Samir’i bir bilge yapmıştı. Geçmiş dinleri bilen, Tevrat ve İncil’i okumuş ancak onların bozulduğunu ve Allah’ın kitaplarının tahrif edildiğini söyleyen, kendi halinde bir bilge, hikmet dolu bir insandı.
Artık onu işe yaramaz bir ihtiyar görüp saraydan kovmaları sonrası gelip köyümüze yerleşmişti. Köylüler onu bir büyücü, kâhin veya deli olarak görürlerdi. Köylüler onu hakir görürlerdi. Kibirli zenginler, onunla alay ederlerdi. Tıpkı benimle alay edip, “Deve çobanı!” diyerek küçümsedikleri gibi…
Herkesle konuşmazdı. Çok sert ve asabi bir adamdı. Çabucak alevlenirdi. Sözlerinde sadece bilgisi değil ruhu da göze çarpardı sesinin tonundan ve renginden, temiz ve iyi bir insan olduğunu anlamıştım. Konuşurken sözlerinde derinlik ve güzellik iç içe geçiyordu. Tevrat ve İncil’i ezberlemişti. Merak ettiğim şeyleri ona sorardım. Beni bir talebesi gibi görür, mutlu bir iştahla bana bildiklerini öğretirdi. Ben develeri otlatırken yanıma geldi, elini omzuma koyup, “Delikanlı bugün bir sualin yok herhalde?” dedi. Hafifçe tebessüm ettim.
“Elbette merak ettiğim bir soru var, Allah’ta aşk ateşi var mıdır?”
“Vardır. Allah’ın aşk ateşi, bütün varlığın tecellisini bulduğu ateştir. Sıcak ve kızgın olmayan ateş, çünkü onda ihtiyaç yoktur. Kuşku, tereddüt, titreme, vesvese, kaygı yoktur. Bütün ateşlerden daha ateşlidir. Külünün, incecik azıcık bir parçası bütün Samanyolu’dur. Ateşinin gölgesi gökyüzü, tecellisi kâinattır. Kokusuz ve dumansız ateşler. ‘Maricin min nâr.’ Renksiz ateşler, ateşlerle yanmayan ateşler. İman ateşi. Allah ateşi.”
“Allah’taki aşk ateşine talibim. Beni yakan ateşe hasretim. Öyle ateşlerim olsun ki beni yakarken ben daha çok yanmaya âşık olayım. Aşk ateşine talip olmak için keşif mi yapmalıyım?”