullarda olmamızın ne büyük rahatlık olduğunu şimdi anlıyorum, diyerek takıldı arkadaşlarına.
–Gel onu bir de bize sor!
–Yanılan Şam’dan döner, demişler.
–Şam yakın, uzaydan dönsek…
Utku’nun sözlerine gülemedi bu kez:
–Ne o? Araştırmadan sıyırmaya mı çalışıyorsun?
–Uykularımı geri istiyorum desem…
–İstersen hastaneye yollayalım yine seni. Orada hiç kıpırdamadan epeyce uyumuştun nasıl olsa!
–Zeynep, ben çok ciddiyim! Her gece kâbuslarla boğuşmaktan yoruldum.
–Bunun araştırmamızla ne ilgisi var Utku?
–Gündüz konuştuğumuz, okuduğumuz ya da internette araştırdığımız her bilgi, korku filmine dönüşüp beni içine alıyor her gece.
–Şunu doğru dürüst bir anlatsan Utku… Gerçekten merak etmeye başladım.
–Bir gece Mars’ta çılgın yaratıkların tutsağıyım, bir gece Jüpiter’de bir korku tünelinde. Daha nesini anlatayım?
–Çok garip! Ben de durmadan araştırıyorum ama uykumda gezmeye gittiğim hiç olmadı.
–Bu olmayacak demek değil ki! Fuat, sen de anlatsana…
Fuat, Utku’yu onaylarcasına anlatmaya başladı:
–Doğru söylüyor. İkimiz de benzer düşleri görünce bunun bir düş olmadığından kuşkulanmaya başladık. Biri ya da birileri, uzayda yaşam hakkında araştırma yapmamızı istemiyor gibi!
–Tam tersi de olabilir, yapmamızı çok istemeleri yani. Neyse tamam, siz yalnızca Güneş sistemi ve gezegenlerle ilgili bölümü araştırın. Uzayda yaşam, benim alanım olsun.
–Bak, buna karşı çıkmam işte!
Utku’nun sözlerine Fuat’tan önce Caner atılmıştı:
–Buna ben de bayıldım! Gerçi henüz hiçbir konuda araştırmaya başlamamıştım ama…
–Size kolay gelsin o zaman! Ben korkmuyorum. Bir daha da kızların korkaklığı hakkında bir söz duyayım ağzınızdan…
–Ee?
–Sonrasını siz düşünün artık!
–Yok yok, seninle boy ölçüşmeye hiç niyetim yok Zeynep. Benim derdim bizimkilerle. Korkak çocuklar gibi oldum. Her gece annemin başıma dikilip neden bağırdığımı sorup durmasından usandım!
–Ben de ışığı açık bırakarak uyumaktan…
Utku ile Fuat’ın sözleri, Zeynep’i düşündürmüştü. Onların kolay kolay korkacak insanlar olmadığını biliyor, içindeki soru işaretleri çoğaldıkça çoğalıyordu. Caner’in gözü de onların anlattıklarından fal taşı gibi açılmıştı zaten.
–Tamam, arkadaşlar! Anladığım kadarıyla sorun gerçekten önemli. O bölümü bana bırakın, nasıl olsa araştıracağımız konu çok geniş. Her birimiz ayrı konular üzerinde yoğunlaşırsak daha verimli bir çalışma olur.
O sırada zil çalmış, konuşmayı noktalamak zorunda kalmışlardı. Derse girerken Zeynep’in aklı fikri arkadaşlarının anlattıklarındaydı.
–İş başa düştü yine, diye mırıldandı. Kuşkusuz sana da Anka!
–Kiminle konuşuyorsun Zeynep?
Birden sesli düşündüğünü anlayıp kızardı:
–Özür dilerim öğretmenim. Sanırım sesli düşündüm.
–O zaman düşüncelerini bizimle paylaşmaya ne dersin? Özellikle de İkinci Viyana Kuşatması ve Karlofça Antlaşması hakkında olanları…
Eyvah, şimdi yandım işte, diye düşündü. Utku ile Fuat’ın anlattıklarına takılmış, dersi dinleyemişti. Tarih dersini pek sevdiği de söylenemezdi zaten. Durmadan savaşlar, yengiler, yenilgiler, antlaşmalar, tarihler… Öyle çok karışıyordu ki kafası!
Onun dinlemediğini anlayan öğretmen, fazla üstelemeden oturmasına izin verse de dinlemenin anlamadaki önemi üzerine uzun bir söylev çekmekten geri durmamıştı.
Okuldan sonra arkadaşlarını kendi araştırmaları içinde bırakıp eve dönmüş, bilgisayarda su ve hava olma olasılığı bulunan gezegenleri incelemeye koyulmuştu. Araştırmasının anahtarı, su ve havaydı artık, onlar varsa yaşam da var demekti.
Araştırmaları sırasında okudukları, düşüncelerinde yanılmadığının bir göstergesiydi sanki. Önündeki paragraftaki sözcükler sanki hareketlenmiş, her biri bir canlıya dönüşmüştü:
“ ‘Gezegen avcısı’ olarak adlandırılan 600 milyon dolar değerindeki Kepler teleskopu, Mart 2009’dan bu yana birçok önemli keşfe imza attı. Yıldızlarının önünden geçerken oluşturdukları küçük lekeden gezegenleri tespit eden Kepler, faaliyete geçtiği günden bu yana yaşam olasılığı sunacak 2.700’den fazla gezegen tespit etti.
Gök bilimciler, Kepler’in tespitlerinden bugüne kadar sadece 120 gezegenin varlığını teyit edebilse de toplam sayının yüzde 90’ının yaşam potansiyeli bulunan gezegenlere işaret ettiğini düşünüyor.”
Doğru yoldayım, diye düşünüp Kepler teleskobuyla bulunan gezegenlerin durumlarına bir göz attığında Kepler 62 adı verilen bir yıldız sistemi olduğunu ve yeni keşfedilen üç gezegende de dünyaya benzer özellikler olduğunu görünce heyecandan yerinde duramaz oldu. Okuduklarına göre o sistemin güneşi, bizim güneşimizin yüzde yirmisi kadar ışık saçsa da yakınlığından dolayı gezegenlere yeterli ışık oluşturuyordu. Okyanuslar ve hava olduğu konusunda da bilim insanları hemfikirdiler.
O gezegenler, çeşitli numaralar ve harflerle adlandırılsa da hepsinin adı Kepler ile başlıyordu.
Biraz düşününce heyecanı yatışır gibi oldu hatta umutsuzluğa bile düşmeye başladı. Çünkü herkesin bilgisayarı vardı ve bu bilgilere ulaşmak hiç de güç değildi. İnternette dolaşan bilgilerin güvenilirliğine olan kuşkusu da buna eklenince iyice canı sıkıldı. Bu bilgileri kullanarak yarışmayı kazanmaları pek olası görünmüyordu. Büyük bir olasılıkla diğerleri de bunlarla heyecanlanmış, araştırmalarını bu konu üzerinde yoğunlaştırmıştı. Kendisi daha farklı bir yol izlemeli, henüz keşfedilen küçük bir gezegen üzerinde çalışmalıydı. Büyük sistemler, büyük sonuçlar getirmezdi ya her zaman!
Bilgisayarı kapatıp biraz uzanarak düşünmek istedi. Sonra arkadaşlarını araması gerektiği geldi aklına. Okul çıkışı da onları beklemeden eve koşmuştu.
İlk olarak Utku’yu arayıp neler yaptığını sormuştu:
–Gezegenlerin yörüngeleri üzerinde çalışıyorum Zeynep. Bir de Pluton’un gezegenlikten gök taşı konumuna indirilmesi var. Zaten ikisi de birbirleriyle bağlantılı, demiş, sonra da onun neler araştırdığını sormaya bile çekindiğini söyleyip gülerek kapatmıştı telefonu.
Fuat ise gezegenlerin çekim sistemi üzerinde çalıştığını belirtmişti, özellikle de bunun yerküreye etkisi ve gelgit olayı…
Caner’in daha araştırmaya bile başlamadığını düşünüyordu. Çünkü hep işin gırgırındaydı Caner. Yine de aramadan duramadı.
–Ansiklopediler ve uzay bilimleri kitapları arasında kaybolmuş gibiyim Zeynep. Karar verdiğimde seni ararım. Sen neler yaptın?
Okulda söylediği uzayda yaşam konusunu araştırmaya başladığını söyleyip kapattı telefonu. Diğerleri neyse de Caner’le epeyce uğraşması gerekecekti. Onu sık sık arayarak çalışması konusunda yüreklendirmeye karar verip yatağına uzandı. Biraz dinlenmesi, daha sonra da ertesi günün ödevlerini yapması gerekiyordu.
“Of, zaman neden bana yetmiyor!” diye sızlanarak gözlerini kapattı. On dakikanın yeteceğini düşünürken uyandığında hava kararmak üzereydi.
Yataktan fırlayıp ödevlerinin başına oturdu. Işık hızıyla çalışıyor gibiydi. Onları bitirip bir an önce araştırmaya dönmekten başka bir düşüncesi yoktu. Derken kapı çalındı. Sızlanarak kapıya yürürken yitirdiği dakikaların hesabını yapıyordu.
–Selam kızım! Ne var, ne yok?
–Ödev çok, zaman yok anne! Anahtarın yok muydu?
–Sabahleyin çıkarken aceleden unutmuşum. Ne oldu? Kapıyı açman bir dakikanı bile almaz kızım!
–Anne, ödevlerin çokluğunu bilsen…
–Tamam, haydi sen çalış!
Söylenerek odasına yürüyüp ödevlerinin başına oturduğunda onları bir an önce bitirme isteği de yok oluvermişti. Birazını da akşam yapmaya karar verip tablet bilgisayarında oyun oynamaya başladı. Üzerindeki gerilimden başka türlü kurtulma olanağı yoktu.
On dakika bile oynamadan ondan da bıkmıştı. Oflayıp pufluyor, yapmadığı ödevler gözünde büyüdükçe büyüyordu. Sonra birden kalkıp Caner’e gitmeye karar verdi.
–Nereye gidiyorsun Zeynep? Az önce ödevlerinin çok olduğunu söylüyordun.
–Canerlere kadar gidip geleceğim anne, ödevler için!
–Hayret! Sen, ödevlerini hep tek başına yapardın.
–Bu farklı anne. Takım halinde bir araştırma ödevi hazırlıyoruz.
–Peki, geç kalma! Baban da gelmek üzeredir.
Başını sallayarak fırladı dışarıya. Göğsünün üstündeki ağırlıktan kurtulmak için derin derin nefes aldı. Burnuna dolan çiçek kokuları, biraz olsun rahatlatmıştı. Bir yandan çevreye göz atıp bir yandan da yürüyordu.
Sonbahar sertleşip yüzünü kışa dönmeye başlasa da seviyordu kentinin her mevsimini. Sitenin bahçesindeki çitlere sarılan hanımeli çiçekleriyle bahçedeki yediverenlerin kokusu savruluyordu havaya. Okulda gördüğü mevsim şeritlerindeki tabloların tersine, yemyeşildi bahçe. Portakal, limon ve turunç ağaçlarından henüz yeşil olan meyveler sarkıyor, görünüşleriyle bile iştah açan narlarla ayvaları koparıp yemeye çalışan çocuklar, birbiriyle itişip kakışıyordu.
“Daha birkaç yıl önce ben de onlardan biriydim. Zaman öyle çabuk geçiyor ki!” diye mırıldanıp gülümserken zaman sözcüğü hızlanmasına neden oldu. Caner’le konuşup bir an önce dönmeliydi.
Düşündüklerinin tersine Caner’i, söylediği gibi, gerçekten de kitaplara gömülmüş buldu.
–Oo, Zeynep! Hangi rüzgâr attı seni buraya? Dur, ben söyleyeyim: Denetleme rüzgârı.
–Tam da öyle Caner! İki aya kadar bu araştırmayı bitirip rapor hazırlamaya geçmemiz gerekiyor. Bu arada dersler, ödevler çok; sınavlar da var. Zamanı verimli kullanmalıyız anlaşılan.
–Tamam öğretmenim, çalışıyorum işte!
–Hangi konuda?
–İşte o henüz belli değil!
–Yapma Caner! Daha kaç gün kararsız kalacaksın böyle?
–Bilmem. Aklıma uygun bir konu buluncaya kadar…
–İşte ben de sana bu konuda yardım etmeye geldim.
–Uzay canavarlarını araştırmamı mı isteyeceksin?
–Yok, o benim işim. Senin Merkür’e kadar gidip gelmeni istiyorum.
–Çok kolaymış. Hemen yola çıkıyorum!
–Şakayı bırak da bak aklıma ne geldi?
–Ne?
–Uzaydaki kara delikler…
–Ne? Kara deliklerle benim ne işim olur kızım?
–Utku ile Fuat konularını bulmuş, benimki de uzayda yaşam. Eee, sana başka ne kaldı?
–Tamam, ya! Bana her zaman güç işler kalır zaten!
–İstersen değişelim.
–Uzayda yaşam mı? Yok yok, kara delikler daha az tehlikelidir.
–Peki, sen bilirsin. O zaman seni çalışmanla baş başa bırakıp çıkayım. İkimizin de çok işi var.
–Sayende…
–Ödülü kazandığımızda bunu anımsatırım.
–Kazanırsak…
–Kazanacağız.
Kara delikler konusu, hemen o an aklına gelmişti. Konunun içinde vardı ama bir an hepsinin de aklından çıkmış olmalıydı. Yoksa eksik araştırma yüzünden baştan yitirecekleri bir çalışma olacaktı.
“Aklımı seveyim!” derken gülümsüyordu. Diline bir şarkı dolayıp eve vardığında sıkıntısı geçmiş, saatlerce çalışacak kadar enerji dolmuştu.
İçeri girdiğinde babası gelmiş, masa da hazırlanmıştı.
–Yarın Saklıkent’e gidelim mi, ne dersiniz?
Annesi sevinerek onaylasa da Zeynep karşı çıkmıştı:
–Benim araştırma ödevim var baba!
–Bir günlüğüne kızım… Yarın cumartesi ve benim de hafta sonundan başka zamanım yok. Üçümüz hem dinlenir hem eğlenir hem de birlikte oluruz, pazar sabahı da döneriz. Seninle kayak yapmayalı bir yıl oluyor neredeyse.
–Kar yağmış mı oraya?
–Dün bir arkadaşım geldi, kar az olsa da pistlerin uygun hale getirildiğini söyledi. Kayak yapamazsak bile kentin gürültüsünden uzaklaşmış oluruz biraz. Kar üstünde mangal da yakarız.
–Tamam baba, gidelim.
Kitaplarını alamasa da tablet bilgisayarını alıp araştırmasını sürdürebileceğini düşündü. Boş zamanı da olacaktı nasılsa! Bütün gün kayacak değildi ya! Zaten kendisi de sıkılmış; dersler, ödevler, araştırmalar derken günleri unutmuştu neredeyse.
Kısa birkaç cümle ve hızla yediği yemekten sonra odasına çekilmiş, Saklıkent için sırt çantasını da hazırladıktan sonra bilgisayarın başına oturup araştırmasını kaldığı yerden sürdürmeye koyulmuştu. Gündüz epeyce uyuduğundan saatlerce çalışabileceğini düşünüyordu.
Birden bilgisayara henüz girilmiş, yeni bir bilgiyle yerinden fırladı. İşte aradığı fırsat tam da önüne gelmişti: Yeni bulunan cüce bir gezegen ve yaşam olasılığı.
Yazılanları hızla okumaya başladı. Okudukça şaşkınlık ve sevinç arasında gidip geliyordu duyguları. Çünkü Serez, Güneş sistemi içinde, Asteroit Kuşağı’nda yer alıyor; gezegende kesinlikle su bulunuyor, gayzer adı verilen buzdan oluşmuş dağlardan bulutlar püskürüyordu.
“Başlamak bitirmenin yarısıdır, demişler. Haydi Zeynep, göster kendini!” diye mırıldanıp Serez’le ilgili bütün bilgileri taramaya başladı. Bununla da yetinmeyecek, ilk fırsatta bütün bilim dergilerini alacaktı. Bir yandan da mırıldanıyordu:
–Oraya kesinlikle gitmeli, yaşayan canlıları görüp iletişim kurmaya çalışmalıyız Anka.
Anka yanında da söylediklerini onaylıyor gibi gülümsüyordu bir yandan da.
Bilgisayarda Serez’le ilgili bütün bilgileri tarayıp gerekli notları aldığında gece yarısını çoktan geçmişti. İşini hakkıyla yapmanın rahatlığıyla yatağına uzanırken yastığının altındaki teleği okşadı:

<!–nextpage–>

–Anka, yeni bir serüvende bana eşlik eder misin, diye fısıldadı.
Kanat çırpınışlarıyla önünde beliriveren Anka’nın bembeyaz gövdesine yataktan fırlayıp sarıldı.
–Beni duyacağını biliyordum Anka, sevgili dostum! Hoş geldin!
–Hoş bulduk çilli kız! Yine başın dertte anlaşılan.
–Değil ama bir araştırma için yardımına gereksinimim var.
–Nasıl bir yardım?
–Cüce gezegen Serez’e gitmem, orada yaşam olup olmadığını görmem, varsa da o canlılarla iletişim kurmam gerekiyor. Bunu da sen olmadan başaramam, biliyorsun.
–Bu konuda sana yardım edemem Zeynep, üzgünüm! Dünyanın herhangi bir bölgesine ya da çağlardan birine gitmek istersen olur da farklı bir gezegene gidemeyiz.
–Neden Anka! Senin gücünle kim yarışabilir?
–Her canlının gücü sınırlıdır Zeynep. Dünya dışında gücümü denemediğimden bilemem; üstelik sorun, yalnızca gücüm de değil.
–Başka ne var?
–Bu, etik de olmaz.
–Ben de bundan korkuyordum! Yalnız neden etik olmayacağını anlamadım Anka.

–Bu yarışmaya başka arkadaşların da katılıyor olmalı. Olağanüstü güçlerle onların önüne geçmen doğru mu?
–Bak, bu hiç aklıma gelmemişti!
–Başka bir isteğin yoksa gitmem gerek çilli kız! İyi geceler.
Kanatlarıyla bedenini saran Anka’ya iyice sarılıp iyi geceler diledi. Yeni bir serüvenden döneli birkaç ay olmasına karşın onu çok özlemişti.
–Dikkatli ol, diye fısıldadı Anka. “Gitmek istediğin gezegendeki canlılar dost olmayabilir. Argos’la yaşadıklarımızı unutma!”
–Unutmam Anka, sağ ol!
Gözden yiten Anka’nın kanat çırpınışlarını bir süre daha dinledikten sonra gözleri yavaş yavaş kapanmaya başlamış, çok geçmeden de derin bir uykuya dalmıştı.
Düş mü görüyor, yoksa gerçekten başka bir evrende mi dolaşıyor, anlamıyordu. Yanardağ benzeri yükseltilerin püskürttüğü soğuk bulutlar arasında bir gökyüzüne çıkıyor, çok geçmeden de donmuş damlaların üstünde dağın doruklarına iniyordu. Aldığı buz gibi soluk bile ciğerlerini yakıyordu sanki! Donmuş bir havayı solur gibiydi. Parçacıkların ciğerlerine bıçak gibi saplanmasıyla inliyordu durmadan.
Bir kez daha püsküren bulutlarla gökyüzüne çıkıp hemen arkasından dağın doruğuna konduktan bir süre sonra bir kraterden aşağıya düşmeye başladı. Çığlık çığlığa bağırıyor, ağzından çıkan donmuş harfler, boğazını yırtarak kraterin duvarlarına çarpıyordu. Öyle hızla değil, yavaş yavaş, uçar gibi düşüyordu kraterden. Sonra birden durdu. Kızıl bir bulut kümesinin yayıldığı bir kaya parçasının üzerindeydi. Aşağıya bakar bakmaz korkudan kanı dondu neredeyse! Çünkü durmadan kaynayan koca bir denizin üstündeydi. Üzerinde bulunduğu kayadan bir kaysa kaynar denize düşüp haşlanması işten bile değildi!
–Neredeyim ben? Buraya nasıl geldim? Burası neresi?
Kendi çığlığıyla uyandığında bir süre çevresine bakıp kaldı şaşkınlıkla. Yatağındaydı çünkü. Pencereden vuran aydınlığa bakılırsa sabah olmak üzereydi. Kalkıp mutfağa yürüdü. Bir bardak su içtikten sonra hala korkudan titreyen ellerini göğsüne kavuşturup pencerenin önüne dikildi. Bir yandan gördüğü korkunç düşü düşünüyor, bir yandan da gökkuşağını andıran ufuktaki renk harmanını izliyordu. Bu harmanın içindeki Çoban Yıldızı’na da sık sık takılıp kalıyordu gözü. Onun Venüs gezegeni olduğunu okumuştu akşamki araştırması sırasında.
Renkler karışıp büsbütün kızıla kestikten sonra güneşin ucu göründü ufuktan. Bakır kızılı bir tepsinin ucu gibiydi önce. Sonra tepsinin yarısı, çok geçmeden de tamamı göründü. Doğa, emdiği ışığı renkleriyle yansıtırken Çoban Yıldızı da yavaş yavaş silikleşip görünmez oldu.
–Uyandın mı Zeynep? Günaydın kızım! Ben de seni çağırmaya geliyordum. Yola erken çıkalım, diyecektim.
–Günaydın baba! Güneşin doğuşunu izledim de biraz.
–Çayı koyarken ben de izledim biraz. Çok güzel, değil mi?
Olumlu anlamda başını sallayıp onun arkasından mutfağa yürüdü. Gün doğumunun güzelliği, düşünün korkunçluğunu silmiş gibiydi.
–Annem kalkmadı mı?
–Haydi, onu da sen kaldır! Ben de çayları doldurayım.
Annesi gelir gelmez gülümseyerek:
–Oo! Bu ne güzel sürpriz!
–Erken uyanınca siz kalkmadan kahvaltıyı hazırlayayım demiştim. Kahvaltımızı edip hemen yola çıkmak istiyorum da…
–Zeynep hazırsa ben hazırım. Ellerine sağlık, kahvaltı çok güzel görünüyor.
–Yarasın!
–Ben de hazırım anne!
Zeynep, annesiyle babasının sevgi dolu konuşmalarına bakıp gülümsedi. Korkulu düşün etkisinden bütünüyle sıyrıldığından keyifle çayını yudumlamaya koyuldu.
Kar az olsa da piste yapay kar püskürtülmüş, annesi kayaktan hoşlanmadığından babasıyla kaymaya başlamıştı. Gözlerini alan mavi ışıkla başka bir evrene savrulması da o anda olmuştu zaten. Gece yaşadığı karabasan sürüyordu sanki.
–Ah Zeynep, beni öyle korkuttun ki yavrum! Bir yerin acıyor mu?
Babasının yüzüne şaşkınlıkla baksa da bir an nerede olduğunu algılayamadı. Se… Se… Serez… Ka… Kara… Karamits…
–Eyvah! Başını çarptığından sayıklıyorsun. Dur, kımıldama!
Kendine gelip doğruldu Zeynep:
–Baba, iyiyim! Telaşlanma! Nasıl düştüğümü anlamadım. Ne oldu?
–Benden hızlı kayıyordun, ben de seni keyifle izliyordum. Birden -nasıl oldu anlamadım- havada takla atıp yere düştüğünü gördüm. Koştum ama yetişemedim. Birkaç dakika baygın kalınca beyin sarsıntısı geçirdiğinden kuşkulanmıştım ama iyi görünüyorsun. Yine de bir hastaneye gidelim.
–Baba, sen de doktorsun. İyi olduğumu görüyorsun. Şuradaki bir günümüzü de hastanede mi geçirelim? Hem annemi de boşuna telaşlandırırız.
–Peki o zaman ama kayak bitti. Gidip mangal yapacağız, tamam mı?
–Tamam, baba! Hem çok acıktım hem de susadım zaten.
Babasıyla kol kola kır evine doğru yürüdüler. Annesi de yürüyüşten yeni dönüyordu. Düştüğünden ona ne babası söz etti ne de Zeynep. Güle oynaya mangal yakmaya giriştiler.
Araştırmaya başlayalı okuldaki dersleri pek dinleyemiyor, en olmadık yerde kendini uzayda düşünüp çeşitli formatlarda canlılarla birlikte görüyordu. Bu yüzden öğretmenlerden birkaç kez uyarı alsa da kendine engel olamıyordu.
–Bu araştırmaya seni katmakla pek iyi yapmadık sanırım Zeynep. Derslere ilgini bütünüyle yitirdin gibime geliyor.
Teknoloji öğretmeninin sözleriyle kızardı. En sevdiği öğretmenden böyle bir uyarı almak, canını çok sıkmıştı.
–Yok öğretmenim, ödevlerimi aksatmıyorum. Ayrıca yarışma konusu da çok ilgimi çekti. Durmadan araştırıyorum.
–Diğer öğretmenlerin de bu konuda yakınıyor ama sınavlarda belli olur nasılsa. Haydi bakalım, yüzümü kara çıkarma! Hem derslerin hem de araştırmanın altından kalkabilirsin sen.
–Teşekkür ederim öğretmenim. Sizi yanıltmayacağım, dese de Buna bir de kendim inanabilsem diye düşünmeden edemiyordu.
Utku, Caner ve Fuat’a ne bir uyarı vardı ne de bir sitem! Oysa araştırmayı takım halinde yapıyorlardı. Sonuçta bütün sınıfı temsil edeceklerdi. Ya onlar suskun olduğu için göze batmıyor ya da Zeynep çok fazla dalıp gidiyordu. Daha dikkatli olmazsa takımdan alınabilirdi.
Ondan sonraki derslerde, bütün dikkatini anlatılanlara verdi. Düşünmek ve araştırmak için eve kadar beklemekten başka seçeneği kalmamıştı.
Eve dönmüş, ödevlerini bitirdikten sonra aldığı bilim dergilerini okumaya başlamıştı. Derginin son sayısında Serez’le ilgili bilgileri bulunca dünyalar onun oldu. Üstelik fotoğrafı da vardı gezegenin, küçük bir dünya modeli de.
Fotoğrafın üzerinde parmaklarını dolaştırırken küçük fotoğrafın onun dünyasında ne kadar büyük bir yer kapladığını düşünüyordu. Birden sayfa dalgalanmaya başladı. Daha ne olduğunu bile anlamadan bir buz dağının üstünde buldu kendini, Saklıkent’te düştüğü ve birkaç gece düşünde gördüğü gibi. Yalnız orada olan bedeni değil de görüntüsü gibiydi. Çevresi buzlarla kaplı olduğu halde, ne üşüyor ne kayıyor, dağın tepesinden püsküren bulut kümesini görüyor ama etkilenmiyordu.
Bulunduğu yerden çevresini gözlemeye başladı. Gözlerinin alabildiği her yer, masmavi buz dağları ve ovalarıyla kaplıydı. Dağların her biri, belli aralıklarla bulut püskürtüyor, sonra bulut donup küçük dolu taneleri halinde yeniden dağa düşüyor, mercan kayalıklarına benzeyen çıkıntılar oluşturuyordu dağın yüzeyinde. Güneşin ölgün ışığı, bu damlaların üzerinde ışık tayfı yaratıyor, renkler dans ediyordu sanki! Öyle doyumsuz bir görsel şölendi ki saatlerce izlese doyamayacaktı.
–Kitabın üstüne uyuyup kalmışsın yine. Kalk da yatağına yat kızım! Böyle, iki büklüm uyunur mu?
Annesinin sesiyle kendine gelip gerçek yaşama döndü. Hayalinde mi canlandırmış, yoksa gerçekten Serez’in fotoğrafı onu içine çekip görsel bir şölen mi sunmuştu, bilemiyordu.
–Tamam anne, uykum açıldı şimdi. Biraz daha çalışayım.
–Kalk da yüzünü yıka istersen. Ter içinde kalmışsın. Elindeki derginin sayfaları bile ıslanmış, baksana! Hava çok sıcak da değil ama…
Annesinin sözleriyle dergiye bakınca gördü, bütün ıslaklığın Serez’in fotoğrafı üzerinde olduğunu. Zeynep’i en çok şaşırtansa fotoğrafın yavaş yavaş silikleşip renksiz, boş bir yuvarlağa dönüşmesiydi.
Yemekten sonra bilgisayarın başına geçmiş, Serez fotoğraflarını bir de ekrandan izlemek istemişti. Maviden laciverte dönüşen küçücük birer top gibiydi görüntüler. Fotoğrafların altında yazanları okumak isterken ekranın içine doğru çekildiğini duyumsadı bu kez de. Birkaç dakikaya kalmadan o görüntülerin içinde, buz dağlarının arasındaydı yine. Birden kaymaya başladı. Kaymıyor, sanki uçuyordu. Ova benzeri düz bir alana indiğinde toprak yerine ince bir toz tabakasıyla karşılaştı. Ellerini pudra gibi olan toza sürtünce altından yine buz katmanı çıkmış, elleriyse garip bir şekle dönüşmüştü.
Gözlerini ellerinden alamıyordu. Derisi, kabuklu hayvanlarınkine dönüşmüş, tırnakları uzayıp pençeleşmişti. Çıplak ayaklarına baktığında kendi ayakları mı, yoksa bir kertelenenkiler mi ayrımsayamadı önce. Yüzünün görünümünüyse düşünmek bile istemiyordu.
Hemen yanından gelen gürültüyle yerinden sıçradığında dağın tam tepesine kadar uçmuş, az önce olduğu yerde toplanıp garip sesler çıkaran yüzlerce kabuklu canlıya bakıp kalmıştı korku ve şaşkınlıkla. Onların arasında kalsaydı kim bilir başına ne gelecekti? Korku içinde titremeye başladı.
–Gündüz o kadar terlediğinden anlamalıydım üşüttüğünü yavrum. Şimdi de titriyorsun işte!
Gözlerini açıp da annesiyle babasını başında görünce evde olduğunu anlayıp derin bir nefes aldı. Hemen sonra ellerini kaldırıp baktığında öyle sevindi ki ne yapacağını bilemedi.
–Hasta değilim anne, yalnızca pencereyi kapatmayı unutmuşum, ondan titredim sanırım.
Başını okşayan babası:
–Ateşin de yok. Üstünü iyice ört bakalım küçük hanım! Pencereyi az önce kapattım ama içerisi buz gibi olmuş. Akşamları epeyce serinledi hava, hatta soğudu bile! Kış kapıda zaten. Açık pencereyle uyumanın zamanı geçti anlayacağın.
Tamam, diyerek babasını onaylarken gözü ekrana takıldı. Bilgisayarı hala açıktı ve ekrandan kabuklu dev yaratıklar geçiyordu. Hızla kalkıp bilgisayarı kapatırken annesiyle babasının şaşkınlığını gülümseyerek geçiştirmeye çalıştı:
–Bilgisayarı kapatmayı da unutmuşum.
–Pencere açık, bilgisayar açık, üstün açık…
–Hepsini kapattım işte anne! İyi geceler!
–Işığı kapatayım mı?
–Işık açık kalsın bari. Bu kadar kapalılıkta boğulurum ben!
Annesiyle babası gülerek çıkmış, Zeynep de korkusunu yenmeye çalışarak gözlerini tavana dikip bir süre öylece yatmıştı. Ne kımıldayabiliyor ne de rahat nefes alabiliyordu. Rüzgârın sesi ya da dışardan gelen ani bir gürültü, onu yatakta sıçratmaya yetiyordu.
Utku ile Fuat haklıymış. Bu araştırma, korkulu bir serüvene dönüştü ve ben henüz başındayım. Kim bilir, daha neler yaşayacağım, diye düşündü. Bir süre daha benzer düşüncelerle boğuştuktan sonra uyuyup kaldı.
Ertesi gün okulda bir toplantı yapmış, elde ettikleri bulguları birbirleriyle paylaşmışlardı.
–Araştırdıkça bu gelgit olayı beni iyice sardı, dedi Fuat.
–Ee, neler buldun bakalım?
Yörüngelerle ilgili bulgularından, Ay’ın çekim gücü nedeniyle oluşan gelgitlerden, Güneş’in çekim gücüyle yörüngelerin değişmemesine varıncaya kadar uzun uzun anlattı.
–Epeyce çalışmışsın oğlum! Senin bu kadar çalışacağını düşümde görsem inanmazdım!
–Ne yapalım Caner! İşin ucunda ödül olması bir yana bir de karizmayı çizdirme tehlikesi var.
Fuat’ın sözlerine hep birlikte güldüler.
–Yok, dedi Utku. Sende bu yakışıklılık varken karizma çizilmez.
Zeynep, Utku’ya döndü:
–Senin karizma için de aynı tehlike söz konusu Utku. Sen neler yaptın bakalım?
–Fuat’la konularımız birbirini tamamlıyor aslında. Yörüngelerin çekim gücüyle onun da gelgitlerle ilgisi var. Ayrıca Pluton hakkında da epeyce araştırma yaptım. Bitirdiğimde tamamını okursunuz da kısaca özetleyecek olursam durum şu: Pluton yörüngesini başka bir gök cismiyle paylaştığından gezegen ünvanı elinden alınmış.
–Tahtından indirilen kral gibi, diye güldü Caner.
–Görevden alınan bir bakan, desek daha doğru olur sanırım. Burada kral Güneş oluyor da…
–Siz bir alemsiniz arkadaşlar, diyerek güldü Zeynep. Her olayda gülünecek bir yan buluyorsunuz.
–Ne yapalım Sarı Fırtına? Surat asarak mı çalışalım?
–Caner!
–Efendim!
–Kaytaracağını sanıyorsan yanılıyorsun. Senin kara deliklerden ne haber?
–Kara delikler benim çalışmamın tamamını yuttu.
–Çalışmadım, desene şuna!
–Yok yok, çalıştım. İsterseniz anlatayım.
Kara deliklerin henüz ne olduğunun tam olarak çözülmemesinden başlayıp yuttuğu gök cisimlerine kadar öyle uzun bir anlatıma girişti ki sonunda onu susturmak zorunda kaldılar.
Zeynep de çalışmaları hakkında kısaca bilgi verdi. Olağanüstü bir olay olup olmadığı konusundaki sorularıysa geçiştirmekle yetindi. Evlerine dağıldıklarında dördünün de yüzünde gülümsemeler açıyordu.
Eve dönüp de çalışmalarına başladığı anda kendisini yeniden Serez’de buldu. Bulunduğu buz dağının tepesinden başını gökyüzüne kaldırıp da her iki yanda, içinde bulunduğu gezegenden çok daha büyük, Dünya’nın uydusu Ay’ı pek çok kez katlayacak büyüklükte yuvarlak ve parlak gök cisimlerini görünce hem görüntünün güzelliğiyle büyülenmişti hem de şaşkınlıktan. Dünyadayken de dolunayı izlemeyi severdi ama bu bambaşkaydı. Güneş kadar değilse de süt gibi bir aydınlık yayılıyor, mavi buz tabakası üstünde masalsı bir dünya yaratıyordu.
Zeynep, kendisini bir masal kahramanı gibi duyumsamaya başlamıştı. Çevrede ne kabuklu canlılar ne de görüntünün güzelliğini bozacak bir ses vardı. Buz dağının tepesine çöküp gözünü ayırmadan gökyüzünü izlemeye koyuldu. Ne soğuğu duyumsuyor ne de korkuyordu.
Çifte dolunayın çevresinde, yıldıza benzeyen küçük gök cisimlerinin dolaştığını da görebiliyordu. Okuduklarından anımsadığı kadarıyla astreoid olmalıydı bunlar. Öyle çoktu ki! Her biri de ışıl ışıldı.
Oturduğu dağın derinlerinden gelen sesleri ayrımsadığında uzaklaşmak için geç kalmıştı. Püsküren bir bulut kümesiyle önce yukarıya fırladı, sonra da aynı hızla kraterin ağzından düşmeye… Çoktandır unuttuğu korku, çığlıklarına yansımıştı yine. Tam kraterin ağzına yaklaşırken görmüştü, dev kabuklu yaratıkların dağın doruklarına doğru koştuğunu. Çok kalabalıklardı. Çığlıklarıyla onlara varlığını duyurduğunu düşünürken kendisini kaynayan denizin hemen üstünde daha önce kaldığı kaya çıkıntısına buldu.
Buhar yüzünü yakıyor, gözlerini güçlükle açık tutabiliyordu. Arada bir denizin üstünde yarasa benzeri kara kuşların uçtuğunu görünce ne yapacağını bilemedi. Onları daha önceden, Ortaçağ’da yaşadığı serüvenden, tanıyordu ama buraya nasıl gelmiş olabilirlerdi ki? Anka bile gelemezken…
–Ya denize düşüp haşlanarak boğulacağım ya da bu kara kuşların saldırısıyla… Nereden düştüm buraya, diye ağlamaya başladı.
Birden durdu sonra. Onlar gelebildiğine göre Anka da gelebilirdi Serez’e. Neden gelemeyeceğini söylediğini aklı almıyordu bir türlü.
Keşke teleğini yanıma alsaydım Anka! Belki gelebilirdin, diye düşünse de bunun için çok geç olduğunu biliyordu. Bir daha Anka’yı görebileceğinden bile kuşkuluydu artık.
Kara kuşlar onun varlığını ayrımsamış, çevresinde dolaşmaya başlamıştı. Kraterin ağzından da kabuklu canlıların homurtuları geliyordu. Korkudan bacakları titreyen Zeynep, sıcak kayanın üzerine çöküverdi.
Kuşlar saldırılarına başlamışlar, o da elleriyle yüzünü ve başını kormaya çalışıyordu. Kabuklu canlıların iyice yaklaştığından da kuşkusu kalmamıştı artık. Nefes alışlarını bile duyabiliyordu çünkü.
Birden kendini bir kuşun kanatlarında buldu. Kara kuşlardan birinin kendisini kaçırdığını, sonunun geldiğini sanırken Anka’nın sesiyle dünyalar onun oldu:
–Yine başını belaya soktun, değil mi? Korkma, benim! Gözlerini açabilirsin Sarı Fırtına!
–Anka! Sevgili dostum, seni gördüğüme nasıl sevindim, anlatamam! Hani buraya gelemeyeceğini söylemiştin?
–Pek kolay olmadı ama başardım sonuçta. Öyle içten bir çağrın vardı ki bütün gücümü kullanmak zorunda kaldım.
–Sana nasıl teşekkür etsem ki!.. Yine canımı kurtardın Anka! Sonumun geldiğini düşünmüştüm.
–Dostlar güç günler içindir! Seni o güç durumda bırakabilir miydim?
–Sağ ol can dostum, sağ ol!
Başka söze gerek yoktu. İçi içine sığmıyor, ne diyeceğini bilemiyordu zaten. Göz açıp kapayıncaya kadar kendini yatağında bulmuş, Anka da bir avuç tüy olarak odanın ortasına yığılıp kalmıştı. Onun bütün gücünü tükettiğini anlayan Zeynep, bir yandan ağlayarak tüyleri toplayıp yastık kılıfına doldururken bir yandan da konuşuyordu:
–Küllerinden değil, tüylerinden yeniden doğacaksın bu kez Anka! Bunun için elimden geleni yapacağım. Sen olmadan ne yaparım ben?
Yastığına sarılıp uyumaya çalıştı. Sevgisinin sıcaklığıyla onu canlandıracağına inanıyordu.
Sabahleyin uyandığında, yaşadıklarının düş olup olmadığını anlamak için yastık kılıfının içine baktı. Anka’nın bir tekteleği vardı kılıfın içinde. “Yoksa düş mü gördüm?” diye mırıldanarak kalktığı anda annesi de kapısını açıverdi.

–Günaydın kızım, yine uyanmışsın, ne güzel! Haydi, kahvaltıya!
–Günaydın anne, hemen geliyorum.
Kalkıp banyoya yürüdüğünde ne düşüneceğini bilememenin şaşkınlığı içindeydi. İnsan hep benzer düşleri görür, garip bir gezegende yolculuğa çıkar mıydı?
Okulda da gün boyunca düşünceleri yakasını bırakmadı ama arkadaşlarına bundan hiç söz etmedi. Onların “Biz sana demiştik!” demelerini istememesi bir yana kendi korkusunu onlara da bulaştırmak istemiyordu. Zaten Utku ile Fuat da bu yüzden bırakmamışlar mıydı araştırdıkları konuyu?
Günler, haftalar geçiyor; araştırmaları genişledikçe genişliyordu. Her biri sayfalar dolusu belge toplamış, kalın dosyalar hazırlamıştı. Günlerce süren toplantılarının sonucunda da ortak bir rapor hazırlayıp yarışma kuruluna sunmuşlardı.
Araştırmayı bitirip teslim edince rahatlamıştı Zeynep. Anka ile döndüğü geceden sonra bir daha benzer olayları yaşamamış; düş müydü, gerçek mi diye epeyce düşünse de bir sonuca ulaşamamıştı. Bir süre sonra da sınavlarla dönem ödevleri bütün zamanını almış, düşünmeye bile zaman bulamaz olmuştu.
Yarı yılın son haftası gelince rahatlamıştı hepsi. Yarışmanın sonucu o hafta açıklanacağı için heyecandan yerlerinde duramaz olmuşlardı.
Öğle yemeği için okuldan çıkmak üzereyken okul yönetimi tarafından çağrılınca heyecandan yanlış duyduğunu sandı önce. Nöbetçi öğrencinin yüzüne birkaç dakika şaşkın şaşkın bakıp kaldı.
–Zeynep, beni duymadın mı?
Şaşkınlığından sıyrılıp kendini toparlayarak yanıtladı nöbetçiyi:
–Duydum, hemen geliyorum!

<!–nextpage–>

Kurul toplantısının yapıldığı odanın önüne geldiğinde Utku, Fuat ve Caner’in de orada olduğunu gördü. Çağrının yarışmayla ilgili olduğu konusundaki düşüncesi iyiden iyiye güçlenmiş, heyecanı da o oranda artmıştı.
Konuşmalarına fırsat kalmadan içeri girdiler hep birlikte. Müdürün ve müdür yardımcılarının yanında bulunan teknoloji öğretmeni gülümseyerek:
–Kutlarım sizi çocuklar! Yarışmayı kazandınız. Büyük ödül olan bir haftalık Uludağ tatili sizindir.
Kulakları uğulduyor, yüreği ağzından fırlayıverecekmiş gibi atıyordu. Sevinç çığlıklarıyla birbirlerine sarılıp kutlarken kuruldaki öğretmen ve yöneticiler de gülümseyerek onları izliyordu.
–Sevinmeyi hak ettiniz! Araştırma dosyanızı ülke çapındaki yarışmaya da göndereceğiz. Onu da kazanırsanız hem sizin hem de okulumuz için büyük bir tanıtım olur.
Okul müdürünün sözleriyle nerede olduklarını anımsayıp sakinleşmeye çalıştılar. Dışarı çıktıklarında yalnız kendileri değil, sınıf arkadaşları da sevinç çığlıkları atıyor, sarılıyor, şarkılar, türkülerle okulu inletiyorlardı.
Okuldaki kutlamalar gün boyu sürmüş, okul yönetimi velilerini arayarak haberi vermiş, anne babalar da çocuklarının sevincini paylaşmak için okula koşmuşlardı.
–Kutlarım kızım, diyerek sarılan babasını annesi izlemiş:
–Onca zaman yorulduğuna değdi yavrum, demişti.
Sonra da hep birlikte kutlama yemeğine çıkmışlar, sevinç ve heyecandan yemek yiyemeyen Zeynep’e ne yedireceklerini bilemememişlerdi.
–Ben kızımı bilmez miyim? Çok akıllıdır o! Babasına çekmiş.
–Yok canım, bana niye çekmesin? Ben akıl özürlü müyüm?
Annesiyle babasının tatlı çekişmelerini gülümseyerek izlemişti Zeynep. Öyle mutluydu ki kabına sığamıyordu.
Sonraki birkaç gün okulda eğlenceler, kutlamalar, okul sonrası Uludağ için alışverişlerle geçmişti. Saklıkent’in dışında ilk kez kayak yapmanın sevinciyle yeni bir kayak takımı ve dağ giysileri aldırmıştı.
Karne günü, arkadaşlarıyla buluşma saatini ayarlayıp eve koştu Zeynep. Valizini özenle hazırladı. Ailesinden ayrı, arkadaşlarıyla ilk kez tatil yapacaktı hem de Uludağ’da. Sevincini, heyecanını, mutluluğunu ne içine sığdırabiliyordu ne valizine ne odasına ne de eve.
Yatağına uzandığında Uludağ’da yaşayacağı günleri düşünürken eli yastık kılıfına gitti. Birden, uzun süredir Anka’yı düşünmediği için bir suçluluk duyup onun teleğini aldı, okşadı, sevdi, öptü.
–Bir tek teleğin kaldığına göre canlandığını biliyorum Anka! Benimle birlikte Uludağ’a gelmeni ne kadar isterdim, bilemezsin! Kim bilir, belki de ben oradayken gelirsin. Teleğini de yanımda götüreceğim, dedi.
Gözlerini yumup uyumaya çalışırken tüy elindeydi. Uyuduğunda halının üzerine düştü. Ertesi gün de telaştan unutarak yola çıktı.
Epeyce uzun bir yolculuktan sonra Uludağ’a gelip otellerine yerleşmişler, otelin lobisindeki ocak başı eğlencesinden sonra odalarına çekilip uyumuşlar, kahvaltı sonrası da erkenden kayak yapmak için çıkmışlardı.
Her yer bembeyazdı. Antalya’dayken Torosların tepesinde uzaktan izledikleri kar, şimdi her yerdeydi. Dağın yüzeyi, koyaklar, yollar, kar yığınları arasına serpiştirilmiş küçük, masalsı dağ kulübeleri, gösterişli oteller… Hepsi de ışıldayan karın güzelliğini yansıtıyordu.
–İnanamıyorum, bu ne güzellik! Nefesim kesildi, diyen Zeynep’i ilk yanıtlayan Caner olmuştu:
–Biz, Uludağ diye yanlışlıkla kutuplara mı geldik?
–Alemsin Caner! Daha önce gelmediysek bile Uludağ’da çekilmiş filmleri izledik en azından. Afrika’dan buraya yanlışlıkla düşmüş değiliz ya…
–Antalya’nın sıcağının Afrika’dan ne farkı var?
Bunu söyleyen de Utku’ydu.
–Siz bu sabah hangi yanınızdan kalktınız bilmiyorum ama ben bu güzelliği çok sevdim, dedi Zeynep.
–Doya doya kayalım o zaman, diyen Fuat’ın sözleri kahkahalarla karşılandı.
–Afrika’yı bilmem ama bu giysiler içinde kendimi Eskimo çocuklarından biri gibi duyumsuyorum, diyen Caner’i kar topuna tuttu üçü birden.
–Haydi artık, biraz da kayalım. Bunları boşuna almadık ya, diyen Zeynep, kayak takımlarını gösterdi.
–Doğrusunu söylemek gerekirse ben kayak yapmayı iyi bilmiyorum.
Caner’in sözlerine şaşırma fırsatı bulamadan Utku ile Fuat da onu izleyince bir kayak öğretmeni bulmaları gerektiğini söyledi Zeynep. Onlar öğretmen aramak için otele dönerken Zeynep de ona Saklıkent’te kayak dersi aldıran ailesine için için teşekkür ederek teleferiğe binip bir çanak şeklindeki Uludağ’ı ve çanağın içine serpiştirilmiş yapıları kuş bakışı izledi hayranlıkla. Teleferikten inerek kalabalık bir grupla pistin başına varıp bir süre onların uzaklaşmasını bekledikten sonra da tek başına kaymaya başladı.
Uçuyormuş gibiydi. Kanat yerine kayak takımın olması, bu duyguyu değiştirmiyordu. Birden düşünceleri onu durmaya zorladı. “Kanat” sözcüğü, Anka’nın teleğini evde unuttuğunu anımsatmış, buna sıkılıvermişti canı.
Durmak istese de duramıyordu bir türlü. Çevresindeki görüntü değişmiş, kayak yapan diğer dağcılar silinmiş, bembeyaz kar yığınları, masmavi bir buz tabakasına dönüşmüş, üstündeki giysi onu ısıtmaz olmuş, bir yandan içindeki korkunun etkisi, diğer yandan çevrenin yabanıllaşan görüntüsü onu iyice üşütmüştü. Bütün bu olumsuzluklara eklenen susuzluk da enerjisini yavaş yavaş tüketiyor, buz katmanının altından gelen suya nasıl ulaşacağını bilemiyor, arkadaşlarının kendisini bulamayacağı düşüncesiyse korkusunu körüklüyordu durmadan. İyi bir kayakçı olmasına karşın kendisinin bile ne yapacağını bilemediği bu buz kütlesine arkadaşlarının geleceğini düşünmenin saflık olacağının da ayrımındaydı üstelik. Ne yapacaksa kendi yapmalıydı.
Sıcaklığı durmadan değiştikten sonra sonunda ılıklaşan mavi bir su kütlesinde yeniden gözlerini açtığından beri buraya ikinci kez gelişinin nedenini çözmeye çalışıyordu. Kımıldayamadığı için bir çözüm bulamasa da kaçırdığı bir ayrıntı, işine yarayabilecek bir bilgi kırıntısı bulabilmek için yaşadığı her dakikayı yeniden gözden geçiriyor, bulamadıkça da çıldıracak gibi oluyordu.
O kabuklu canlıların tutsağıysa neden ortaya çıkıp ne istediklerini söylememelerini anlayamıyordu. Kımıldayabilse dışarı çıkıp onları bulacak, sonra da ne istediklerini soracaktı ama görünmez iplerle bağlıydı sanki suyun içinde. Suyun üstünde oluşup ağzından burunundan belleğine dolan köpüklerdeki “Serez, Karamits, Simurg…” sözcüklerinden başka ne bir ipucu vardı ne de başka bir hareket.
Anka’nın teleğini unutursam olacağı budur, diye düşünüp kızdı kendine. Birden Anka’nın diğer adının Simurg olduğu geldi aklına. Onu istiyor olabilirler miydi kendisinden?
–Bu olamaz, diyen sesi köpükler halinde suyun üstünde yayılmaya başlasa da bunun ayrımında bile olmadan mırıltısını sürdürüyordu:
–İstesem bile Anka’yı onlara veremem ki! O benim oyuncağım değil, birlikte pek çok güçlüğün üstesinden geldiğimiz dostum! Hem şu an nerede kim bilir?
Belleğine dolan sözcüklerin sürekli ve eskisinden daha hızlı kendini yinelemeye başlamasıyla başına öyle şiddetli bir sancı saplanmıştı ki çığlıklarından oluşan köpüklerden boğulmak üzereydi. O çığlık attıkça sözcüklerin sıklığı da artıyordu:
–Karamits, Serez, Simurg…
Düşlerinde kendini hep Serez’de görmesinin araştırmalarının bilinçaltını etkilemesiyle açıklanamayacağını da şimdi anlıyordu, onların düş değil her anının gerçek olduğunu da. Serez, sözcüğünü çözmesine gerek kalmamıştı. Simurg’u da anlıyordu ama ondan ne istedikleriyle Karamits’le ne demeye çalıştıklarını çözemiyordu bir türlü.
Onca suyun içinde susuzluktan çıldıracaktı. İçmeye çalıştığı her damla, dudaklarında donup kabarcıklara dönüşüyordu. Başındaki ağrı da dayanılacak gibi değildi.
Belleğinde yankılanıp duran sözcüklerin sancısıyla oradan çıkamayacağını, ailesini de arkadaşlarını da bir daha göremeyeceğini düşündü acıyla. Gözlerinden yaş akmasa da içini boğan hıçkırıklar, suyun içinde deniz dalgaları yaratıyordu sanki.
–Ne olur, ne istediğinizi açıkça söyleyip bu işkenceye son verin! Böyle sürerse yaşamım zaten sonlanacak ve sizin işinize yaramayacağım. Her kim ya da neyseniz duyun beni, anlayın, diye bağırmaya çalıştı. Sözcüklerinin kabarcığı dalgalar arasında yitmeden kendinden geçti.
Çevresinin kabuklarla sarıldığını duyumsuyor ama gözlerini açamıyordu. Sonra sudan çıkarılmış, kabuklu ayakları ve bedeni üzerinde yürütüldüğünü görmüştü ama gördüğü kendisi değil de bir başka kabuklu canlıydı sanki! Çevresi, kendisi gibi yüzlerce kabukluyla sarılmıştı.
Tutsağım işte! Bunlar da tutsağı cezasının verileceği alana götürmekle görevli askerler olmalı, diye düşündü. Düşüncesi, bedeninin dışını saran kabuğa çarpıp belleğine dönünce başındaki ağrı iyice dayanılmaz olmuştu. Ağrıdan kurtulmak için düşünmemeye çalışıyor ama başaramıyordu. Elinde değildi ki düşünmemek!
Sonunda, dağın doruğuna çıkmışlar; bazen soğuk bir bulut, bazen de buhar püsküren kraterden içeri girip bir kaya çıkıntısı üzerinde durmuşlardı. Bu çıkıntıyı tanıyordu Zeynep. Burası, daha önce uykusunda kendini bulduğu yerin hemen altında, kaynayan denize daha yakın bir yerdi. Aşağıya baktı korkuyla. Kaynayan deniz de gök gürültüleri eşliğinde kraterin ağzından fışkıran bulut da aynı hatta bu kez daha yakıcı buharlara dönüşmüş görünüyordu. Neyse ki bu kez yüzü yanmıyor, üzerindeki kabuk, onu buharla haşlanmaktan koruyordu.
Birden yanındaki kabukların yerlere kadar eğildiğini gördü. Hemen sonra başına basarak onu da eğilmeye zorladılar. Başındaki pençe benzeri kabuğun baskısından çok, eğilmesiyle bütün bedenine batan kabuk canını yakıyordu. Sonunda başındaki çekildi de doğrulup kabukların işkencesinden kurtuldu. Bu kez de karşısındaki görüntüyle donup kaldı. Çünkü pek çok yeri kızıl korlardan oluşmuş kara kızıl bir dev, kaynayan denizin tam ortasından yükselmiş, ona bakıyordu.
Bu da ne? Yüz gözlü canavar Argos’tan bile daha korkunç! Bu kez kesinlikle sonum geldi, diye düşündü, korkudan titreyerek.
Ağzını her açtığında Zeynep’in yüzündeki kabuğu yalayan alevlerle konuşmaya başladı dev yaratık:
–İnsanların gezegenimize bu kadar meraklı olduğunu bilmiyorduk. Dünya size yetmedi anlaşılan. Seni de mi Karamits yolladı, diyecektim ama onunkilere benzemiyorsun.

Zeynep, dili tutulmuşçasına bakıyordu yaratığa. Gözleri, kocaman birer kor parçasıydı. Başında saç yerine alevden başaklar dalgalanan, diğer organların yerinde de karalı kızıllı kor parçalarından tahıllar taşıyan, bedeninin yarısı kaynayan denizde gömülü, diğer yarısı bir insan boyunu beşe, belki de ona katlayan bir garip yaratık…
–Si… Si… Size ne zararımız oldu ki?
–Karamits’in ajanı değilsen -ki olmadığını sanıyorum- zararın olmadı, olamayacak da… Hatta yararın bile dokunabilir. Dediklerimi yaparsan kuşkusuz…
–Ne, ne yapabilirim, ne istiyorsunuz?
–Serez, bir kara deliğe doğru sürükleniyor. Buna engel olabilirsin.
–Be… Be… Ben mi?
–Evet, sen ve Simurg…
–Onu biliyorsanız benim ajan olmadığımı da biliyorsunuz demektir.
–İlk anda gezegen halkım seni Karamits’in yolladığını düşünmüş, o yüzden seni arınma havuzuna almışlar ama yanıldıklarını anladılar şimdi. Benim uyarımla kuşkusuz…
–Karamits kim?
–Şimdilik bilmesen de olur. Simurg gelsin de…
–Simurg yani Anka burada yok ki!
–Çağır, gelsin!
Beni nasıl duysun, diyecekken sustu. Anka’yı bildiğine göre Zeynep’in çağrısıyla buraya geleceğinden kuşku duymuyor olmalıydı. “Keşke ben de sizin gibi düşünebilsem…” derken yüzünü yalayan bir alevle olduğu yerde sarsıldı. Yanındakilerin yardımıyla kaynar denize düşmekten son anda kurtuldu.
Bir süre düşüncelerine gömülüp bir çıkış yolu bulamamanın acısıyla başını kaldırdığında karşısındaki dev canavarın yok olduğunu gördü. Kaynayan denizi bakışlarıyla tarasa da ondan ne bir iz vardı ne de bir ses. Çevresindeki kabuklu canlılar da yok olmuştu. Nasıl olduğunu anlamamıştı ama üzerindeki kabuğu da soyup almışlardı giderken. Kaynar buharların yüzünü yaladığı o kaya çıkıntısında kalakalmıştı öylece. Oradan çıkamayacağını biliyor olmalıydılar.
Olduğu yere çöküp “Anka!” diye inledi. “Buraya nasıl düştüm, bilmiyorum ama yardımına gereksinimim var. Ne olur duy beni!”
Derin bir nefes alıp mırıldanmasını sürdürdü:
–Belki de beni bağışlamayacaksın Anka! Seni bir anlığına unuttuğum, teleğini bile yanıma almadığım için… Bağışlamasan da sana hak veriririm ama bu ne seni unutmamı sağlayabilir ne de içinde bulunduğum durumdan kurtulmamı.
Bir bulut fırtınasıyla savrulup dağın doruğundan aşağıya doğru kaymaya başladığında çığlığı kulaklarına yabancı geliyordu.
–Zeynep, Zeynep aç gözlerini!
Duyduğu sesin şaşkınlığıyla gözlerini açtığında üstüne eğilmiş üç çift göze bakıp kaldı bir süre.
–Fu… Fuat, U… Utku, Ca… Caner! Siz nereden çıktınız?
Utku gülümseyerek:
–Adımızı öğrenmeye çalışıyor arkadaşlar, dedi. Dünyaya döndüğünün bir belirtisi bu, rahatlayın!
Fuat:
–Bizi kayak öğretmeni bulmaya gönderip tek başına kaymaya çıkarsan sonuç bu olur küçük hanım! Beş dakika bekleyemedin mi?
–Ne… Neredeyim?
–Uzayda küçük bir gezinti yapıp aramıza döndün Sarı Fırtına, diyerek gülen Caner’in gerçeğe ne kadar yaklaştığını anlayıp gülümsemeye çalıştı:
–Beni kara deliklerden siz mi kurtardınız?
–Ne yapalım? Arkadaş, dedik bir kez!
Utku’nun sözlerini Caner tamamladı:
–Arka taş olmasın bu Utku? Ne zaman arkamızı dönsek bir sorun yaratıyor. Bu kez de başını çarptığından nerede olduğumuzu bile anımsamıyor, baksana!
–Başımı mı? Neredeyim gerçekten?
–Kayak pistinin yakınındaki bir buz çukurunda. Doğrulup çevrene bir baksana…
Kalkmaya çalışırken Fuat durdurdu onu:
–Dur, yavaş yavaş… Kırık çıkık olmadığından emin olmalıyız.
–Yok, iyiyim. Hem kayak yaparken düşme konusunda doktoram var benim. Babamla kayarken de düşmüştüm geçenlerde, diyerek doğruldu. Ayağındaki sızı dışında, acıyan yeri yoktu pek.
–Ayağın mı?
–Biraz acıyor yalnızca Caner, geçer şimdi.
–Kızım, ayak kırmadaki rekorumu almaya çalışıyorsan boşuna uğraşma!
–Yok yok, hiç niyetim yok! Bu tatilin tadını çıkarmak niyetindeyim.
–Yalnız çıkarmak niyetindesin sanıyorum. Teleferiğe binmemize bile fırsat tanımadın.
–Sen önce otelin yanında kaymayı öğren de sonra teleferikle çıkarsın zirveye.
–Ne yani, kaymayı öğrenemezsek teleferiğe binemeyecek miyiz Zeynep?
–Gezmek için binersiniz Caner. Hem öğretmeniniz, hepinizin iyi bir kayakçı olmanızı sağlayacaktır yakında.
–Bizi bırak da sen çok iyi bir kayakçı olduğunu söylüyordun, diye araya girdi Fuat. “Pistten çıkıp bu çukura düşmeyi nasıl becerdin?”
–İşte o bölümü hafızamdan silinmiş Fuat. Silgi, senin elinde miydi yoksa?
–İşin gırgırına geçtiğimize göre Zeynep gerçekten iyi arkadaşlar. Haydi onu otele götürelim de öğle yemeğimizi yiyelim. Kaç saattir onu aramaktan açlığımızı unuttuk.
–Ben de öyle susadım ki!
–Çölde “Su! Su!” diyen cılız ses senindi anlaşılan.
Utku’ya gülümsedi. Gittikçe ağrıyan başıyla ayağını düşünmemeye çalışarak arkadaşlarının arasında otele yürüdü. İçeri girer girmez bir damacana su isteyecekti.
Arkadaşlarının şaşkın bakışları arasında birkaç bardak su içti üst üste. Onlar yemeğe saldırıyordu, o yalnızca suya.
–Ne o Zeynep? Susuz bir şölen sofrasından kalkmış gibi durmadan suya saldırıyorsun. Kuzu mu çevirdiler sana gittiğin yerde?
–Yok Utku! Yanardağlarda kısa bir gezinti yaptım da…
–Senin yanardağları bilemem ama ben bu donardağda kaymayı öğrenemeyeceğim, diyen Caner’in sözleri, kahkahalarla karşılandı sofrada. Zeynep de susuzluğunu giderip önündeki yemeğe uzandı sonunda. Neşe içinde yemeklerini tamamladılar.
Zeynep, öğleden sonra arkadaşlarından ayrılmadı. Otelin yakınlarında, kayak öğretmeni eşliğinde arkadaşlarının kaymaya çalışmalarını izledi, çoğu zaman kahkahalarla gülerek. Özellikle Caner sık sık düşüyor, kalkarken de “Bu donardağ beni sevmedi arkadaşlar! Yoksa ben çok iyi kayarım,” diyerek herkesten önce kendi gülüyordu durumuna. Utku ile Fuat, otelin önünden vadiye inen pist boyunca kayabiliyor, Zeynep bazen onlara eşlik ediyor, bazen de Caner’e yardım etmeye çalışıyordu.
Karla, buzla boğuşa boğuşa akşamı etmiş, ocak başındaki eğlenceyi izlemek üzere ocağı uzaktan gören yer minderlerine
çökmüşlerdi.
–Niye böyle uzağa oturdunuz, diyen Zeynep’i ilk yanıtlayan Caner olmuştu yine:
–Gün boyu artistik patinaj buz şampiyonasında dans ettikten sonra enerjimiz tükenmiş kızım. Sıcak dans bizi bozar, diye düşündük de…
–Sen grubumuzun neşesisin, biliyor musun Caner? İyi ki katıldın aramıza! Sen olmasan biz üç suskun, kendi içimizde boğulur dururduk.
–Elbette kızım, değerimi bilin, ona göre!
–Aşk olsun Zeynep! Fuat’la biz, zebani suratlı mıyız?
–Yok Utku, onun kadar konuşkan ve neşeli değiliz yalnızca! Hem kendimi de kattım baksana!
–Ne yapalım, kader! Herkes benim gibi şirinlik kumkuması olamaz ya!
–Fazla şişme Caner, çatlayacaksın!
–Yediklerimden çatlamayayım da…
–Caner, kara deliklerle ilgili bulgularını biraz anlatsana. Raporda okumuştum ama çoğu aklımda kalmadı.
–Neden? Kara deliklere mi gideceksin bu kez de? Seni kurtarmak için oraya gelemeyiz, bilmiş ol!
Utku ile Fuat da meraklanmıştı:
–Gerçekten Zeynep, neden soruyorsun?
–Anlatacağım ama önce sorumun yanıtını Caner’den alayım da, diye yanıtladı Utku’yu.
–Gündüz kayboluşunla ilgisi var mı bunun?
–Yok, desem bana inanacak mısın Fuat?
–Sanırım inanmayacağım. Sen söz konusu olunca korku filmleri izlemeye gerek yok zaten!
–Korkuyorsanız hiç anlatmayayım.
–Ucundan kıyısından birlikte bulaştığımıza göre bu işe, anlat ki yaşayacaklarımıza karşı hazırlıklı olalım.
–Sorun kara delikler!
–Ee?
–Benim araştırma konum olan Serez’le ilgili bulgularımı anımsıyor musunuz?
–Senin kara delikleri anımsadığın kadar…
–İşte, sorun o ikisiyle ilgili… Bu yüzden de araştırmamızı yeniden gözden geçirmemiz gerekiyor.
–Yine mi? O araştırma için aylarımızı verdik Zeynep! Sonunda bir tatili hak ettik derken…
–Bunu ben de istemiyorum ama…
–Ama zorunluyuz sanırım.
–En azından ben zorunluyum Caner. Siz de isterseniz yardım edersiniz.
–Ben dışarda gözcü kalsam…
–Yine kaçış yolunu buldun ya Caner, kutlarım seni derken gülüyordu Zeynep. Utku ile Fuat ise kara kara düşünmeye koyulmuşlardı.
–Ee, laf kalabalığına getirme Caner! Şu kara deliklerle ilgili araştırmanı sözcük sözcük ezberlediğinden kuşkum yok. Bir kez daha anlatmaya ne dersin?
–Yorgunum, derim Zeynep. Uykum geldi.
–Bunu anlatmazsan seni uyutacağımızı mı sanıyorsun? Doğruca kara deliklerle götürürüz seni, ona göre!
–Tamam, tamam! Anlatayım bari!
Hepsi de Caner’in anlattıklarını can kulağıyla dinlemeye koyulmuştu. Sık sık sorularla kestikleri anlatım bittiğinde gece yarısını çoktan geçmişti. Zeynep’in anlatacakları ertesi güne kalmıştı ama bundan hoşnuttu çünkü serüvensiz, düşsüz, tam anlamıyla dinlenebileceği bir uykuya öyle gereksinimi vardı ki! Birbirlerine iyi geceler dileyip odalarına çıkar çıkmaz da yataklarına serildiler.
Serez’le ilgili bir düş görmese de kara deliklerin birinden kurtulup biri tarafından yutulduğu, rahatsız bir uykudan sonra dinlenemeden kalktı yataktan Zeynep. Yıkanıp giyindikten sonra kahvaltıya indiğinde arkadaşlarının çoktan masaya oturup tepeleme doldurdukları yemek tepsilerine gömüldüklerini gördü.
–Günaydın arkadaşlar! Kıtlıktan mı çıktınız, yoksa bir yıldır yemek mi vermediler size?
Lokmaları ağızlarında gevelerken birer baş selamıyla ona karşılık verdiler. Caner ise ağzının dolu olduğuna aldırmadan, yutkuna yutkuna konuşmaya çalıştı:
–Hepsi birden… Bir de donduran dağı ekle üstüne.
–Siz obursanız donduran dağ ne yapsın?

<!–nextpage–>

Utku, lokmasını yutup gülümseyerek gürledi:
–Otur da karnını doyur Sarı Fırtına! Sabah sabah bu kadar konuşmayı nasıl canın istiyor? Hani sen de bizim gibi suskundun?
–Tamam paşam, oturuyorum da asıl sizin canınız bu kadar yemeği nasıl istiyor sabahın köründe, onu düşünüyorum.
Fuat da söze karıştı:
–Fazla düşünmek iştahını keser! Önce ye, sonra düşün!
“Düşünüyorum, o halde varım!” diye gülerek kahvaltısını almaya kalkarken arkadaşları konusunda şanslı olduğunu düşünüyordu.
Ondan önce başlasalar da kahvaltılarını Zeynep’le aynı anda bitiren arkadaşları, merakla Zeynep’in anlatacaklarını beklemeye koyuldular.
–Ee, dedi Fuat. Ne zaman anlatacaksın şu kara delik merakının yine neden depreştiğini?
–Korkmak yok ama, diye uyardı onları Zeynep.
–Korku duvarını aşalı çok oldu küçük hanım, dedi Utku. Sen anlat hele…
–Ne zaman aştınız siz o duvarı? Korktuğunuz için bana yüklediğiniz konuları henüz unutmuş değilim.
–Korku değildi o, diye diklendi Fuat. “Çığlıklarımdan yorulan bizimkilerin uyarısından bıkmaydı yalnızca.”
–Ve düzenli bir uykuya özlem, diye tamamladı Utku.
–Bir de benim nasıl olsa üstesinden geleceğimi düşünmeniz, diye ekledi Zeynep.
–Tam üstüne bastın, kaldır ayağını, diye güldü Caner.
–Haydi ama Zeynep! Bizi meraktan öldürmek mi istiyorsun?
Utku’nun sözleriyle yelkenleri indirip “Ben size kıyabilir miyim? Hemen başlıyorum. Yalnız burada mı oturacağız? Dışarı çıkıp karın keyfini sürerken anlatayım.” diyerek kalktı. Otelin hemen yanındaki kameriyenin içine geçip hepsinin yerine oturmasını bekledikten sonra araştırmanın başından beri yaşadıklarını anlatmaya koyuldu.
Bitirdiğinde hepsinin soluğu kesilmişti. Neden sonra Caner bozdu sessizliği:
– Vay canına! Bu kadarına ne diyeceğimi bilemiyorum!
Diğerlerinden de benzer tepkiyi alan Zeynep sordu:
–Ne diyorsunuz? Bana yardım edecek misiniz?
–Ne yapmamız gerektiğini bilsek ederiz de…
–Zamanı geldiğinde ne yapmanız gerektiğini anlatacağım. Yalnız size anlatmadığım bir ayrıntı daha var, diyerek Anka’yı onlara tanıtmaya başladı.
–Anka mı? İnanamıyorum! Onun yalnızca bir efsane olduğunu sanıyordum, diyen Caner’e; sen yürüyen bir efsanesin, diyen Utku’ya; bu kadarını filmlerde bile izlemedim, diyen Fuat’a:
–Yaşadıklarımızın hangisi olağan ki, demekten başka söz bulamadı.
Sonunda, ilk şaşkınlıklarından sıyrılıp Zeynep’i anlamış, Anka’nın teleği evde kaldığına göre ona nasıl ulaşabileceklerini tartışmaya koyulmuşlardı.
–Aklıma bir fikir geliyor ama nasıl karşılayacağınızı bilmiyorum, dedi Zeynep.
–Söylemeden de bilemezsin, dedi Caner.
Diğerlerinin de sabırsız sözlerinden sonra İpek’le yaşadıklarını anlatıp Anka’nın bir tüyünün de onda olduğundan söz etti. Ona telefon ederlerse Anka ile gelebileceğini, Antalya’ya gidip evdeki teleği alamayacaklarına göre bunun tek yol olduğunu söyledi. Yalnız bu durum, serüvene bir kişiyi daha ortak etmekti. İşte, Zeynep’i düşündüren konu buydu.
–Anlaşabileceğimiz biriyse neden olmasın? Üstelik başka yol da görünmüyor, dedi Utku.
Fuat’la Caner’in de Utku’yu desteklemesi üzerine kalktılar. Onlar bir süre öğretmen gözetiminde kayacaklar, İpek’le telefon görüşmesi yaptıktan sonra Zeynep de onlara katılacaktı.
Konuyu duyan İpek, telefonda sevinç çığlıkları atmış, gece olur olmaz telekle Anka’yı çağırma sözü vermişti. Onunla buluşur buluşmaz da Zeyneplerin yanında alacaktı soluğu. Annesiyle babasına ne diyeceğini uzun süre tartışmışlar; geceleri onların yanında, gündüzleri de eve dönmesinin mantıklı olabileceği üzerinde anlaşmışlardı. Böylece kimse, İpek’in aralarına katıldığını anlamayacaktı.
Buldukları çözümle arkadaşlarının yanına dönen Zeynep, işaretle sorunun çözüldüğünü anlatmış, sonra da kaymaya başlamıştı.
Öğle yemeği dışında bütün gün kayağın, kar topu oynayıp kardan adam yapmanın keyfini sürdükten sonra yorgun argın otele dönmüşler; lobide bir çığlık atıp kendi yaşlarında esmer, ince ve uzun boylu bir kıza sarılan Zeynep’i görünce oldukları yerde durup beklemeye başlamışlardı.
Bir süre sarmaş dolaş olduktan sonra ayrılıp onu arkadaşlarının yanına sürükledi:
–Bu İpek, arkadaşlar! İpek, bunlar da sana sözünü ettiğim Utku, Fuat ve Caner!
–Bu da Kara Fırtına olmalı, diyen Caner’in sözleri üzerine hepsi kahkahayı basmıştı.
Zeynep:
–Ben Kara Fırtına’yı odasına çıkarayım, sizler de yemeği alın, diyerek onun valizini almış, resepsiyon görevlisini saf dışı bırakarak asansöre yürümüştü. İpek’in odası, Zeynep’inkinin hemen yanındaydı çünkü.
–Anlat bakalım İpek, dedi. Anlaşmamıza ne oldu? Gece olmadan buraya nasıl geldin? Dayımla yengem nasıl izin verdi? Anka ile görüşebildin mi?
–Senin burada olduğunu söyleyip tatil için babamlardan izin istemenin daha doğru olduğunu düşündüm Zeynep. Önce biraz nazlandılar, sonra onlar da gelmek istediler ama ben yalnız gelmekte direttim. Senin arkadaşlarınla olman, halamların evde kalması da sanırım onları yumuşattı. Sonunda buradayım işte!
–İyi etmişsin, buna çok sevindim! En azından gece gündüz birlikte oluruz.
–Öyle canım sıkılıyordu ki Zeynep, telefonun can simidi gibi geldi, inan!
–Ee, Anka ile görüşebildin mi?
–Yok ama tüyü yanıma aldım. Birlikte çağırırız diye düşünmüştüm.
–Tamam, haydi üstünü değiştir de yemeğe inelim. Ben çok acıktım. Sen de yoldan geldin, açsındır. Kalanını yemekte konuşuruz.
Tamam, diyen İpek üstünü değiştirinceye kadar odasına gidip beklemeye başladı Zeynep. Birkaç dakika içinde kapısı çalınmış, İpek’le aşağıya inmeye başlamıştı bile.
İpek’in durmadan konuşmasını kendisi gülümseyerek, arkadaşları da şaşkınlıkla izliyordu. Caner nasıl da uygun bir ad bulmuştu ona hemen! Kendisinin Sarı Fırtınalığı tartışılsa da Kara Fırtına adının uygunluğu, İpek’in esmesinden belli oluyordu.
–İpek, bir nefes al artık, diye gülerek onu uyarma gereği duydu sonunda. Arkadaşların gözünü ilk günden korkutma istersen. Yoksa bizi bu serüvende yalnız bırakabilirler.
–Hiç niyetim yok, diyen Utku’yu Fuat izledi:
–Bırak Zeynep! Korkmak bir yana arkadaşın konuşmalarını sevdim ben. En azından sıkılmayacağız demektir.
–Kara delikte gülerek yiteceğiz yani…
–Caner!
–Ne var Zeynep, korkulu bir serüvene atıldığımız yalan mı? En azından yüzümüzü güldürenler ikiye çıktı. Doğrusu erki paylaşmak pek güzel olmasa da idare edeceğim artık.
–Kıskançlık ha!
–Tahtım sallandı, ne yapayım?
–Merak etme Caner, diye araya girdi İpek. Zeynep’in anlattıklarına göre senin tahtını sallamaya benim gücüm yetmez. Olsa olsa bir kenarına ilişiveririm. Olmaz mı?
–Eh, olur o zaman!
Gülüşmeleri, çevredeki bütün başları onlara döndürse de bir anlığına, umursayacak durumda değillerdi. Birkaç saat sonra yaşayacakları gerilimi baştan azaltma çabası içindeydiler.
Sonunda yemek de konuşmalar da bitmiş, ocakbaşı eğlencesini bir süre izledikten sonra dışarı çıkmışlardı.
–Oh! Ne güzel bir gece! Yıldızlar gökte mi yoksa yerde mi ışıldıyor, ayrımsayamıyor insan!
–İpek, manzarayı izlemeyi bırakıp Anka’yı çağıralım istersen. Ne zaman Serez’e götürüleceğimizi bilmiyoruz. Her an olabilir bu çünkü.
Başını sallayarak Zenep’i onaylayan İpek, kameriyeye yürüyen arkadaşlarını izledi.
Kutsal bir ayinde gibiydiler. İpek cebindeki sıradan gibi görünen beyaz tüyü çıkarıp onlara göstermiş, sonra da okşamaya başlamıştı. Çok geçmeden Zeynep’le İpek’in dışındakilerin şaşkın bakışları arasında masadaki yerini almıştı Anka.
–Hayrola kızlar? Yine bir serüven peşindesiniz anlaşılan.
–Biz serüven aramıyoruz Anka, diye onu yanıtlayıp bir yandan da bembeyaz tüyleri okşayan Zeynep, serüven gelip bizi buluyor, dedi.
–Biliyorum. Bu kez de kara deliklerin yutmak üzere olduğu bir cüce gezegenle işiniz var.
–Oo, sen zaten biliyorsun Anka.
–Buna niye şaşırdın Zeynep? Senin aklından geçenleri de çağırsan geleceğimi de biliyordun.
–Teleğini evde unuttum ya Anka hem de en güçsüz durumunda.
–Bu yüzden mi İpek’ten yardım istedin?
–Evet, utandım.
İpek araya girdi hemen:
–Beni gördüğüne sevinmedin mi Anka?
İkisine birden sarılan Anka:
–Sevinmez miyim? İkinizi de sevdiğimi biliyorsunuz.
Utku, Fuat ve Caner Anka’yı görmenin şaşkınlığını üzerlerinden atamadan onların konuşmalarına bakıp kalmışlardı. Neden sonra Zeynep, onları da tanıştırdı Anka’ya.
–Hastanede bitkisel yaşama giren arkadaşların değil mi bunlar Zeynep?
Utku ile Fuat’ın şaşkınlığı geçmeden Caner araya girdi:
–Ben değil…
–Biliyorum, sen ayağını kırdığın için evdeydin.
–Bütün bunlar gerçek olamaz! Biri bana düş görmediğimizi anlatsın, diyen Utku’yu da kanadıyla okşadı Anka. Sonunda rahatlayıvermişti hepsi.

–Biz de Zeynep’in olağanüstü güçleri olduğunu sanıyorduk. Meğer asıl güç sizdeymiş, dedi Fuat.
Zeynep’i kanadıyla okşamayı sürüdüren Anka:
–O olağanüstü bir insandır zaten, dedi.
Zeynep, Anka’ya teşekkür ederken diğerleri de alkışladı.
–Durumu bildiğine göre ne yapacağımız konusunda bize bir fikir verebilirsin sanırım Anka, dedi Zeynep.
–Serez bir Astreoid Kuşağı’nda olduğu için kara deliklerle her zaman karşılaşma olasılığı vardı zaten. Sanırım cüce gezegenin yöneticisi Ceres -ki mitolojik çağda anne sevgisinin ve büyüyen bitkilerin tanrısıydı- kendi adını verdiği gezegenin yok olma tehlikesini ancak ayrımsayabildi.
–Anne sevgisi mi? Ben onu gördüm Anka, anne sevgisinde o kadar ateş olmaz ki! Başındaki başaklar bile alev alevdi. Hem, gezegene adını verdiyse neden Ceres değil de Serez olarak geçiyordu okuduğum dergilerde?
–Dedim ya Zeynep, mitolojik çağdaydı o. O zamandan bu yana değişen öyle çok durum oldu ki! Yine de Ceres’in kimseye kötülük edeceğini sanmıyorum. Can korkusuyla biraz sert davranmış olabilir ama düşünsene yalnız kendi canı değil, çocukları yerine koyduğu tüm kabuklu canlıların yaşamı tehlikede. Gezegenin adına gelince -sanırım- bilim insanlarınız Türkçe okunuşunu almayı yeğlemişler.
–Açıklamaların için teşekkürler Anka. İsim konusunu anladım da bize zarar vermeyeceğinden emin misin?
–Kendi canı yanmadığı sürece…
–Biz onun canını niye yakalım ki? İstemeden konuk oldum her seferinde, biliyorsun.
–Araştırmalarınız ilgisini çekmiş, sizi bir kurtarıcı olarak görürken önlem almayı da gerekli görmüş olmalı. Ne de olsa sizi tanımıyor. Onu yanıltmanızı önermem doğrusu!
–Biz ne yapabiliriz?
–Kara deliği onarmaktan ya da Serez’i oradan uzaklaştırmaktan başka seçeneğimiz yok. Yörüngesini değiştirmek çok güç. Buna gücümüz yetmeyebilir ama kara delikler konusunda bir yardımımız olabilir.
–Ne zaman gidiyoruz öyleyse?
–Onlar bizi çağıracaklardır Zeynep. Haydi, siz çıkın da dinlenin biraz! Önümüzde yorucu saatler hatta günler olabilir.
–Sen de bizimle gel Anka, diyen Zeynep’ten başlayarak her birine birer tüy bırakıp gözden yitti Anka. Onlar tüylerini ceplerine gizleyip odalarına çıkarken Anka’nın sessizce onları izlediğini adı gibi biliyordu Zeynep.
Cüce gezegene Serez, yöneticisine de Ceres demekte karar kılmışlardı, odalarına dağılmadan önce.
İpek’le bir süre söyleşip özlem giderdiler. Bütün üstelemelerine karşın mitolojik çağda yaşadığı serüvenden söz etmedi Zeynep. Arkadaşlarının belleğinden bile bütünüyle silinen bir olayı İpek’e anlatmasının gereği olmadığını düşünüyordu.
Sonunda birbirlerine bir kez daha sarıldılar. İpek’i odasında bırakıp kendisininkine geçen Zeynep, Anka’ya olan güveninin de etkisiyle yatar yatmaz derin bir uykuya daldı.
Gözlerini yakan parlak ışıkla uyandığında kalkıp pencereye yürümek istedi. Doğrulduğu anda, ortam değiştirdiğini anlayıp çevresine baktı. Yine yalnız ve buhar püskürten gayzer kraterinin hemen kıyısındaydı. Onu uyandıran parlak ışıksa kraterin tepesinde dikilen Ceres’in alevler ve korlardan oluşan dev görüntüsüydü.
Diğerlerinin nerede olduğunu anlayamıyordu bir türlü. Soruna birlikte çözüm bulmaya çalışmayacaklar mıydı? Tek başına ne yapabilirdi ki?
Düşünceleri Anka’ya kaydığı anda hemen cebini yokladı. Tüyün orada olduğunu görünce de rahatlayıverdi. Bir yandan tüyü okşayıp yüreğindeki sevgiyi parmak uçlarıyla ona aktatırken bir yandan da Anka’ya sesleniyordu. Çok geçmeden kanat çırpınışlarını duydu.
Kraterin tepesine baktığında Ceres’in dalgalanan alevleriyle onu izlediğini gördü. İçindeki korku, Anka’nın önünde belirivermesiyle geçip gidiverdi. Üstelik yalnız da değildi Anka, bütün arkadaşlarını kanatlarına bindirip gelmişti. Anka, diye bir sevinç çığlığı atıp hepsine sarıldı.
–Yine bizi beklemeden geldin, değil mi, diyen arkadaşlarına gülerek:
–Benim bir suçum yok, inanın, dedi. “Yatağımda uyuyup burada uyandım yalnızca.”
–Söyleşinizi sonra sürdürüsünüz. Şimdi iş zamanı, diyen Anka’ya dönüp:
–Biz hazırız Anka, dediler hep birden. “Ne yapmamız gerekiyor?”
–Önce Ceres’le konuşalım, diyen Anka, kraterin tepesine doğru uçtu.
Utku, Fuat, Caner ve İpek, soğuktan titremeye başlamış, korkulu gözlerini de Anka’nın uçtuğu yere dikmişlerdi.
–A… Az bile anlatmışsın, dedi Caner. Bu… Bu… Bu, ateşten bir dev!
–Korkma, dedi Zeynep. “Anka yanımızda.”
Diğerlerinin dili tutulmuş gibiydi. Hepsi aynı anda, Anka’nın kanatlarının hareketine göre başlarını çevirip duruyorlardı. Zeynep, elinde olmadan güldü:
–Hepiniz, çizgi film kahramanı gibisiniz.
–Her gün böyle bir devle karşılaşmıyoruz ki, diyen İpek’e hak veren Zeynep, arkadaşlarının korkularını anlamadığı için kendisine kızıp sustu. Anka’nın konuşmasını bitirip yanlarına dönmesini beklerken doruğun hemen üstünde göze çarpan, kocaman kara deliği görünce bir çığlık attı. Onun çığlığı, başta Anka ve Ceres olmak üzere bütün başları kendisine döndürdü.
–Ne… Ne oldu Zeynep?
İpek’in sorusunu yanıtlayamadı. Yalnızca parmağıyla kara deliği göstermekle yetindi. Çok geçmeden de Anka yanlarına dönmüş, onların sakinleşmesini beklemeden yapacaklarını sayıp dökmeye başlamış, kanadından kopardığı telekleri de ellerine tutuşturmuştu:
–Hepimiz, o kara deliğe gideceğiz şimdi. Bu teleklerle siz o deliğin ağzını dikmeye çalışırken ben de çekim gücünü yok etmeye çalışacağım. Haydi atlayın sırtıma!
Hepsi de iğneyle ipliğe benzemeyen teleklere şaşkın şaşkın bakıp soru dolu gözlerini Anka’ya dikseler de ne durumu açıklayacak ne de bekleyecek zaman olduğunun ayrımındaydı. Anka’nın sırtında kara deliğe doğru uçarlarken Anka’nın uyarıları da sürüyordu:
–Telek boşta kalan elinizde olacak şekilde, ikişer ikişer ayrılın. Sakın, birbirinizin elini bırakmayın! Birinizin o deliğe düşmesi, hepimizin sonu demektir!
Hepsi, korkudan tir tir titrese de sessizce başını salladı. İpek’le Zeynep, Utku ile Fuat el ele tutuşmuş; onları kara deliğin önünde bırakan Anka, boşta kalan Caner’i alıp uzaklaşmıştı.
Deliğin ağzında ne yapacaklarını bilememenin şaşkınlığıyla bir süre bekleseler de çok geçmeden kendilerini toparlayıp işe giriştiler.
Zeynep, teleği dokundurduğu her noktanın kapandığını gördü şaşkınlıkla. Onu izleyen Fuat ile Utku da aynı işi yapmaya başlamıştı.
Karanlığın içinden öyle bir rüzgâr esiyordu ki birbirlerine sıkı sıkı tutunmasalar kara delik tarafından yutulmaları işten bile değildi. Onların gücü belki de yetmeyecekti ama Anka’nın tüyleri yutulmalarını engelliyordu.
Birden, ellerindeki tüyler işlevini yitirmiş, hepsi birden kara deliğin içine doğru savrulmaya başlamıştı. Zeynep, son gücünü çığlık atmak için harcayıp Anka’yı çağırsa da geç kalmıştı. İpek’in elinden nasıl kurtulduğunu anlamamamıştı bile! Karanlık bir kuyuya doğru hızla çekiliyordu.

Yine beceriksizliğim tuttu. Kendi kusurum yüzünden İpek’i de yitirdim, diye bir düşünce geçti aklından. İpek’in yakınlarda olduğunu düşünüyor ama gözlerini açık tutsa da göremiyordu. Zifiri karanlıktı çünkü.
İpek’e seslenmek istedi ama bu kez de sesi çıkmıyordu. Kör kuyu, sesini de almıştı elinden. Düşüş, hızlanarak sürerken, Buraya kadarmış, diye düşünüp gözlerini yumdu.
Bedeni milyonlarca parçaya bölünür gibi acı içindeydi. Gözlerinin içinden yıldızlar geçerken önce güçlü bir ışık duyumsadı, sonra da bir alev topu tarafından yukarı doğru çekilmeye başladı.
Kavruluyordu. Bu kadar ateşi, Ceres dışında, kaynayan denizde bile duyumsamamıştı. Çok geçmeden saçlarından kaş ve kirpiklerine doğru yürüyen ateşle kendinden geçti.
Bedeninin her yanının buzla ovulmaya başlanmasıyla kısa bir anlığına açtı gözlerini. Kraterin kıyısında yatıyor, çevresindeki kabuklu canlılar da ellerindeki buzları her yanına sürüyordu. Çatlayıp birbirine yapışan dudaklarını güçlükle aralayıp “Su!” diye inledi. Dudaklarına buz sürüldü hemen. Buzdan eriyen damlaları emse de susuzluğu geçmiyordu bir türlü.
Soğuktan titreyerek bütünüyle kendine geldiğinde buz yığınları arasında oluşan, küçük bir gölcükte yatıyordu. Kabuklu canlılar bir yerlere kaybolmuştu. Yine mi düş gördüm acaba, diye düşünüyordu ki hemen yanında sayıklayıp duran İpek’i gördü. İpek, tanıdığı İpek’e benzemiyordu yalnız. Saçlarının olmaması bir yana üstü başı da ıslak küllerle doluydu.
Bütün acısını unuttu bir anda. Kalkıp İpek’e sarılmak istediyse de beceremedi.
–Anka, diyebildi fısıltıyla.
Kara delikten nasıl kurtulduklarını, öbürlerine ne olduğunu, Anka’nın neden çağrısına yanıt vermediğini düşünürken yeniden kendinden geçti.
Gözlerini açtığında yine kara deliğin başında İpek’le el ele çalışıyordu. Uyanıkken düş görülür mü? Ben de iyice şaşırdım, diye düşünerek İpek’e baktı. Saçları yerli yerinde, giysileri de oraya gelirken nasılsa öyleydi.
Ellerindeki tüyün işlevini yitirdiğini İpek’le birlikte kara deliğe doğru yeniden savrulmaya başlayınca anladı. Anka hemen yanlarında bitiverip ellerindeki tüyleri yenisiyle değiştirmese belki de yitip gideceklerdi.
Sık sık savrularak, tüyleri değiştirerek uzun süre çalıştılar. Kara delik, epeyce küçülüp yumurta büyüklüğüne inmiş, çekim gücünü de onları yutma etkisini de yitirmeye başlamıştı. Elindeki son telekleri de değiştirdiğinde Anka’ya gözü takıldı Zeynep’in. Anka, yine yolunmuş tavuğa dönmüştü. Gözyaşları içinde son noktayı da diktiğinde kara delik kalmamıştı ortada. Anka’nın çıplak sırtında kratere doğru uçarlarken ne Anka’da ne de diğerlerinde konuşacak güç kalmıştı.
Kraterin yakınlarına konmayı beklerken kraterin ağzından kaynayan denize doğru düşmeye başladılar. Korkulu gözleri kaynar buharla yanmaya başladığında kendilerinden geçtiler.
–Zeynep, uyan artık!

<!–nextpage–>

Gözlerini açtığında İpek’i karşısında görmenin şaşkınlığıyla hızla doğruldu:
–İpek, neredeyiz?
–Odanda ve yatağında!
–Anka, kaynayan deniz, Serez…
–Bilmiyorum Zeynep. En son anımsadığım, gözlerimi kaynar buharların yaktığı. Öncesinde de ateşler içinde epeyce yuvarlandım ama… Neyse sonunda yatağımda uyanıp sana koştum.
–Anka?
–Ondan bir haber yok, bir tüy bile! Sendeki tüy duruyor mu?
Zeynep hızla kalkıp odayı ve giysilerinin ceplerini araştırsa da bulamadı.
–Desene bizi ve cüce gezegeni kurtarmak için kendini feda etti, diyerek ağlamaya başladı.
İpek, bir süre sarılıp onu avutmaya çalıştıktan sonra hıçkırarak konuştu:
–Anka yeniden canlanmaz mı? O bizi bırakmaz, değil mi?
–Canlansa bırakmaz ama kim bilir ne zaman canlanır? Bu kez gücünü bütünüyle yitirmiş bile olabilir. Bunu düşünmek bile istemem ama…
–Haydi, aşağıya inip arkadaşlarla konuşalım! Belki, birinde bir tüy kalmıştır.
Anka’nın gücü olsa tüy olmadan da geleceğini biliyordu ama yine de gözlerini kurulayıp İpek’i onayladı. Bir süre daha yatağın üstünde çöküp kaldıktan sonra giyinip odadan çıktı.
Hep birlikte kahvaltı masasının çevresinde toplanmış, konuşmak için güç topluyor gibiydiler. Bir süre sessizce lokmalarını çiğneyip çaylarını yudumladıktan sonra konuşmaya başladılar.
Utku:
–Biri bana yaşadıklarımızın düş olup olmadığını açıklasın lütfen!
Fuat:
–Hepimiz aynı düşü görmüş olamayız ya! Bu tüm doğa yasalarına aykırı!
Caner:
–Yaşadıklarımız doğa yasalarına uygun muydu peki? Uzayda, astronot giysisi olmadan nasıl dolaştık, nasıl nefes aldık ve kara deliği dikmek gibi bir işi başardık?
Zeynep:
–Hepsini Anka’nın gücüne borçluyuz Caner. O, ışık hızından bile hızlı hareket eder. Kanatları da çevremizde küçük bir atmosfer yaratır, kendisi yanımızda olmasa bile.
Caner:
–Vay canına! Roketlerin bile ancak ses hızını geçebildiğini okumuştum. Işık hızı ha! İnanılır gibi değil!
–Bunları tartışmanın ne yeri ne de zamanı arkadaşlar. Cüce de olsa bir gezegeni kara delikten kurtardık ama Anka’yı yitirdik. Asıl konumuz bu, bence.
İpek:
–Anka hepimize birer tüy vermişti. Bizimkileri bulamadık. Sizler de bir baksanız ceplerinize… Belki birisi kalmıştır.
Ceplerini yokladıktan sonra üzgün bir şekilde başlarını salladılar. Bunun üzerine ağlamaya başlayan Zeynep’i avutmak, hiçbirisi için kolay olmamıştı. Sonunda onu güçlükle kaldırıp teleferikle bir gezi yapmaya zorladılar. Başka türlü kendisini toparlayamayacak gibi görünüyordu. Geziden döndüklerinde Anka’dan bir haber alabilir ya da bir tüyünü bulabilirlerdi.
Teleferikten inmiş, hırsını dağlardan çıkarırcasına hızla kayıyordu Zeynep. Ne İpek yetişebiliyordu ardından ne de diğerleri. Öyle bir an geldi ki Zeynep, yeniden mavi buz tabakasında kayarken buldu kendini. Bunu beklemese de istediği, o gezegene yeniden gelmekti aslında.
İşte, tam karşısındaydı buhar püskürten buzdan yanardağ! Ne yapıp edip kratere çıkmalı, oradan kaynayan denize inmeli, Ceres’i bulup Anka’nın hesabını sormalıydı. Bu kadarına hakkı olduğunu düşünüyordu. Mademki Anka gezegeni kurtarmıştı, o da Anka’yı kurtarmanın bir yolunu bulmalıydı.
Acısını mavi buzlara kazırcasına, batonlarını buza hırsla saplaya saplaya, çok geçmeden kraterin yanına gelmişti.
Kayak takımlarını olduğu yere bıraktıktan sonra kraterin ağzından içeri bırakıverdi kendini. Ne kaynayan denize düşüp haşlanma olasılığı umurundaydı ne de yeniden dışarı çıkamama. Anka’yı bulmak, tek düşüncesiydi.
Kaynayan denize doğru hızla düşerken kabuklu bir el uzanmış, onu çekivermişti kayanın üzerine. Kendisini kurtaranın kim olduğunu görmek için başını çevirse de kimseyi göremedi. Olanca gücüyle bağırmaya başladı sonra:
–Ceres! Ceres! Neredeysen çık ortaya!
Deniz dalgalanıp çılgın buharlar püskürtmeye başladı. Yer, kulakları sağır edecek bir gürültüyle sarsıldı. Dağ çıldırdı, patlayan bulutlar yakıcı buharlara döndü ama bütün bu olanlar, Zeynep’in gözünü korkutamadı. Düşmemek için olduğu yere çöküp gözlerini denizin içinde dönen fırtınalı dalgalara dikerek Ceres’i beklemeye başladı.
Çok beklemesine gerek kalmadan önce alevli başakların dalgalandığı bir baş göründü dalgaların arasından, sonra kor halindeki gözler, alevlerin oynaştığı korkunç, kara bir yüz ve çevresine alevler saçan dev yaratık Ceres!
–Ne istiyorsun küçük kız, diye kükredi.
Zeynep, bulunduğu yerden doğruldu. Gözlerinden akan yaşların sıcağın etkisiyle buharlaşıp yüzünü yakan tuz tanelerine dönüşmesini umursamadan konuşmaya başladı:
–Anka senin gezegenini kurtardı, sen de onu kurtar! Neredeyse bul onu!
–Onu neden benden soruyorsun? O, sizi de sırtına alıp döndü ya dünyanıza!
–Bütün gücünü sizin için tüketti. Şimdi yok. Sende ana sevgisinin de olduğunu söylemişti Anka. Ana yüreği taşıyan biri; bir kral, mitolojik bir tanrı ya da bir gezegenin sahibi de olsa ona karşı duyarsız kalamaz. Bunca ateşin altında gerçekten bir ana yüreği taşıyorsan bana yardım etmelisin!
–Anladım da nasıl yardımcı olabilirim?
–Onun bir tüyü ya da bir avuç külü gerek bana. Ancak o zaman yeniden canlanabilir!
–Anlıyorum. Sen burada bekle biraz. Size minnet borcum var. Onun yok olmasını ben de istemem. Elimden geleni yapacağım.
Deniz yeniden köpürdü, yer öncekinden daha fazla sarsıldı, buharlar çıldırıp büyük bir gürültüyle alev topunu yuttu. Zeynep de gözlerini onun yok olduğu noktaya dikip beklemeye başladı.
Gün geceye, gece güne devrildi. Uyudu, uyandı; acıktı, susadı ama beklemeyi sürdürdü. Kendi yaşamı pahasına da olsa ondan bir parça almadan oradan gitmeye niyeti yoktu.
Yalımların yüzünü yalamasıyla gözlerini açtığında Ceres’i olanca görkemiyle denizin ortasında buldu. Hemen fırladı yerinden.
–Evet, bir iz bulabildin mi Ceres?
Ceres, alevler içindeki elini uzatıp bir avuç kül bıraktı Zeynep’in kucağına.
–Birkaç tüyünü buldum ama ancak kül olarak getirebildim sana, diyerek ellerini gösterdi.
–Teşekkür ederim Ceres. Bu da yeter bana! Ben, onu nasıl canlandıracağımı biliyorum.
Ağlamaya başladı, hem de hıçkıra hıçkıra. Gözyaşlarının buharlaşmasına olanak vermeden, avuçlarındaki külleri gözlerine yaklaştırarak, uzun uzun ağladı. Sonra yorulup, küllü avuçlarını yüzüne kapatarak, öylece uzandı.
Denizin derinliklerine inmiş gibiydi. Akan lavların üzerinde oluşturulan kabuklu köprülerden geçiyor, ateş dağlarından kopan parçaların lav ırmaklarına düşüp harladığı ateşle bütün bedeni yürüyen bir ateş yığınına dönüşüyor, çok geçmeden buz ırmaklarına uzanıp buzları çözüyor, kana kana su içiyor, sonra da kayıyordu buzdan maviliklerde. Bütün bu süre içinde de Anka’yı çağırıyordu durmadan.
Gözlerini açtığında avuçlarındaki ıslak külün çoktan kurumuş olduğunu gördü. Ne Anka’yı canlandırabilmiş ne de bulunduğu yerden ayrılmıştı. Aynı kaynayan deniz, aynı köpüren dalgalar, aynı çılgın bulut ve buharlar… Ceres de bıraktığı gibi duruyordu denizin ortasında.
–Olmadı Ceres, diye hıçkırdı. “Başaramadım!”
–Bir yol daha var ama hem sen hem de gezegenimiz için çok tehlikeli.
–Olsun! Tehlikeden korkacak birine benziyor muyum? Dostumu kurtarmak için ne gerekiyorsa yapmaya hazırım!
–Tehlikenin yalnız senin için değil, gezegenimiz için de olduğunu söyledim. Bütün emeklerimiz boşa gidebilir.
–Ne olduğunu bir söyle hele!
–Kara deliğin kapanan yüzeyinde küçük bir delik açıp içine girmek. Orada, tüylerden epeyce bulabilirsin. Gezegen halkımla benim bulduklarımın hepsi küle dönüştü, biliyorsun. Gezegenimin yüzeyinde de başka yok.
–O deliği nasıl açacağız?
–Kara delik seni de gezegenimi de yutabilir ama…
–Küçük bir delikten söz ettin Ceres, oradan gezegen geçemez ki!
–Kara delik, onu kendi çekim gücüyle büyütebilir.
–Bunun olmaması için elimden geleni yaparım. Çok çabuk olurum, inan bana!
–Bir sorun daha var.
–Nedir?
–Seni oraya nasıl çıkaracağım?
–Sen güçlüsün, bunu yapabilirsin.
–Sorun benim gücümde değil, ateşimde. Dayanabilecek misin?
–Dayanırım!
–Peki öyleyse! Bunu göreceğiz.
Uzanıp Zeynep’i avuçlarına almasıyla kopan çığlık kaynayan denizde dev dalgalar yaratmış, Ceres de onu bırakıvermişti.
–Sana demiştim!
Yanan bedeninin acısı, Anka’yı yitirmenin acısı yanında bir hiç sayılırdı. Bunu anlatamıyordu Ceres’e.
–Bağırsam da beni oraya götür Ceres! Anka’yı canlandırabilirsem o beni iyileştirir zaten.
Ceres, bir kez daha denedi. Kara deliğin önüne gelip alevli nefesiyle Zeynep’in gireceği kadar bir delik açıp onu içeri bıraktıktan sonra da ayrılmadı oradan. Bir yandan ateşinin gücüyle kara delikten sızan çekim gücüne karşı koymaya çalışıyor, bir yandan da Zeynep’i kolluyordu.
Tamam, diyen Zeynep’i çektiği gibi çıkardı.
–Buldum Ceres, hem de birkaç tane!
–Biriyle şu deliği kapat da öyle gidelim buradan.
Daha önceden bildiği işi yapıp teleğin birisini açık bölüme sürerek kapıyı kapatan Zeynep, Ceres’in ateşiyle kavrula kavrula oradan uzaklaşmış, çok geçmeden de kendini mavi buz tabakasının altında bulmuştu.
Birkaç kez suya batıp çıktıktan sonra rahatlamış, çevresine bakmayı akıl edebilmişti. Bulunduğu yeri görünce şaşkınlıktan küçük dilini yutacaktı neredeyse! Çünkü kaynayan değil buz gibi suları olan masmavi bir okyanusun içindeydi. Tepesinde gökyüzü yerine mavi buzdan bir kubbe vardı. Ceres de hemen az ilerde onu izliyordu.
–Ceres, burası neresi? Benim Anka’yı canlandırmam gerek.
–Önce bedenindeki yanıkları iyileştir küçük kız. Bu okyanus, üzerinde kaydığın o mavi buz tabakasının altındadır. Daha önce yüzeyde kayarken dalgaların sesini duymuş olmalısın. Burayı herkese göstermem ama benim yanıklarımı taşıyarak dönmene izin veremezdim.
Zeynep ellerine, ayaklarına bakıp saçlarına dokundu. Gerçekten yanıktan iz kalmamıştı. Canı da yanmıyordu artık.
–Teşekkür ederim Ceres! Gerçekten ana yüreği taşıyormuşsun.
–Ben ve gezegen halkım, kabuklu canlılar da size teşekkür ederiz Zeynep, hepinize! Şu anda kara delik tarafından yutulup yok olmadıysak bunu size borçluyuz. Keşke, bir ışık yılı önceki durumumuzla tanışabilseydik sizinle!
–Bir ışık yılı mı? Dünya ile Ay arasındaki uzaklığın 1,5 ışık saniyesi, Dünya ile Güneş arasındakinin de 8 ışık dakikası olduğunu düşünürsek… Oo! Bu, çok uzun bir zaman Ceres! O zaman ben yoktum ki!
–Biliyorum, diye gülerken onun ağzından çıkan dumanlara baktı Zeynep.
–O zaman nasıldınız?
–Neyse anlatması uzun sürer zaten. Belki bir başka zaman…
–Kim bilir ne zaman? Neyse artık gidebilir miyim?
–Dilediğin zaman… Yalnız bir isteğim daha olacak senden.
–Yerine getirebileceğim bir istekse neden olmasın?
–Anka’nın teleklerinden birini… Anı olarak…
Zeynep, koynundaki telekleri çıkardı. Dört telek bulmuştu kara delikte. Belki daha fazlası da vardı ama bu kadarının yeteceğini biliyordu hatta bir tanesinin bile.
–Tamam, birini vereyim de nasıl alacaksın? Eline aldığın anda yine yanacaktır.
–Yok, bana değil, okyanusa bırakman yeter! Bu, hem onun gücünü sürekli tazeleyecek hem de bizim yaşadıklarımızı unutmamızı engelleyecektir.
Zeynep, Ceres’in sözleri üzerine telekleri okyanusta iyice yıkadı. Bu şekilde belki de onu daha kolay canlandıracaktı. Bir tanesini okyanusa bırakıp el salladı arkasından. Telek, nazlı bir kuğu gibi mavilikte kayıp uzaklaşırken diğerlerini alıp sudan çıktı. Kıyıdaki kumların üzerine oturup biraz dinlenmeye başladı.
Dünya’ya nasıl döneceğini düşünürken kucağında bir kımıltı duyumsayıp heyecanla beklemeye koyuldu. Çok geçmeden dev kanatlı beyaz dostu önündeydi. Bir sevinç çığlığı atıp ona öyle bir sarılmıştı ki Anka’nın uyarısıyla gülümsedi:
–Dur, daha yeri kurtardın beni! Sevgiden boğacaksın bu kez de!
Sözlerini bitirir bitirmez de Zeynep’i kanatlarına aldığı gibi havalandı. Buz kubbeyi yarıp çıkarken Ceres’in kraterden içeri girdiğini gördü Zeynep.
Uçuş boyunca, Anka’nın bembeyaz tüylerini okşadı. Bir süre buzdan maviliklerin üstünde uçan Anka’nın gövdesine uzanıp sıkı sıkı sarıldıktan sonra gözlerini kapattı. Öyle yorulmuştu ki Anka’nın yok oluş öyküsünü daha sonra da dinleyebilirdi.
–Zeynep, bu ne uykusu ya! Kalk da neler olduğunu anlat bakalım!
İpek’in sözleriyle gözlerini açtığında oteldeki yatağındaydı yine. Telaşla çevresine bakınıp:
–Anka! Anka, diye seslendi.
–Anlaşılan Anka’yı buldun Zeynep.
–Bulmuştum ama yine yok olmuş baksana!
–Onun burada, yatağının başında durup senin uyanmanı bekleyeceğini mi sanıyorsun Zeynep? Sanki onu tanımıyorsun da…
–Aa! Bak, teleğini yastığımın üzerinde bırakmış, diyerek tüyü alıp öptü.
–Beni kıskandırıyorsun ama Zeynep! Yine bensiz bir serüvene koştuğun anlaşılıyor ama hiç olmazsa anlat bari!
–Anlatırım canım, hele bir kendime geleyim de…
–Yatakta oturup durma da kalk öyleyse! Dünden beri herkes meraktan öldü! Aşağıda bizi bekliyorlar.
–Hadi ya!
–Ne sandın? Dün kayarken bir anda senin uçup bulutlara yükseldiğini gördük. Sonrası yok! Aramadığımız yer kalmadı ama bulamayınca Anka’yı aramaya gittiğini düşündük. Geç saatlere kadar da kimsenin gözüne uyku girmedi. Sonunda yatıp sabahı beklemeye karar verdik. Ee, daha bekletecek misin?
–Yok, sen gidip döndüğümü haber ver arkadaşlara, ben de hemen geliyorum.
İpek’in arkasından fırlayıp hızla banyoya koştu. Eline, yüzüne bakıp bir değişiklik, yara ya da yanık izi olmadığını görünce rahatlamıştı. Yıkanıp giyindikten sonra aşağıya indi. Kahvaltı sofrasında arkadaşları, merakla onu bekliyordu.

–İşte geliyor, dedi İpek.
Onlara gülümseyerek selam verdikten sonra kahvaltısını almak üzere büfeye yürüyordu ki Utku onu durdurdu:
–Kahvaltını ben getireyim de sen şu olanları anlatmaya başla istersen! Yoksa hepimiz kalp krizi geçireceğiz.
–Amma da tez canlı arkadaşlarım varmış, diyerek gülünce Utku:
–Sen onlarla selamlaşıncaya kadar gelirim. Olanları ben gelmeden anlatma sakın, diye uyararak uzaklaştı.
Zeynep, gülümseyerek masaya oturdu. Hepsine ayrı ayrı günaydın derken yüzlerinin sirke sattığı gözünden kaçmamıştı.
–Abartılacak bir durum yok arkadaşlar! Ben de nasıl olduğunu anlamadan kendimi Serez’de buldum, o kadar!
Fuat:
–O kadar için mi yüzünde güller açıyor Zeynep? O kadardan çok fazlası olmalı.
Caner:
–İnsanı çıldırtma da anlat haydi! Yoksa…
–Ee, yoksa?
–Yoksa küserim, diyecektim.
–Durun ya, anlatacağım. Utku da gelsin de…
O sırada Utku, kahvaltı tepsisiyle birlikte çayını da önüne koyup “Geldim işte!” dedi.
–Bana böyle hizmet edecekseniz biraz daha nazlanayım bari, diyerek gülünce İpek neredeyse üstüne yürüyecekti:
–Hizmette sınır yoktur ama sabrımız sınırlı kızım ona göre!
–Fuat:
–Yaşa İpek! Bizim yapamadığımızı sen yapacaksın sonunda.
–Durun yahu, sıkboğaz etmeyin insanı! Açlıktan ölüyorum. Birkaç lokma atıştırayım, anlatırım. Hem siz de bu arada karnınızı doyurursunuz. Baksanıza önünüzdeki tepsilere dokunulmamış bile! Her sabah yiyeceklere gömülen arkadaşlarım nereye gittiler?
Kızsalar da “Peki!” diyerek tepsilerine uzandılar. Gözleri Zeynep’teydi yine de.
Zeynep, gerçekten çok acıkmıştı. Uzun süredir ilk kez tepsidekilerin hepsini silip süpürdükten sonra çayını da son yudumuna kadar içti.
–Şimdi anlatabilirim işte! Oh be! Açlık ne zormuş! Boşuna dememişler, kimseyi açlıkla terbiye etmeyin, diye.
–Doyduysan biz terbiyemizi bozmadan başla Zeynep!
–Tamam İpek Komutan, hemen!
Yaşadıklarını noktası virgülüne anlatmaya başladı sonra. Arkadaşlarının ara sıra attığı şaşkınlık çığlıklarıyla yan masalarda oturanlar rahatsız olmuşlardı. Bu yüzden garson tarafından uyarılmak zorunda kalsalar da pek umursamadılar. Zeynep sözlerini bitirdiğinde hep birden derin bir “Oh!” çekmişlerdi.
–Gerçekten inanılmaz! Bu kadarını duyacağımı hiç sanmazdım, dedi Caner.
–Zeynep işin içindeyse daha fazlasını da duyabilirsin Caner, dedi İpek.
–Haklısın İpek, dedi Utku. “Onu tanıdığımızdan beri başımız beladan kurtulmadı!”
–Oo, Utku Bey! Bu sorunu kolayca çözümleyebiliriz. Selamı sabahı kesiverirsiniz olur biter!
–Kızma hemen Sarı Fırtına, şaka yaptım, diyerek gülümsedi Utku.
–En azından, yaşamınızın çok renkli olduğunu söyleyebilirsiniz, dedi Zeynep.
Fuat:
–Bak, bu konuda haklısın! Uzayda dolaşıp kara deliklerle savaşmak, bizden başka kimseye nasip olmaz!
–Bak, Fuat’ı duydun mu Utku? O durumundan hoşnut. Sizi uzaya bile çıkardım, daha ne istiyorsunuz?
–Biraz da ayaklarımız yere bassa olacak artık, diye güldü yine Utku.
–Bir dahaki sefere seni saf dışı bırakır ya da yer hizmetlerinde görevlendiririz Utku, ne dersin?
–Serüvene bağlı…
–Ben yer hizmetlerini seve seve yaparım, diye araya girdi Caner. Kara delikten çıkamayacağım diye ödüm koptu.
–Sen zaten korkaksın, dedi Zeynep.
–Hayır Sarı Fırtına, dürüstüm! Hepiniz korkuyorsunuz ama bunu bir tek ben dillendirebiliyorum.
–Bak bu doğru, diyerek güldü İpek.
–Sen de Anka’nın sırtındayken kara delikte görüp yaşadıklarını anlatsana Caner, dedi Zeynep. Bunu hiç anlatmadın bize!
–Sormadınız ki anlatayım, hem seninkilerden bana sıra gelmiyor ki!
–Şimdi geldi işte Caner, dedi İpek. Bunu ben de merak ediyorum.
–Biraz kayak yapmaya çıkalım da sonra… Yoksa bizi buradan kovacaklar. Neredeyse öğle yemeği saati geliyor.
–Bak bunda haklısın, diyerek gülüştüler hep birden. Üstlerini değiştirip kayak takımlarını almak üzere odalarına çıktılar.
Gökyüzü pırıl pırıldı. Güneş kendini ısıtmaktan bile uzak olsa da kar taneleri üzerindeki ışıltısını izlemeye doyamıyordu Zeynep. Gözlüğünü takmadan uzun uzun izledi bu yüzden. Çocuğuyla gelip kayak yapan aileleri, yarış takımlarını, arada bir düşen acemi kayakçıları da izledi içini çekerek. Serüven bittiğine göre gönül rahatlığıyla tatillerini sürdürebileceklerini düşünüyordu, hem zaten ne kalmıştı ki yalnızca üç gün.
Gözlüğünü takıp seslendi arkadaşlarına:

<!–nextpage–>

–Teleferikle zirveye çıkıp oradan yarışa var mısınız?
–Aman Zeynep! Otelin önünden vadidedi düzlüğe kadar tehlikesiz kayalım yeter! Daha fazla heyecanı yüreğim kaldırmayacak, diyen İpek’in sözleri, onaylanan gülüşlerle karşılandı.
Fuat:
–Yarışa kalkma Sarı Fırtına! Bu kez de seni Mars yolundan beklemeyelim.
–Fena da olmazdı ama… Mars’ı siz de merak etmiyor musunuz? Kızıl Gezegen o.
Utku:
–Kızılı, yeşili yerinde kalsın şimdilik Zeynep. Şu tatilin kalan bölümünü olaysız, zevkle tamamlayalım da…
Caner:
–Bence de… Kısa bir tatil, birden fazla serüveni kaldırmaz.
–Haydi öyleyse karın tadını çıkaralım, diyen Zeynep, yavaş yavaş kaymaya başladı. Arkadaşlarından ayrılmıyordu bu kez.
Güle oynaya birkaç saat kaydıktan sonra öğle yemeği için otele döndüler. Hepsinin de neşesi yerindeydi. Yemeğe oturduklarında Caner’i sıkıştırmaya gelmişti sıra:
–Haydi Caner, sıra sende, dedi Zeynep.
İpek:
–Bence de… Meraktan ölüyorum!
Utku:

–Zeynep’in nazlandığı kadar nazlanma hakkın var Caner. Önce yemeğini ye bakalım!
Caner:
–Ben büyük sözü dinlerim Utku, sağ ol.
Fuat, kahkahaların eşliğinde konuştu:
–Madem büyük olduğunu öne sürüyorsun da neden adını söylüyorsun? Bir de “Abi!” eklesen sonuna, olmaz mı?
Caner:
–O kadar da değil! Boy farkı var, yaş değil…
Zeynep:
–Tamam ya, uzatmayın da anlatsın!
Caner:
–Önce yemek… Sabahleyin senin yaptığın gibi… Çocuklar duyduklarını değil gördüklerini yapar, bilirsin.
Zeynep de gülmeye başladı:
–Şimdi de çocuk oldu, bakın şuna! Küçül de cebime gir bari!
Caner:
–Neden olmasın? Koskoca Anka’yı cebinde taşıdığına göre beni haydi haydi taşırsın!
İpek:
–Herkese bu kadar laf yetiştirinceye kadar anlatırdın olanları Caner.
–İşin eğlencesi orada İpek! İntikamım korkunç olacak, demiştim.
Zeynep:
–Ne zaman dedin? Ben niye duymadım?
–İçimden yüzüne karşı demiştim de ondan…
Hepsi birden gülüyordu bu kez.
İpek:
–Sen insanı öldürürsün Caner! Anladık, Zeynep’ten intikam alıyorsun da bizden ne istiyorsun?
Caner:
–Durun size bir fıkra anlatayım.
Zeynep:
–Çıldırtır bu insanı! Ne fıkrası?
Caner:
–Dur, çıldırma hemen! Bu fıkra sana değil, İpek’e… Hani, Nasrettin Hoca çocuğu suya göndermeden bir tokat vuruyor ya testiyi kırmasın diye…
İpek:
–Ee?
–Arif olan anlar!
–Bırak Arif’i, ben Arife bile değil, İpek’im, diye gülmesine bütün masa yüksek sesle eşlik edince çevredeki herkes dönüp yine onlara bakmış, kimisi “Ah gençlik!” diyerek içini çekmiş, kimisi de “Zamane gençliği bu işte!” diye onaylamadıklarını anlatmaya girişmişti. Hatta aile terbiyesi üzerine yüksek sesle nutuk çekenler bile olmuş, onlarsa hiçbirini önemsememişlerdi.
–Biraz daha burada kalırsak sanırım bizi topluca görgü kuralları ve davranış eğitimine alacaklar. Yemeklerimiz bittiğine göre dışarı çıkalım da kameriyede konuşalım, dedi Zeynep.
Onu onaylayarak kalktılar. Zeynep çıkarken, etraftaki gülümseyen, kızan, şaşkınlıkla bakanlara gülümseyerek selam verdi.
İpek, kolundan dürtüp fısıldadı:
–Kızım, hepsinin üzerimize çullanmasını mı istiyorsun? Alay eder gibi bir de selam vermek ne oluyor?
–Yanılıyorsun İpek! Gülümseyen bir yüzle verilen selama kimse duyarsız kalamaz. Öfkeli bakışlar bile değişmiştir, inan bana!
Dışarı çıktıklarında sisten göz gözü görmüyordu. Yine de kameriyeye oturmuşlar, İpek’le Zeynep’in atışmalarını izliyorlardı gülerek:
–İnsan psikolojisi üzerine araştırma yaptığını bilmiyordum.
–Ne araştırması? Doktora bile yaptım!
Hep birlikte bir “Vav!” çektiler Zeynep’e.
Utku:
–Bundan sonraki araştırmamız da psikoloji üzerine mi olacak yoksa?
Fuat:
–Olmaz olmaz deme, olmaz olmaz!
Caner:
–İnsanların sinir sistemi üzerinde gezintiler yapmak… Bu arada öfke ve sinir katsayılarının çarpımına uğramak… Çok ilginç doğrusu!
İpek:
–Ya, nehirde gezintiye çıkmış gibi damarlar içinde yüzmek…
Caner:
–Bize birer tane de kayık gerek o zaman. Mini minnacık ama…
Zeynep:
–Seni de toplu iğne başı kadar küçültmek gerek o zaman.
Utku:
–Ben kayıkçı olurum.
Fuat:
–Çek kayıkçı kürekleri!
Zeynep, sonunda çıldırmış gibi ayağa fırladı. Bir yandan gülmesini tutmaya çalışıyor, bir yandan da gitmeye hazırlanır gibi kameriyenin dışına doğru yürüyordu. Yerinden fırlayıp onu tutan Utku olmuştu:
–Yapma Zeynep! Ne güzel eğleniyoruz işte! Günlerdir yaşadığımız gerilimi, başka türlü nasıl atalım?
Dönüp yerine oturan Zeynep:
–Eğlenmenize sözüm yok da malzeme ben olunca iş değişiyor, dedi.
Hep birden ellerini havaya kaldırıp teslim olduklarını belirtirken Caner’in sözleri yeni bir kahkaha tufanına neden oldu:
–Malzemeden taş çıktı arkadaşlar! Yenisini alalım.
Bu kez Zeynep de kahkahasına engel olamıyordu. Eğilip hemen ayaklarının dibinden bir avuç kar alıp top yaparak Caner’e fırlattı. Onu diğerleri izledi. Söz bitmiş, kar topu savaşı başlamıştı. Kahkahaları, kameriyeyi aşıp kayak pistlerine kadar her yerde yankılanıyordu.
“Çığ! Çığ! Kaçın!”
En son duydukları bu sözlerdi. Sonra, üstlerine kapanan bembeyaz bir dağın içine gömüldü gülüşleri.
Kendini Cerez’de sanan Zeynep, üstüne çöken ağırlıktan kurtulmaya çalışıyor ama ne kımıldayabiliyor ne de ses çıkarabiliyordu. Durmadan titriyordu yalnızca. Daha az önce kar topu oynarken nasıl olup da yine ortam değiştirdiğini aklı almıyordu. Her zaman buhar püskürten dağ da görünmüyordu ortalıkta, mavi buz tabakası da. Gözlerini bile güçlükle açabildiği yoğun bir beyazlık, bir de içine işleyen ıslak soğukla baş başaydı. Arkadaşları da bir yerlere kaybolmuştu. İlk seferinde hep yalnız gidip serüvenlere sonradan katılmalarına alışkındı ama bu, şimdiye kadar yaşadıklarına benzemiyordu. Ne gizem ne karanlık güçler ne kara delik ne Ceres…
Bu kez de beyaz canavarlarla mı uğraşacağım, diye düşünürken kendinden geçti.

Gözlerini açtığında ne kadar zamandır baygın olduğunu anlayamadı. Başının ve kollarının çevresindeki kar yığını bedeninin sıcaklığıyla biraz erimiş, az da olsa hareket etmeye başlamıştı. Derin bir nefes alıp çevresini genişletmek için çabalamaya başladı. Bir yandan da arkadaşlarına sesleniyordu:
–İpek! Utku! Fuat! Caner!
Sesi, içinde bulunduğu beyazlığa çarpıp kendine dönüyordu hemen. Umutsuzluğa düşmeyecekti. Her ne geldiyse başına kurtulmak için çabalamaya kararlıydı. Onca serüvenden sağ salim kurtulduğuna göre bu seferkini de atlatacağına inanıyordu. Arkadaşlarının sesini bir duyabilseydi!
Çabalaması işe yaramış, içinde bulunduğu boşluk biraz genişlemiş, soğuk da etkisini yitirmişti. Biraz dinlenip düşünmek, sonra da boşluğu genişletmek için çalışacaktı.
Bir yandan tortop olmaktan uyuşan bacaklarını oynatmaya çalışıyor, bir yandan da içinde bulunduğu durumdan nasıl kurtulacağını düşünüyordu. Birden aklına cep telefonu geldi. Cebine elini attı ama yoktu. Ya düşürmüş ya da otel odasında bırakmış olmalıydı. Gerçi olsa da o yığının altında telefonun çalışacağından kuşkuluydu ama yine de bir umuttu işte!
Bir ara, tepesinden gürültüler gelmeye başladığını duydu. Kulak kesildi hemen. Bir dozer ya da yol makinelerinden birinin sesine benziyordu. Bir süre sonra sesler kesilmiş; bembeyaz bir çıkmazın içinde, yalnızca düşünceleriyle baş başa kalmıştı yine.
Gözlerini açık tutmakta zorlanıyordu. Tatlı bir uyuşukluk tüm bedenini sarmıştı. İnsanların uyuyarak donup yaşamını yitirdiğini okumuştu bir yazıda. Kendisinin sonunun da öyle olacağını düşünüp umudunu yitirmeye başladı. Daha fazla direnememişti bedeni zaten. Olduğu yerde uyuyup kaldı.
Uyuşukluğu bir yangına dönüşse de gözlerini açamıyordu. Bir buhar püskürten kraterin ağzında görüyordu kendini, bir yeraltı okyanusunda. Çevresinde, kabuklu canlılardan oluşan bir kalabalık vardı. Ne onlardan bir ses duyuyordu ne de kendinden. Farklı bir boyutta, başkaları tarafından yönlendirilen, farklı bir canlıydı sanki!
Çevresinden uzaklaşan kabuklu canlılara bakarken gözlerini kamaştıran alevleriyle Ceres göründü kıyıda. Orada yine ne aradığını sormak istediyse de sesini çıkaramadı. Alevlerin yakıcılığından kurtulmak için gözlerini kapatıp okyanusun dinlendirici suyunda kuru bir yaprak gibi salınışını sürdürdü.
Bir donup bir yanarak uyudu, uyandı; günü, geceyi unuttu ama gözlerini her açtığında okyanusun üzerinde gördü kendini. Sonunda bütün gücünü toplayıp «Su!” diye seslenebildi.
–Hele şükür, sonunda kendine gelebildi!
Sesi duyuyor, çok da tanıdığı birinin sesi olduğunu biliyor ama kim olduğunu çıkaramıyordu. Sanki belleğinin üstünden kar küreme araçlarından biri geçmiş, bazı bilgileri süpürüp götürmüştü.
Sırtına dayanılarak doğrultulup ağzına bir bardak dayandığını duyumsuyor ama dudaklarını hareket ettiremediğinden suyu içemiyordu bir türlü.
–Pipet, pipet getirin!
Ağzının içindeki o incecik boruyu emebilmiş, içine yayılan suyun serinliğiyle az da olsa rahatlamıştı.
Konuşmaları duysa da cümleleri bütünüyle algılayamıyordu. Kulağına çalınan “Kendine gelmesi biraz zaman alacak ama düzelecek sonunda, üzülmeyin!” cümlesiyle kimden söz ettiklerini de kimin konuştuğunu da çözemememişti.
“Teşekkür ederiz. Kızımızın yaşamını size borçluyuz!” diyen tanıdık sesi de “Bana değil, onun bedenini hidroksit formatıyla ovan kişiye teşekkür etmelisiniz. Bizde henüz bu yöntem kullanılmıyor ama çok işe yaradığına ben de tanık oldum. O yöntemi deneyen yabancı bir bilim insanı olmalı.” sözlerinin anlamını da tanıdık iki sesin hidroksitle tedavi yöntemini deneyen yabancının kim olabileceği üzerindeki konuşmalarını
da algılayamamıştı.
Ne kadar zaman yarı uyur uyanık yattığını bilmiyordu. Gözlerini bir hastane odasında açtığında annesiyle babasını pencerenin önündeki sandalyelerde otururken buldu.
–Anne, baba!
Zeynep’in sesiyle oturdukları yerden fırlayıp yatağa koşmuşlar, iki yanından sıkıca sarılmışlardı ona.
–A… Anne! Ba… Baba! Bırakın, boğuluyorum!
Bir anda gerçekten nefesi kesilir gibi olmuştu.
Babası:
–Kusura bakma yavrum! Bu anı günlerdir bekliyoruz da…
Annesi:
–Çok bunalttık seni, değil mi kızım? Bizi anlarsın ama sen… Yaşaman bile bir mucizeyken sesini duymak…
Annesi, ağlamaktan cümlesini tamamlayamamıştı.
–İyiyim anne, üzülme! Yalnız neredeyim? Ne oldu bana?
Babası, saçlarını okşayarak yanıtladı:
–Bursa’da bir hastanedeyiz yavrum. Uludağ’da kaldığınız otelin üstüne çığ düşmüş. Sis yüzünden aramalar geç sonuç vermiş. Seni ancak üç gün sonra bulabildik.
Belleğini biraz zorlayınca kameriyede arkadaşlarıyla konuştuğu anları bölük börçük anımsamaya başladı. Çığ, diyen çığlıkları da anımsıyordu ama sonrası yoktu.
–Arkadaşlarım…
–İpek’i ilk gün, diğerlerini de ikinci gün buldular. İpek yara almadan kurtuldu, hatta dayın ve yengenle iki gün burada başında bekledi ama sonunda gitmelerini önerdim.
–Diğerleri…
–Onlar da iyi sayılır. Caner’in yine ayağı kırılmış, hem de daha önce kırıldığı yerden. Utku ile Fuat’ın da ufak tefek yaraları vardı ama pek önemli olmadığını söylediler.
–Ne kadar zamandır burada yatıyorum?
–Bir haftadır.
–O kadar oldu mu? Peki, diğerlerine göre neden ben daha ağır durumdaymışım?
–Diğerleri kameriyenin altına sıkışırken seni çığ sürüklemiş dağın eteklerine kadar. Ondan geç bulabildiler ya! Bunu da hala anlamış değilim doğrusu! Belki yüz kez baktığımız yerde buldular hem de!
O sırada kapı açılmış, annesine benzeyen bir doktor girmişti içeriye.
–Oo! Çığzedemiz kendine gelmiş bakıyorum da… Gözümüz aydın. Nasılsın küçük hanım?
–Teşekkürler doktor abla. Üstümden tır geçmiş gibi!
–Haksız da sayılmazsın. Bir değil birkaç tır desek belki daha doğru olur. Şanslıymışsın yine de.
–Sürücülerle tanışabilir miyim?
–Hangi sürücülerle?
–Tırlarınkilerle…
Hastane odasında bir kahkaha koptu. Kadın doktor babasına:
–Doktor bey, korkmanız için bir neden kalmamış gördüğünüz gibi. Kızınız şaka bile yapabiliyor!
–Öyledir o doktor hanım. Keyfi yerinde olunca gülmekten kırar geçirir arkadaşlarını. Biz de böyle ara sıra nasipleniriz.
–Birkaç güne kadar çıkabilirsiniz. Yalnız üniversiteden hocalarıma haber vermiştim, kızınızın üzerindeki ve kanındaki hidroksit kalıntılarıyla ilgili… İncelemelerine izin verir misiniz?
–Kızımın canı yanmayacaksa neden olmasın?
–Yok, yalnızca saçlarından bir parça kesecekler. Bir de kan ve idrar tahlili için örnekler…
–Bizce bir sakıncası yok, değil mi annesi?
–Elbette, ne sakıncası olacak?
Zeynep, gülerek araya girdi:
–Hey! Saçlar da diğer örnekler de benim olduğuna göre kararı neden ben vermiyorum?
–Aman da benim akıllı kızım, diyerek annesi ona sarılırken babası da kadın doktora bakıp:
–Kızım haklı, diye güldü.
–Peki Zeynep Hanım, izin veriyor musunuz?
–Eh, vereyim bari doktor abla. Bilim dünyasına bir katkım olsun. Benim gibi bir örneği her zaman bulamazsınız ya!
Yine gülüşmelere neden olmuş, kadın doktor çıkarken dönüp:
–Bütün işlemleri tamamlayıp yarın çıkmanızı sağlamaya çalışacağım. Küçük hanım turp gibi, diyerek çıkmıştı.
Zeynep, o kadar çok konuşacak durumda değildi aslında ama annesiyle babasının bitkin görünüşleri, bunu yapması gerektiğini düşündürmüştü. Onun iyi olduğunu görürlerse kendilerini daha çabuk toparlayabilirlerdi.
Doktor çıkar çıkmaz ikisi de yatağın ayak ucuna oturup yüzlerinden okunan yorgunluklarıyla bakışlarını Zeynep’in yüzüne dikmişlerdi. O sırada çalan, babasının açtıktan sonra kendisine uzattığı telefon, Zeynep’i biraz daha kendine getirmişti. Arayan İpek’ti ve ağlayarak Zeynep’in durumunu soruyordu. Onu rahatlatmak için bir süre de telefonda şirinlikler yaptıktan sonra gerçekten yorulmuştu. Kolundaki serumun çıkarılıp önüne konan kahvaltıdan güçlükle de olsa birkaç lokma aldıktan sonra kendisini yatağa bırakıverdi.
–Ben biraz uyuyacağım, siz de çıkıp biraz hava alın. Yüzünüze renk gelsin. Benden beter solmuşsunuz, dediği annesiyle babasına gülümsemiş, daha onlar çıkmadan da uykuya dalmıştı.
Serez’de, kraterin hemen kıyısındaydı yine. Kabuklu canlılar onu almış, Zeynep’in karşı çıkışlarına aldırmadan kraterin içine indirmiş, her zaman durduğu kayalığın üstüne bırakmıştı.
Kaynayan denizden yükselen buharın etkisi geçer geçmez gözlerini açtığında her zamanki yerinde Ceres’i gördü:
–Buradaki görevimizin bittiğini sanıyordum Ceres. Yine niye getirdin beni buraya?
–İyi olduğunu görmek istedim.
–Hasta olduğumu nereden biliyordun?
–İşin o tarafını bırak da gerçekten nasıl olduğunu söyle! Seni o kar yığınının içinden kurtarıp yaşama döndürebilmek için çok uğraştım çünkü.
–Yani… Beni sen mi kurtardın?
–Seni öyle bırakamazdım. Uzun süre bekledim ama seni bulamamışlar, bulacakları konusundaki umutlarını tüketmiş hatta annenle baban dışındakiler, aramaktan vazgeçmişlerdi.
–Neden? Uludağ, öyle çok büyük bir dağ değil ki?
–Çığ, seni sürükleyip bir yardan aşağı atmış, hem de kimsenin aklına bile gelmeyecek bir yere. Sis de çok yoğundu. Dağı karış karış tarasalar da orası akıllarına gelmemiş olmalı.
–Anlıyorum. Peki, neden üç gün bekledin beni kurtarmak için?
–Ortalık insan kaynıyordu. Aramaları sonuç vermeyip de hepsi çekilince iş bana düştü. Sis de işimi kolaylaştırdı doğrusu.
–Teşekkür ederim Ceres. Şimdi anlıyorum, doktorun yabancı bir bilim insanı, sözüyle ne demek istediğini. O sendin, değil mi?
–Pek de yerli sayılmam, diyerek gülünce ağzından fırlayan alevler neredeyse yüzünü kavuracaktı Zeynep’in. Neyse ki elleriyle yüzünü tam zamanında kapatmayı akıl edebilmişti.
–Afedersin Zeynep! Seni ateşimden korumak zorunda olduğumu unutuyorum bazen.
–Beni kurtarırken nasıl korudun öyleyse?
–Donmuştun. Buraya gelinceye kadar ancak çözüldün de ondan.
–Buraya mı?
–Evet. Gezegen halkım seni hidroksitle ovup okyanusla canlandırdı.
–Şimdi de üniversite, hidroksitin bende nasıl bulunduğunu inceleyecek.
–Pek önemli olduğunu sanmıyorum. Sonuçta, hidroksit de donmuş halde bulunan değişik bir su çözünümü.
–Anka’nın nerede olduğunu da biliyorsundur sen. Beni böyle bir durumda bırakmazdı o.
–İşte asıl sorun da o! Çığın bir nedeni de…
–Anlamadım. Anka iyi mi?
–İyidir umarım, çünkü ulaşamıyorum. Karamits, onu tutsak etti.
–Karamits de kim?
–Kara deliklerin kralı! Anımsıyor musun, ilk geldiğinde seni onun ajanı olmakla suçlamıştı halkım?
–Evet, hatta onun kim olduğunu sorduğumda «Şimdilik bilmesen de olur.” demiştin sen de. Eyvah ki ne eyvah! Anka’yı nasıl kurtaracağız şimdi?
–Bunu tek başına yapmak zorundasın.

<!–nextpage–>

–Önce çığın Anka ile bağlantısını bir anlatsan Ceres… Nedenini bilirsem sonucuna da ulaşabilirim.
–Karamits, kapatılan kara delikte kalan tüyleri ele geçirmiş. Sonra da sizdekilerin peşine düşmüş. Çığ düşürmesinin nedeni de o tüyleri ele geçirmekmiş. Onları kullanarak Anka’nın peşine düşmeyesiniz diye… Sonrası zaten belli işte! Anka elinde.
–Bendeki tüyün yok oluşunun da Anka’nın bana ulaşamayışının da nedeni oydu demek ki!
–Evet.
–Tek başına, dedin. Oraya nasıl ulaşacağım Ceres? Bana yardım et lütfen!
–Senin oraya ulaştırmak dışında pek yardımım olmaz Zeynep. Kara deliklerde gücüm işlevsizdir benim.
–Tamam, o da yeter!
–Ama çok tehlikeli olduğu konusunda uyarmalıyım seni. Anka’yı kurtarmak bir yana sen de geri dönemeyebilirsin.
–Beni oraya ulaştır da gerisini ben düşüneyim Ceres. Anka’yı o karanlık isimli kralın elinde bırakamam. Kim bilir ne durumdadır?
–Onun gücünü ele geçirmektir niyeti. Önce Astreoid Kuşağı’na, sonrasında da evrene hükmetmek için…
–İşte buna izin veremem!
–Çok güçlü bir kızsın sen ama lütfen dikkatli ol!
–Ne zaman gidiyoruz?
–Ne zaman istersen…
–Hemen gidelim öyleyse.
Ceres’in bir işaretiyle kabuklu canlılar çevresini sarıp ona mavi buzdan bir giysi giydirdi. Zeynep ne olduğunu anlamaya çalışıyordu ki Ceres:
–Oraya kadar seni ateşimden korumak için, dedi.
Buna sevinmişti Zeynep. Daha önce kara delikten Anka’nın tüyünü almak için giderlerken bunu neden düşünmediğini soracaktı ama hemen sonra vazgeçti. Geçmişi deşelemenin anlamı yoktu. Belki Ceres de deneyimleyerek öğreniyordu.
Alevden kollarını kanat gibi açan Ceres’in sırtında uzayın derinliklerine doğru yol almaya başladılar. Kara deliklerin uzağından geçip irili ufaklı gök taşlarını gözleyerek epeyce yol aldılar. Giysisi hızla eriyor, Ceres’in yakıcılığını duyumsuyordu artık. Oraya varmadan yanacağını düşünürken Ceres onu indirdi sırtından. Üzeri derin çukur ve tümseklerle dolu küçük bir gök taşının üzerine bırakıp alevden elini ileriye doğru uzattı.
–İşte, gideceğin yer orası!
Gösterdiği yer; kocaman, karanlık bir mağaranın ağzına benziyordu.
–Karamits’in sarayı burada mı?
–Evet. Kara deliklerin en büyüğüdür o. Ben fazla yaklaşamıyorum ama üzerindeki gök taşı zaten oraya doğru çekiliyor. Çok geçmeden içine girersin. Yalnız gök taşını hiç bırakma ki kara delikte yitmeyesin çünkü gök taşlarını sarayına alır Karamits. Sen de şu çukurlardan birine gizlenir, Anka’yı arayacağın uygun bir an beklersin.
–Tamam Ceres, çok teşekkür ederim.
–Senin bizim için yaptıklarının yanında bu ne ki? Yalnız dediklerimi unutma ve dönüşte bize uğramadan gitme!
–Tamam Ceres, kesinlikle uğrayacağım!
Ceres’i yanıtlarken içinden de Kurtulabilirsem diye geçiriyordu.
Önceleri korksa da Ceres’i sevmeye başlamıştı artık. Yaşamını ona borçluydu zaten. Yoksa çığ altından, kimsenin bilmediği bir yardan, canlı kurtulması olanaksızdı.
Yine de aklı almıyordu, neden arkadaşlarıyla aynı yerde bulunmayıp çok uzak bir yara sürüklendiğini. Bunu Anka yanıtlayabilirdi ama onu bulup kurtarabilirse.
Düşünceleri, içinde bulunduğu durumu unutturmuştu bir anlığına. Saçlarının öne doğru hızla savrulmasından anladı kara deliğin çekim gücüne girdiğini. Gök taşının çukurunun içine iyice çöküp çeperlerinden sıkıca tutundu.
Öyle güçlü bir şekilde çekiliyordu ki karanlığın içine doğru, tutunduğu çıkıntıları sıkmaktan parmaklarına kan oturmuştu neredeyse. En küçük bir dikkatsizlikte gök taşından fırlayıp karanlık tarafından yutulabilirdi. Kendisinden çok Anka’yı düşünüyordu yine de gök taşıyla saraya ulaşamazsa onu kurtarma şansı olmayacağını. Onu kurtaramazsa kendisinin de geri dönemeyeceğini biliyordu.
Gök taşı hızla demir bir kalkana çarpıp durduğunda içinde bulunduğu çukurdan fırlamamak için bütün gücünü kullandı. Çok geçmeden kırkayak benzeri metal varlıkların çevrelerini sardığını gördü. Yuvarlanarak sarayın içine sokulmaya çalışan taşın kovuğunda büzülüp tortop olan bedeniyle korkudan nefes bile alamaz olmuştu.
Bir süre yuvarlandıktan sonra durdular. Yalnız ne yerinden kımıldayabiliyor ne de çevresini görebiliyordu. İçinde bulunduğu kovuk aşağıya gelmiş, yuvarlandıkça metal zemine çarpan başı zonklamaya başlamıştı çünkü. Biraz daha öyle kalırsa nasıl dayanacağını düşünüyordu. Boynu kırılmadan, kafası yarılmadan bulunduğu yerden çıkabilseydi!
Bir süre sonra, demir bir kapının gürültüyle açılışını duydu. Yeniden yuvarlanmaya başladıklarında başını iyice içine çekti. Kafasının yarılmasından çok, yerlere bulaşacak kan lekelerinin onu ele vereceğinden korkuyordu. Neyse ki bu kez başı hafifçe yana gelmişti de rahatça nefes alabiliyor, çevresini az da olsa görebiliyordu.
–Oho ho! Astreoid Kuşağı’nın en değerli parçalarından biri! Onu hemen içeri götürüp parçalayın! İçindeki cevherleri görmek için sabırsızlanıyorum!
Gök gürültüsüne benzer bir sesle konuşan, Karamits olmalıydı. Onun sesini duyduğuna bu kadar sevineceği aklına bile gelmezdi ama Anka’ya yaklaştığını imliyordu o ses.
Yeniden yuvarlanmaya başladıklarında taşın içinden atlamak için uygun bir anı kollamaya başladı. Taşla birlikte parçalanmamak için bunu bir an önce yapmak zorundaydı. Taşı yuvarlayan iki demir kırkayağın kendi aralarında konuştuklarını duyunca bundan yararlanmayı düşündü. Tam metal bir köşeyi dönerken usulca çıkıp ilk gördüğü paslı demir yığınlarının arkasına gizlendi. Şimdilik yakalanmamıştı ama bedeninden sızan ter, korkusunun izlerini paslı demir yığınına sürüyordu.
Hurda demir yığınları arasında çevresini gözlemeye başladı. Gördükleri, Saray dedikleri bu demir yığını olabilir mi, diye düşünmesine neden olmuştu çünkü gördüğü, duvarlardan kapılara, yerlerden tavana kadar paslı demirden oluşan bir yapıydı. Pencere de yoktu. Tavandan şekilsiz, garip bir taş sarkıyor, ölgün bir ışık saçıyordu çevreye.
Ceres’in buraya “Karanlıklar Krallığı” demesinin boşuna olmadığını anlamıştı. Üstüne üstüne gelen boğucu bir karanlık ve paslı demir kokan bir havayla boğulmak üzereydi. İçinden öksürmek geliyor ama güçlükle tutuyordu kendini. Değil öksürmesi, nefes alışının bile duyulmasının Anka’ya ulaşamadan yakalanması demek olduğunu biliyordu.
Elleriyle ağzını burnunu kapatıp çevreyi gözlemeyi sürdürdü. Anka’nın nerede olduğunu, ona varlığını nasıl duyumsatabileceğini düşünüyordu. Çok güç durumda olmalıydı yoksa Anka, onun seslenmesine bile gerek kalmadan geldiğini anlayabilirdi.
Düşünmeyi bırakıp bütün enerjisini Anka’ya ulaşmak için yoğunlaştırdı. Çok derinden -oldukça zayıf da olsa- bir soluk alışı duyunca heyecanlanıp yürek atışı hızlanıverdi. Çok yakından geliyordu soluk alışı ama neresi olduğunu çıkaramıyordu henüz.
Çevresindeki demir kırkayakların bir yerlere kaybolduğunu anlayınca usulca fısıldadı:
–Anka! Anka, neredesin?
Soluk alışından biraz daha güçlü bir inilti duydu. Ses, içinde bulunduğu demir yığınının altından geliyordu. Demirleri usul usul eşelemeye başladı. Demir zemine ulaştığında Anka’dan eser yoktu. Elleriyle zemine dokunup bir süre bekleyince bulunduğu yerin altında bir oda olduğunu ve Anka’nın da orada tutulduğunu anladı. Şimdi sıra o odaya nasıl ulaşacağını düşünmeye gelmişti.
Birden üstüne atılan hurda demirlerle nefesini tuttu. Kollarının arasına gizlediği başını güçlükle koruyabilmiş, neyse ki yaralanmamıştı. Demir kırkayaklar bir yandan parça demirleri atıyor, bir yandan da anlamadığı dilden gürültülü bir şekilde konuşuyordu. Bir süre sonra işlerini bitirip uzaklaştıklarını anlayınca uzun süredir tuttuğu soluğunu bırakıverdi. Aynı anda da oturduğu yerin az ilerisinde sürgülü bir kapak gördü. Anka aşağıdaki bölümde tutuluyorsa o kapağı açmaktan başka şansı yoktu.
Çevresini kollayarak, sürgüye doğru sürünerek ilerledi. Epeyce uğraşsa da açamayınca yerine dönüp hurda demirlerin arasında işine yarayacak bir parça aramaya koyuldu. Sürgü, paslı olmanın ötesinde öyle de ağırdı ki onu ancak kaldıraç görevini yapacak bir başka demirle oynatabilirdi yerinden.
Kırkayakların ayak sesleriyle aramayı bırakıp gizlendi iyice demirlerin arasına. Tam zamanında dönmüştü yerine. Onlara yakalanırsa neler olabileceğini düşünmek bile istemiyordu.
Kırkayaklardan biri demir sürgüyü açınca yüreği ağzına geldi. Anka’yı almaya gidiyor olabilir miydi?
Gizlendiği yerden, sürgünün olduğu yeri gözlemeyi sürdürdü. Aşağıdan gürültüler geliyor ama ne olduğunu anlayamıyordu. Sonra Anka’nın inleyişini duydu. Engelleyemediği iki damla yaş, gözlerinden süzülüp yanaklarını izleyerek çenesinde gözden yitti. Bekleyişi uzadıkça Anka’nın yaşamıyla ilgili kaygısı artıyordu.
Bir süre sonra, elinde ölü bir tavuğu sallar gibi ayaklarından tuttuğu Anka ile göründü kırkayak. Bu kadarına dayanamayacaktı işte! Hızlı düşünüp hemen harekete geçmek zorundaydı, geçti de…
Ortalığı kollamayı unutmadan sessizce kırkayağı izlemeye koyuldu. En küçük bir seste gizlenecek bir demir yığını buluyor, arkasına çöküveriyordu. Her yer hurda demir yığınlarıyla doluydu çünkü. Bu demir çöplüğüne saray denmesini de aklı almıyordu ya!
Kırkayak, birkaç kapıdan geçtikten sonra bir demir yığınının önünde durup Anka’yı birine uzattı. Kim olduğunu görebilmek için biraz yana çekilip bakınca neredeyse çığlık atacaktı Zeynep. Demir yığını sandığı garip bir koltuğa benziyor, üzerinde kırk ayağını kırk ayrı demir parçasına uzatmış, diğerlerinden biraz daha iri bir kırkayak bulunuyordu. Yatıyor mu, oturuyor mu, belli değildi.
Ayaklarından birinin üzerindeki Anka’ya, iri birer deniz kabuğunu andıran gözleriyle iğrenir gibi bakıp:
–Ben de onu gerçekten güçlü bir yaratık sanmıştım. Kendisine bile yararı yok bunun. Çöplüğe bırakıverin de haberci kuşlarımın karnı doysun, dedi.
Ayaktaki kırkayak Anka’yı alıp dışarı yürürken Zeynep de onu izlemeyi sürdürdü. Neyse ki ortam iyice loştu da onu kimse görmemişti. Demir duvar diplerinden sürünerek kırkayağı izlerken de kimseye yakalanmaması büyük şanstı aslında.
Kırkayak, demir yığını saraydan epeyce uzaklaşıp mercan kayalıklarına benzeyen renkli bir yere gelmişti. Taşların güzelliği öyle göz alıcıydı ki alaca karanlıkta bile ışıl ışıl parlıyordu. Zeynep de neredeyse gizlendiğini unutup koşacaktı o güzelliğe. Çöplük denen yerin orası olabileceğini düşünde görse inanmazdı!
Büyükçe bir kayanın arkasına gizlenip kırkayağı izlemeye başladı. Kırkayak, ayaklarını birbirine vurarak kulakları sağır edecek bir gürültü çıkarmış, hemen başının üstüne kuşlar üşüşmüştü. Bunlar, daha önce gördüğü kuşlara hiç benzemiyordu. İri pençeli, tilki, kaplan ve yarasa karışımı garip bir canlı türüydü.
Anka’yı onların önüne bırakıp dönen kırkayak uzaklaşır uzaklaşmaz yerinden fırladı Zeynep. Kuşların ne olduğunu anlamak için uzun uzun kokladıktan sonra pençelemek üzere olduğu Anka’yı kaptığı gibi koşmaya başladı, kuşlar da peşinden… Anka’yı göğsüne bastırmış, durmadan koşuyordu. Başına yediği pençe darbeleriyle gücü tükenip düşmek üzereyken kıpırdadığını duyumsadı Anka’nın. Gözlerinden dökülen sevinç gözyaşlarıydı artık. Anka’nın üzerine düşen her damla, onu daha da canlandırmış, bembeyaz kanatların açılıp kendisini sardığını duyumsadığı anda da kendinden geçmişti.
–Henüz uyanmadı doktor hanım. Uyanınca ben size haber vereceğim.
–Çok uzun sürdü bu uyku doktor bey. Garip… Sabahki gelişimde son derece canlı ve neşeliydi.
–Bir ara ateşi çıktı. Biz de telaşlandık ama hemen bir iğne yaptım ben.
–İlacın etkisiyle uyumuş olmalı. Neyse hocalarımıza durumu anlatırım. Gitmeden Zeynep’i görmek istiyorlardı da…
–Tahliller yapılmadı ama…
–Tahliller kolay, sonuçları da nasıl olsa görecekler. Siz memleketinize dönmeden bir de onu görüp konuşmak istediler.
Zeynep, konuşmaları duyuyor ama gözlerini açamıyordu. Göz kapaklarının üzerine tonlarca hurda demir yığılmış, saçları da o demirlere dolanmış da çekiliyor gibiydi.
–Bir de ben muayene edeyim, ister misiniz?
–Elbette, nasıl isterseniz! Ben doktor olsam da babayım, sizse onun doktorusunuz.
Alnına konan bir elle çığlık atıp uyandığında doktorun da babasının da şaşkın gözlerle kendisine baktığını gördü.
–Baba!
–Ne oldu kızım? Doktor ablan ateşine bakıyordu.
–Bilmem, korkunç bir düş gördüm sanırım.
–Ateşin etkisidir, diye gülümsedi doktor. Ee, onca tırın altından kalkmak kolay değil, değil mi Zeynep?
Zeynep gülümsemiş, konuşacak gücü olmadığından da başını sallamakla yetinmişti.
–Fazla ateşi yok doktor bey. İğneniz işe yaramış anlaşılan, dedi genç doktor.
Zeynep, babasının endişeli bakışlarını görünce yüreği sızladı. Onun yüzünden çekmedikleri sıkıntı kalmamıştı.
–Annem nerede baba?
–Sana birkaç parça giyecek almak için çarşıya çıktı. Giysilerin, otelle birlikte çığ altında kalmış. Annen de hastane pijamasıyla eve dönmek istemeyeceğini düşündü.
–Annem beni tanır, diyerek gülümsedi.
–Evet küçük hanım, hazır mısın? Üniversite hocalarım seninle görüşmek, bir de muayene etmek istiyorlar.
Zeynep, sorar gibi babasına baktı.
–Ben de burada olacağım Zeynep? Hepsi doktor sonuçta. Çekinecek bir durum yok ki!
–Peki o zaman.
Kadın doktor çıkmış; bir süre sonra da ikisi kadın, üç yaşlı doktorla dönmüştü.
Her biri ayrı ayrı Zeynep’i muayene edip sorular sordu. Onların “Hımmm, garip, çok iyi…” den oluşan kısa tepkilerine gülmemek için kendini güç tutuyor; Serez’de ve kara delikteki yaşadıklarını anlatsa ne kadar şaşıracaklarını, akıl sağlığını bile sorgulayacaklarını biliyordu. Sonunda, muayenelerini bitirip teşekkür ederek çıktılar, bu süre içinde kendini kobay gibi duyumsayan Zeynep de rahat bir nefes aldı.
–Zeynep, iyi görünüyorsun ama beni telaşlandırdın yine de, dedi babası.
–İyiyim baba, merak etme! Doktor ablanın da dediği gibi, onca tırın altından kalktım ya, diyerek güldü.
Babası yatağına oturup sıkı sıkı sarıldı ona:
–Seni böyle gülerken görmek ne güzel yavrum! Seni bulamadığımız zaman yaşadıklarımızı bir daha asla yaşamak istemem!
–Ben de o kadar üşümek istemem baba, diyerek güldü Zeynep.
O sırada, eli kolu paketlerle dolu olarak annesi girdi içeri. Paketleri yatağın üstüne bıraktığı gibi kızına sarılıp:
–Benim koca bebeğim uyanmış sonunda, diyerek saçlarını koklaya koklaya öptü.
–Anne, bebek miyim ben?
–Benim bebeğimsin ya…
–Tamam anne, seninle uğraşamayacak kadar yorgun kızın. Şanslı günündesin yine.
–İyileşince ben de bebeğim demem, diyerek onun gülüşüne eşlik etti annesi.
–Neler aldın bebeğine bakalım, diyerek gülümsemeyi sürdürdü Zeynep.
–Açayım da bak bakalım, beğenecek misin?
Zeynep, açılan paketlerden çıkan bot, çorap, kadife pantolon, kazak ve kabana bakıp başını salladı. Annesi onu iyi tanıyor, neleri beğeneceğini biliyordu.
Açılmadık bir paket daha vardı yatağın üstünde. Onu niye açmadığını sorduğunda iç çamaşırları olduğunu söyledi annesi.
–Sağ ol anneciğim, yorulmuşsun. Günlerdir benim başımda bekliyormuşsunuz zaten. Bu da KDV’si oldu sanırım.
–Sen iyi ol da yorgunluk geçer yavrum. Seni böyle konuşurken, gülerken gördüm ya yeniden…
Son sözcükte sesinin boğulmasından onun ağlamak üzere olduğunu anladı Zeynep. Yataktan kalkıp önce annesine, sonra da babasına sarıldı.
–İyi ki benim annemle babamsınız!
Bir süre öylece kaldılar. Akşam kontrollerini yapmaya gelen hemşirenin sesiyle ayrıldılar birbirlerinden. Yatağa yürüyen Zeynep, bu kadarcık bir hareketin bile kendisini yorduğunu onlara belli etmek istemiyordu.
İlaçlarını alıp uyumak için uzandı. Annesiyle babasını da zorla dışarı gönderirken gece boyunca gelmemelerini, bir otelde dinlenmelerini, kendisinin de sabaha kadar uyuyacağını söyledi. Ertesi gün nasılsa hastaneden çıkacak, eve dönmek için uzun bir yol gideceklerdi. Hepsinin dinlenmeye gereksinimi vardı.
Onlar çıkar çıkmaz gözlerini kapattı. Gerçekten çok yorgundu ve uyumaktan başka bir isteği yoktu. Daha gözlerini kapatır kapatmaz da kendisini Anka’nın sırtında Karamits’in hurda sarayının olduğu kara delikten çıkmaya çalışırken buldu.
–Anka, diye sevinçle haykırdı. “Anka, sevgili dostum, kurtuldun!”
–Beni sen kurtardın Zeynep, teşekkür ederim. Şu kara delikten kurtulalım da sonra konuşalım. Karamits’in hurdaları peşimizde.
Anka’nın uyarısıyla susup kanatlara sıkı sıkı sarıldı. Onun varlığı korkusunu silip süpürmüştü ama dünyaya dönünceye kadar güvende olmadıklarını biliyordu.
Birden, öyle güçlü bir fırtına başladı ki düşmekten son anda kurtuldu Zeynep. Bunu da Anka’nın kanatlarıyla üstünü kapatıvermesine borçluydu.
–Neler oluyor Anka?
–Alıcı kuşlar, kaçtığımızı Karamits’e bildirmiş olmalı. Bu fırtına, onun karanlık nefesi. Dayan Zeynep, az kaldı!
–Benim geldiğimi gören olmadı, senin de işe yaramaz olduğunu söylediğini kulaklarımla duydum.
–Kara Canavarlar! Yani, onun haberci kuşlarını unutuyorsun Zeynep. Onların elinden kaçmadık mı az önce? Yeniden canlandığımı duyunca küplere binmiştir Karamits.
–Buradan kurtulabilecek miyiz?
–Kanadımdaki en büyük teleği kopar yine. Buradan çıkınca da o teleği kara deliğin kapısına sürmeyi unutma! Bu deliği de kapatmazsak nereye gidersek gidelim, Karamits’ten kurtulamayız.
Anka’nın ne demek istediğini anlamaya çalışırken kara deliğin kapısına yapıştırılmış onun birkaç teleğine tutunurken buldu kendini. İçeriye baktığında Anka’nın haberci kuşlarla boğuştuğunu, tüylerinin havada uçuştuğunu gördü. Çılgın gibi bağırdı:
–Hayır! Seni onların eline bırakamam Anka!
–Sakın deneme bile! Gücümü buradakileri yenmek için kullanmak zorundayım. Peşimden gelirsen hem beni güç durumda bırakırsın hem de bu fırtınada tutunacak yer bulamazsın, diye seslendi Anka.
Zeynep, gözyaşları içinde, Anka’dan aldığı teleği tek eliyle kara deliğe sürmeye başladı. Bu kara delik, daha öncekine benzemiyor, hem fırtınaya karşı durduğundan hem de yalnız olduğundan kapatmakta zorlanıyordu. Arada bir de Anka’ya göz atıyor, onun yolunmuş tüyleriyle boğuşmasını izlerken içinden çığlık atmak gelse de kendini tutuyordu.
Sonunda, Anka canavarları haklamış, kara deliğe saçılan bütün tüylerini toplamıştı. Zeynep de delikten yalnızca onun geçeceği kadar bir boşluk bırakmış, Anka çıkar çıkmaz kalan deliği de kapatmıştı. Bir yandan asılı olduğu teleği sıkı sıkı tutmaya çalışıyor, diğer yandan da boşta kalan elini tutan Anka’nın kendini toparlamasını bekliyordu. Öyle yorulmuştu ki neredeyse gücü tükenmek üzereydi. Teleği bırakıverse ikisi birden uzay boşluğuna savrulup gidecekti.
Bütün enerjisini tüketip elini bırakmak üzereyken mavi bir buz tabakasıyla örtülüverdi ikisinin de üzeri. Daha ne olduğunu anlamadan Serez’de -yer altı okyanusun içinde- buldu kendini, Anka da yanında.
Okyanusun üzerinde yakamozlar yaratan kızıl ışıltıları izleyip de kaynağın kıyıda bulunan Ceres olduğunu anlayınca gülümseyerek el salladı. Kurtuluşlarını ona borçluydular demek ki! Gözlerini kapatıp okyanusun serin suyuna kendini bırakıverdi.
Okyanusun suyu, ikisinin de tüm yorgunluğunu almış, Anka, bembeyaz tüyleriyle kuğu gibi suyun üzerinde salınmaya durmuş, Zeynep de gülümseyerek onu izlemeye koyulmuştu.
–Anka, artık gidelim mi? Keyfin yerinde ama…
–Gideceğiz Zeynep, az bekle. Ceres gelsin de…
–Az önce buradaydı, nereye gitti şimdi?
–Buz kraterine…
Daha fazla soru sormadı Zeynep. Anka anlatmak istese anlatırdı. Beklemeye koyuldu.
Çok geçmeden alevlerini savura savura Ceres gelmişti, hem de yüzlerce küçük, kabuklu canlıyla. Kabuklu canlılar, kocaman bir buz kütlesini denize bırakıp çekildi.
Buz kütlesine çıkan Anka’nın bir dev gibi büyüyüşünü ve ağzını kocaman bir mağara gibi açışını izledi şaşkınlıkla. Onun ağzının bu kadar büyüyebileceğini düşünemezdi bile Zeynep. Merakla neler olacağını izlemeye koyuldu.
Anka, buz kütlesinin üstünde durmadan kıvranıyordu. Onun acı çektiğini düşünen Zeynep, yardım etmek için hareketlenmek üzereyken kabuklu canlılar tarafından durduruldu. O sırada gök gürültüsü gibi sesi duyuldu Ceres’in:
–Az bekle Zeynep! Astereoid Kuşağı’nın kurtuluşu buna bağlı.
Onun ne demek istediğini anlamasa da beklemeye başladı. Soluğunu tutmuş, Anka’nın durmadan şekil değiştiren bedeninden gözünü alamaz olmuştu.
–Ama o çok acı çekiyor, diye bağırdı.
–Bütün doğumlar acılıdır Zeynep.
“Doğum mu? Anka doğum mu yapıyor? Anka’nın bir yavrusu mu olacak? İyi ama neden şimdi?” diye sorular geçiyordu aklından, birbiri ardına.
Anka’nın çığlığıyla deniz köpürüp dalgalandı, üzerlerindeki mavi buz kubbeden buz parçaları dökülmeye başladı ve sonunda duruldu. Kocaman, denizin renginden daha koyu mavilikte bir başak okyanusun ortasında duruyordu.
–Bu… Bu… Bu ne?
Zeynep kekeleyip duruyordu. Anka’ya benzer bir yavru beklerken onun ağzından çıkan dev gibi mavi başağa bakıp kalmıştı.
Kabuklu canlılar hareketlenmiş, hep birlikte dev başağı kıyıya çekmeye başlamışlardı. Kıyıya gelir gelmez ıslak başağı alan Ceres, onu öpüp başına koydu. Bir an içinde Ceres’in tüm alevi sönmüş, sarı başaklardan oluşan saçları, genç bir insan yüzü ve ağaçtan bedeniyle bir başka canlı çıkmıştı ortaya.
–Size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum, diyerek doğumdan önceki durumuna dönüp onun dallarından birine konan Anka’yı öpmüş, sonra da Zeynep’i kucaklamıştı.
–Bana bir açıklama borçlusunuz, dedi Zeynep yüzünü ekşiterek. “Bütün bunların ne demek olduğunu anlayamadım ben.”
Ceres, dallarını sallayıp ılık bir rüzgâr yarattıktan sonra kuş cıvıltısını andıran bir sesle Zeynep’i yanıtladı:
–Karamits, bir ışık yılı önce Evrenin Yüreği’ni çalmış; beni yürüyen bir alev topuna, gezegen halkımı da kendisi gibi kabuklu canlılara dönüştürmüştü. Anka, onu Karamits’ten alıp bana getirdi. Ben de sonsuza kadar onu başımın üstünde taşıyacağım. Böylece bizim evrenimiz, yani Astreoid Kuşağı’yla birlikte küçük gezegenimiz, yaşam için bereket saçan bir yer olacak yine. Ne kara delikler olacak bizi yutacak ne de kötülükler.

<!–nextpage–>

–Bu mavi başak, Evrenin Yüreği miydi yani?
–Evet.
–Şimdi anlıyorum, benimle bir ışık yılı önceki durumunla tanışmak istediğini söylemenin anlamını.
–O zaman da anlatırdım ama Anka’nın bize bu iyiliği de yapacağı aklımın ucundan bile geçmezdi!
–Bunu ne zaman yaptın Anka, anlayamadım doğrusu!
–Sen gelmeden önce… Beni tutsak eder etmez odasında uzun süre tuttu Karamits. Benim gücümü elde etmek için yapmadığını bırakmadı. Ben de o sırada, tahtının arkasında sakladığı başak şeklindeki o yüreği yuttum. Kimse anlamadı. Çalındığını düşünüp bütün kara delikte terör estirse de benim yutabileceğim aklına gelmedi. Bu sırada da beni o demir bodruma kapatmışlardı. Sonra da sen geldin işte!
–Peki, o başağın Astreoid Kuşağı için bir yürek olduğunu nereden biliyordun?
–Zeynep! Ankalığımı unutuyorsun!
–Haklısın Anka, bağışla ama bu inanılmaz!
–Gerçekten öyle, diye araya girdi Ceres. Şimdi, dileyin benden ne dilerseniz!

–Ben eve dönmek isterim de Anka’yı bilemem.
–Anca beraber, kanca beraber Zeynep.
–Bana bir söz vermeden gidemezsiniz, dedi Ceres.
–Ne sözü?
Zeynep’in sorusunu yanıtlamak için döndüğünde Ceres’in saçları, bir buğday tarlası gibi dalgalanıyordu:
–Buraya yeniden geleceksiniz. O zaman burası, her yanından yaşam fışkıran yeni bir dünya olacak.
–Eh, buna hayır demem, diyerek güldü Zeynep.
–Ben de, dedi Anka.
Tam vedalaşıp ayrılmak üzereyken gördü, kabuklu canlıların her birinin genç bir fidana dönüşüp denizin hemen kıyısında yerlerini almaya başladıklarını. Mutlulukla gülümseyip Anka’nın sırtına atladı.
–Gülümseyerek uyandığına göre çok daha iyisin sanırım yavrum!
–Günaydın babacığım, anneciğim! Evet, çok iyiyim!
–O zaman kahvaltını et de hazırlanmaya başla. Ben de şu çıkış işlemlerini tamamlayayım, diyen babasını onayladı.
–Bunların hepsi bitecek küçük hanım, ona göre!
–Annesinin önüne bıraktığı kahvaltı tepsisine baktı. Hastane yemeklerini hiç sevmemişti ama bu kez tabağındaki peynir, zeytin, yumurta ve sütten oluşan kahvaltısının tamamını bitirmek niyetindeydi. Kurt gibi acıkmıştı çünkü.
–Tamam komutanım, diye gülerek ekmekten koca bir lokma ısırdı.
–İşte benim bebeğim! Yarasın kızım.
–Tamam anne, bu sabah ne dersen de, kızmayacağım. Bebek olmak hoşuma gitmeye bile başladı.
–Yoo, öyle uzun boylu değil küçük hanım, eve dönünceye kadar yalnızca.
–Sonra?
–Sonra ben istesem bile bebek olmayacaksın hatta söylemime bile kızacağını biliyorum.
Gülümseyerek başını salladı Zeynep:
–Bir anne kızını tanımaz mı?
–Değil mi ya?
Kahvaltısını bitirdikten sonra kalkıp giyinmeye başladı. Annesinin yeni aldığı giysiler, eski bedeninde olmasına karşın üzerine bol gelmişti.
–Epeyce zayıflamışsın yavrum. Şimdilik idare et de memlekete vardığımızda yenilerini alırız.
–Üzülme anneciğim, diyerek öptü annesini. “Büyüyünce giyerim.”
–Ah Zeynep! Yine mi?
Bu, aralarında önceleri bir sürtüşme sözü olsa da şimdi gülmeyece dönüşmüştü çünkü annesi, her zaman bir beden büyük almak isterdi onun giysilerini. En çok da bir numara büyük aldırmak istediği ayakkabılar tartışma konusu olurdu aralarında. Sonunda kendi dediği olurdu ama yine de canı sıkılırdı Zeynep’in. Şimdiyse gülüp geçiyordu, ne kadar basit konuları kendisine dert ettiğini düşünerek.
–Yok anneciğim, şaka yaptım yalnızca.
Giyinmeyi bitirip hazırlandığında annesi de diğer eşyaları bir valize toplamıştı. Zaten çok fazla eşyası yoktu, annesiyle babasının dışardan alıp getirdikleri kolonya, mendil, pasta ve şekerleme kutuları dışında.
Babası gelir gelmez çıktılar. Merdivenlerden inerken, yapılan testlerin sonucunu sordu Zeynep. “Daha sonra bildirecekler. Henüz sonuçlanmamış.” yanıtını alınca başını salladı.
Bahçeye çıkar çıkmaz açık havayı derin derin soludu. Günlerce yattıktan sonra hastane bahçesi, farklı bir gezegen gibi gelmişti ona. “Farklı gezegenleri unut Zeynep! Bir süre serüven de yok, gezegen de.”diye mırıldandı.
–Neyi unutacaksın kızım?
Mırıltısının bir kısmının duyulduğunu anlayınca nasıl yanıtlayacağını bilemedi önce. Sonra da:
–Geçirdiğim kazayı ve hastane günlerini baba, deyiverdi.
–Unutulacak gibi değildi ama bence de haklısın.
Zeynep, başını sallayıp çevredeki mutsuz insan yüzlerine baktı. Kim bilir ne dertleri var da böyle üzgün görünüyorlar, diye düşünmeden edemedi. Kendisi içinse kötü günlerin bittiğini düşünüyor, bir an önce eve dönüp arkadaşlarını görmek için sabırsızlanıyordu. Hepsini öyle özlemişti ki!
O sırada babasının çalan telefonunun annesiyle babası arasında kapışılmasını gülümseyerek izlemiş, kendisine uzatılıp da İpek’in sesini duyduğundaysa dünyalar onun olmuştu.
“Yaşamak güzel şey be kardeşim!” demişti son olarak telefonda İpek’e. Bu hem İpek’i hem de annesiyle babasını güldürmüştü.
Arabanın kimi zaman çamurlu, kimi zaman karlı yollarda ilerleyişinden çok, camdan akan görüntüler ilgisini çekmişti. Marmara’dan Akdeniz’e kadar ne çok çeşitlilik vardı bitki örtüsünde. Ormanların bittiği yerde uçsuz bucaksız, kar örtüsü altındaki bozkırlar başlıyor, sonra yolun kıyısından bir süre bulanıp coşan ırmaklarla birlikte akıyor; dağların, ovaların içinden geçerken Serez’e benzettiği görüntülerle yüreği hopluyordu. Bir belgesel izler gibi gözünü kırpmadan izliyordu çevresini. Belgeselleri çok severdi zaten.
Yolculuk uzadıkça başı sık sık göğsüne düşer olmuştu. Annesiyle babasının üstelemelerine dayanamayıp arka koltuğa uzandıktan hemen sonra da uykuya daldı.
Babası bir dinlenme tesisinde durduğunda uyanabilmişti ancak. Doğrulup baktı:
–Baba, neredeyiz?
–Sandıklı yakınlarındayız kızım. Biraz dinlenip yemek yemekte sıra.
–Eskişehir’i, Kütahya’yı geçtik mi?
–Çoktan! Afyon’u bile geçtik. Ne yapacaktın ki oralarda?
–Arkadaşlarım için armağanlar alacaktım baba; Eskişehir’den lüle taşı, Kütahya’dan çini biblolar.
Annesi, onu avuturcasına:
–Buradan da leblebi alabilirsin kızım, dedi. Sandıklı’nın da leblebisi ünlüdür.
–Kalıcı armağanlar olsun istemiştim ama peki. Geri dönemeyeceğimize göre…
–Mağazaya bir bak istersen… Belki istediğin gibi armağanlar
bulabilirsin.
–Yok anne, sağ ol. Her yerde satılanlardan almak istemiyorum. Tamam, leblebi çeşitlerinden alayım bari. Bizimkiler zaten boğazlarına düşkündür.
–O zaman pek çok çeşit bulacaksın burada, dedi babası. “Biberlisinden çikolatalısına kadar…”
Tamam, diyerek lokanta bölümüne yürüyen annesiyle babasını izledi. Önce yemek yiyecekler, sonra da armağanları alacaktı.
Azar azar bütün türlerinden alıp her arkadaşı için ayrı ayrı paketlettirdi leblebileri. Yalnız, Utku ve Fuat için biberlisinden, Caner için de çikolatalısından fazla almıştı.
–İkisinde biberli, birinde şekerli leblebilerin fazla oluşu gözüme çarptı, dedi annesi. “Özel bir anlamı var mı?”
–Herkese diline göre anne, dedi gülerek.
–Anlaşılan ikisi sert, birisi eğlenceli…
–Tam üstüne bastın!
Annesi de güldü onun bu seçimine.
Dinlenme bitmiş, alınanlar bagaja yerleştirilmiş, yola çıkılmıştı yeniden:
–Baba, Burdur üzerinden değil de Isparta’dan gitsek nasıl olur?
–Olur da neden?
–Isparta’dan gül lokumlarıyla kolonya almak istiyorum da… Yolun çok uzamayacaksa….
–Kızım ister de ben hayır, diyebilir miyim? Beş on kilometre uzasa ne olur?
–Teşekkür ederim babacığım, diyen Zeynep’in yüzünde güller açılmıştı. Ailesi açısından çok şanslı olduğunu düşündü bir kez daha.
Sandıklı’dan sonraki yol daha kısaydı. Isparta’dan da dilediklerini alan Zeynep, yapım çalışmaları nedeniyle Isparta’dan sonraki yolun nasıl çekilmez olduğunu görünce yolu değiştirttirdiği için üzülmüştü. Kendisi için sorun değildi, arka koltukta rahat rahat yolculuk yapıyordu ama sürücü olan babası epeyce sıkılmışa benziyordu. Havanın soğuk, arabadaki ısıtıcının da kapalı olmasına karşın alnında biriken boncuk boncuk terden anlamıştı onun sıkıntısını Zeynep.
Sonunda, kente girip de olanca maviliğiyle bakışlarını yalayan Akdeniz’i görünce tüm sıkıntıları unutmuştu. Denizin kıyıyı döven ak köpüklü dalgalarını, yol kıyısında sarı toplarını sallayıp duran turunç ağaçlarını, zakkumlarla palmiyeleri… Her mevsim yeşille mavinin koynunda yatan kentinin her köşesini özlemişti, hem de kısa bir zaman ayrı olmasına karşın.
Eve girinceye kadar akşam olmuş, annesinin dinlenmesi konusunda üstelemelerine karşın telefona sarılıp uzun süre arkadaşlarıyla konuşmuştu.
“Hemen gelsek olmaz mı Zeynep, seni çok merak ettik.” diyen Utku’ya da iyi olduğuna inandırmak için epeyce dil döktüğü Fuat’a da “Sürprizlerini çok merak ediyorum. Bu gece sabah olmayacak.” diyen Caner’e de yorgun olduğunu ve ertesi gün gelmeleri gerektini söyleyip telefonu kapatabildi sonunda.
Yatağına uzanınca anladı, saatlerce süren yolculuğun onu ne kadar yorduğunu. Yastığının altına kollarını uzatıp da Anka’nın tüyüne eli değince yüzüne geniş bir gülümseme yayıldı. Gülümsemesi silinmeden uykuya dalmıştı bile.
Deliksiz bir uyku çekmiş, yüzünü okşayan parmakların sıcaklığıyla gözlerini açtığında annesinin gülümseyen yüzüyle karşılaşmış, kahvaltı masasında babasıyla şakalaşmış, sonra da salondaki kanepeye uzanıp televizyonun kumandasıyla oynamaya başlamıştı. Kapının zili çalınıp da Caner eve damladığında daha öğle bile olmamıştı.
Onun kabanını çıkarırken saçlarından damlayan yağmur sularına, koltuk değneğiyle ayakkabılarını çıkarmakta güçlük çekip ikide bir bakışlarını Zeynep’in yüzüne dikerek fıldır fıldır dönen gözlerine, salona geçmeyi bile beklemeden üst üste eklediği sorularına daha fazla dayanamayan Zeynep gülerek:
–Ağzını kapatıp ayakkabılarını çıkarmadan geçebilirsin kırık ayağının hatırına, diye koluna girip salona doğru götürdü.
–Ee? Anlatsana…
–Bir nefes al Caner! O kadar çok soru sordun ki hangisinden başlayacağımı bilemedim. Hem diğerlerini de bekleyelim. Neredeyse onlar da gelir.
–Tamam, Sarı Fırtına! Beni paylamaya başladığına göre gerçekten iyisin demektir. Bekleyelim bakalım!
–Sen bu ayakla nasıl geldin buraya? Ben gelirdim birkaç gün sonra.
–Kızım, o kadar sabır bende ne gezer! Babamdan işe giderken bırakmasını istedim ama çok erken diye kızdı. Annemin tepkisiyse evlere şenlik… Sabahın köründe insanları rahatsız etmeye hakkım olmadığı konusunda epeyce uzun bir söylev dinledim. Görgü kuralları konusuna hiç girmeyeyim istersen. Kısaca söylersem taksiyle geldim.
–Gerçekten kısa bir anlatım oldu, kutlarım seni Caner!
–Zeynep, bir su alabilir miyim?
–Sen alamazsın, ben vereyim, diyerek güldü Zeynep. Onun kalkmasına fırsat kalmadan annesi bir tepside iki bardak meyve suyuyla girince:
–Tamam Zeynep, suya gerek kalmadı, diye güldü.
–Sen açsındır da şimdi.
–Bizimkiler gelinceye kadar dayanabilirim.
–Ben seni bilmez miyim, diyen Zeynep, bir kahkaha attı. Kalktı, bir tabak leblebiyle dönüp Caner’in önündeki sehpanın üzerine bıraktı.
–Bu iyi oldu Zeynep, teşekkür ederim.
–Şimdilik açlığını yatıştırır. Hem o leblebileri sizin için ta Sandıklı’dan getirdim.
–Deme!
–Dedim bile.
Caner’in leblebileri avuçlayışına gülerken kapı yeniden çalındı. O daha ayağa kalkmadan annesi kapıyı açmış, Utku ile Fuat’ı içeriye almıştı.
Montlarını bile çıkarmadan ikisi birden öyle bir sarıldılar ki ne diyeceğini bilemedi Zeynep:
–Beni bu kadar sevdiğinizi ve özlediğinizi bilseydim Bursa’ya -hastaneye- çağırırdım. Durun ya, teker teker gelin! Boğulacağım şimdi!
Utku, kabanını çıkarıp koltuğun üstüne öylece bıraktıktan sonra:
–Seninki de laf mı şimdi Zeynep, dedi. Fırtınasız, dingin bir yaşama alışamadım, o kadar!
–Dün gelirken gördüm, çıldırmıştı Akdeniz. Dalgalar kıyıyı aşıp yola çıkıyordu fırtınanın gücünden.
–O başka, diyerek güldü Fuat da. Biz, iki gün önce evimizin çatısını uçurandan değil, bizi uzayda geziye çıkaran fırtınadan söz ediyoruz kızım.
Uzay gezisiyle ilgili söylenenleri şaka sanan annesi, onlara gülümseyerek mutfağa yönelmiş, Zeynep de arkadaşlarını uyarmıştı:
–Uzayın Uludağ’daki kar olduğunu da öğrenmiş oldum Fuat, sağ ol.
–Öğrenmenin yaşı yoktur Sarı Fırtına!
–Evinizin çatısı mı uçtu gerçekten?
–Evet ama apartmanın çatısı… Yönetici yaptırdı dün.
–Neyse, geçmiş olsun! Ucuz atlatmışsınız.
–Pek ucuz sayılmaz, daire başına birer çuval para ödendi.
–Alemsin Fuat! Ben sağlık anlamında söylemiştim.
–Sağlıkta sıra senin Sarı Fırtına! Bizi bırak şimdi.
Caner, oturduğu yerden gülerek söze karıştı:
–Kimin onu daha çok sevip özlediği belli. Buraya bakın, sabahın köründe burada kamp kuran var.
–Bu şaklabana laf yetiştiremeyiz Utku. Ben yerimi kaptım bile, sen de gel yanıma otur bari! Zeynep’in bize yer göstereceği yok.
–Fırsat vermediniz ki, diyerek onların karşısına çöktü Zeynep.
–Utku:
–Seni iyi gördüm Zeynep. Seni bulamayınca ne kadar üzüldüğümüzü tahmin bile edemezsin, değil mi Fuat?
–Hem de hiç, diyerek onu onayladı Fuat.
–Kendi adınıza konuşun beyler! Ben, onun kuru gürültüye papuç bırakmayacağını biliyordum.
Fuat:
–Ya ya, ne demezsin! Alçıdaki ayağını kucaklayıp kucaklayıp zırlayan kimdi?
Caner:
–Ayağımın acısındandı oğlum.
Zeynep:
–Siz çok yaşayın emi! Yüzümde güller açtırdınız yine. İyi ki zorla da olsa aranıza girmişim!
–İyi ki, diye onayladı üçü birden.
–Karnınız açtır sizin şimdi, biliyorum. Biraz izin verin, mutfağa bir bakayım, sonra da merakınızı gidereyim, olur mu?
–Olmaz mı? İçim dışım leblebi şeker oldu Zeynep.
–İlahi Caner! Sen doğuştan açsın zaten de…
–Biz de pek tok sayılmayız, diyerek güldü Utku. “Doğuştan yani… Daha yeni kahvaltıdan kalktım ama…”
O sırada annesi girdi salona:
–Sen arkadaşlarınla otur Zeynep, diyen annesi arkadaşlarına
döndü:
–Çocuklar, çay demleyip tost yapsam olur mu?
–Aç değiliz teyze, zahmet etmeyin!
Fuat’ın sözlerine şaşkınlıkla bakıp kalmıştı üçü de. Annesi çıktıktan sonra Zeynep:
–Bu inceliğin gözlerimi yaşarttı Fuat, dedi. Sen, tok olduğunu nasıl söyledin? Hem de az önceki sözlerini çürüterek…
–Çayla kolayı değiştirsek diyecektim, ağzımdan öyle çıktı. Annen bizi çok obur sanacak şimdi.
–Değil misiniz?
–Öyleyiz de bunu senin bilmen yeter!
–Annemin zevkle hazırlayacağından kuşkum yok arkadaşlar. Dün yol boyunca anlattıklarımın dışında, size aldığım armağanlardan da hepinizi ayrı ayrı tanıdı zaten.
Utku:
–Ne anlattın ki?
–Uzay serüvenlerini anlatacak değilim ya, diye fısıldadı Zeynep. “Özelliklerinizi, huylarınızı işte!”
Fuat:
–Bir de bize anlatsan…
–Armağanlarımı sunayım da, diyerek kalkıp eli kolu paketlerle dolu olarak döndü. Her birini üstünde yazan isimlere göre dağıttı.
Hepsinden hızlı Caner açmıştı paketini.
–Aa! Hepsi de birbirinden güzel leblebi türleri, çoğu da çikolat kaplı. Bir de gül lokumu mu aldın Zeynep? Sen çok tatlı bir arkadaşsın! Teşekkür ederim.
Paketlerini açan Utku ile Fuat, önce birbirlerine, sonra da Zeynep’e baktılar:
–Teşekkür ederim de aklıma takıldı, dedi Utku. “Caner’inkilerden neden farklı bizimkiler? Leblebilerin çoğu biberli, lokum yerine de kolonya…”
–Ben de merak ettim, dedi Fuat.
–Bunda anlamayacak ne var arkadaşlar? Bizi sürekli gülümseten Caner’in tatlı dili, değil mi? Eh sizinkilerin biraz biberli olduğunu yadsıyamazsınız ya!
–Peki, lokum yerine kolonya ne demek oluyor?
–O da biberli leblebilerden sonra serinlemeniz için.
Salonda bir kahkaha koptu.
–Bu gerçekten Sarı Fırtına, dedi Utku.
–Kasırga da olabilir, dedi Fuat.
–Demek ki armağanlarınızı fazlasıyla hak etmişsiniz, diyerek güldü Zeynep.
–Evet, dedi Caner. Ben hiç yakınıyor muyum?
–En yakın zamanda bizim de sana armağan almamız şart oldu, dedi Utku.
–Yok canım, karşılık beklemedim ki!
–Bu armağanlar karşılıksız bırakılamaz, diye güldü Utku.
–Bence de, diye onu onayladı Fuat.
O sırada tostlarıyla çayları gelmiş, hepsi yemek masasına geçmişti. Karınlarını doyurduktan sonra Caner:
–Armağanlarla bizi kandırıp olayları unutmamızı sağladı, dedi Utku.
–Haydi artık Zeynep!
Utku’nun çıkışının ardından Fuat’ınkinin gelmesi üzerine:
–Önce Caner’in anlatması gereken bir konu yok muydu? Hani tam çığ öncesinde…
–Önce sen, dedi Caner. Benimki eskide kaldı ne de olsa.
Aslında anlatmak istiyordu Zeynep ama annesinin duymasından çekindiği için konuyu sürekli değiştiriyordu. Sonunda, annesinin varlığını işaretle anımsatma gereği duyup hastanede gözlerini açtığı andan başlayarak tedavi sürecini anlattı yalnızca, bir de üzerinde araştırma yapmak isteyen üniversite hocalarını.
Tam sözünü bitirmişti ki annesi içeri girdi:
–Çocuklar, Zeynep’in yanında biraz daha kalır mısınız? Hastaneden çıkar çıkmaz onu yalnız bırakmak istemiyorum ama biraz alışveriş etmem gerek.
–Elbette teyze, diye onaylamışlar, o çıkar çıkmaz da yüzlerinde güller açmıştı.
Caner:
–Haydi Zeynep! Annen de gitti, işte sana fırsat!
“Tamam,” diyen Zeynep anlatmaya başladı. Serez’i, kara deliğe yolculuğunu, Anka’nın tutsaklığını, Karamits ve hurda sarayını, Ceres’in insan yüzlü bir ağaca, kabuklu canlıların genç birer fidana dönüşmesini, buz kubbenin altındaki okyanusu…. Aklında kalan ne varsa anlattı.
Arkadaşları nefeslerini tutmuş, gözlerini bile kırpmadan dinlemişlerdi. Sonunda Caner dayanamamış:
–İnanılmaz, diye çığlık atmıştı.
Utku:
–İşin içinde Sarı Fırtına varsa inanılmaz yoktur!
Fuat:
–Yani çığ, Karamits denilen o karanlık canavarın işi miymiş?
–Aynen öyle!
Utku:
–Hepimizdeki tüyleri almak, Anka’nın gücünü bütünüyle elde etmek için…
Zeynep:
–Ben ne varsa anlattım. Şimdi siz, nasıl kurtulduğunuzu anlatın da asıl Caner’inkilere sıra gelsin.
Utku:
–Kar altında bir gece uyku çektikten sonra bir dozer üstümüzdeki karı küremiş. Kalanını da kürekle sıyırıp bizi çıkarmışlar. Uyandığımda hastanedeydim. Bir gün kaldım yalnızca, o da gözetim için… Sırtımda ufak tefek yaralar da vardı ama geçti sayılır. Sonra bizimkiler gelip beni aldı. Sen henüz bulunamamıştın bile! Hepsi bu!
Fuat:
–Benim de kolum incinmiş, biraz da üşütmüştüm. Utku ile aynı gün döndük. Seninki kadar renkli anılarımız olmadığı için üzgünüz, diyerek gülümsedi.
Caner’in sözleri, hepsini kahkahaya boğmuştı yine:
–Benim ayak, olaylara görünür bir imza atmayı başardı yine! Sıra sizde. Kalemler hani?

<!–nextpage–>

Zeynep kalem getirdi, sırayla imzaladılar Caner’in alçısını. O sırada gelen annesi, konuklara kalkma zamanını anımsatmıştı. Ertesi gün yeniden geleceklerini söyleyerek ayaklandılar. Caner’e destek olup evine kadar götürmek de onlara düşmüştü.
Uzun süre oturmak yormuştı Zeynep’i. Onları uğurladıktan sonra odasına dönüp yatağına uzandı. Yaşadığı serüveni baştan sonra düşünmeye koyuldu. Gözlerinin önünden Serez’deki okyanusun mavi dalgaları geçerken göz kapakları yavaş yavaş indi, uyuyup kaldı.
Babası döner dönmez işe başlamıştı. Annesi de ertesi gün başlamak zorunda olduğunu, Zeynep’i yalnız bırakmanın içine sinmediğini söylemişti. Bu yüzden arkadaşlarını çağırmasını istedi. Onlar için pek çok yiyecek de hazırlamıştı akşamdan. Ertesi gün babası, sabahleyin işe gitmeden arkadaşlarını arabayla evlerinden toplayıp getirmişti. Bütün gün onlarındı ve bu, hepsi için bulunmaz bir fırsattı.
Kahvaltıdan sonra hepsinin birden sıkıştırması sonucu Caner, Anka ile kara delikte geçirdiği zamanı anlatmaya koyuldu:
–Öyle korkmuştum ki anlatamam! Korkuyla başlamamı hoşgörün, çünkü daha önce böylesini yaşamamıştım.
–Konuya gel Caner, diye uyardı Zeynep.
–Anlatıyorum ya kızım, dedi Caner. “Yalnız, boğazım kurudu. Bir bardak meyve suyu versen de ara sıra boğazımı ıslatsam!”
–Boşan da semerini ye, dedi Utku.
Fuat:
–Oğlum, daha on dakika olmadı masadan kalkalı!
Zeynep, gülümseyerek kalkıp bir bardak meyve suyu getirdi. Kızmış gibi sehpanın ütüne bıraktıktan sonra işaret parmağını onun yüzüne doğru sallayarak söylendi:
–Sözünü bitirinceye kadar tuvalete bile gitmek yok, ona göre!
–Temizlik şirketine şimdiden haber ver o zaman, çünkü tuvalete gitmem gerek!
–Sen çok oldun ama, diyen Utku ile Fuat, onu tuvalete götürdü. Sonunda şamata bitti, Caner de yeniden anlatmaya koyuldu:
–Anka’nın kanadına sıkı sıkı yapışmıştım. Yoksa o deliğin emiş gücüne kapılıp gitmem işten bile değildi. Değme elektrik süpürgelerinde yoktu o çekim!
–Caner! Sulandırma, diyerek uyardı yine Zeynep.
–Kara deliğin içi karanlıktı ama değişik bir karanlıktı. Siyahın farklı tonlarını ilk kez orada gördüm. Her birinden farklı görünüşte bir canavar fırlıyor, üzerimize saldırıyor ama Anka onları hemen savuşturuyordu. Benim elimde de bir telek vardı ama korkudan kullanamıyordum ki! Sonunda Anka beni uyardı. Karanlıkta yitip gitmeme izin vermeyeceğini, kendisi canavarlarla uğraşırken benim de kara deliklerde savrulup duran tüyleri toplamam gerektiğini, yoksa o delikten çıkamayacağımızı söyledi. Onu dinlemekten başka seçeneğim yoktu. Bu arada, birkaç kez canavarların pençelerinden kıl payı sıyrıldığımı da belirtmeliyim. O zaman bu garip canavarların nereden geldiğini anlayamamıştım ama Zeynep’in anlattıklarından sonra Karamits’in yolladığını anladım.Sonunda tüylerin çoğunu toplamıştım. Sizler de deliği kapatmak üzere olduğunuz için içerinin karanlığı gittikçe dayanılmaz oluyordu. Bir yandan tüyleri Anka’nın gövdesine yapıştırıyor, bir yandan da onun görünmez oluşuna şaşıyordum. Neyse son anda sıyrılıp çıktık işte!
–En güç görevi sana vermiş Anka, dedi Zeynep. Başaracağına inanmasaydı bunu yapmazdı. Aferin sana!
–Karamits ayağını boşuna kırmamış anlaşılan, diyen Utku’nun sözleriyle gerginliklerinden kurtulup yeniden gülmeye başladılar.
–Benim aklıma bir konu daha takılıyor Zeynep, dedi Fuat.
–Nedir?
–Çığ sırasında Karamits’in neden seni bulunamayacağın bir çukura gömdüğü.
–İşte bunu ben de anlayamadım, dedi Zeynep. Anka’ya bir ara sorarım.
Utku, söze karıştı:
–Bunda anlamayacak ne var? Rütbemize göre ceza vermiş bize, baksana! İşin en ağırını her zaman Zeynep omuzladı. Caner’in bile ayağını kırdığına göre…
Fuat:
–Bize figüran rolü biçmiş anlaşılan!
–Yapmayın arkadaşlar, diye güldü Zeynep. “Araştırmanın başında olaydan çekilmek istemenizle bir ilgisi olabilir mi bunun?”
–Belki de, dedi Utku. “Biz ödüllendirilmişiz Fuat.”
–Sizi bilmem ama ben ödülümü her zaman ayağımla alıyorum.
–Hepimize geçmiş olsun arkadaşlar, dedi Zeynep. “Zor bir dönem yaşadık. Okulların açılmasına da birkaç gün kaldı. İkinci dönem yalnızca derslere yoğunlaşmak niyetindeyim.”
–Serüven yok, diyorsun yani.
–Siz akıllanmadınız mı daha, diyerek güldü Caner’e.
–Ben zaten malulen emekliyim de sizin için söylemiştim, diyerek ayağını gösteren Caner, güldürmüştü hepsini.
–Ee, ben acıktım.
–Yine mi Caner?
–Bu kez biz de acıktık, diyen Utku’ya,
–Yardım edin de masayı hazırlayalım öyleyse, dedi.
İkisi de kalkıp Zeynep’in mutfaktan verdiği bardaklarla tabakları masaya taşımaya koyulmuş, onların yardımını beklemeden koltuk değneğiyle masaya yürüyen Caner’in davranışına gülerek en son dolu tabağı onun önüne koymuşlardı.
Gülüşüp oynaşarak karınlarını doyururken kapı çalınmış, koşup kapıyı açtığı anda da İpek’le dayısını karşısında buluvermiş, çığlık çığlığa sarmaş dolaş olmuşlardı.
Sarılıp öpüşmeleri bittikten sonra:
–Günün en büyük sürprizi, diyerek onu arkadaşlarının yanına götürmüştü. Onlar İpek’le konuşurken kapının önünde kalan dayısını duydu:
–Ben de gelebilir miyim Zeynep?
Dayısını unuttuğunu anlayıp kızararak koştu, ona da sarıldı:
–Özür dilerim dayı! İpek’i görüverince şaşırdım da… Hoş geldin.
–İpek’i yalnız göndersem olacakmış aslında ama seni ben de merak etmiştim.
–Dayı!
–Tamam tamam! Birbirinizi bu kadar sevmeniz beni mutlu ediyor da takılıyorum yalnızca.
–Nereden çıktınız böyle? Geleceğinizi de söylemediniz. Şaşkınlığım biraz da ondan.
–İpek, sana sürpriz yapmak istedi.
–Gerçekten büyük sürpriz oldu dayı, teşekkür ederim.
–Haydi sen arkadaşlarının yanına dön. Ben, oyalanacak bir şeyler bulurum.
Dayısının oturma odasına geçip televizyonu açarak kanepeye uzandığını görünce fırladı arkadaşlarının yanına. İpek’e bir kez daha sarıldıktan sonra:
–Okulların açılması yaklaştığından senin geleceğini ummuyordum İpek, dedi. “Ama beni öyle mutlu ettin ki!”
–İki günlüğüne geldik zaten Zeynep. Yarından sonra döneceğiz. Seni görmek için yazı bekleyemezdim. Çok merak etmiştim.
–Gördün ya, turp gibiyim!
–Belli oluyor, diyerek gülen İpek, arkadaşlarına döndü:
–Size neler anlattıysa aynısını ben de istiyorum, diyerek güldü.
–Oho, dedi Caner. İki gün yetmez ki onun anlatacaklarına.
–Beni kandıramazsın Caner! Eve döneli dün bir, bugün iki… Size anlatabildiğine göre…
–Öyle korkunç olaylar yaşamış ki bir daha dinleyebileceğimi sanmıyorum.
–Seni tutmayalım o zaman Caner, dedi İpek, kızmış gibi yaparak.
–Biz de Caner’le kalkalım da siz iki fırtına rahat rahat konuşun, diye ayaklandı Utku. Fuat da onu izledi. Caner’in koluna girip çıkarken Fuat döndü:
–Yarın da hep birlikte dışarda buluşalım kızlar. Her gün Zeynep’in annesine yük olmayalım.
–Annem duymasın Fuat! Yük ne demek? Kendisi çağırdı sizi.
–Yok Zeynep, sağ olsun. Günlerce hastanede yorulduktan sonra bir de bizim için yemek hazırlayıp durmasın kadıncağız. Hava soğuk ama oturacak kapalı bir yer buluruz nasılsa.
–Tamam o zaman, bize haber verirsiniz.
Onları uğurladıktan sonra İpek’le bir yandan masayı toplamaya bir yandan da söyleşmeye koyuldular. Dayısının duymasından çekinerek fısıltıyla konuşuyordu Zeynep. Kapı açılıp da annesiyle babası işten döndüğünde Zeynep’in anlatacakları da bitmişti. Şimdi İpek ve dayısıyla özlem giderme sırası onlardaydı.
Gece olup da odalarına çekildiğinde İpek:
–Yanında olup da anlattıklarını ben de yaşabilseydim keşke! Her serüvenin bir ucuna yarım yamalak eklenmekten hoşlanmıyorum, dedi.
–Bunu Anka’ya söyle İpek! İkimizi birden tehlikeye atmak istememiş olabilir. Anlatabildim mi bilmiyorum ama kıl payı döndüm yaşama.
İpek, yataktan kalkıp ona sarıldı:
–Yaşama yeniden döndüğün için nasıl mutluyum bilemezsin Zeynep! Yalnızca yanında olup sana yardım edemediğim için üzgünüm.
–Neyse hepsi geçti İpek! Uzun bir süre yeni bir serüven yaşamak isteyeceğimi hiç sanmıyorum! Dingin, huzurlu ve biraz da eğlenceli okul yaşamı yetecek bana, en azından yaza kadar. Hem notlarımı da biraz yükseltmeliyim yoksa başta öğretmenler olmak üzere herkes canıma okuyacak.
–Notlar senin için leblebi şeker gibidir kızım. Bu dönem düzelteceğinden hiç kuşkum yok.
–Düzeltmem gerek zaten.
–Yazın yine burada olacağıma göre yeni bir serüvene birlikte çıkarız, ne dersin?
–Hele bir yaz gelsin de…
–Bir de ülke çapındaki yarışmayı kazanırsanız…
–Pek umudum yok ama umarım… Onun ödülünün ne olduğunu bile sormadım. Umudum olmayınca…
–Ben kazanacağınıza inanıyorum Zeynep. Bunca çabadan ve yaşadıklarınızdan sonra kazanamazsanız haksızlık olur.
–Yarışmaya katılan her grup çaba göstermiştir İpek, belki de bizden fazlasını.
–Neyse bekleyip göreceğiz. Bunun sonunda iyi bir yaz tatili olmalı. Nereye olduğunu bilemem ama yeni serüvenler yaşayacağınızdan kuşkum yok.
–Bakalım artık…
–Ben de geleceğim, unutma!
–Tamam İpek, iyi geceler!
İpek de gülerek iyi geceler diledikten sonra uyudular. Gece boyunca Anka’nın onları kanatlarıyla sardığını biliyorlardı. Düş sansalar da uyandıklarında Evrenin Yüreği’ne benzer küçük başaklardan oluşan iki mavi kolye, yastıklarının üstünde onları bekliyordu.
Üçüncü Kitabın Sonu

Sınavlara Hazırlık Arama Robotu
YGS & LYS TEOG KPSS TUS KPDS Ehliyet Sınavı PMYO JANA

Seçim esnek olup ilgili alanları seçiniz, Örneğin ehliyet sınavı için branş olarak matematik seçmeyiniz :)