ISBN 978-605-356-141-5
Yayınevi: Bu Yayınevi
Yazar: MEHMET KEMAL ERDOĞAN
Not: Bu kitap bu yayınevinden izin alınarak sitemizde yayınlanmış olup kopyalanıp dağıtılması yasaktır.
Güneşin en tepede olduğu saatlerde denize girmemizi babam yasakladı. Aslında bu yasağın bir nedeni de bizimle uzaylılar hakkında konuşmak istemesiydi. Babam uzaylılardan, ufolardan ve gizemli olaylardan söz etmeyi çok seviyordu.
Tüm günümüz uzaydan gelenler, ufolar ve bilemediğimiz gizemli konular üzerine söyleşmekle geçti. Ben ve kuzenim merak içinde babamı dinlerken, bizim konuştuklarımıza bir anlam veremeyen annemin bakışlarından ne kadar sıkıldığı belli oluyordu. Zaman zaman babamın konuşmasını bölüyor ve elindekileri masaya bırakarak, “Yine mi uzaylılar? Bıkmadınız mı hep aynı konuyu yineleyip durmaktan?” diyordu.
Ama babamın dudakları hafifçe kıvrılıyor, “Ne bıkması hanım?” diyordu. “Çocukların da, benim de en hoşlandığımız konu bu.”
Tabii bu ifade annemi daha da kızdırıyordu. Sanırım dikkate alınmayı ve biraz da kendi hoşlanacağı konulardan söz edilmesini istiyordu. Bizim yanımızda olmasına rağmen yalnız kaldığını duyumsuyordu.
Arada sırada mutfağa gidip geliyor, elindeki yiyecekleri masaya bırakıp, “Yeter ama! Bu konuşmalarınız beni çok sıkıyor!” diye yüksek sesle söyleniyordu.
“Televizyon dizilerinden konuşsak sıkılmazsın değil mi anne?” dedim sesimi yükselterek.
Yüzüme sert sert baktı.
“Ne varmış benim dizilerimde?” diye bağırdı. “Ben sizin uzaylılardan söz eden sohbetlerinize karışıyor muyum? Sabahtan beri derdiniz, düşünceniz uzaylılar, ufolar…”
“İyi de anne, biz dizilerden hoşlanmıyoruz ki,” dedim bu kez. “Hep aynı konular, zaten ilginç bir yanı yok hiçbirinin.”
Babam gülümseyerek, “Deniz kıyısına dizilerden söz etmek için mi geldik?” diye söze girdi. “Biz uzaylılardan ve gizemli konulardan söz etmeyi seviyoruz belki.”
Annemin kaşları çatılmıştı.
“Aman canım! Ne yaparsanız yapın!” diye bağırdı. Sesini olabildiğince yükseltmişti.
“Neden bağırıyorsun?” dedi babam. “Daha az sesli de konuşunca duyabiliyoruz seni.”
“Duyabiliyor musunuz?” diye çıkıştı annem. “Hiç sanmam! Sizin aklınız fikriniz uzaylılarda!”
Evet, sanırım biraz abartıyorduk. Annem bunun ayrımındaydı. Zaten ikide bir bize çıkışmasının nedeni de buydu. Kuzenimin babama merak dolu bakışını görüyor, babamın heyecanla anlattıklarının ürpertisini hissediyordu içinde.
Yanımızdan ayrılıp mutfağa doğru yürürken, “Uzaylılar, uzaylılar,” diye mırıldanıyordu. “Başka bir şey bilmiyorlar. İçim dışım uzaylı oldu…”
Oysa ben annemin bize karıştığını düşünüyordum. Konuşmalarımızın masumca olduğuna inanıyor, annemin bu tavrını yadırgıyordum. Neden bizi rahat bırakmıyordu ki?
Mutfaktan tabak-çanak sesleri yükseliyor, dikkatimizi dağıtıyordu. Babamın anlattıklarına kulak kesildiğimiz halde, annemin yaptığı gürültüden dolayı anlatılanı tam olarak anlayamıyorduk.
Mutfakta sanki birisiyle konuşuyordu annem. Bağırarak söylenip duruyordu:
“Bulaşıklarını yıka! Çamaşırlarını yıka! Ortalığı temizle! Bir teşekkür yok! Ben bunların hizmetçisiyim sanki! Oturmuşlar üçü bir yere, varsa uzaylılar, yoksa uzaylılar! Buna can mı dayanır Allah aşkına!”
Annemin bağırarak söylediklerine hiç aldırış etmeden babam anlatmaya devam ediyordu.
Sanırım annem öfkeden patlamak üzereydi. Yaptıklarının karşılığında teşekkür etmemizi, ‘eline sağlık’ falan dememizi bekliyordu sonuçta. Bunun karşılığında biz ne yapıyorduk? Deniz kıyısında uzaylılar, yemekte uzaylılar, oturup dinlenirken uzaylılar, her yerde her zaman uzaylılar…
Ama ne yapalım? Babamın en zevk aldığı ve konuşmaktan sonsuz mutlu olduğu konu bizi de çok sarıyordu doğrusu. Merakla dinliyorduk onu.
Her gün yeni bir şeylerden söz ediyordu. Annemin bundan niye rahatsız olduğunu bir türlü anlayamıyordum.
“Her gün de uzaylılardan söz edilmez ki canım!” diye bağırdı annem. “Her şeyin bir zamanı var. Onun da konuşulacağı bir ortam olacaktır mutlaka.”
Annem bunu kime söylüyordu ki? Babam hiç oralı değildi; annemin verdiği tepkiye hiç aldırmadan konuşuyordu. Sanırım babamın bu duyarsızlığı annemi daha da hırçınlaştırıyordu.
* * *
Güneşin yakıcı etkisi kesilmeye başladığı zaman ancak denize girebilirdik. Babam deniz şemsiyemizi ve havlularımızı alarak sahile inmemize izin verdi.
Sahil hâlâ kalabalıktı. İnsanlar olabildiğince çoğalmıştı deniz kıyısında.
Kendimize bir yer bulup eşyalarımızı bıraktık. Denize koştuk.
Şimdi soğuk suya kendimizi bırakma zamanıydı. Birlikte yüzdüğümüz en güzel zamandı bu. Annem de bize katılıyordu.
Epeyce bir süre suya girip çıktık. Annem, babamın gözlerinin içine bakıyor, yeniden uzaylılardan, ufolardan söz etmeye başlamaz umuduyla dualar ediyordu. Babam tam konuşacak oluyordu, o zaman annem, “Hadi denize girelim!” deyip babamın söyleyeceklerini ağzına tıkıyordu.
Ama babamın bu durumdan bile etkilendiğini sanmıyorum, çünkü kuzenime yine bir şeylerden söz ediyor, onun meraklı ve heyecanlı bakışlarının hedefi oluyordu.
Tabii birkaç gün sonra annemi çıldırtan olayın ne olduğunu öğrendik. Anneme hak vermemek elde değildi. Kadıncağız, babamın uzaylılarla ilgili konuşmalarından öyle etkilenmişti ki, sonunda geceleri kâbuslar görmeye başlamıştı. Bu yüzden artık babamın anlattıklarını duymak istemiyordu.
Akşam yemeğinden sonra, ailece sahile inip yıldızları izliyorduk genellikle. Tabii babam sırtüstü yatıp yıldızları işaret ederken, bunların bazılarının uzay gemileri olduğunu, ufoların zaman zaman yıldızların arasında bulunduğunu söylüyordu.
“Bak bir yıldız daha ilerliyor,” dedi babam. “Siz onu yıldız sanırsınız ama o bir yıldız değil, ufodur.”
“Baba, sen de her şeyi biliyorsun,” dedim. “Ya ufo değilse?”
“Ufo dedim ya kızım,” dedi babam. “Bak şimdi, nasıl hızlanacak! Birden geriye hareket edip kaybolacak!”
Biz merak içinde onun gösterdiği yıldıza bakarken, aynı söylediği gibi oldu. Yıldızların arasında ilerleyen ışıklı nesne birden aksi yöne dönüp hızla uzaklaştı ve kayboldu.
“Valla dediğin gibi oldu baba!” dedim sesimi yükselterek.
Annem sessizliğini bozdu birdenbire.
“Ne ufosu yavrum ya! Nereden çıkarıyorsun?” dedi bağırarak. “Gökyüzünde bir sürü uydu var, onlardan biridir o!”
Babam söze girdi:
“Uydu olsa bir yöne doğru akar gider,” dedi. “Baksana, bu geriye dönüp hızlandı ve gözden kayboldu.”
Arka üstü yatıp yıldızları seyretmek bazen insana iyi gelmiyor olabilir, çünkü annem neredeyse isyan etme durumuna
gelmişti.
“Yeter artık şu uzay, ufo muhabbeti!” diye bağırdı. Sanki gözlerinden ateş çıkıyordu.
Babam susmak zorunda kalmıştı.
* * *
Annem o gece bir rüya görmüş. Ertesi günü babama anlatırken duydum. Rüyasında uzay araçları denizin üstüne kadar inmiş. Deniz zifiri karanlıkmış. Bir tek sahildeki restoranın soluk ışıkları vuruyormuş sahile.
İskelede demirlenmiş yatı beşik gibi sallıyormuş deniz. Denizin suyu o kadar karanlıkmış ki, insanın içi ürperiyormuş.
“Bunların hepsini hissettim,” diyordu annem.
Birdenbire gürültülü bir ses yayılmış uzay aracından. Balık ağı gibi bir file uzanmış sahile doğru. Sahil bir ışıldakla aydınlanmış. O zaman sahildeki insanlar daha bir net görünmüş.
Sonra elektrik süpürgesinin tozları emmesi gibi bir zırıltı yükselmiş uzay aracından. Sahildeki insanları birer ikişer emerek fileye doldurmuş ve yukarıya, uzay aracının içine çekmiş onları.
Annem korku dolu gözlerle izlemiş olan biteni.
Bu olay bir çok kez yinelenmiş. İnsanlar sanki kuma saplanmış, kaçamıyorlarmış. Kimse yerinden kıpırdayamıyormuş. Biz de aynı durumdaymışız. Annem, “Şimdi sıra bize gelecek,” diye heyecan içinde bekliyormuş.
Ağ bize doğru gelirken irkilerek uyanmış. Korkudan nefes alamıyormuş. Tir tir titriyormuş. İşte bu yüzden babama kızmış annem.
“Kâbus gibiydi,” dedi annem. “Korkudan neredeyse yüreğim duracaktı.”
Uzun süre kendine gelememiş. Uyandıktan sonra yüreği kuş yüreği gibi pır pır ediyormuş. Yığılıp kalmış oturduğu koltuğa.
Babam annemin anlattığı rüyayı dinlemişti sakince ama annemin durumuna gülmeye başladığı zaman, bu annemi daha da çileden çıkardı.
“Ne gülüyorsun?” diye bağırdı. “Bu yaşadığım hoş bir durum mu senin için?”
Yerinden hızla fırladı. Gözleri iri iriydi annemin. Çıldıracak gibiydi.
“Şu buzdolabını istemiyorum bu evde!” diye bağırdı, gürültülü bir biçimde çalışan eski buzdolabını göstererek.
“Uzay araçları işte bunun gibi ses çıkarıyordu uykumda!”
Babam yine gülmeye başladı. Bu kez kahkahalarla gülüyordu. Annem öyle bir bağırdı ki, tüylerimiz diken diken oldu.
“Kime diyorum ben?” dedi. “Umurunuzda bile değil. Böyle devam ederseniz, yarın pılımı pırtımı toplar eve dönerim. Yetti sizin uzay sohbetiniz! Bir daha bu konuyu açtığınızı hiç kimseden duymayacağım. Bak, çok fena olur!”
Babam artık gülmüyordu.
“Çıldırttınız beni ya!” diye bağırdı yine annem. Sesi salonun duvarlarında yankılandı.
* * *
Annem bir süre sonra sakinleşmişti. Çıldırmış gibi olan hali yavaşça kaybolmaya başlamıştı.
Babam suskundu. Biz de dilimizi yutmuş gibiydik.
İşte tam o sırada evin zili uzun uzun çaldı.
Annem kapıya bakmaya gitti. Ama gitmesiyle, kapıyı çarpıp evin içinde ileri geri koşmaya başlaması bir oldu. Bir yandan da, “Uzaylılar! Uzaylılar!” diye bağırıyordu. Evin içinde bir yerlere saklanmak ister gibiydi.
Babam yerinden kalkıp kapıyı açtı. Kahkahalarla gülmeye başladı.
Gelen balıkçının çırağıydı. Çekik gözlü, sivri kulaklı, yüzü çilli, bu ufacık tefecik çırağı annem uzaylı sanmıştı anlaşılan.
Babam, “Balıkçının çırağı bu yahu!” diye seslendi. “Uzaylı değil!”
Annem hâlâ bağırıp duruyordu:
“Benden uzak tutun! Benden uzak tutun! Bir daha uzaylı sözü duymak istemiyorum. Bak, karışmam çok kötü olur!”
* * *
İşte o günden sonra annemi bir kez daha çıldırtmamak için uzaylı konusunu hiç açmadık. Kim yanlışlıkla konuşacak olsa, bir diğerimiz annemi gösterip, parmağımız ağzımızda, “Şiişşşt!” diyerek konuşmasına engel olduk.
Annemin çıldırmış gibi sağa sola koşması gözümün önüne gelince gülmeden yapamıyordum. Aslında annemi çıldırtan babamdı. İkide bir kahkahayla gülmesi annem için yeterince moral bozucuydu. Annemin çıldırmasını kolaylaştıran hep o kahkahalardı.
<!–nextpage–>
Babam kendisiyle övünmeyi çok seviyor. Yazın yüzünü gösterdiği şu günlerde bir balık avı konusu açıldı evde. Balık tutmakta onun üstüne yokmuş. Gerçi uzun zamandır annemle evlilerdi ama bugüne değin bir kez olsun eve balık tutarak gelmemişti daha…
İşte annemi sinir eden de buydu.
“Gençliğimde denize gittiğim zaman,” dedi babam, “öyle çok balık yakalardık ki, balık görecek halimiz kalmazdı.”
Babamın söylediklerinin birazına inanıyor, birazına inanmıyordum. Öyle ballandırarak anlatıyordu ki, insan ister istemez içinde bir kuşku duyuyordu.
“Bir gün arkadaşlarla gittik denize,” dedi. “Geceleyin ağ attık. Öyle kocaman bir balık yakaladık ki sormayın! Ertesi günü tepsi tepsi balık gönderdik fırına. Tüm çarşı yedi.”
Annem, “Biz hiç görmedik ya bunca yıl,” dedi. “Rüyanda görmüş olmayasın?”
“Ne rüyası hanım?” diye yükseltti sesini babam. “Vallahi de yakaladık, billahi de!”
“İyi, bu hafta sonu denize gidelim o zaman,” dedi annem. “Görelim bakalım ustalığını.”
Babamın yüzü asıldı.
“Balık tutmak için malzeme gerekiyor,” dedi. “Onlar da şimdi bir sürü para tutar.”
Annem güldü.
“Bir olta, biraz misina ve yem gerekli sana,” dedi annem. “Bilmiyoruz sanma. Az çok anlarız. Onlar oldu mu, at suya, bekle! Hepsi o kadar!”
“O zaman herkes balıkçı olurdu,” diye karşılık verdi babam. “Bu iş ustalık ister. Oltayı ne zaman çekeceğini bileceksin. Balığın oltaya vurduğu anı gözleyeceksin. Vurmaya başladığında hafifçe çekeceksin oltayı. Taktıracaksın, iğneyi balığın damağına.”
“O kadar kolay demek ki,” dedi annem. “O zaman ben bile yakalarım.”
Babam yüzünü ekşitti.
“Sen öyle san!” diye söylendi. “Oltayı vereyim sana, bakalım yakalayabilecek misin?”
“Yakalarım tabii,” dedi annem. “Ne var ki balık yakalamakta? Oltayı denize atacaksın. Balığın yeme vurduğu anı gözleyeceksin, sonra iğneyi taktıracaksın balığın damağına…”
Babam sözlerinin alaycı bir biçimde yinelenmesine bozulmuştu. Suratını astı birden.
Sanırım karı-koca, işi inada bindireceklerdi. Aralarındaki zıtlaşma sürdükçe, hafta sonu denize gittiğimizde balık tutma yarışı başlayacaktı. Babam annemin bir tek balık bile tutamayacağını, bu işin o kadar kolay olmadığını söylüyordu, ama annem ona inatla direniyor, babamdan fazla balık tutacağını ileri sürüyordu.
En sonunda istediğim oldu.
Hafta sonu için babam olta ve balık malzemeleri almaya çıktı evden. Annemin keyfine diyecek yoktu. Babamı alt edeceğini düşünüyordu. Arada sırada söyleniyor, “Ne var canım balık yakalamakta!” diyordu. “Adam gözünde büyütüyor. Yok canım, bana zor gösteriyor, vazgeçmemi istiyor da ondan söylenip duruyor.”
Babam balık malzemeleri satan dükkândan olta, yem, misina ve iğne alıp geldi akşamüzeri.
Akşam yemeğinde bile inatlaşmaları sürdü. Atışmalarını dinlemekten sıkılmaya başlamıştım. Bir an önce hafta sonu olmasını istiyordum. Ben denize girerken, onlar balık yakalama yarışmalarını sürdürebilirdi.
Annemle babamın balık avı sohbeti bir hafta boyunca sürdü. Sonunda hafta sonu aracımıza binip yola çıktık.
Babam aracı kullanırken annem, “Göreceğiz bakalım, el mi yaman bey mi?” dedi. “Sana balık nasıl yakalanıyormuş göstereceğim!”
Babam aracı hızlandırırken, “Bir an önce varmak istiyorum deniz kıyısına,” dedi. “Sen kolay bir iş sanıyorsun balık yakalamayı. Hayatında kaç kez balık yakaladın?”
“En az senin kadardır,” deyince annem, babamın yüzü asıldı.
“Ya, sen bana inanmıyorsun,” dedi. “Ben boyumca balık yakaladım.”
“Boyunca, öyle mi?” diye söylendi annem. “Olta nasıl dayandı o balığa peki?”
“Ya, oltayla değildi, söyledim ya sana,” diye cevap verdi babam. “Ağla yakaladım.”
Annem gülmeye başladı.
“Ağla, öyle mi?” dedi. “O zaman oltayla hiç yakalayamayacaksın demektir. Seni gidi kolaycı seni! Ağla yakaladığın balığı oltayla yakalamak kolay mı sanıyorsun? Göreceğiz bakalım!”
Babam susuyordu. Sanırım annemle uğraşmak çok zordu.
Deniz kıyısına kadar hiç konuşmadılar. Sanırım ikisi de heyecanlıydı. Ağızlarını bıçak açmıyordu. En az onlar kadar ben de heyecanlıydım.
Kıyıda bir yer bulup yerleştiğimizde önce babam attı oltayı denize. Çok sürmedi, kısa süre sonra serçe parmağım büyüklüğünde minnacık bir balık çekti dışarıya.
Annem kahkahayı koyverdi.
“Boyun kadar olan balık bu mu?” diye konuştu. “Ben de seni usta bir avcı sanmıştım.”
Babam kızgınca baktı anneme.
“Al bakalım! Sen nasıl tutacaksın?” dedi. “Balık yok denizde.”
“Mazeret uydurma,” dedi annem. “Deniz balık kaynıyor.”
Annemin dediği gibi, on-on beş dakika sonra oldukça büyük bir çipura çekti denizden. Zıplamaya başladı.
“Görüyor musun balığı usta avcı?” diye haykırdı. “Balık dediğin böyle yakalanır!”
Babamdan çıt çıkmadı. Sanırım oldukça hırslanmıştı. Balığı iğneden kurtardıktan sonra oltayı çekip aldı annemin
elinden.
“Şimdi göreceğiz bakalım,” diye mırıldandı. Sesi belli belirsiz çıkmıştı.
Uzunca bir süre bekledi.
Arada sırada, “Vuruyor… Vuruyor…” diye inler gibi sesler çıkıyordu babamdan. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum, oldukça uzundu, bu kez ilk yakaladığından biraz daha büyük bir balık vardı oltanın ucunda.
Annem yine gülmeye başladı.
“Hadi hadi!” diye kahkaha attı. “Yakaladığın balık bu mu? Ver şu oltayı da git otur bir yere, beni seyret! Nasıl balık yakalanır, sana öğreteyim.”
Babam oltayı anneme verirken, “Seninki acemi şansı,” dedi. “Bir daha zor yakalarsın. O bir kez olur. Kedi her zaman pilav yemez.”
“Görürsün,” dedi annem gülerek. “Kedi pilav yiyor mu, yemiyor mu?”
Valla annemin şansına diyecek yoktu. Kısa süre sonra, ilk yakaladığından daha büyük bir balık çıkardı denizden.
Babamın moralinin iyice bozulduğunu görüyordum. Sinirden eli ayağı titriyordu. Bana dönüp onay bekler gibi, “Annen bugün çok şanslı,” dedi.
* * *
O gün akşama kadar çekiştiler birbirleriyle. Annem olabildiğince iri balıklar yakalarken, babamın yakaladıkları pek dişe dokunur şeyler değildi.
Eve dönerken babamın yüzünden düşen bin parçaydı.
“Bir daha kimseyle inatlaşma!” dedi annem. “El elden üstündür.”
Babam durup durup, “Acemi şansı,” diyordu. “Vallahi de
acemi şansı, billahi de…”
Annem kahkahalar atarak gülüyordu.
“Kimin acemi olduğu belli,” diyordu. “Yakaladığımız balıklardan
belli…”
Bana dönerek göz kırptı.
“Öyle değil mi Ülker, ha? Sen gördün olan biteni. Hangimiz
daha ustayız, baban mı, ben mi?”
Başımla annemi onayladım.
“Sen ustasın anneciğim,” dedim. “Babamın öğreneceği
çok şey var.”
Biz konuşurken babam başını sallıyor, “Acemi şansı,
başka bir şey değil. Acemi şansı…” diyordu.
Mahallemizdeki Şekerci Dede’yi herkes çok seviyor, özellikle de küçük çocuklar. Güleç yüzlü yaşlı amca dükkânının önünden geçen çocuklara şeker vermeyi hiç ihmal etmiyor. Zaten çocuklar oradan geçerken, durup bekliyorlar genellikle.
Şekerci Dede’nin hasta olduğunu duyunca çocuklar çok üzüldü.
Onların Şekerci Dede’yi, kendilerine şeker verdiği için sevdiklerini o zaman anladım.
Arif yüzünü ekşitti.
“Bugün şeker yemem gerekiyor,” dedi. “Şekerci Dede de hasta… Ne yapacağız?”
“Arka kapısından dükkâna girebiliriz,” dedi Tuncay. “Kilidi kırarız.”
“Olmaz öyle şey,” diye karşılık verdi Arif. “Sonra dedenin yüzüne nasıl bakarız?”
Erhan sırıtarak, “Bakmayız olur biter,” dedi. “Şeker alırken yüzümüzü başka yöne çeviririz.”
“Doğru bir şey değil bu,” dedi Arif. “Bize yakışmaz. Adam bize yaz kış şeker veriyor. Sizinki hırsızlık. Bu çok ayıp!”
“Ayıp falan değil,” dedi Tuncay sesini yükselterek. “O da hasta olacak zamanı buldu!”
“Öyle deme!” diye söylendi Arif. “Sen de geçenlerde hasta olmadın mı? İyileşince yine şeker verir bize. İyiliğe kötülükle karşılık verilmez.”
Erhan’la Tuncay dükkâna girmeye kararlıydı. Ne yapıp edip şekerci dedenin şekerlerini aşırmak istiyorlardı.
Arif, Şekerci Dede’nin dükkânına izinsiz girmenin doğru olmadığından yanaydı. Onların yapacağı bu işin doğru olmadığını biliyordu ama içi durmuyordu yine de. O da arkadaşları gibi şeker yemek istiyordu. Başka dükkânlardan para verip aldıkları şekerler, Şekerci Dede’nin şekerleri kadar tatlı olmuyordu nedense.
Bir süre sonra o da ikna olmuştu. Dükkânın arkasındaki kapıdan içeriye girmeye karar verdiler.
Dükkânın arkasına dolandılar. Kilitli olduğunu düşündükleri kapının üzerinde kilit olmadığını gördüler. Kolayca içeriye girecekleri için çok sevindiler.
Erhan kapıya asıldı. Kapı gıcırdayarak açıldı. İçerisi çok karanlıktı. İçeriyi görebilmek için gözlerini karanlığa diktiler. Gözbebekleri büyüdü. Gözleri karanlığa alışmaya başlamıştı. Kapının eşiğinden yavaşça içeriye süzüldüler. Acaba şekerler neredeydi? Şekerci Dede şekerleri nerede saklıyordu?
Çevrelerine bakındılar.
Dükkânın içi tuhaf kokuyordu. Doğrusu kötü bir koku değildi. Daha çok kekik veya nane kokusunu andırıyordu. Karanlıkta ilerlerken, Erhan önündeki tenekeye çarptı. Teneke tıngırtılar çıkararak yuvarlandı önlerinde.
Tenekenin sesi, tuhaf bir yankı yapmıştı içeride. Derinden gelen bir sesle irkildiler. Boş ve karanlık bir dehlizden gelen bir sesi andırıyordu duydukları.
“Ne istiyorsunuz çocuklar?”
Korkudan tüyleri diken diken olmuştu her birinin. Yürekleri ağzına gelmişti. Gerisin geriye dönüp kaçmak için acele ettiler, ama geldikleri kapıyı bulamamışlardı. Biraz önceki tenekeye bu kez Tuncay çarptı.
Tenekenin çıkardığı ses yine dükkânın duvarlarında yankılandı. Tuhaf bir iniltiye dönüştü sanki. Önce dükkânın içinde bir aşağı bir yukarı koşup durdular. Birbirlerine çarpıp düştüler. Bağırış çığırış içinde yuvarlandılar. En sonunda çıkış kapısını bulup kendilerini dışarı attılar.
Kan ter içinde kalmışlardı.
Dükkânın dışında soluk soluğa birbirlerine sokuldular.
“Neydi o ses?” dedi Erhan.
Kimsenin yanıt verecek hali yoktu doğrusu. Korkudan titreyip duruyorlardı.
Hepsinin yüzünden pişmanlık okunuyordu. “Keşke içeriye izinsiz girmeseydik,” diyorlardı. “O zaman bunlar başımıza gelmeyecekti.”
Onlar soluklanırken, dükkânın arkasındaki kapı gıcırdayarak açıldı. Şekerci Dede inleyip uflayarak kapının önüne çıktı.
“Ne oldu çocuklar?” dedi mırıltıya benzer bir sesle. “Bir gürültü duydum. Yoksa içeridekiler siz miydiniz?”
Çocuklar başlarını öne eğdi. ‘Tabii ki bizdik’ diyemediler.
Çocukların o güne kadar bilmedikleri, Şekerci Dede’nin bir evinin olmadığı ve dükkânında yattığıydı.
Çok kötü yakalanmışlardı.
Bir daha böyle bir işe kalkışmamaya yemin ettiler. Yaptıklarından pişman olmuşlardı.
O gün hava çok rüzgârlıydı. Önüne kattığı her şeyi savuruyor, toz bulutları yüzümüze tokat gibi iniyordu.
Bir tanıdığımın sünnet düğünü vardı. Günlerce o günün kaygısını yaşamıştı. Yüzlerce konuk ağırlanacak, yedirilip içirilecekti. Sünnet için hazırlıklar son hızla devam ediyordu.
Bahçede gençler kan ter içinde keşkek kazanlarının başındaydı. Etle buğdayı birbirine karıştırmanın telaşı içindeydiler. Ellerindeki uzun sopalarla kazanın içindekileri kıyasıya döverek eziyorlardı.
Yoğun bir hazırlık vardı. Herkes sağa sola koşturuyordu. Kendilerine göre buldukları işleri yapmaya çalışıyorlardı.
İki apartmanın karşılıklı iki bahçesine masalarla sandalyeler yerleştirilmişti. Bir yanda kadınlar, diğer yanda erkekler sünnet için hazırlanan yemeklerden yiyecekti.
Saçlarımızı darmadağın eden rüzgârın kaldırdığı toz ağzımıza, burnumuza doluyordu, ama biz yine de koşmaya devam ediyorduk. Bu sırada belediye hoparlöründen bir uyarı geldi:
“Üniversite sınavı yapıldığından, saat on üçe kadar çalgı çalmak, korna çalmak, sünnet konvoylarıyla sokaklarda dolaşıp gürültü yapmak yasaklanmıştır. Uymayanlara kaymakamlıkça para cezası uygulanacaktır. Çocuklarımızın geleceğini önemsediğinizi umar, gereken özeni göstermenizi bekleriz.”
Elbette kaymakamlığın bu uyarısına herkes uymak zorundaydı. Okulla aramızda beş yüz metre olmasına rağmen çalgı çalmadığımız gibi, çocuklar sürekli susturuluyor, yetişkinler de sessizce konuşuyordu.
Birileri ikide bir diğerlerini uyarmayı kendine görev edinmişti:
“Şişşşt! Gürültü yapmayın! Sessiz konuşun!”
Tabii, yanlış olan bir şey vardı. ‘Konuşmayın’ denmiyordu ki… Yalnızca ‘çalgı çalmayın, rahatsızlık verecek gürültü yapmayın’ deniyordu uyarıda.
Bir kişi uyarıya kulak asmıyordu. En çok gürültü çıkaran oydu.
Herkes işini yaparken, o tok ve borazandan çıkar gibi bir sesle çevreyi rahatsız ediyordu. Gençlere emirler veriyor, onları sağa sola koşturtuyordu. Adı Burhan’dı. Sünnet sahibinin yakınıydı.
Herkes koşup dururken, güçlü bir rüzgâr tozu toprağı birbirine kattı. Yemek pişen kazanların üzerine gerilen çadırın ipini koparttı. Çadır çırpınmaya, kendini yerden yere vurmaya başladı. Çadır çırpındıkça daha çok toz çıkarıyor, göz gözü görmüyordu.
Gözlerimi zorlukla açtım.
Burhan gür bir sesle gençlere bağırıyordu:
“Çadırı tutun! Yemeklerin içine toprak giriyor. Bilmem anlatabildim mi?”
Gençler sesin geldiği yere döndü. ‘Kolaysa gel, kendin tut’ der gibiydiler.
Akıllının biri toz kalkmasın diye yeri iyice sulamıştı. Yer çamur, rüzgâr estikçe esiyor, bir yandan çadır bezi rüzgârla savruldukça çevreyi birbirine katıyor, kimseyi yanına yaklaştırmıyordu.
Gençler şaşkındı.
Burhan yine gürledi:
“Ucundan şöyle tutun! Biz gençken yerimizde duramazdık, kaplan gibi saldırırdık işe. Bilmem anlatabildim mi?”
Gençler saygılıydı, ona tepki vermediler.
Yaşlılar, orta yaşlılar ve gençlerle birlikte, çadır bezinin çırpınmasına son verildi. Son bir uğraşla bezin ucundan bir ip bağlanıp gerilerek balkon demirine sıkıca bağlandı.
“İşte bu kadar bu iş! Bilmem anlatabildim mi?” diye gürledi Burhan.
Sanki tüm işi o yapmıştı.
“Bir de birbirinizin yüzüne bakıyorsunuz aval aval. Bilmem anlatabildim mi?”
Yemekleri yapan yaşlı bir teyzeydi. Kazanlarda pişen is kokulu yemeklerin tanınmış aşçısıydı. Kazanlardan birinde etli nohut yemeği pişiyordu. Başında yaşlı teyze, elinde büyük bir kepçeyle yemeğin tadına bakıyordu.
Yaşlı teyze çok fazla hareket edemiyor, çevresindeki yardımcılarına iş buyuruyordu.
Nohut yemeğinin etli yerinden almak için kazanın uzak köşesine uzanayım diye davranınca, yaşlı aşçı teyzeyi, kazanın yanında debelenirken gördüm. Elindeki kepçe bir
yana savrulup gitmişti, kendi diğer yana… Kalkayım diye
uğraşıyordu ama yeterince şişman olan gövdesi buna izin
vermiyordu. Patates çuvalı gibi yerlerde yuvarlanıyordu.
Bir gürültü patırtı koptu. İnsanlar koşuştu.
“Koşun, aşçı teyze yere düşmüş! Tutun, kaldırın! Bilmem
anlatabildim mi?”
Yine Burhan’dı. Her yere yetişiyordu.
Aşçı teyzeyi tutup kaldırdılar ama zavallı kadın kan ter
içindeydi. Diğer yandan birkaç genç hem gülüyor, hem de
keşkek kazanını dövmeye devam ediyorlardı.
“Geçen gün Adanalıların düğününde bir keşkek yedim,
sormayın. Valla sakız gibiydi,” dedi gençlerden biri.
“İyi, sormayalım, zaten kendin söyledin,” dedi diğeri.
<!–nextpage–>
Aşçı teyzenin görevi yemeklerin lezzetli olmasını sağlamaktı. Bu yüzden kazanların başına gelip gidiyor, tadına bakıyordu. Sanırım tüm bu tadına bakma işi için on kişinin yediğini yemiştir aşçı teyze.
Zaten zor yürüyordu.
Keşkek döven gençlere doğru gitti. O kadar ağır yürüyordu ki… Arkasından onu seyrediyordum.
Bahçenin ortasına, suyun akıp gitmesi için bir suyolu açılmıştı. Herhalde bastığı yeri görmedi aşçı teyze, ayağı suyolunun içine basınca, keşkek kazanına doğru kapaklandı. Düşerken gencin birine öyle hızlı çarptı ki, ikisi birlikte yere yuvarlandı.
Burhan yine yetişmekte gecikmedi.
“Koşun! Koşun! Aşçı teyze yine düştü! Bilmem anlatabildim mi?”
Yaşlı teyzenin kocaman gövdesini yerden zorlukla kaldırdık. Bereket versin, kırık çıkık yoktu. Sanırım kocaman gövdesi onu korumuştu.
“Yahu teyze, sen yerinden kalkma. İstediğini söyle, biz getirelim. Bilmem anlatabildim mi?” dedi Burhan.
Aşçı teyze başını sallarken, “Anlatabildin yavrum, anlatabildin,” diyerek karşılık verdi.
Kadıncağız, üzerindeki tozu toprağı silkelerken, “A oğlum, ayağımın altında çukur varmış, göremedim,” dedi.
Burhan keşkekçi gençleri süzerek, “Boş ver teyzecim, anlatmak zorunda değilsin. Bir şeyin yok ya, sen ona şükret!
Bilmem anlatabildim mi?” dedi.
“Anlatabildin oğlum, anlatabildin,” dedi acıyla yüzünü buruşturan kadın. “Sen şimdi kepçeyle şu pilavdan getir de onun da tadına bakayım.”
Burhan masanın üstündeki kepçeyi kaptı çevik bir hareketle. Pilavdan doldurup aşçı teyzenin eline verdi. Bir iki hareketle kepçedekileri midesine indiriverdi aşçı teyze. Homurdanarak yardımcısına döndü.
“Pilav kazanına biraz tereyağı ekleyelim,” dedi elindeki kepçeyi göstererek. “Bu kepçe kadar yeter.”
Tabii bu kepçe bildiğimiz kepçelerden değildi. Evlerimizde kullandıklarımız bunun büyüklüğünün yanında çok küçük kalırdı. Aşçı teyze sürekli yiyordu. Olabildiğince ağır hareketlerle, ocağın yanında bulunan oturağına çökercesine oturdu.
Eline yerden uzun bir zeytin dalı alarak, ocağın altını karıştırmaya başladı. Dalı nohut kazanının altına doğru itti. Dal ocağın altındaki ateşi yerde dürülü duran bir brandanın yanına doğru yaydırdı. Ateş yerdeki otları tutuşturdu, branda ucundan yanmaya başladı.
Herkes bağırıp çığırmaya koyuldu. Soğan kasaları ve çevredeki tahtalar birdenbire yanmaya başlamıştı.
Ateşi söndürmek için üzerine su attılar.
Rüzgâr olabildiğince güçlü esiyordu. Karmaşa sürerken bir ses, “Koşun, aşçı kadın bir daha düştü! Yardım edin! Bilmem anlatabildim mi?” diye bağırıyordu.
Söylemeye gerek var mı bilmiyorum, tabii yine bizim Burhan’dı bu. Yine yetişmişti. Aşçı teyzenin dibinde ot gibi bitmişti. Gençler koştu, aşçı teyzeyi yerine oturttular. Kadıncağız ne olduğunu çevresindekilere anlatmaya çalışır bir durumda, ağzında sözcükleri geveliyordu.
“Ateşe su atayım derken ayağım kaydı. Düştüm,” dedi.
Burhan, “A anacığım, boş ver ateşi sen. Bak, biz burada yüz kişiyiz. Sana mı kaldı ateşi söndürmek? Sen bak yemek işine! Bilmem anlatabildim mi?” diye söylendi.
Konuklar kaygı içinde, kimisi yemeği yarıda bırakmış, kimisi de tutuşan odunları izliyordu. Çevrede koşuşan gençler, ateş iyice sönsün diye, ellerinde kovalarla ateşe su üstüne su döküyorlardı. Dökülen sulardan her yan çamur olmuştu.
Her şey normale dönünce yeniden yemek dağıtılmaya başlandı. Burhan’ın gençlere bağırmasından başka, ortada anormal bir şey yoktu. Gençler tepkilerini aralarında söylenerek gösteriyordu.
Saatler ilerledikçe rüzgârın gücü azalmış, konuklar iyice kalabalıklaşmıştı. Yemeğini yiyenler bir köşeye çekilip kahve yudumluyordu. Bir genç, elinde sürahiyle konuklara şerbet dağıtıyordu. Her şey güzelce sürüp giderken, yemek kazanlarının olduğu yerden bir gürültü daha koptu.
“Koşun, kadını kaldırın! Çok kötü düştü!”
Ortalık bir kez daha karıştı. Gençler koşuştu. Bu arada Burhan yine bağırıyordu:
“Ah aşçı teyzem, yine mi düştün? Otur oturduğun yerde! Bilmem anlatabildim mi?”
Aşçı teyze, oturduğu yerde sırıtıyordu.
Burhan onu görünce şaşırdı, şaşkınlığını gizlemek ister gibi, “A anacığım, sen değil misin o? Ben yine sen düştün sandım da…” dedi. “Bilmem anlatabildim mi?”
Bu kez yere kapaklanan aşçı yardımcısıydı. Giysileri çamur olmuştu. Bozuntuya vermedi. Aşçı teyzenin yanına oturdu. Kolunu tutuyordu.
Konuklar yemeklerini yemeyi sürdürdü. Burhan koşuşturuyor, masalarda eksilenleri tamamlıyordu.
İki konuk konuşuyordu:
“Aşçılar bu kadar yaşlı olursa, elbette hem düşerler, hem de sakatlanırlar.”
“Kardeşim seksen yaşından aşağı aşçı yok. Bunlar da olmazsa bu is kokulu yemekleri kimler yapacak?”
Yan masada oturan biri söze karıştı:
“Her biri de fil gibi. Düştükleri yerden zor kalkıyorlar.”
Burhan masaya ekmek koyuyordu.
“Ne yapacaksın kardeşim! Bunlarla idare edeceğiz artık. Bilmem anlatabildim mi?” diyerek söze karıştı. Burhan uzaklaşırken, masada oturan, arkasından, “Sana sorduk sanki?” diye söylendi.
Yemek sona erinceye kadar her şey normal sürüp gitti.
Tabii sünnet çocuğunu gezdirmek için yola çıkacak olan araçların birbirine girmelerini saymazsak, her şey iyi gidiyordu. Aksilik yoktu. Araçlara birer havlu dağıttılar. Araç sahipleri araçların cam silgeçlerine, aynalarına bağladılar havluları. Sünnet çocuğunu fayton gezdirecekti. Faytoncu İsmail amca havluyu atın kulağına bağlamıştı. Bir havlu daha almak için havlu dağıtanın peşinde dolanıyordu.
“Bir havlu daha ver oğlum,” dedi havlu dağıtana.
Havlu dağıtan sertçe baktı Faytoncu İsmail amcaya.
“Bir tane verdik ya! Her araca bir tane veriyoruz,” diye söylendi.
Faytoncu İsmail amca üsteledi:
“Atın öbür kulağı boş kaldı.”
Havlu dağıtan daha fazla direnmedi. Bir tane daha havlu verdi ona. İsmail amca havluyu atın diğer kulağına bağladı.
“Hah şimdi oldu,” dedi. “Şimdi bir şeye benzedin.”
Bu sırada yola ters park etmiş Avukat Ferruh, bütün araçları birbirine düşürdü. Her bir ağızdan bağırıyordu araç sahipleri.
“Hadi kardeşim, al arabanı geçeceğiz!”
O ise telaşla, gaz yerine frene basıyordu. Frenden ayağını çekiyor, araç kayıyordu. Tam bir kargaşa vardı yine. Yolun iki yanında, şehir içi dolmuş şoförü, yolu kapatmış olan araç sahiplerine bağırıyordu.
Kornalar ötüyordu. Bağırış gürültü çoğalmıştı. Epeyce uğraştıktan sonra yol açıldı. Araçlar korna çalarak faytonu izlemeye başladı. Bu arada Burhan’ın yine sesi duyuldu:
“Arkadaşlar, gürültü yapmayın! Kaymakamlık ceza kesecek! Bilmem anlatabildim mi?”
Aslında sınav bitmiş, onunla birlikte yasak da bitmişti. Ama oradakilerden bazıları hâlâ sessizliğini koruyordu.
Birisi, “Mevlit neden sessiz okunuyor,” diye sordu.
“Yasak var ya, yasak, işte ondan. Devlet memuru ya, korkuyor kaymakamdan. Bilmem anlatabildim mi?” diye çıktı yine orta yere Burhan.
Sünnet sona ermek üzereydi. Aşçılar eşyalarını toplamaya başladı. Kalan yemeklerden kaplara doldurdular.
Aşçı teyze, iki elinde iki kap dolusu yemekle, merdivenlere
doğru yürüdü.
Aman, o da ne?
Sanki sabun kalıbına basmıştı, bir kayış kaydı ki, görmeliydiniz. Elindeki kaplar bir yana, kendi bir yana savrulup gitti. Aynı anda bir patırtıdır koptu.
Aşçı teyzenin yere kapaklanırken çarptığı şerbet bidonu gürültüyle yuvarlandı.
Burhan dinlenmek için yeni çökmüştü sandalyeye. Hemen yetişeyim diyerek hızlıca kalktı. Kalkarken sandalyeye ayağı takıldı. Bu kez o da aşçı teyzenin üstüne kapaklandı. Bir yandan da bağırıyordu:
“Düşüyorum! Beni tutun! Bilmem anlatabildim mi?”
Aşçı teyzeyi yerden kaldırdılar.
“Bakın bakalım, aşçı teyzenin bir şeyi var mı? Ben yandım! Allah, bacağım! Onun da bacağına bakın! Kırık çıkık var mı? Bilmem anlatabildim mi?” diye inliyordu Burhan.
Aşçı teyze ayaktaydı, Burhan yerde upuzun yatıyordu. Herkes Burhan’ın başına üşüştü.
Burhan hiçbir yerine dokundurtmuyor, bir yandan da bağırmaya devam ediyordu:
“Bacağım! Gitti bacağım! Kötü acıyor! Bilmem anlatabildim mi?”
“Araba çağıralım, hastaneye götürelim,” dedi birisi.
“Durun! Offf bacağım! Tam şurası… Elimi süremiyorum… Bilmem anlatabildim mi?”
Aşçı teyze yardım ister gibi bakınıyordu. Gözleri yere dökülen yemeklerdeydi.
“Yemeklerim de mahvoldu,” dedi yavaşça.
Burhan yattığı yerde acı çekerken nasıl duydu bilmiyorum ama hemen oradan yetişti:
“Korkma anacığım, yemek çok. Koşun oğlum, aşçı teyzenizin kaplarını bir daha doldurun. Offf bacağım… Kırıldı. Bilmem anlatabildim mi?”
Köyümüzün kahvesi ahırdan bozma. Badanası soluk. Camları kirli. Çerçevelerin boyası dökülmüş ama yine de zamana inatla direniyorlar. Çay ocağının fayansları rengini yitirmiş. Umursamazca “olsun, ne çıkar” der gibi. Hâlâ işe yarar görünüyorlar ya… Belki de kahvenin en temiz yeri orası.
Toplanmışlar yine ağalar beyler. Bir gürültüdür gidiyor içeride. Her biri kavga eder gibi, konuşmaları gürültülü, bağırış çığırış içindeler.
Çaycı çay yetiştiremiyor.
“Bir çay ver oğlum Dursun!”
“Hemen ağam!”
Koşup duruyor masalar arasında.
Köyümüzün en renkli iki kişisi, Raci ile Mecit olmasa, köyde zaman nasıl geçerdi bilmiyorum. Onların şakalarıyla eğleniyoruz, yaşıyoruz, soluklanıyoruz köy akşamlarında.
Diğer köylere de yayılmış ünleri. Kim bilir, şakaları kasabada da konuşuluyordur onların. Şeytan bile susar, pusar karşılarında. Durmadan akla hayale gelmeyecek şakalar üretiyorlar. İki buçukluk kola şişesini bir dikişte içmek, yumurta bahsi, koşu ve diğerleri…
Köylüler hep eğleniyor onların şakalarıyla.
Onlar da eğleniyor mu bilmem ama biz eğleniyorduk doğrusu. Dargın iki kardeş gibiler her zaman. Biri kahvenin bir köşesinde, diğeri öbür köşede, pusudalar hep. Göz göze geldiklerinde, kesin uğruna yarışacakları bir iddia bulmuşlardır. İkisinden başka, birbirleriyle inatlaşan henüz yok köyümüzde. Belki de onlar kadar yürekli değiller, nedeni o.
Sürtüşmeye başladılar mı, karşılıklı atışırlar. Ağızlarına geleni söylerler birbirlerine, hiç çekintisiz. Kısa bir süre sonra da hiçbir şey olmamış gibi kol kola girer, giriştikleri iddiayı gerçekleştirmenin ardına düşerler. Denizin dalgaları gibi bir yükselir, bir durgunlaşırlar.
Yaşamın kendisi gibi coşku doludur onlar. Bazen yıkıntı, bazen korkunç bir uğraş, bazen hayal kırıklığı yön verir yaşamlarına. Seyircilerin gözlerinin önünde gerçek aktörlerdir. Yürekli, bir o kadar da inatçı kişilerdir.
Bayağılığı bozmayı deniyorlar monotonluğun ötesine geçip. Yaşam ölümüne bir yarış, bir üstünlük sağlamak onlar için. Köyümüzün Karagöz’ü ve Hacivat’ı onlar… Güldürüyorlar, eğlendiriyorlar, korkutuyorlar…
Muhtar birkaç kez uyarmış onları kendilerine zarar verecekler diye ama oralı bile olmamışlar. Bu sürüp duran yaşamlarını değiştirmeleri olası değil hiç.
“A çocuklar, zarar göreceksiniz bir gün. İddialaşmayı bırakın. Tamam, herkes sizin sayenizde eğleniyor ama işin dozunu her geçen gün arttırıyorsunuz,” demiş.
Kulaklarını tıkamışlar. Sırıtmışlar. Üstüne üstlük Raci, “Muhtar, senin dediklerini daha önce Ayşe nine de dediydi, kulak asmadık,” demiş.
Oysa Mecit, “Bu son olacak Muhtar. Bir daha yok. Ben de bıktım şunla uğraşmaktan. Raci’yi bilmem,” diye güya Muhtar’ın gönlünü etmiş.
Raci bir kaşını kaldırıp, “Katılıyorum sana dostum, ben de senin gibi düşünüyorum,” demiş.
Kahvedekiler sessiz, umutsuz, sanki yıkılmışlar. Tek eğlenceleri bitecek, yaşamları monotonlaşacak diye üzülmüşler.
* * *
Raci ile Mecit yine söz dalaşına başladı:
“Ben hiçbir şeyden korkmuyorum,” dedi Raci.
“O zaman bir gece mezarlıkta yat da inanalım. Yatamaz değil mi Muhtar?” diyerek kızıştırdı Raci’yi.
“Bırakın sürtüşmeyi çocuklar, siz hiç uslanmayacak mısınız?” diye söylendi Muhtar. “Daha geçenlerde ne konuştuk?”
Herkesin ağzı bir karış açık. Olacakları bekliyorlar. Bir yandan da sevinç içindeler. İşte yeni bir olay daha başlıyor. Hep birlikte yeniden gülecekler.
Mecit kahvede oturanları süzdü.
“Var mı içinizde beyler, bir gece mezarlıkta yatmayı deneyecek? Eğer yatabilirse, bir takım elbise benden. Elbisenin altına da en pahalısından bir çift ayakkabı alacağım.”
Kimseden çıt çıkmadı.
Raci gülerek, “Ne o, yatamayacağımı mı sandın dostum? Ben yatarım. Yarın sabah, takım elbisemi ve ayakkabımı
isterim. Anlaştık mı?” dedi.
Mecit başını salladı ‘oldu’ der gibi. İçindeki deli bir coşku onu zor tutuyordu gülmemek için. Balık yeme gelmişti. Bir plan yapmıştı. Bakalım tutacak mıydı? Tutmalıydı. Çünkü ne takım elbise alacak parası vardı, ne de bir çift ayakkabı…
Ertesi gün her şey belli olacaktı.
“Raci’nin de gözü kara,” dediler, o mutlaka başarırdı. Köylülerin bir kısmı da Raci’nin yatamayacağından yana bir tutum sergiledi. “Korkar, kaçar,” dediler. Hele bir gece olsun, mezarlık nasıl da sessiz oluyordu. Uzun ağaçların arasından ıslık çalıyordu rüzgâr. Baykuşun çığlık atan ötüşü de yok muydu! İnsanın tüylerini diken diken ediyordu.
Raci, değil sabaha kadar yatmak, bir saat bile o sessiz, ürperti veren, korkunç ortama dayanamazdı.
Raci kahveden ayrılıp on beş dakika sonra kucağında yorganı ve bir hasırla köy kahvesinin önüne geldi. Salına salına Mecit’e yaklaştı.
“Hadi dostum, ben gidiyorum. Hepinize iyi geceler. Yarın sabah görüşürüz artık.”
Mecit, “Dur bakalım, nereden bileceğiz mezarlıkta yatacağını? Yatağını, yorganını sereceğin yeri ben kararlaştıracağım,” deyince, mezarlığa doğru birlikte ilerlediler.
Ay mezarlığı aydınlatıyordu. Esrik bir hava vardı. Geceleyin mezarlık daha bir ürkütücü, daha bir korkutucuydu. Sanki orada yatanlar birden ayaklanıverecekti. Ağaçlar geceleyin başlarını daha bir değişik eğiyor, yapraklar birbirine vurup sesler çıkararak korkuyu pekiştiriyordu.
Mezarlar arasında yürüdüler. İki mezarın arasında bir yer gösterdiler Raci’ye.
“Burası iyi. Yatağını buraya ser.”
İri iri gözlerle bakıyorlardı Raci’ye. Gerçekten yürek isterdi burada sabahlamak.
Raci hasırı yere serdi. Uzandı ve üzerine yorganı örttü.
“İyi geceler dostlarım,” diyerek yorganın içine gömüldü.
Köylüler hep birlikte uzaklaştı.
Giderken de söyleniyorlardı:
“Ne yürekli biri şu bizim Raci!”
“Ya, öyle. Herkes cesaret edemez böyle bir şeye.”
“Valla, ben hiç yatamam orada.”
“Deli bu adam yahu!”
“Yarın bir tarafı tutulmuş kalkacak, korkudan felç inecek bir yanına.”
Konuşa konuşa gözden kayboldular. Raci onların arkasından bir süre baktı. Konuşmalar kesilmişti. Ayak sesleri bitmişti.
Şimdi mezarlıktaki hışırtılar geliyordu kulağına. Eğilip bükülen dallar, birbirine değen yapraklardan çıkan hışırtılar…
Baykuş birkaç kez öttü. Raci irkildi yattığı yerde. Ayaklarını çekti karnına doğru. Büzüldü. Gömüldü yatağına.
“Ya sual melekleri gelirse şimdi!” diye geçirdi içinden. Başına dikilip ‘Ooo, bu yeni gelmiş, hadi sorgulayalım’ dediklerini duyar gibi oldu. Çocukluğundan itibaren hep bu tür söylencelerle büyümüştü. Bu tarz düşünceleri aklından çıkarmaya çalışarak, kendini uykunun kollarına atmak istedi.
Bir uyursa sabah olurdu nasılsa. Horozların ötüşünü duyar duymaz iddia sona erecekti.
Çevresini dinledi. Gözlerini kısıp ötelere baktı. Hırıltılara kulak kabarttı. Bir ara kendini çok kötü hissetti.
Yorganını başından yukarıya çekip iyice gömüldü içine.
Bu arada Mecit ağır ağır yaklaştı. Elinde bir yumak dolusu ip vardı. Baktı. Raci yorganı başından yukarı çekmiş, altında iki büklüm yatıyordu. Mecit çok sessizdi. Çok dikkatlice yaklaştı. Soluk bile almıyordu. Sürünerek geldi, Raci’nin ayakucunda durdu.
Raci hiçbir şeyin ayrımında değildi. Kulakları herhangi bir sesi duymamak için direniyordu. Çünkü sesler ürpertiyor, korkutuyordu.
Köyde el ayak çekilmişti. Ara sıra köpek havlamaları ve inek böğürtüleri geliyordu kulağına. Raci bunları duymuyor, duyamıyor, hatta kendini duymamaya zorluyordu.
Mecit yaklaşıp yorganı alt ucundan sıkıca bağladı. Sonra geldiği gibi sessizce, ayaklarının ucuna basarak ilerilerdeki bir tümseğin ardına gizlendi. Biraz bekledi.
Raci uykuya dalmak üzereydi. İçindeki korkuyu bastırıp gözlerini sıkıca yumdu. Sonra çocukluğunda, anneannesinin öğrettiği duaları içinden söylemeye koyuldu. Bir kez daha uyumayı denedi. Zaman epeyce geçmişti. Bedeni yorulmuştu. Gözleri de küçülmüştü. Yattığı yer rahat değildi. Huzursuzluğunu gömüp uyumalıydı.
Baykuş birkaç kez daha öttü. Sese kulak kabarttı. Biraz ileriden hışırtılar geldi kulağına. Kulağına gelen her sese önem verirse sabahı zor ederdi.
İçinde bulunduğu durumun zorluğunu düşünmeye başladı. Hiç gereksiz iddialarla köylünün gözünde gülünç duruma düşüyorlardı. Mecit olmasa böyle iddialarla hiç zaman öldürmezdi. Bütün suçu Mecit’e yükledi. İçin için kinlendi ona.
İşte tam böyle düşünürken, üstündeki yorgan kıpırdadı. Sıkıca kavradı ucundan. Kendine doğru çekti. Kendisi kıpırdattı sanıp rahatladı. Oysa Mecit elindeki ipe azıcık asılmıştı.
Mecit bir süre daha bekledikten sonra elindeki ipe yine asıldı. Raci yorganın aşağıya doğru kaydığını görüp tuttuğu ucu iyice kavradı.
Mecit az sonra ipe biraz daha asıldı. Yorgan Raci’nin ayaklarına doğru kaymaya başladı. Gözleri iri iri, kayıp giden yorganı seyretti Raci. Donup kalmıştı. İçi titriyordu. Çocukluğundan beri anlatılan, bilinçaltına yer etmiş ne kadar cin, peri, eciş bücüş öyküleri varsa, hepsi gözünün önünde canlandı. Beyaz giysili hortlaklar sanki mezarların üzerinde uçuşuyordu.
Yüreği küt küt atıyordu. Boğazı düğümlendi korkudan. Tıkanmaya başlamıştı.
Son bir yüreklilik gösterip kaskatı olmuş bedenini gevşetti. Yorganı bir kez daha kavradı. Kendine doğru çekip altına gizlendi. Kendini yorganın altına gömdü âdeta. Soluk almaksızın bekledi. Bir süre çevreyi dinledi.
Çıt yoktu ortalıkta. Hafif bir esinti ağaçların yapraklarını oynatmaktaydı. Biraz gevşedi, rahatladı.
Mecit ipe az asıldı. Raci yorganı bırakmıyordu. Biraz daha güçlüce asıldı. Raci de yorganı kendine doğru çekti.
Mecit asılıyordu ipe. Raci asılıyordu yorgana. Allah’ım, ne oluyordu bu yorgana böyle?
Raci’nin eli ayağı heyecandan titremeye başladı. Sinirleri boşalmıştı. Kendine hâkim olamıyordu. Tir tir titremesi bir yana, dişleri de korkudan birbirine vurmaya başlamıştı. Kalbi küt küt atıyordu.
Mecit işte o an, elindeki ipe öyle güçlü asıldı ki, yorgan Raci’nin üzerinden kayıp mezarlar arasından geçti. Mecit’in ardına saklandığı tümseğe doğru hızlıca ilerliyordu. Raci ne yapacağını şaşırmıştı. Son kez yorganın arkasından baktı. Âdeta kendinden geçmiş gibiydi.
Daha fazla dayanamayıp yerinden fırladı. Bütün gücüyle mezarlar arasında düşe kalka koşarak köy yoluna girdi.
“Ohh, mezarlar iyice geride kaldı. Kurtuldum,” dedi soluk soluğa.
Evin bahçe kapısının üzerinden aşarak eve attı kendini. Göğüs kafesi heyecan ve korkuyla inip kalkıyordu. Musluğu açıp elini yüzünü yıkadı.
Mecit katıla katıla gülüyordu. Raci’nin köye doğru kaçışını görmüş, gülmekten kendini yerden yere atmıştı. Gülerken debeleniyordu âdeta. Gülmekten karnına ağrılar girmişti. Kendine geldikten sonra ipi yorganın ucundan çözdü.
<!–nextpage–>
Gece yarısı Muhtar bir düş görerek uyanmıştı. Aklına Raci geldi. “Ne yapıyor acaba şimdi mezarlıkta?” diye düşündü. Yatağında doğrulup ne yapacağını bilemeden bir an bekledi. Aklına Mecit’in Raci’ye bir oyun oynayabileceği geldi. Yatağından kalktı. Hazırlanıp yola koyuldu. Sessizce ilerledi mezarlar arasında. Raci’nin yattığı iki mezar arasına yakın yere gelince eğildi. Gizlendi bir mezar taşının arkasına. Soluk almaksızın dinledi çevreyi. Raci yatıyordu. O da ne?
Mecit sürünerek yaklaşıyordu. Muhtar iri gözlerle izledi. Haklıydı. Mecit Raci’ye oyun oynuyordu. Ne olacağını görmek için sonuna kadar bekledi.
Mecit ipi toplamış, sessizce sıvışmak üzereydi. Biraz önceki gülme krizinden, Muhtar’ın yanına kadar sokulduğunu bile fark edememişti. Sessizce yaklaşmıştı Muhtar.
Elini Mecit’in omzuna koydu. Mecit bir şeyin ona dokunduğunu hisseder hissetmez, birden ne olduğunu anlayamadan, korkudan kaskatı kesildi. Olduğu yere yığılıp kaldı.
Mecit baygın yere düşerken, “Hepsini gördüm. Yaptığın oyunu beğenmedim,” dedi Muhtar. Ama onu duyabilecek kimse yoktu ortalıkta.
Muhtar ne olduğunu anlayamamıştı. Mecit yerde upuzun yatıyordu. Onu ayıltmak için yüzüne bir iki hafif tokat vurdu. Sarstı, silkeledi onu.
“Hadi kalk!” dedi.
Ama Mecit’in bedeni kıpırdamıyordu. Muhtar panikledi. Onu orada bırakıp hızlı adımlarla köye doğru uzaklaştı. Raci’nin evine geldi.
Raci üzerindeki şoku hâlâ atamamıştı. Kapısı çaldığı zaman yüreği küt küt atıyordu.
“Kim o?” diye seslendi.
“Benim, Muhtar, aç kapıyı!”
“Ne oldu Muhtar? Mezarlıktan nasıl kaçtığımı mı gördün?” diye sordu Raci.
“Gel, Mecit mezarlıkta yatıyor. Birden bayıldı, yığılıp kaldı. Önce onu alalım oradan,” dedi Muhtar.
“Ne Mecit mi? Ne arıyor mezarlıkta?” diye söylendi.
“Sana oyun oynamış. Yorganına ip bağlayıp yürüten o,” diye bağırdı Muhtar.
Raci aklını toparlamaya çalıştı.
“Şimdi mezarlıkta mı Mecit?” diye sordu.
Muhtar başını salladı ‘evet’ der gibi.
“Ne yapmış? Yorganı mı yürütmüş? Hâlâ bir şey anlamıyorum,” dedi Raci.
“Yahu amma kazkafalısın! Mecit sana bir oyun oynamış diyorum,” diye bağırdı Muhtar.
“Oyun mu oynadı? Ne oyunu?” diye kekeledi Raci.
Raci’nin aptalca sorularıyla zaman yitirmek istemeyen Muhtar, “Gel benimle, mezarlığa gidiyoruz,” dedi bir kez daha.
“Yoo, ben gelmem. Valla, yorganın yürüdüğünü gördüm. Ölmeden oraya bir adım bile yaklaşmam,” dedi Raci.
“Hâlâ anlamıyor yahu!” diye söylendi Muhtar. “Biraz önce söylemedim mi? Mecit’in oyununa geldin.”
“Yoo Muhtar, ben kimsenin oyununa gelmem,” diye karşılık verdi Raci. “Yorgan vallahi de yürüdü, billahi de… Gözümle gördüm diyorum sana.”
Muhtar gülmemek için kendini zor tutuyordu. Raci iyice aptallaşmış… Mecit mezarlıkta yatıyor, baygın bir biçimde… Muhtar, Raci’yi zor bela kandırıp mezarlığa götürdü.
Mecit yerde uzanmış, kaskatı olmuş yatıyordu.
“Amma da istekliymiş burada yatmaya,” dedi sarsarken Mecit’i. Ama Mecit’te uyanacak göz yoktu. Bir türlü kendine gelemiyordu.
Muhtar onun nabzına baktı. Nabzı atıyordu.
“İyi, hâlâ yaşıyor,” dedi. “Kalbi durmuş olabilirdi.”
Mecit kendine geldiğinde sabah ezanları okunuyordu köy camisinde.
“Günaydın, iyi uyudun!” dedi Raci.
Mecit başına toplanan kalabalığa baktı. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.
Köylüler sırıtıyordu.
“İkiniz de kaybettiniz,” dedi Muhtar. “Hadi bakalım, şimdi de Mecit’i evine taşıyın.”
Güneş yakıyordu. İnsanlar sıcaktan bunalıyordu. Hep bir esinti gözlüyorduk deniz yönünden. Toprak ateş almış gibiydi. Rengini yitirmişti dağlar. Yeşiller soluk bir renge bürünmüştü.
Biz denizin soğuk suyunu özlüyorduk. Tuzlu sularda yüzmeyi, güneş altında kavrulmayı istiyorduk. Azıcık bir esintiyle soluk alıyordu bedenimiz. Rahatlıyorduk. Rüzgârın o tatlı okşayışını içimizde duyumsuyorduk.
Umutla dopdolu olarak, babamın akşam eve gelmesini bekledim. Gözlerim kapıdaydı. Elimde karnemle dolanıp durdum koridorda babam gelinceye kadar.
Yedinci sınıfa geçtim. Artık abla oluyordum. Babam kapıdan girince boynuna atıldım.
“Babacığım, bak karneme! Hiç kırığım yok!” diye bağırdım.
Karnemi babama verdim. Aldı, baktı, tek tek inceledi.
“Bravo kızım! Sana ancak bu yakışır,” dedi.
“Bir de takdir belgem var babacığım,” dedim.
Babam annemin yüzüne baktı.
“Benim de size bir sürprizim var,” dedi. “Tatile gidiyorsunuz. Bir pansiyon kiraladım sizin için.”
“Ya sen baba, sen gelmiyor musun?” diye sordum.
Babam buruk bir yüzle bana baktı.
“İzin alamadım iş yerimden,” diye yanıt verdi. “Ancak hafta sonları birlikte olabileceğiz.”
Ablam yüzünü buruşturdu. Nedenini biliyordum. Koskoca bir yaz mevsimini benimle geçirmek, bana katlanmak zorunda kalacaktı. Oysa o sınıf arkadaşı Deniz’le birlikte olmak istiyordu. Onunla parkta el ele gezmek, yol kıyısında çekirdek çıtlatmak, sinemaya gitmek…
Bir gün sonra yola çıktık.
Pansiyon denize yakındı. Kumsalla iç içeydi. Denizle arasında yemyeşil küçük bir park vardı. Parktan geçilip kumsala iniliyordu.
Pansiyonun balkonundan görünen manzara çok hoştu. Palmiyeler, bodur çam ağaçları zenginleştiriyordu manzarayı.
İnsanlar hep aynı duygularla buradaydı. Aynı nedenlerle yosun kokulu deniz havasını soluklanıyorlardı. Özgürce koşuşturmak, zaman kavramını yitirmek, bolca yüzmek, tuzlu su yutmak, yorulmak için buradaydılar.
Amaç yoruldukça mutlu olabilmekti.
Burada tek doğal olmayan varlık ablamdı sanırım. İlk günler onun sakarlıklarını yaşadık ailece. Evde bardakları kırdı, tabakları elinden düşürdü. Kapıları sinirle, hızlıca çarpıyordu. Ortamın tadını çıkaracağına uyurgezer gibi dolanıyordu evin içinde.
Annem işin farkındaydı. Babamı üzmek istemiyordu. Ablam annemle ikide bir ağız dalaşı yapıyordu.
Anlaşılan yine kapışmışlardı mutfakta.
Ben mutfağa girince, “Defol git bacaksız! Bizi mi dinliyorsun?” diyerek üzerime atıldı ablam.
İçeri kaçtım.
Öyle bir saldırdı ki, sanki her şeyin nedeni bendim. Benden öç almak ister gibiydi.
Arkamdan bağırıyordu:
“Deniz’i beğenmiyor şu kızın anne! Çocuğu her gördüğünde rezil ediyor.”
“Çocuk mu? Kazık kadar adam! Hem beğenilecek nesi var? Uyuzun biri,” diyerek karşılık verdim.
Ablamı çok seviyorum aslında. Onu Deniz dediği o kazığa yakıştıramamamdan belli değil mi?
“Sensin uyuz,” dedi ablam ve ağzına geleni sıralamaya başladı.
Annem, “Babanız bu halinizi görmeli,” dedi. “Mutlu olurdu sizinle. Siz insanı çıldırtırsınız. Hadi uğraşmayı bırakın da bana yardım edin.”
Uğraşmayı bırakacak mıydık bilmiyorum, ama bir sonraki çekişmemize daha çok bilendik diyebilirim.
Bakalım birbirimize daha ne kadar dayanabileceğiz? Bu arada küçük kardeşim sıyrılıp çıkıyordu aramızdan. O zavallı da bizim aramızda eziliyor. Birbirimizle uğraşacağımıza ona ablalık yapsak olmaz mı?
Pansiyona yerleştiğimiz günden beri karşı pansiyonun balkonunda bir genç oturuyordu. Kıvırcık saçlı, yüz hatları düzgün, yakışıklı bir gençti. Daha önce onu bir yerde gördüğümü anımsıyordum. Sürekli bizim balkona bakıyordu.
“Anne, bak bu herif bizim balkona bakıyor,” dedim. Kaş göz işareti yapıp ablamı gösterdim.
“Geç kız içeri!” dedi annem, ablamı kolundan sürükleyerek.
“Ne oluyor anne ya? Adam balkona çıktıysa bundan bana ne?” diyerek anneme tepki verdi ablam.
Annem ablamı balkondan içeri iterken, dişlerimi sıkıp iki elimi yumruk yaparak birbirine vurdum.
“Oh olsun!” dedim içimden.
Ablam hâlâ, “Nereden biliyorsunuz bana baktığını? Hem ben balkona çok çıkmıyorum ki… Geldiğimizden beri birkaç kez çıktım,” diye bağırıyordu.
Annem, “Yok bana bakıyor adam, bunu mu demek istiyorsun?” diyerek ablama sertçe çıkıştı.
Kaldığımız pansiyonu, oldukça şişman, yuvarlak yüzlü, kaba görünümlü bir kadın işletiyordu. Dış görünüşü kabaydı ama o denli de cana yakındı. Bir de kocası mı, yoksa yardımcısı mı, bir türlü anlayamadığım, kara kuru, zayıf, kısa boylu bir adam dolanıyordu çevresinde.
Öğle üzeri plajdaydık. Güneş yakıyordu. Ayağımızın altındaki kumlar çok sıcaktı. Ablam görmek istediği biri varmış gibi hep çevresini süzüyordu.
“Abla, ne o, birisini mi bekliyorsun?” diye sordum.
“Kes sesini bacaksız! Sana mı soracağım ne yapacağımı?” diye bağırdı.
Uzun süre yüzüne bile bakmadım onun. Küçük kardeşim ayağında terlik olmadan deliler gibi koşarak güneşliğin altına girdi.
“Ufff! Yandım!” diye bağırıyordu.
Annem ensesine bir tokat patlattı.
“Terliklerini giysene ayağına! Elli kez mi söyleyeceğim?” dedi.
Ablam, “Bunların ikisi de aptal anne. Sen ne söylersen söyle, bir kulaklarından girip diğerinden çıkıyor,” dedi.
Annem yüzünü ekşiterek, “Sen sanki çok farklısın onlardan,” diye karşılık verdi. “Al birini çarp ötekine.”
Ablam omuzlarını silkti.
“Aman anne, senle de bir şey konuşulmuyor,” diyerek yüzünü astı.
Plajda güneşlenenlere baktım bir süre. Kumların üzerinden ısı dalga dalga yükseliyordu. Güneşten yanan tenimiz çok acı veriyordu. Ne kadar güneş kremi sürersen sür, acısı kavurmaya devam ediyordu. Her yanımız ciğer gibi yanmıştı.
Ablam, “Hadi artık gidelim anne. Ben sıkıldım,” diyerek asık bir yüzle anneme baktı.
Annem aldırmadı ona.
“Hayrola kızım, güneşte yanmak isteyen, bronz bir tene istek duyan sen değil misin? Bütün bir kış deniz deyip durdun,” dedi.
Annem öyle deyince gülmeye başladım. Ablam boşluğumu dürttü.
Annem ne kadar saf bir kadın… Ablamın ‘Deniz’ deyip durduğu, konuştuğu oğlanın adı.
Ablam bana ‘sus’ der gibi uyarıda bulundu. Ama bende susacak göz var mı?
“Anne, sen hiçbir şeyden uyanmıyorsun. Kızın hangi denizden söz ediyor, onun farkında bile değilsin daha,” dedim.
“Ne saçmalıyorsunuz yahu, insanı deli etmeyin!” dedi annem.
Ablam bu kez daha hızlı vurdu boşluğuma.
“Sus aptal!” diye bağırdı. “Sana bir şey soran yok! Kıracağım kafanı!”
Annem ablama kızdı.
“Ne bağırıyorsun kardeşine! Sen sus! Söyle kızım bakayım, nedir şu Deniz hikâyesi?” diye kibarca sordu.
Yüreklice konuşmaya başladım.
“Ablamın erkek arkadaşının adı Deniz,” dedim.
Annem yüzünü astı, kızgınca ablama baktı.
“Ne demek oluyor bu? Baban bir duyarsa, ne yapacağını Allah bilir artık,” dedi.
Sırıtmaya başladım.
“Gelir babamdan ablamı kurtarır Deniz,” dedim.
Böyle der demez ablam üzerime saldırdı. Kaçtım. Kızgın kumların üzerinde bir kovalamaca başladı aramızda. Ardımızdan annem bağırıyordu ama onu kim duyacaktı ki. Ablam bir yakalarsa canıma okuyacaktı. Ondan kaçarken, güneşlenenler bize pis pis bakıyordu. Koşarken toz kaldırıyorduk. Çevreye saçtığımız kumlardan rahatsız oluyorlardı.
Sonunda ablam beni kovalamaktan vazgeçti. Annemin yanına döndü.
Kendime yakın bulduğum birinin şemsiyesinin altına sığındım. Ablam annemle konuşurken, ben de şemsiyesine sığındığım kişiyle sohbete başladım.
Güzel insanlardı. Ablamın dışında herkes hoştu. Tabii, evde onun ortakçısıydım. Benden üç yaş küçük kardeşime olan bir şey yoktu. Onunla dalaşıp uğraşmıyordu. Sıkıntısı benimleydi. Doğrusunu söylemek gerekirse, benim de onunla…
Ablam uzaktan işaret etti.
“Sakın buraya gelme!” dedi dişlerini sıkarak.
Sırtına güneş yağı sürerken, aklıma geleni uygulamaya karar verdim. Koşarak, ablamın yakınına kadar gittim. Sırtına bir avuç kum serptim. Ne olduğunu anlayamadı.
“Anne, bak şu kızına! Görüyor musun bana ne yaptı?” diye bağırdı.
Hızla uzaklaştım oradan. Bana atmak için çevresinde bir şeyler arandı ablam. Bereket bulamadı. Taş ve benzeri şeylerden arındırılmıştı plaj.
Kıyıda biraz daha durduktan sonra pansiyona dönerken tenim kavruluyordu âdeta.
Pansiyonun kapısında işletmeci kadın, kocaman gövdesiyle karşıladı bizi. Anneme dönerek, “Kocan telefon etti kız,” dedi. “Hafta sonu gelecekmiş. ‘İstediği bir şey varsa telefon etsin’ diye not bıraktı.”
“Sağ ol!” deyip geçiştirdi annem.
Kadın bırakmadı.
“Çay demledim. Gelin oturun,” dedi. “Hem konuşur, hem içeriz. Bakın, ben herkese bunu önermem.”
Ablam annemi çekiştiriyordu.
“Hadi anne, boş ver çayı. Eve çıkalım. Duş alalım,” dedi.
Bunu duyan kadın, ablama çıkıştı:
“Sen karışma bakayım cadı şey! Büyükler dururken küçüklere söz düşmez! Gel kızım sen, otur şuraya. İki kadın karşılıklı söyleşelim,” dedi.
Kadın ne de güzel paylamıştı ablamı. Ablamın yüzü kapkara oldu.
Kıkırdayarak güldüm.
“Sen gül bakalım,” dedi ablam. “Ben sana yukarıda soracağım!”
“Balkonda seni bekliyor,” dedim gülerek.
“Suçların ağırlaşmaya başladı,” dedi kızararak. “Hepsini biriktiriyorum.”
Omuz silktim. Annemin arkasına gizlendim. Hiç beklemeden gelebilecek bir tokattan sakınmak zorundaydım. Annem kadının yanına oturdu, ablam anahtarı alıp yukarı çıktı.
“Ne kadar tatlı kızların var senin!” dedi kadın.
Annemde Mono Lisa gibi bir görüntü, yarı gülen, yarı ağlayan bir halde, “Onu bir ben biliyorum anacım,” dedi boynunu büküp. “Bununla ablası bir uğraşıyorlar ki, sorma. Valla bunların uğraşmalarından bıkkınlık geldi bana. Babaları böyle olduğunu bilse, canlarına okur.”
Kadının uzattığı çay dolu bardağı aldı annem.
“Ne uğraşıyorsun ablanla kız?” diyerek yüzüme baktı. Çok korktum kadının bakışından.
“Yarın birbirinizden ayrılıp gideceksiniz,” diye sürdürdü. “Birer koca bulacaksınız kendinize. O zaman anlarsınız birbirinizin değerini.”
Kızardım. ‘Koca’ sözcüğü beni utandırmıştı.
Kara kuru adam bahçe kapısında belirdi onlar konuşurken.
“Çay içer misin Hayri?” diye sordu kadın.
“Yo, içmem, alerji yapıyor,” diye karşılık verdi adam.
“Çay alerji mi yapar şaşkın?” diyerek güldü kadın.
Anneme dönüp, “Bu da tam Allahlık yahu!” dedi. “Kovarsın gitmez, gel dersin gelmez.”
Adama baktı.
“Hadi git, bahçedeki şu otları temizle o zaman,” dedi.
Adam annemin yanındaki sandalyeye ilişti.
“Yo, çay içeceğim,” dedi incecik bir sesle.
“Kedi gibisin,” diye mırıldandı kadın.
Anneme dönerek, “Nasıl bak, gördün işte,” dedi. “Gel çay iç diyorum, alerji yapıyor diyor. Git bahçeyi temizle diyorum, çay içeceğim, diyor. Sen olsan ne yaparsın?”
Adama bir bardak çay koydu. Ama anlaşılan beni hiç önemsemiyordu. Çay içip içmeyeceğimi bile sormadı bana. Annemin omzuna dokundum.
“Anne ben de çay içeceğim,” dedim.
Kadın yüzüme baktı.
“Ne diyorsun bacaksız?” dedi.
Annem, “O da çay içmek istiyor,” deyince, “Vay, biz bu bücürü unuttuk yahu!” deyip bana da çay koydu.
O çayı içemezdim ki. Ben çayıma hâlâ soğuk su ekliyordum.
Annemi bir kez daha dürttüm.
“Anne bu çay çok sıcak,” dedim. “Biraz soğuk su koysana.”
Kadın atıldı:
“Hay Allah seni kahretmesin kız!” dedi. “Soğuk çay mı içiyorsun sen hâlâ? Dana kadar olmuşsun.”
Annemin boşluğunu eliyle dürttü.
“Kız sen bunları iyi yetiştiremiyorsun,” dedi. “Biz bunların yaşındayken her işi yapardık. Sabahın köründe kalkar, yalınayak baş kabak, süt sağmaya giderdik. Sütü mandıraya bırakır, eve ekmek alır, çayı demlerdik. Bu maymunlar öyle rahat büyüyor ki, onlara imrenmiyorum desem yalan söylemiş olurum.”
Annemin dizine vurdu eliyle.
“Kız sen de hiç konuşmuyorsun,” dedi. “Dilini mi yuttun yoksa?”
Annem bozulmuştu ama bir şey demedi. Kadının doğal hali buydu. Ağzına geleni söylüyordu. İçinden geldiği gibi davranıyordu.
Kara kuru adam bir dikişte çayı içti. Yerinden kalktı.
“Ben gideyim, bahçedeki otları temizleyeyim,” dedi.
“Şimdi onu boş ver, git su doldur!” dedi kadın. “İçecek hiç suyumuz kalmadı.”
“Yo, onu sonra… Şimdi bahçe,” dedi adam.
“O zaman git bahçeyi temizle!” dedi kadın.
Adam durdu, döndü olduğu yerde.
“O zaman suyu doldurayım,” deyince, kadın öyle bir bağırdı ki, korkudan sıçradım.
“Git, ne halin varsa gör! Allah cezanı versin senin! Ne söylesem tersini yapıyorsun! Git suyu doldur!”
Adam, “Ben şu bahçedeki otları temizleyeyim,” dedi o zaman.
Şaşkın şaşkın adama baktık.
Kadın daha sonra oradan buradan konuşmasını sürdürdü. Annem ayrılmak için izin isteyince, “Çok kibar oluyor şu şehirli hanımlar, her şeylerinde bir soyluluk var,” dedi.
Annemle basamakları çıkarken, arkamızdan bağırdı:
“O büyük kızına göz kulak ol. Pek tekin ayakkabı değil. Başına buyruk olacak. Şimdi dizginleri eline almazsan sonra çok çekersin.”
Annem yine sinirlenmişti kadına. Dalgınca basamakları çıkarken, basamağın birine takılıp tökezledi.
Aslında ablam o kadar sorunlu biri değildi. Kendi halinde takılırdı genellikle. Bazen saatlerce odasına kapanırdı. Arayıp sormazsak onu orada unuturduk. Banyoda da uzun kalırdı. O zaman kapıyı tekmelerdim. Küveti suyla doldurur, içinde uyurdu. Uyumadığı zamanlarda da kulaklıklarını takar müzik dinlerdi. Tuvalet her gün olaydı evde. Önce giren sona kalanı kıvrandırırdı. İkimizin sürtüşmesi, çoğu kez küçük kardeşimi zor durumda bırakırdı.
Annem bu duruma dayanamaz, bizi bir güzel fırçalardı.
“Ayı kadar oldunuz, şuna acımıyorsunuz. Erken çıksanız tuvaletten olmaz mı? Her zaman böyle yapmak zorunda mısınız?”
Tabii bizim umurumuzda bile değildi annemizden fırça yemek.
Eve girdiğimiz zaman odaların sıcak olduğunu gördük. Birkaç yerden müzik sesi geliyordu. Ablam balkondaydı.
“Ablam balkona çıkmış,” dedim anneme. “O genç de karşıda. Hiç utanmıyor kızın.”
Annem dolduruşuma gelmişti.
“Geç kız içeriye, utanmaz!” diye bağırdı.
“Ne oldu anne? Kimseyi rahatsız etmeden oturuyorum,” dedi ablam.
“Geç dedim sana. Elin adamının karşısında…” diye kekeledi annem.
Ablam, “Yahu anne, biz buraya hapsolmaya mı geldik? Balkona çıkmayacak mıyız?” diye karşı çıkacak oldu ama annem hiç ona fırsat verir mi?
“Karşılık verme, utanmaz!” diye bağırdı.
Ablam kıpkırmızı bir yüzle girdi içeri. Bana baktı sert sert.
“Sen iğneliyorsun annemi değil mi?” diye sesini yükseltti.
İşte bizim pansiyonda ilk günler böyle geçti. Balkona çıkıyorduk. Genç adam hep aynı yerde oturuyor, sürekli bizim balkona bakıyordu.
Annem mutfaktayken ya da başka bir işle meşgulken ablam bir solukta balkona çıkıyor, pozdan poza giriyor, olmadık duruşlarla genç adamın dikkatini çekmeye çalışıyordu. Genç adam yalnızca bakıyor, hiç tepki vermiyordu.
Bir gün balkondan içeri girerken ablamın kendi kendine söylendiğini işittim.
“Kör mü bu adam yahu? Neler yapıyorum, hiç karşılık vermiyor. Gülümsemiyor bile.”
Sevinmiştim. Yanımdan geçerken, “Gülme şeytan! Sen de büyüyeceksin, seni de göreceğiz,” dedi.
“Ne göreceksin? Ben beş saniyede onunla arkadaş olurum. Bende akıl, yürek, hepsi var kızım,” dedim.
Yanımdan uzaklaşırken, “Ne yani, bende akıl yok mu bücür?” dedi. “Sen bu çirkinliğinle kendine arkadaş bile bulamazsın.”
* * *
Ertesi gün karşı pansiyona gittim. O genci yakından görmek, tanışmak istiyordum.
Odanın zilini çaldığımda karşımda bir oda hizmetçisi duruyordu.
“Buyur, ne istiyorsun?” diye sordu.
“Odanın sahibiyle görüşeceğim,” dedim.
Yüreğim pır pır ediyordu.
<!–nextpage–>
Kadın arkasını dönüp salonda oturan gence, “Bir kız çocuğu seninle görüşmek istiyor,” dedi.
“Gelsin, görüşelim,” diye karşılık geldi içeriden.
İçeri girdim. Güzel döşenmiş bir odaydı. Kadın oturmam için yer gösterdi. Çekinerek oturdum. Bir ara genç adamla göz göze geldik.
“Evet, beni neden görmek istiyorsun?” diye sordu.
“Ben karşı pansiyonda kalıyorum. Sizi birkaç kez balkonda gördüm. Tanışmak istedim,” diye konuştum.
“Tanışmak mı?” diye mırıldandı.
Sustu. Sanki çevresinde kimseyi görmek istemez bir hali vardı.
“İyi ama benimle tanışsan ne olacak? Sen küçük bir kızsın. Ben doğuştan görmeyen yalnız bir adamım,” dedi.
“İyi işte ya… Benimle arkadaş olabilirsin,” dedim. “Bunun ne zararı var?”
Gülümsedi genç adam.
“Şimdiye kadar birçok arkadaşım oldu ama bir küçük kızla ilk kez arkadaşlık yapacağım,” diye konuştu.
Gözlerimin içine baktı ya da bana öyle geldi. Genç adamın gözlerine baktığınız zaman, onun görmediğini anlamak gerçekten olanaksızdı. Uzun uzun konuştuk. Hizmetçi bize soğuk içecek getirmek için çıktı. Genç adama ablamdan söz ettim. Ha, bu arada genç adamın adı Selim’di. Biz konuşurken, mutfaktan bir şangırtı koptu.
Genç adam hiç istifini bozmadı.
“Çok sakardır bizim hizmetçi,” dedi. “Sanırım yine bir şeyler kırdı.”
“Olsun, zararı yok,” dedim. “Nasıl olsa kırılanlar benim değil, sen düşün!”
Gülüştük.
Biraz sonra hizmetçi kadın, elinde tepsi, üstünde iki kola bardağı ve buzla girdi içeri.
Fakat o da ne? Tam eşikten geçerken ayağı takıldı. Elindeki tepsiyle birlikte salonun ortasına yuvarlandı. Yardım etmek için yerimden kalktım.
“Ne oluyor yine Remziye teyze?” diye sordu Selim.
“Yok bir şey, ayağım takıldı,” diye karşılık verdi hizmetçi kadın.
“Günde on kez takılıyorsun o eşiğe,” dedi Selim. “Ben görmüyorum ama sen benden daha da betersin.”
İçimden ne üzülmek geliyordu, ne de sevinmek…
Yerde bardaklar ve kola lekeleri vardı. Kadın elinde bez parçasıyla ortalığı silerken, ben Selim’den, ablama balkondan el sallaması için söz aldım.
Her gün gelebileceğimi söyleyerek beni uğurladı.
* * *
Akşamüzeri balkona çıktık. En küçüğümüz İlyas, uyuyordu. Selim de biraz sonra balkona çıktı. El sallamaya başladı. Annem ve ablam şaşkınlık içindeydi.
“Bize el sallıyor bu adam, şaşırmış galiba!” dedi annem.
“Valla bize sallıyor,” dedi ablam. “Biz de ona sallayalım.”
“Delirdin mi kız sen?” diye konuştu annem. “Elin adamına el sallanır mı? Allah Allah!”
“Gelin, içeri geçelim,” dedi annem. “Ne sandı bu adam bizi? İnsanlarda hiç utanma yok.”
İçeri geçtik. Ablam perdeyi aralayıp baktı. Selim el sallamayı sürdürüyordu. Ablam kızarak perdeyi örttü. Şaşkınlığını gizlemeye çalışıyordu.
Selim her balkona çıkışında bizim balkona el sallayacağına söz vermişti. Tabii sözünde durdu. “Beni sevdiği için dediğimi yapıyor,” diye düşünüyordum.
* * *
Ertesi gün sahilden eve doğru geliyorduk. Annem, Selim’in balkonda oturduğunu gördü.
“Bizim deli yine balkonda,” dedi. “Aaa, el sallıyor bizim balkona. Kim var ayol bizim balkonda?”
Ablam yanımızdaydı. Annem dönüp bir ablama baktı, bir de bana.
“Kime el sallıyor bu adam?” diye sordu heyecanla.
“Bizim balkonda olduğumuzu sanıyor herhalde,” diye geçirdim içimden.
Bizi pansiyoncu teyze karşıladı.
“Şu bizim oğlan kafayı iyice bozdu,” dedi bize dönerek. “Bakın, sizin balkona el sallıyor yine. Balkonda kimse yok ki… Birilerini mi görüyor orada?”
“Geçen gün oturuyoruz, bize el salladı. Hep yapar mı bunu?” dedi annem.
Pansiyoncu teyze dudaklarını büzdü.
“Yoo, eskiden oturur, sizin balkonu seyrederdi öylece,” dedi. “Bu el sallama işi yeni başladı.”
Sanırım Selim’in görme engelli olduğunu bilmiyordu.
Aslında o günden sonra Selim’le iyi arkadaş olduk. Sık sık görüşmeye başladık. O yine her balkona çıktığında el sallamayı sürdürdü. Balkonda olalım ya da olmayalım, bir şey değişmiyordu. O, balkona çıkar çıkmaz el sallamaya başlıyordu.
Bir gün akşamüzeri Selim’in yanına gittim. Annem ve ablam yanlarından ayrıldığımın farkına bile varmamıştı.
Beni Selim’in yanında görünce gözleri pörtlek pörtlek oldu ikisinin de. Ağızları bir karış açık bakakaldılar.
Ablam iri gözlerle bakıyordu bana. Kendisine kur yaptığı genç, benim yakın arkadaşım olmuştu. Çocuk kalbimle onu kuşatmıştım. Ablam ise hâlâ, iki balkon arasını aşamamıştı.
* * *
Tatil dönüşü ablam çok değişmişti. Artık benimle uğraşmıyordu.
Evimizin balkonunda otururken, karşıdaki evlerin balkonlarına bakıyorduk. Karşımızdaki binanın dördüncü katında, kıvırcık saçlı, yakışıklı bir adam bize el sallıyordu.
“Şuraya bak kız, biri bize el sallıyor,” dedi ablam.
Gösterdiği yere baktım.
“Sana öyle geliyor,” dedim. Gösterdiği balkonda kimse yokmuş gibi davrandım.
“Düş görmeye başladın abla,” dedim. “Kimse yok ki o balkonda.”
“Sen öyle san. Bak, yine el sallıyor,” dedi heyecanla. “Görmüyor musun?”
“Yoo, görmüyorum,” diye karşılık verdim. “Benimle dalga geçme abla. Kimse yok orada.”
Ablam delirecek gibiydi.
“İşte baksana yahu, el sallıyor,” dedi yine.
“Hayal görmeye başladın,” dedim. “Aşkının bu denli büyük olduğunu bilmiyordum.”
“Bak bozuşacağız yine,” dedi ablam. “Eğer sen de şu el sallayanı görmüyorsan, ben ne olayım! Beni delirtmeye çalışıyorsun değil mi?”
“Haklısın abla, birisi el sallıyor ama bize değil,” dedim. “Bak, yoldan geçen arkadaşı gördü onu. Ona el sallıyormuş, bize değil.”
Ablam yola eğilip baktı. Haklıydım. El salladığı kişi, yoldan o anda geçen bir arkadaşıydı.
Balkondan aşağıya bakan genç adama dikkatlice baktım. Selim’e ne kadar da çok benziyordu.
Ablama dönüp, “Abla, hani o pansiyonda kalan genç vardı ya,” dedim. “Onun gözleri doğuştan görmüyordu.”
“Yaa…” dedi ablam. Donup kalmıştı.
Şimdi karşımızdaki balkona daha dikkatli baktım. O, Selim’in ta kendisiydi.
Ablamı orada bırakıp aşağı indim. Karşı apartmana geçtim. Dördüncü katın ziline bastım. Dış kapıyı açtılar. Merdivenleri tırmandım. Kapı açıktı. Karşımda Selim duruyordu.
“Ne var küçük hanım? Birine mi baktın?” diye sordu.
Şöyle bir süzdüm onu göz ucuyla.
“Sen Selim değil misin?” diye sordum.
“Selim mi dedin?” diye kekeledi. “Dur bakalım! Sen Selim’i nereden tanıyorsun?”
“Geçen yaz bizim kaldığımız pansiyonun karşısında kalıyordu,” dedim. “Onunla orada tanıştık.”
Genç adam gözlerimin içine bakıyordu.
“O benim ikiz kardeşim,” dedi. “On senedir onu arıyoruz. Birbirimizi kaybettik.”
“Onu ben bulabilirim,” diye karşılık verdim. Geçen yaz kaldığı yeri tarif ettim.
“Elimle koymuş gibi bulurum,” dedi gülümseyerek.
Aradan iki gün geçti. Selim’in ikiz kardeşini gördüm. Yanına yaklaştım.
“Ne oldu? Selim’i bulabildin mi?” diye sordum.
Başını sağa sola salladı. Dudaklarını büzdü.
“Pansiyoncu kadını buldum,” diye yanıt verdi. “Selim bir ay önce ayrılmış pansiyondan. Nereye gittiğini de bilmiyorlar.”
O böyle söyleyince, ben de yıkıldım. Çok üzülmüştüm. Birbirimizden ayrıldık. Hızlı adımlarla evine gitti, ben de evimize doğru yürüdüm.
Biraz sonra ablam, balkondan bana sesleniyordu.
“Koş çabuk gel, sana telefon var!”
Bir koşuda eve çıktım. Telefonu elime aldığımda karşıdaki sesi hemen tanıdım. Bu, Selim’di.
“Neredesin?” diye bağırdım.
“İstanbul’dayım,” dedi kibarca.
“İkiz kardeşin seni arıyor, biraz önce görüştük onunla,” dedim.
“Biliyorum ama şimdi onunla görüşmek istemiyorum,” dedi. “Sen bu işe karışma, sonra üzülürsün.”
“İyi ama neden?” diye sızlandım.
“Boş ver, bu benim sorunum,” diye yanıt verdi. “Sen iyi misin? Ablan nasıl?”
“Herkes iyi,” dedim.
Telefonda konuşurken, gözüm karşı apartmandaydı. Güya Selim’in ikiz kardeşinin oturduğu daireye kaydı gözüm. Elinde telefon, bizim eve bakarak konuşuyordu.
“Sesin iyi geliyor, yakın bir yerden arıyor gibisin,” dedim.
“Bu oyunu daha fazla sürdüremeyeceğim, hemen yakınındayım,” dedi ince bir sesle. Sesinde bir pişmanlık vardı sanki. Titriyordu.
“Yıllardır sizin karşınızdaki apartmanda oturuyoruz. Sizi tanıyordum. Pansiyonda görünce aklıma bu oyun geldi. Görme engelli biri gibi davranmak geçti içimden. Zamanla da bunu iyice benimsedim. Siz beni tanımıyordunuz, yuttururum diyerek başladım. Bu arada sen de oldukça yardımcı oldun bana. Rolümü iyi oynadım mı? Ya ikiz kardeş numarası?”
Çok bozulmuştum. Sesim titreyerek konuştum:
“Demek sen Selim’sin,” dedim. “Alacağın olsun senin!”
Hepsi bir oyundu ha! Doğuştan görmeme masalı hepimizi inandırmıştı. Selim en az bizim kadar sağlıklıydı. Hem de bizim karşımızdaki evde oturuyordu. O güne kadar onu fark etmemekle asıl görme engelliler biz miydik?
Telefonu kapattıktan sonra balkona çıktım.
Karşı balkona baktım. Selim bana el sallıyordu. Olanları yeniden anlamaya çalışarak ben de ona el salladım.
Ablam yanımdaydı. O da olan bitenden bir şey anlamamıştı.
Ablamı dürttüm.
“Bak, Selim o işte!” dedim. “Görme engelli değilmiş. Sapasağlammış. Hepimizi kandırmış.”
Selim’e kızmam mı gerektiğini, yoksa olanlara sevinmem mi gerektiğini hâlâ çözebilmiş değilim. Aslında dünyada hiçbir şey beni bu denli sevindiremezdi. Onun gözleri görüyordu ya… En azından aynı dünyayı seyrediyorduk. Bu bana yeterdi doğrusu.
* * *
Selim birkaç ay sonra ailesini de yanına alarak ablamı istedi. Zaman içinde arkadaşlıkları epeyce ilerlemişti demek ki. Babam da verdi. Ablam sevinçten havalara uçuyordu. Kendi aramızda nişan yaptık. Nişanda, “Şakası bile hoş değil,” dedim Selim’e.
“Haklısın, insan farklı bir kimliğe bürünüyor,” diye karşılık verdi. “Bu oyunu oynamasaydım, sizi nasıl tanıyacaktım?”
Heyecanla sarıldım Selim’e.
“Görmene en çok ben seviniyorum,” dedim.
Ablam bizi izliyordu.
Yanımıza geldi. Üçümüz birlikte balkona çıktık. Selim’e döndüm.
“Biz balkonda değilken neden el sallamayı sürdürdün? Çok merak ettim,” diye sordum.
Güldü.
“Oynadığım oyun daha gerçekçi olsun diye,” dedi.
Ardından ekledi:
“Hem sen bana ‘bize el salla’ demedin ki, ‘bizim balkona el salla’ dedin. Ben de sizin balkona el salladım. Siz orada olun veya olmayın.”
Selim’in bu söylediğine katıla katıla güldük.
Köyümüzde nüfus sayımı yapılacağını duyup benim kadar sevinen olmamıştır. Dışarıdan birileri gelecek köyümüze… Devlet adamları… Her ne kadar bizim köyde bir imam varsa da, o da tıpkı bizim gibi. Bizimle yaşaya yaşaya bize benzemiş.
Köyüme devlet geldiği zaman, muhtar, azalar, tüm köylü ne yapacağını bilemiyor. Hele jandarma komutanı akşam devriyeleriyle köyümüzü ziyarete gelsin, gençler evlerine kaçıyor.
Bir gün maliyeciler para toplamaya gelmişti. Karanlıkta arabayı seçemeyen gençler jandarma komutanı geliyor sanarak kaçmıştı. Ama aracın maliyeya ait olduğunu öğrenince yine geri gelmişlerdi.
* * *
O sabah ezan okunurken uyandım. Bir daha uyumam olası değildi, çünkü sayım vardı. Gelecek memurları merak ediyordum.
İki memur göndermişlerdi köyümüze. Memurlar köyün üst başında araçlarından indiğinde yanlarına koştum. Sanki başka gezegenden gelip köyümüzü ziyaret eden iki uzaylıydılar. Ellerinde defterler ve kâğıtlarla önce köyü bir süzdüler.
Diplerinde bittim. Yanlarına sokulup onları seyrettim. Gözlerinin içine bakıyordum.
“Muhtarın evi neresi?” diye sordu biri.
Yeşil boyalı evi gösterdim.
“Sağ ol,” dedi incecik bir sesle.
Yürümeye başladılar. Onları izledim. Aramızdaki uzaklığı hep korudum. Onlar durunca durdum. Yürümeye başladıklarında yürüdüm. Evin önüne geldiklerinde sağa sola bakındılar. Nasıl sesleneceklerini bilemediler. Bir anlık bir kaygı içinde, bana bakarak, “Burası mı?” diye sordular.
Başımı salladım.
“Muhtar! Muhtar!” diye ünlediler.
Muhtar amca kapıyı açtı, çıktı. Kapı önünde konuştular. Ben de yanı başlarında onları seyrettim. Muhtar el kol işaretleriyle yolu gösterdi. İlk numaradan saymaya başlayacaklardı.
Oradan ayrıldılar. Ben de arkalarına takıldım.
Köyü bir baştan bir başa geçtiler. Ben de onlarla birlikte geçtim. Adım adım izledim onları. İzlerken soluğumu tutuyordum çoğu kez, rahatsız olmasınlar diye.
Onlar evlerde yaşayanları yazarken, ben kapının önünde bekliyordum. Bu, ta hava kararana değin sürdü. Yemeden içmeden çalıştılar. Sokaklarda, çamurlara bata çıka yürüdüler. Ben de hep onları izledim.
Sonunda hava karardı. Herkes evine çekildi. Sobalar yakılınca, bacalardan dumanlar tütmeye başladı. Yoğun bir duman kapladı evlerin avlularını. Göz gözü görmüyordu.
İnatla onların peşini bırakmadım. Yakından izlemeyi sürdürdüm.
Onlar karanlıkta işlerini yaparken, ben de hava soğuk olmasına rağmen avluda onları bekledim. Bir yandan da dumandan yaşaran gözlerimi silip durdum. Her saniye onları izlememe rağmen işlerini bitirip gitmelerini hiç istemedim.
Duman öylesine yoğundu ki, memurlar da durumdan şikâyet etmeye başladı.
“Gözlerim yanıyor,” dedi biri.
“Benim de…” dedi diğeri.
“Böyle giderse gece yarısına değin bitmez bu iş,” dedi biri.
Yanı başlarına dikilmiş, ne konuşuyorlar diye ağızlarının içine bakıyordum.
Hava ayazdı. Hem titriyorlardı soğuktan, hem de duman sarmıştı her yanı. Bir de olabildiğince karanlık bastırmıştı.
Durmadan ev ev yazıyorlar, sanki onlar yazdıkça bizim köy daha da çoğalıyordu. Bir türlü bitiremediler.
Sonunda memurlardan biri benim farkıma vardı.
“Yahu bu çocuk sabahın köründen beri peşimizden hiç ayrılmadı. Nereye gitsek arkamızdan geliyor,” dedi.
“Hastadır belki, boş ver,” dedi diğeri.
Sonra bana döndü.
“Yavrum, senin evin yok mu?” diye sordu. “Neden arkamızdan geliyorsun?”
“Bak, yanıt vermiyor sana, belki de dilsizdir. Boşuna uğraşma!” diye söylendi diğeri.
Ne dediklerini anladım. ‘Artık peşimizi bırak, evine git’ demeye getiriyorlardı. Şimdi nasıl diyeceğim ‘ben sizi çok sevdim, sizin gibi birileri köyüme bir daha kim bilir ne zaman gelir’ diye?
Nereden bilecekler bu duyguyu? Hep aynı yüzleri görmenin, aynı yerde, aynı insanlarla yaşamanın ne olduğunu? Onlara nasıl, ‘siz bana başka bir dünyadan gibi geliyorsunuz, başka bir ırk, başka bir yaratık gibi’ diyeceğim?
Tabii bir şey demedim.
“Annen baban var mı?” diye sordu biri.
Başımı salladım.
“Konuşamıyor musun?” dedi sonra.
Yine başımı salladım.
Konuşabiliyor muydum? Ağzım dilim tutulmuş gibiydi, boğazım kurumuştu.
Beni fark etmiş, işlerini bırakıp benimle konuşmaya başlamışlardı. Ne büyük bir mutluluktu bu benim için. Ama ben onlarla konuşamıyordum. Konuşmayı bırakın, sordukları sorulara bile yanıt veremiyordum.
Sonunda hiçbir şey olmamış gibi işlerine devam ettiler.
Beni fark etmişlerdi ya, daha ne olsun?
Ben yine onları izlemeye devam ettim. Diplerinden ayrılmıyordum. Bazen dönüp bakıyordu biri, yanlarında durduğumu görünce, “Zavallı çocuk hâlâ peşimizde!” deyip başını sallıyordu.
Bir ara sokakları karıştırdılar.
Köy evlerinin kapı numaralarını köyün imamı vermişti. Bunu öyle bir beceriyle yapmıştı ki, hayran olmamak mümkün değildi. Evin birinin kapı numarası köyün alt başında, onu izleyen numara üst başında… Gel git, git gel, yol bitmiyordu. Yol bitmeyince karanlıkta sayım da bitmiyordu. İş uzadıkça uzuyordu. Muhtar söylemişti numaraları imamın verdiğini, “Sıkışırsanız ona sorun,” demişti.
Memurlardan biri bana dönüp, “İmamın evi neresi?” diye sordu.
Elimle gösterdim. Oraya doğru yürüdüler.
Biraz sonra imam da onlarla birlikteydi. Önlerine düşmüş, onlara numaraları gösteriyordu.
Ayaz iyice çoğalmıştı. Soğuk donduruyordu insanı. Sokaklar hep çamurdu. Ama yine de onları izlemeyi sürdürdüm.
Köyümüzün üst başından silah atılmaya başladı. Silah sesleri çoğalıyordu her saniye. Sonra diğer köylerden silah sesleri gelmeye başladı. Takır takır yağıyordu mermiler. Bir bizimkiler sayıyordu havaya, bir karşı köydekiler… Ortalık silah sesiyle inliyordu.
Memurların korktuğunu o zaman gördüm.
“Hadi işi bitirip kaçalım, yoksa Niyazi olacağız,” dedi biri.
“Amma da silah patlatıyorlar yahu, bir terslik olsa, Allah’ın dağında kalacağız,” dedi diğeri.
Niyazi olmayı sonradan öğrendim. Allah’ın dağı da bizim burası oluyordu.
Onları gözümde büyütmüştüm. Korkakları hiç sevmem.
Bizim köydekiler, bilgisizdi. Silahlarıyla oynamayı severlerdi. Aşka gelip havaya sayıyorlardı mermileri. Zaten ne yaptıklarını da bilmiyorlardı.
Ama siz memursunuz. Geldiğinizde size saygı duyuyoruz. Neden korkuyorsunuz?
Ben korkakları hiç sevmem.
Hemen ayrıldım yanlarından. Memurlardan biri fark etti.
“Hey, bizim küçük yoldaşımız gidiyor sonunda,” dedi.
“Gidiyor mu? Neden? Daha işimiz bitmedi ki,” diye karşılık verdi diğer memur.
“Onu çocuğa sor. Sabahtan beri bizi izlemekten sıkılmış olmalı.”
Siz öyle sanın! Ben sizi soğuk, ayaz, açlık demem, sabaha değin izlerim. Ama korkakları asla!
Evimizin yoluna girdiğimde içimde bir sıkıntı vardı.
Yıllardır sürüp gelen heyecan kaybolmuş, kendimi birkaç yaş büyümüş hissediyordum.
Hiç ummadığım dağlara karlar yağmıştı. Eve girerken dışarıda ayaz vardı. Hava soğuktu. Ama üşüdüğümü yeni yeni fark ediyordum.