ISBN 978-975-6022-02-3
Yayınevi: Bu Yayınevi
Yazar: Zeynep Oktuğ
Not: Bu kitap bu yayınevinden izin alınarak sitemizde yayınlanmış olup kopyalanıp dağıtılması yasaktır.
— Anne!… Anne!…
Ellerim soğuktan donmuştu. Bahçe kapısının kilidini zar zor açtım. İncecik bir kar tabakasıyla örtülmüş çimenlerin üzerinden koşar adımlarla geçtim ve ellerimin sızlamasına aldırmadan, kapıyı vurmaya başladım. Öyle heyecanlıydım ki zili çalmayı bile akıl edememiştim.
— Anne! Ben geldim… Sana müthiş bir haberim var!
Annem kapıyı açtığında, bir yandan ıslak ellerini mutfak önlüğünün eteğine siliyor, bir yandan da meraklı gözlerle bana bakıyordu. Nefes nefese içeri girip çantamı portmantonun kenarına koydum.
— Deniz, ne oldu?
— Anne… Anne, biliyor musun? Ben… okuldaki resim yarışmasında ikinci oldum!
Annemin merak dolu bakışları bir anda değişti. Işıl ışıl parlayan gözlerle, gülerek bana sarıldı.
— Deniz, bu harika bir haber! Aferin sana! Çok sevindim…
Bugün kızlarım beni çok gururlandırdılar. Ablan da şiir yarışmasında birinci olmuş…
Birden durdum. Şaşırmıştım.
— Yeliz şiir yarışmasına mı katılmış?
— Evet… Bize sürpriz yapmak için söylememiş. Birinci olacağını düşünüyormuş. Sonuçlar bugün açıklanmış.
Gerçekten de birinci olmuş…
Garip bir burukluk kapladı içimi. Sürprizim etkisini kaybetmişti sanki. Resim yarışmasındaki ikinciliğim, birdenbire önemini yitirmişti nedense. Kendi kendime mırıldandım:
— O, her zaman birinci olur…
Annem duygularımı anlamış olacak ki gülümseyerek başımı okşadı.
— Deniz, birinci ya da ikinci olmak önemli değil, biliyorsun. Sevdiğin bir dalda başarılı olduğunu görmek ve bundan keyif almak önemli… Öyle değil mi?
Öyle olması gerektiğini ben de biliyordum. Ama yine de içimi tuhaf bir kıskançlık kaplamıştı.
— Evet, anne… Haklısın.
— Hadi çantanı odana bırak, elini yüzünü yıka. Yemek bir saat sonra hazır olacak.
Annem bunları söylerken, evimizin üst katına çıkan merdivenleri yarılamıştım bile.
— Tamam, anne.
Yeliz’in odasının önüne geldiğimde durdum. Kapıyı vurduktan birkaç saniye sonra içeriden Yeliz’in sesi duyuldu:
— Gel…
Usulca kapıyı araladığımda, Yeliz yatağının üzerine uzanmış, kitap okuyordu. İçeri girip yatağın kenarına oturdum:
— Ne okuyorsun?
Gözlerini kitaptan ayırmadan cevap verdi:
— Sana göre değil bu kitap…
Bu tavrı beni üzüyordu. Sanki hep benim ondan küçük olduğumu yüzüme vurmak ister gibiydi. Hâlbuki bunun kötü bir tarafı yoktu. Evet, ben ondan üç yaş küçüktüm…
Başını kitabından kaldırıp bana baktı.
— Yine ne oldu, Deniz?
— Bir şey yok. Sadece bir bakayım dedim. Bir de…
Şiir yarışması için seni kutlamak istedim. Birinci olmuşsun. Tebrik ederim. Yeliz, kendinden emin bir tavırla konuştu:
— Teşekkür ederim. Birinci olacağımı tahmin etmiştim…
Türkçe öğretmeni çok güzel şiir yazdığımı söylüyor.
— Yaaa!…
— Evet.
— . . .
— Ben de resim yarışmasında ikinci olmuşum. Bana bakıp gülümsedi.
— Aferin sana ufaklık!
Ablamla genelde iyi anlaşırdık. O yıl ben on bir yaşıma basmıştım. Yeliz ise on dört yaşındaydı. Küçükken hep birlikte oynar, her şeyimizi paylaşırdık. Ancak son bir yıldır Yeliz, benimle eskisi kadar ilgilenmiyordu. Benimle zaman geçirmektense, kendi arkadaşlarıyla birlikte olmayı yeğliyordu. Üstelik bazı eşyalarını artık benimle paylaşmak istemiyordu. Giysilerini almama,kitaplarını okumama, CD’lerini dinlememe izin vermiyordu.
Bunun sebebini bir türlü anlayamıyordum. Bu konuyu birkaç kez anneme sormuştum. Annem:
— Deniz, ablan artık büyüdü. Onu ancak birkaç yıl sonra anlayabilirsin, demişti.
Annemin bu sözlerine de bir anlam verememiştim. Neden ablamı şimdi anlayamazdım da birkaç yıl sonra anlayabilirdim? Oysa ben, var gücümle ona benzemeye çalışıyordum. Onun aldığı giysilerin aynısını alıyor, saçlarımı onun gibi taramaya çalışıyordum. Hoşuma gitmese bile onun dinlediği müzikleri dinliyor, onun okuduğu dergileri okuyordum. Ancak, yaptıklarını taklit etmem, Yeliz’i çileden çıkarıyordu. Annemle babam, aramızda bir sorun olduğunda, hep onu haklı buluyor, ablamı rahatsız etmememi tembih ediyorlardı. Üstelik bu arada da Yeliz’in yaptığı her şeyi beğeniyor, takdir
ediyorlardı.
— Yeliz her şeyin en iyisini yapar…
— Evet. Çok iyi İngilizce konuşur…
— Çok güzel şiir yazar…
— Çok akıllıdır…
— Çok beceriklidir…
— E, artık büyüdü ne de olsa…
— Evet, çok güzel bir genç kız oldu…
Bu sözleri duydukça, içimi dalga dalga kaplayan kıskançlık duygusuna engel olamıyordum. Neler oluyordu bana? Bazen, içim bir anda öfkeyle doluyordu. Neden hep o haklı oluyordu? Neden hep o güzel ve becerikliydi?
Neden hep onun dedikleri önemseniyordu?
Üzerimi değiştirip, alt kata indim. Evimiz bahçe içinde, iki katlı ve çok güzeldi. Annem evimizi özenle dekore etmişti. Salondaki yumuşacık halı, kabarık yastıklı koltuklar, büyük, ahşap yemek masası… Babam çok çalışırdı. Eve geç geldiği için, ablam ve ben onu fazla görememekten şikâyet ederdik. Babam ise, “Eğer ben bu kadar çok çalışmasaydım, bu kadar büyük, güzel bir evimiz olamazdı,” derdi. Bazen, ‘keşke daha küçük bir evde otursaydık da babam bu kadar çok çalışmak zorunda olmasaydı,’ diye düşünürdüm.
Annem mutfaktaki işini bitirmiş, salondaki geniş kanepeye uzanmış, kitap okuyordu. Usulca yanına gidip oturdum.
— Anne.
— Efendim?
Söylemek istediğim şeyi nasıl söyleyeceğimi bilemiyordum.
— Evet, Deniz… Seni dinliyorum.
— Galiba sen, Yeliz’i benden daha çok seviyorsun. Annem elindeki kitabı bırakarak, şaşkınlıkla yattığı yerden doğruldu.
— Bunu da nereden çıkardın?
— Onunla, benimle konuştuğundan daha çok konuşuyorsun. Onun kıyafetlerine daha çok karışıyorsun.
Saçını nasıl yapacağını bile gelip sana soruyor. Annem bunu duyunca gülümseyerek bana sarıldı.
— Deniz, sanırım sen olanları yanlış yorumlamışsın. Ablan büyüyor ve büyüdükçe de beni kendine daha yakın görüyor. Öğrenmek istediği pek çok şey var. O yüzden her şeyi gelip bana soruyor, ben de elimden geldiğince ona cevap veriyorum. Ama bu, onu senden daha çok sevdiğim anlamına gelmez. İkiniz de benim için çok değerlisiniz. Derin derin içimi çektim. ‘Yeliz’e yetişebilmek için daha hızlı büyümem gerekiyor,’ diye düşündüm.
* * *
Ablamla aynı okula gidiyorduk. Yeliz derslerinde oldukça başarılıydı. Her sınavda, en yüksek notu o alırdı. Bense zaman zaman, bazı derslerde güçlükler
yaşardım. Bu konuda bana kimi zaman annem, kimi zaman da ablam yardım ederdi. Sınıf öğretmenim Ayşe Hanım, çok anlayışlı ve sevgi dolu bir insandı. Bütün öğrencilerini çok sever, hiçbirinin üzülmesini istemezdi. Başarısız olduğum bir sınav olduğunda o kadar üzülürdüm ki Ayşe Öğretmen beni teselli etmeye çalışırdı:
— Deniz, üzülme artık. Bir dahaki sefere daha çok çalışırsın. Hem aldığın not da kötü sayılmaz. Biraz daha çaba gösterirsen, daha başarılı olacağına eminim.
Zor zamanlarımda, beni seven ve düşünen insanların olması çok güzeldi. En yakın arkadaşım Ayça da böyle zamanlarda beni hiç yalnız bırakmaz, neşelendirmek için uğraşıp dururdu:
— Deniz, hatırlıyor musun, geçen yıl seninle bahçede bir sümüklü böcek bulmuştuk. Elimize almaya çalışınca, küçük sınıflar nasıl da çığlık atarak kaçmışlardı.
Ne komikti değil mi?
Onun anlattıklarını somurtarak dinler, en sonunda Ayça’ya dönüp şöyle derdim:
— Ayça, beni güldürmeye çalıştığın için sağ ol ama şu anda işe yaramıyor.
Ancak birkaç saniye sessizliğin ardından birbirimize bakar, sonra da dayanamayıp gülmeye başlardık. Birbirimizi öyle iyi anlardık ki… Her şeyimizi paylaşır, her zaman birbirimize destek olurduk. Ayça sınıfın en çalışkan öğrencisiydi. Bütün notları çok iyiydi. Aynı zamanda da sınıf başkanıydı. Çok iyi dans eder, şarkı söyler ve şiir okurdu. Yıl sonu gösterilerinde başrolü hep o alırdı. Ayşe Öğretmen, bütün öğrencilerini çok sevse bile Ayça’nın
onun göz bebeği olduğunu açıkça hissederdim. Bir gün matematik sınavından oldukça düşük bir not aldım. Çok üzgündüm. Bahçe duvarına oturmuş,
dalgın dalgın etrafıma bakınırken uzaktan Yeliz’i gördüm. Annemle birlikte aldıkları, son moda, uzun çizmeler ayağında pırıl pırıl parlıyordu. Siyah uzun paltosu ve omuzlarına dökülen düz, kumral saçlarıyla çok güzel görünüyordu. Ellerimi kısacık kesilmiş siyah, kıvırcık saçlarıma götürdüm. Annem, taranması zor oluyor diye, kestirmem için ısrar etmişti. Oysa ablamınkiler rahatça taranıyordu. ‘Ben niye saçlarımı kestirdim ki sanki?’ diye kendi kendime söylenirken, müdür yardımcımız Salih Bey, Yeliz’in yanına yaklaşarak bir şeyler söyledi.
Yeliz hemen cebinden tokasını çıkararak saçlarını topladı. Belli ki Salih Bey, onu okulda açık saçla dolaşmaması için uyarmıştı. Yeliz’in saçlarını toplamasıyla kendimi biraz daha iyi hissetmiştim nedense… Tam duvarın üzerinden inmeye hazırlanıyordum ki Ayça koşarak yanıma geldi. Önce, her zamanki gibi, beni neşelendirmek için geldiğini sandım. Ancak bembeyaz olmuş yüzünü ve korku dolu bakışlarını görünce başka bir şey olduğunu anlamıştım.
— Ne oldu?
— İpek… İpek’i hastaneye götürüyorlar!
— Neden?
— Az önce düştü. Alnını sıranın kenarına çarptı. Şaşkınlıkla duvarın üzerinden indim. Ayça nefes nefese konuşmaya devam etti:
— Dikiş atılacak galiba…
Okulun kapısına doğru baktığımda, Ayşe Öğretmen’in İpek’i kucağına almış olduğunu gördüm. Etrafını bir sürü öğrenci sarmıştı. En yakın arkadaşımız olan İpek’i yalnız bırakmamak için, Ayça ile birlikte okul binasına doğru hızla koşmaya başladık. Ancak yetişemedik. Kapıda toplanmış olan öğrencilerin yanına vardığımızda, Ayşe Öğretmen, İpek’i, müdürün arabasına bindiriyordu. Kapıyı kapatıp arabayı yolcu ettikten sonra, üzüntüyle duvarın üzerine çöktü. Diğer öğretmenler ve öğrenciler etrafını sarmışlardı. Salih Bey eğilip Ayşe Öğretmen’in koluna girdi.
<!–nextpage–>
— Hadi Ayşe Hanım, öğretmenler odasına gidelim, otur biraz… Sana su ve kolonya verelim, kendine gel…
Çok sarsıldın…
Ayşe Öğretmen, Salih Bey’in de yardımı ile ayağa kalktı. Yüzü bembeyaz olmuştu.
Kendi kendine üzgün bir şekilde söyleniyordu.
— Ah, kızım… Ah İpekçiğim… Kaç kez söyledim, sınıfta koşmayın diye…
Salih Bey bir yandan okuldan içeri yürürken, bir yandan Ayşe Öğretmeni teselli etmeye çalışıyordu:
— Merak etme, Ayşe Hanım… En fazla birkaç dikiş atarlar… Çabucak iyileşir… Olur böyle şeyler…
Ayça’yla birbirimize baktık. Öğretmenimize sormak istediğimiz bir sürü şey vardı. Ama onu daha fazla üzmekten çekindiğimiz için hiçbir şey soramadık. Oysa İpek’in başına gelenleri öyle çok merak ediyorduk ki…
Az sonra sınıfta oturmuş, diğer arkadaşlarımızla kendi aramızda konuşuyorduk.
— İpek’e ne olacak acaba?
— Bence dikiş atacaklar…
— Nasıl dikiş atılıyor ki?
— Ben biliyorum. Geçen yıl ağabeyimin başı yarılmıştı, beş dikiş attılar…
Hepimiz dönüp Serkan’a baktık. Serkan, ince çerçeveli gözlüklerini gözünden çıkarıp, sıranın üzerine koyarak, kendinden emin bir tavır takındı. O sırada yan gözle bana baktığını fark edince hemen gözlerimi kaçırdım. Serkan, sınıfta hep heyecanlı hikâyeler anlatır, herkesi başına toplardı. Çok kitap okurdu. Okuduklarını anlatırken, adeta olanları kendisi de yaşardı. Bazen de okuduklarını bir tiyatrocu gibi, kendi kendine oynayarak canlandırırdı. Sınıftakiler onu dinlemeye bayılırlardı.
O yıl, okuduğu hikâyeleri anlatırken, hep bana bakar olmuştu. Bundan nasıl bir anlam çıkaracağım konusunda hiçbir fikrim yoktu. O yıla kadar birbirimizle doğru dürüst konuşmamıştık bile. Belki de artık dost olmak istiyordu… Ne olursa olsun, benimle ilgilenmesi hoşuma gidiyordu.
— Nasıl dikiş atılıyor peki? diye sordum.
— İplikle dikmek gibi bir şey… Birbirinden ayrılan deriyi, özel bir iplikle birbirine tutturuyorlar…
— Eee, acımıyor mu?
— Yok… Ağabeyimin anlattığına göre, orayı iğne yaparak uyuşturuyorlarmış. Hiçbir şey hissetmiyormuşsun…
Herkes merakla Serkan’ı dinliyordu.
— Yaaa…
Tam o sırada Ayşe Öğretmen sınıfa girdi. Yüzü hâlâ beyazdı. Ensesinde topladığı saçlarını suyla ıslatmıştı.
Kalın çerçeveli gözlüklerinin arkasından kıpkırmızı olmuş gözleri görünüyordu. Üzüntüsünü bize belli etmek istemediği için gülümsemeye çalıştı.
— Çocuklar, biliyorum, siz de korktunuz. Ama merak etmeyin, İpek yarın sapasağlam olarak okula gelir…
Ayça dayanamayıp sordu:
— Peki ya dikişler?… Hemen iyileşecek mi?
— Hayır. Onlar bir süre alnında kalacak, sonra oradan alınacaklar. Ondan sonra da izleri yavaş yavaş yok olacak…
Hepimiz birbirimize baktık. Ayşe Öğretmen ise bu konuyu kapatarak, tekrar ders işlemeye koyuldu.
O akşam eve gittiğimde düşünceliydim. Annem mutfakta yemek hazırlıyordu.
— Bu akşam yemekte kızarmış köfte ve patates var.
En sevdiğin yemek…
Yüzüme baktığında benim bir sıkıntım olduğunu anlamıştı. Zaten hiçbir zaman gözünden kaçmazdı.
— Ne oldu, Deniz? Seni üzen bir şey mi oldu?
— Evet. Bizim sınıftaki İpek’le ilgili bir olay… Bugün düşüp kafasını yardı…
— Yaaa… Hay Allah… Çok üzüldüm.
Tam o sırada mutfağa giren babam merakla bize bakıyordu.
— Ne oldu?
Annem, buzdolabından salata tabağını çıkarırken babama durumu açıkladı.
— Deniz’in sınıf arkadaşı, bugün düşüp kafasını yarmış…
Babam da üzülmüştü.
— Yaaa… Umarım durumu çok ciddi değildir.
Annem de, babam da benim üzüntümü paylaşıyorlardı.
— Bilmiyorum. Hastaneye götürdüler.
Babam ekmek bıçağını alarak ekmekleri dilimlemeye başladı.
— Hadi gidip elini yüzünü yıka… Sofrada konuşalım…
Ben mutfaktan çıkarken annem arkamdan seslendi:
— Ablanı da çağırmayı unutma!…
Kızarmış köfte ve patatesleri yerken, İpek’in o sırada ne yapıyor olabileceğini düşündüm. Acaba evde miydi? Yoksa hâlâ hastanede miydi? “Hastane masraflarını nasıl ödediler acaba?” diye düşündüm. İpek’in ailesi oldukça yoksuldu. İpek okulda burslu olarak okuyordu. Yani ailesinden okul ücreti alınmıyordu. Ancak yine de kimi zaman, defterini, kitabını almakta güçlük çekerlerdi. Böyle durumlarda Ayşe Öğretmen hemen harekete geçer ve öğrencilerden az kullanılmış defterler toplardı. Büyük sınıflarda okuyan öğrencilerin önceki yıllarda kullanmış oldukları kitapları da alarak, hepsini İpek’e verirdi. Ama hastane ücretini nasıl ödeyecekleri konusunda hiçbir fikrim yoktu.
— Ya paraları yok diye İpek’in alnını dikmezlerse?…
Öyle mi kalacak o zaman?
Annem, benim bu endişem karşısında gülümsedi.
— Merak etme… Acil serviste ne gerekiyorsa yaparlar…
Daha sonra ücretini ödeyemiyorlarsa bir çaresine bakılır…
Kaşlarımı çatarak düşünmeye başladım. Nasıl bir çare bulunabilirdi ki?
— Parayı ödeyemezlerse dikişleri geri mi alırlar?
Bu düşüncem Yeliz’i kızdırmıştı:
— Öff, Deniz saçma sapan konuşma!
Babam hemen araya girdi:
— Dikişler geri alınmaz… Aile hastaneye borçlanır sadece… Sen bunları düşünme, tamam mı?
Nasıl düşünmezdim ki?… Bazı çocuklar için para, sadece süslü giysiler, oyuncaklar, bilgisayar oyunları ve güzel kalemler almaya yarayan bir şeydi… Oysa ben İpek’ten öğrenmiştim ki, okul kitabı, defter, kalem ya da yiyecek almak için bile parası olmayan çocuklar vardı…
Ertesi gün İpek okula geldiğinde herkes onun etrafını sardı. Hastane masraflarını nasıl ödediklerini sormaya çekinmiştim. Ayça’yla, onun birer yanına geçip,merakla başındaki bandajı incelemeye koyulduk. İpek alnına düşen sarı saçlarını geriye doğru itip, bizim daha iyi görmemizi sağlamaya çalıştı. Sevecen, güler yüzlü, cana yakın bir kızdı. Kimseyi incitmez, her zaman nazik ve saygılı davranırdı. Ardı ardına yöneltilen soruları cevaplamakta
güçlük çekiyor, kimseyi kırmak istemediği için hiçbir soruyu yanıtsız bırakmamaya çabalıyordu.
— Bu bandın altında dikiş mi var?
— Çok acıdı mı?
— Neyle dikiyorlarmış?…
— Çocuklar, arkadaşınızı rahat bırakın!…
Ayşe Öğretmenin sesiyle, hemen yerlerimize geçtik.
— Hepiniz İpek’e geçmiş olsun dediniz mi bakalım?…
Hep bir ağızdan cevap verdik:
— Evet!…
Yalnızca Oya, hiç ilgilenmeden kitabını okumaya devam etti. O, diğer çocukların aksine, İpek’i sevmez, ondan uzak dururdu.
— Oya, sen de İpek’e geçmiş olsun dedin mi? diye sordu Ayşe Öğretmen.
Oya kitabından başını kaldırıp, öğretmene baktı.
— Hayır, öğretmenim.
Ayşe Öğretmen’in kaşları çatıldı.
— Neden?
Oya omzunu silkti.
— O benim arkadaşım değil ki…
Aslında Oya, yalnızca İpek’e değil, sınıftaki herkese soğuk davranırdı. Hiç yakın arkadaşı yoktu. Genelde ya tek başına dolaşır ya da kitap okurdu. Her zaman kibirli ve kendini beğenmiş bir tavrı vardı. Herkesi tersler, her fırsatta iğneleyici sözler söylerdi. Ayşe Öğretmen, zaman zaman onu uzak bir köşeye çeker, onunla konuşurdu.
Ne konuştuğunu hiçbir zaman öğrenemedik. Ama içten içe onu koruduğunu, hatalı davranışlarına rağmen, ona kızmaktan kaçındığını düşünürdüm. Ancak Oya’nın İpek’le ilgili son sözleri onu çok kızdırmıştı.
— O, senin sınıf arkadaşın… Bir daha asla böyle bir söz duymak istemiyorum!… dedi sert bir ses tonuyla.
Eve geldiğimde doğruca mutfağa, annemin yanına gittim. Bir an önce olanları anlatmak ve onun fikrini almak istiyordum. Annem bir yandan salataya koyacağı marulları doğruyor, bir yandan da beni dinliyordu. Genellikle, ben ona bir şey anlatırken elindeki işi bırakır ve doğruca benim gözlerime bakarak beni dinlerdi. Bu çok hoşuma giderdi. Kendimi önemsenmiş hissederdim.
Ama bazen de yetiştirmesi gereken bir işi olurdu.
— Deniz, yemek saatine az kaldı. O yüzden bir yandan yemekleri yapmak zorundayım. Ama seni dinliyorum…
— Anne, sence Oya neden İpek’e böyle davranıyor?
Ailesi yoksul olduğu için mi acaba? Annem bir an için elindekileri bırakıp bana döndü. Yüzünde ciddi bir ifade vardı.
— İnsanların zengin ya da yoksul oluşu, bizim onlara verdiğimiz değeri asla etkilemez… Her insan değerlidir.
Eğer Oya, böyle düşünmüyorsa, çok büyük bir hata yapıyor demektir. O zaman umarım, en kısa zamanda hatasını anlar…
Tam o sırada babam, ellerini ovuşturarak mutfaktan içeri girdi.
— Mutfaktan yine nefis kokular geliyor…
— Merhaba baba…
— Merhaba Denizciğim.
Hemen gidip onu yanaklarından öptüm. Babam her akşam eve geldiğinde, önce gelip bizleri öper, sonra gidip ellerini yıkar, üzerini değiştirirdi.
— Yemek birazdan hazır olacak… Hadi siz gidip ellerinizi yıkayın, ben de sofrayı kurayım, dedi annem, babamı yanaklarından öptükten sonra.
Hemen atıldım:
— Anne, ben de sana yardım edeceğim…
— Tamam. Ama önce gidip ellerini yıka… Bir de…
— Ablama yemeğin hazır olduğunu haber vereyim,
diyerek annemin sözünü tamamladım ve doğruca merdivenlerden yukarı çıktım.
Az sonra dördümüz, bir yandan annemin yaptığı birbirinden lezzetli yemekleri yiyor, bir yandan da sohbet ediyorduk. Yemeğin sonunda Yeliz, beklenmedik bir şekilde, odasındaki müzik setini artık benimle paylaşmak istemediğini açıkladı.
— Ben odamda yalnız kalmak istiyorum. Deniz, müzik setini kullanmak için sürekli odama giriyor ve ben bundan rahatsız oluyorum. Onun odasına da bir müzik seti alınmasını istiyorum…
Annem ve babam birbirlerine baktılar. Kısa bir sessizlikten sonra babam sakin ama kararlı bir ses tonuyla konuşmaya başladı.
— Ben eşyalarınızı birbirinizle paylaşmayı öğrenmeniz gerektiğini düşünüyorum. Senin odanda müzik seti var, onun odasında da bilgisayar… Bunlardan ikişer tane alamayız. O yüzden, istediğiniz zaman birbirinizin odasına girip bunları kullanabilmelisiniz. Eğer biriniz o sırada yalnız kalmak istiyorsa, diğeri buna saygı gösterip, daha sonra gelmeli… Ya da kısa bir süre için odalarınızı değiştirebilirsiniz…
Yeliz’le birbirimize baktık. Aslında ikimiz de babamın haklı olduğunu biliyorduk. Doğrusu benim için odaları birlikte kullanmamızın hiçbir sakıncası yoktu. Ancak Yeliz böyle düşünmüyordu. Bizden hiç ses çıkmayınca annem konuyu değiştirdi.
— Eee, Yeliz… Bugünkü basket maçı nasıl geçti?
— Çok iyi geçti. Yendik.
Yeliz okulun basket takımında oynuyordu. Her şeyde olduğu gibi, baskette de başarılıydı. Babam ona bakıp gülümsedi.
— Aferin size… Bir dahaki maçı ben de izlemeye geleceğim…
Hemen atıldım:
— Baba, haftaya benim de bale gösterisi için provam var, onu da izlemeye gelir misin?
Babam bir an durdu. Belli ki bunu hiç hesaba katmamıştı.
— Şey… Tabi… Tabi, gelirim… İşlerimi ayarlayabilirsem…
O akşam Yeliz’le odalarımızı değiştirdik. Ben onun en yeni CD’lerini dinlerken, o da bilgisayarı açıp internette dolaştı. “İyi ki babam bize bu fikri verdi,” diye geçirdim aklımdan. Geçici bir süre için de olsa, Yeliz’in odasını kullanmak hoşuma gitmişti. Tam bunları düşünürken Yeliz kapıda belirdi.
— Deniz, sakın dolaplarımı karıştırma…
Bu uyarıya içerlemiştim. Başkalarının eşyalarına izinsiz dokunmanın ya da eşyalarını karıştırmanın doğru olmadığını pekala biliyordum.
— Böyle bir şey yapmaya hiç niyetim yoktu zaten, dedim, buruk bir ses tonuyla.
O yıl, bahar bir türlü gelmek bilmedi. Nisan ayına gelmiştik ama havalar hâlâ ısınmamıştı. Ne sokakta doğru dürüst oynamanın tadına varabilmiştik ne de teneffüslerde bahçede dolaşmanın… Beşinci sınıfı bitiriyordum.
Ayşe Öğretmen yıl sonu gösterileri için hazırlıklara başlamıştı bile. Sınıftaki bütün öğrencilerin rol alacağı güzel bir piyes seçmiş, başrolleri de Serkan ve
Ayça’ya vermişti. İpek’le benim ise, küçük birer rolümüz vardı. İpek bunu pek dert etmemişti:
— Benim için önemli olan arkadaşlarımla sahnede olmak… Bunun kısa ya da uzun sürmesi fark etmez…
Keşke ben de bu olaya İpek gibi bakabilseydim. Ama bakamadım… Ayça benim en yakın arkadaşımdı. Bunu ona söyleyemezdim ama başrole seçilemediğim ve küçücük bir role razı olmak zorunda kaldığım için, oldukça üzgündüm. Okul çıkışında Ayça ve İpek’le birlikte eve doğru yola koyulduk. Yeliz ve arkadaşları da az ilerimizde, bir yandan gülüp konuşuyor, bir yandan yürüyorlardı. Evimiz okuldan fazla uzak değildi. Hava
yağışlı olmadığı zaman, eve yürüyerek giderdik.
— Deniz, sen piyesteki rolünü beğenmedin mi?
İpek, bal rengi gözlerini bana çevirmiş, endişeyle bakıyordu. Ne diyeceğimi bilemedim.
— Yoooo… Beğendim. Neden sordun?
— Geçen gün öğretmen rolleri dağıtırken, yüzün asıktı gibi geldi bana…
Ayça’ya baktım. O da bana aynı ifadeyle bakıyordu. Arkadaşlarını benim için endişeleniyorlardı. Bir an, Ayça’nın başrolü oynamasını kıskandığım için suçluluk duydum.
— Yok, o gün biraz başım ağrıyordu da, o yüzden…
Şimdi de yalan söylemiştim işte… Kendimi kötü hissediyordum. Adımlarımı hızlandırdım.
— Arkadaşlar, ben Yeliz’e yetişmeliyim… Yarın görüşürüz. Hızlı hızlı yürüyerek yanına geldiğimde, Yeliz arkadaşlarıyla sohbet ediyordu. Yüzümün hâlini görünce şaşırdı.
— Hayrola Deniz, ne oldu? Kıpkırmızı olmuşsun…
— Şey… Hızlı yürüyünce öyle oldu…
Eve vardığımızda doğruca odama gittim. Annem mutfağa uğrayıp ona selam vermeyişime şaşırmış olacak ki, az sonra odamın kapısını vurarak içeri girdi.
— Deniz, iyi misin?
Çalışma masamın başında doğrularak anneme baktım.
— İyiyim.
Annem yanıma gelip başımı okşadı.
— Deniz, ben iyi olmadığını düşünüyorum. Benimle sıkıntını paylaşmak ister misin?
Gözlerim doldu. Anneme nasıl anlatacaktım ki? Utanıyordum. Ablamı kıskanmam yetmiyormuş gibi, şimdi bir de en yakın arkadaşımı kıskanıyordum.
— Yıl sonu gösterileri için öğretmen bir piyes hazırlamış…
— Evet?…
— Benim rolüm çok az…
Annem, çalışma masamın hemen yanındaki yatağın kenarına oturdu. Beni de hafifçe kolumdan tutup, sandalyeden kaldırarak yanına oturttu. Sevecen bir tavırla kolunu omzuma doladı.
— Biliyor musun, senin yaşındayken ben de okulda her yıl gösterilere katılırdım. Bazen rolüm çok olurdu, bazen de az… Rolüm diğer arkadaşlarımdan daha az olduğunda biraz üzülürdüm ama hep şöyle düşünmeye çalışırdım: “Bu hepimizin gösterisi… Bunun bir parçası olmak yeterince güzel… Sonunda hepimiz aynı alkışı alacağız…” Böyle düşününce kendimi daha rahat hissederdim. Sen de denemelisin.
Başım öne eğik, öylece duruyordum. Annemin haklı olduğunu biliyordum ama duygularıma engel olamıyordum.
— Biliyorum…
— Ayrıca piyesteki her rol, eminim çok önemlidir. Çünkü senin rolünü de birilerinin oynaması gerekiyor. Yoksa oyun eksik kalır, değil mi?…
Yavaşça başımı salladım. Annemi üzmek istemiyordum. Gülümsemeye çalıştım.
— Evet…
Biraz durduktan sonra yavaşça konuştum. — Başrolü Ayça aldı… Hem de Serkan’la birlikte…
Annem, Ayça’nın Serkan’la oynamasından neden rahatsız olduğumu anlamamıştı.
— Serkan’la birlikte oynamasında ne gibi bir sakınca olabilir ki?…
Başımı önüme eğdim. Nasıl anlatacağımı bilemiyordum.
— Şey… Serkan son zamanlarda benimle çok ilgileniyordu… Ve bu da benim çok hoşuma gidiyordu. Ama eminim, Serkan artık Ayça ile daha çok ilgilenecek…
Annem gülerek başımı okşadı.
— Deniz, arkadaşların sadece öğretmeninin verdiği görevleri yerine getiriyorlar… Bu da Serkan’ın Ayça’yla daha çok ilgilenmesini gerektirmiyor… Biliyor musun, bence, sen bu piyesi gereğinden fazla ciddiye alıyorsun.
Bu tür gösteriler, çocukların kendilerini geliştirmeleri için yapılır, kendilerini üzmeleri için değil…
— Biliyorum…
— Ayrıca bildiğim kadarıyla yıl sonunda bale gösterisine de katılıyorsun, değil mi?…
— Evet…
Aslında bale gösterisinde de en arka sırada yer alıyordum.
Ama bir şey söylemedim.
— Bak, gördün mü?…
Annem gülümseyerek ayağa kalktı:
— Senin kesinlikle biraz morale ihtiyacın var… Bak aklıma ne geldi… Hadi, Ayça ile İpek’i bize çağır, birlikte kek yapın… Geçen seferki gibi…
Annemin bu teklifini duyunca birden sıkıntılarımdan sıyrıldım. Birkaç hafta önce kızları bize davet edip, birlikte kek pişirmiş ve çok eğlenmiştik. Annem şimdi bunu yine yapabileceğimizi söyleyince mutlu olmuştum.
Biliyordum, zaten o da beni mutlu etmek için bunu düşünmüştü.
— Tamam… dedim gülümseyerek.
<!–nextpage–>
Yarım saat sonra, İpek ve Ayça ile mutfak tezgâhının başındaydık. Tüm malzemeleri mutfak masasının üzerine dizmiştik. Annem dolabın üzerindeki küçük radyoyu açınca, mutfağı hareketli bir müzik sardı. Sonra mikseri ve büyük karıştırma kabını dolaptan çıkararak bize uzattı:
— Benim salonda biraz işim var. Keki fırına koyduğunuzda bana haber verin…
Uzun zamandır, o kadar eğlenmemiştim. Radyodaki müzik hepimizi neşelendirmişti. Ayça kabın içine iki bardak şekeri boşaltırken, İpek de üç tane yumurtayı şekerin üzerine akıttı. Bense mikseri fişe takmış, karıştırmaya hazır bir şekilde bekliyordum. Önce yumurta ve şekeri çırptık. Bir yandan çalan şarkıyı mırıldanıyor, tempo tutuyorduk. Elimde mikserle olduğum yerde dans etmeye başladım. İpek ve Ayça bana bakıp gülüyorlardı.
O sırada, yanlışlıkla mikseri kabın içinden çıkarıverdim.
Mikserin dönen uçları, yumurta ve şeker karışımını etrafa püskürtmeye başladı. İpek çığlıklar atarak mikserin fişini çekti. Ama çok geçti. Ayça’nın yüzüne ve duvarlara yumurtalar yapışmıştı. Annem endişeyle mutfağa girdi.
— Ne oldu?
Ayça’nın yüzünü ve yumurtaya bulanmış duvarları görünce bir an durdu. Üçümüz de onun içeri girmesiyle susmuştuk. Kızacağını düşünüyordum. Annem ise bir süre etrafa baktıktan sonra gülmeye başladı. O gülünce hepimiz rahatlamıştık.
— Kızlar, ne yaptınız?… Bakıyorum malzemeleri kekin içine koymaktansa, duvar süsü olarak kullanmayı tercih etmişsiniz…
Annem tekrar salona döndüğünde, elimizde süngerlerle etrafı temizlemeye koyulduk. Hâlâ gülüyorduk.
Temizleme işi bitince, kabın içine un, margarin ve süt ekledik. En sonunda, İpek, vanilya ve kabartma tozu paketlerini açarak kabın içine döktü. Sıra keki kalıbın içine koyarak fırına vermeye gelmişti. Tam hazırladığımız karışımı kalıba boşaltacaktık ki, İpek atıldı:
— Kalıbın içini yağlamayı unutmayın… Yoksa kek yapışır…
Keki fırına koyduğumuzda hepimiz heyecanlıydık. Sonucu merak ediyorduk.
— Tadı güzel olacak mı acaba?…
On dakika sonra kekimiz enfes kokular çıkarmaya başlamıştı bile. Annem başını içeri uzattı.
— Mutfaktan çok güzel kokular geliyor…
Kırk dakika çok zor geçmişti. Fırının kapağını açarken annem de yanımızdaydı.
— Çocuklar, eldivenimi giyip, keki fırından ben çıkaracağım.
Çok sıcaktır… Elinizin yanmasını istemem…
Az sonra mutfak masasının başına oturmuş, iştahla kekimizi yiyorduk. Annem tadına bayılmıştı.
— Uzun zamandır yediğim en güzel kek… Elinize sağlık çocuklar…
Kızlar evlerine gittiklerinde, ben hâlâ bu güzel akşam üzerinin mutluluğunu yaşıyordum. Annemin sofrayı kurmasına yardım ederken, bir yandan aklımdan şu düşünce geçiyordu: “Eminim ki, annem, beni de ablam kadar seviyor…”
O akşam Yeliz, birkaç sokak ötedeki bir arkadaşının evine oturmaya gitmek istedi. Evimizin kurallarına göre, hafta arası arkadaşlarımıza gitmezdik ama Yeliz’in dediğine göre, o akşam arkadaşıyla konuşması gereken çok önemli bir konu vardı ve mutlaka gitmesi gerekiyordu. Annem ve babam kararsız kalınca, her zaman yaptıkları gibi, bir süre onları yalnız bırakmamızı istediler. Böyle durumlarda, biz odalarımıza gidince, kendi aralarında konuşup ortak bir karara varırlardı. O güne kadar hiçbir konuda anlaşamadıklarını görmemiştim.
Az sonra Yeliz’in oda kapısının açıldığını duydum. Hemen kapıyı açarak başımı koridora uzattım. Annem ve babam Yeliz’e, sadece hafta sonları arkadaşlarının evine ziyarete gidebilecek olduğunu, hafta arası gidemeyeceğini söylüyorlardı. Kurallar belliydi. O yüzden o akşam gidemeyecekti. Ama isterse telefonla konuşabilirdi.
Yeliz birden sinirlendi.
— Benim hiçbir istediğim olmuyor zaten!…
Odasına girip kapısını kapattı. Annem ve babam kısa bir süre birbirlerine baktıktan sonra beni gördüler.
— Deniz, meraklanma. Sorun yok. Hadi sen ödevlerini bitir ve yat…
O akşam gözüme uyku girmedi. Acaba ablam ne yapıyordu? Çok üzgün müydü? Yoksa ağlıyor muydu?
Aslında bence üzülmesi gereksizdi. Pekala arkadaşına hafta sonu da gidebilirdi. Neden o kadar sinirlendiğini doğrusu pek anlamamıştım. Yavaşça yatağımın içinde doğruldum. Üzerimdeki örtüyü sıyırarak, terliklerimi giydim ve sessizce kapıyı açtım. Koridor karanlıktı. Annemler de yatmış olmalıydı. Parmaklarımın ucuna basarak ilerledim. Yeliz’in kapısının önüne gelince kulağımı kapıya dayayarak içeriden herhangi bir ses gelip gelmediğini kontrol ettim. İçeride çıt yoktu. Ağzımı kapıya dayayıp yavaşça içeri seslendim:
— Yeliz…
Cevap gelmedi. Biraz daha bekledikten sonra dikkatli bir şekilde kapıyı araladım. Gürültü yapmamaya özen göstererek içeri girdim. Yeliz yatağındaydı. Aralık perdeden sızan ay ışığı yüzünü aydınlatıyordu. Uyanıktı.
Gözleri açık olmasına rağmen, hiç kıpırdamıyordu.
— Yeliz…
Yavaşça arkasını dönüp bana baktı.
— Efendim?
Büyük bir dikkatle kapıyı kapatıp yatağın yanına geldim.
— Uyuyamadım. Seni merak ettim. Kötü müsün?
— Evet… Canım sıkılıyor. Usulca yatağın kenarına oturdum.
— Neden?
Yeliz, o akşam bana her zamankinden farklı davranıyordu. Konuşmaya ihtiyacı var gibiydi.
— Bu akşam Aslı’nın evinde toplanacaktık. Birlikte birine mektup yazacaktık…
Şaşırmıştım.
— Hep birlikte mi mektup yazacaktınız?
— Evet.
— Peki, kime?…
— Lise ikinci sınıftaki bir çocuğa…
— Neden?
— Öfff… Deniz, ya… Hiç anlamıyorsun… Yazacaktık işte… Öyle gerekiyordu…
Yine anlamamıştım ama onu daha fazla kızdırmamak için sesimi çıkarmadım.
— Adı ne çocuğun?
— Ozan.
Bunu duyunca şaşırmıştım.
— Oya’nın ağabeyi Ozan mı?…
— Evet.
Ozan, Oya’nın tam tersine, güler yüzlü, cana yakın bir çocuktu. Ara sıra bizim sınıfa gelir, Oya’yla konuşmaya çalışırdı. Ama Oya, ağabeyiyle bile doğru dürüst konuşmazdı. Ozan da bizimle biraz konuşur, sonra da giderdi. Çok severdim Ozan ağabeyi.
— Belki sen gitmeyince yazmamışlardır… Belki seni beklemişlerdir, diyerek Yeliz’i teselli etmeye çalıştım.
Yeliz kenara kayıp yatakta bana yer açtı. Birlikte battaniyenin altına girip konuşmaya başladık. Bana arkadaşlarıyla yaptıklarını, Ozan’la mektuplaşmalarını anlattı.
Uzun zamandır ilk kez kendimi ablama bu kadar yakın hissetmiştim. Tıpkı küçükken olduğu gibi… Konuşurken uyuyakalmıştık. Ertesi sabah annemin sesiyle uyandık.
— Deniz… Yeliz’in yatağında ne işin var senin?…
Annem şaşkınlıkla bize bakıyordu. Gözlerimi ovuşturdum.
— Dün akşam Yeliz’e bakmaya gelmiştim. Yan yana yatıp konuşurken uyuyakalmışız…
Annem önceki gece Yeliz’in moralinin bozuk olduğunu ve benim de onu teselli etmek için geldiğimi hemen anlamıştı. Sanırım, aramızdaki bu yakınlaşma hoşuna gitmişti.
— Tamam, peki… Hadi hemen kalkın. Giyinmeniz gerek, yoksa okula geç kalacaksınız…
Kahvaltıdan sonra annem beni kapıdan çıkarken bir an yalnız yakalayıp kulağıma fısıldadı:
— Yeliz’le yeniden yakınlaşmanıza çok sevindim…
Zor zamanlarında yanında olman çok güzel…
Anneme gülümseyerek baktım. O gün okula giderken mutluydum. Yeliz’in yine eskisi gibi bana değer verdiğini, beni sevdiğini düşünüyordum. Okulun bahçesinde arkadaşlarımızla sohbet edip, zilin çalmasını beklerken Yeliz’e baktım. Ozan’la konuşuyordu. Siyah uzun paltosu, yeni çizmeleri ve uzun kumral saçlarıyla yine çok güzeldi. Ama bu kez ben sadece, onun gibi bir ablam olduğu için şanslı olduğumu düşünüyordum.
***
Piyes için provalar son hızıyla sürüyordu. Ayşe Öğretmen hepimize, bir an önce rollerimizi iyice ezberlememiz gerektiğini söylüyordu.
— Sahnede şaşırırsanız, kendinizi kötü hissedersiniz. O yüzden çok iyi ezberleyin çocuklar, tamam mı?
Bir gün yine prova yapıyorduk. Herkes rolüne iyice konsantre olmuştu ki Oya birdenbire bağırarak öğretmenin yanına koştu.
— Öğretmenim!… Cüzdanım yok… İçinde param vardı… Sıranın altına bırakmıştım ama şimdi yerinde yok… Birisi almış…
Ayşe Öğretmen provayı bırakıp, Oya’nın yanına gitti.
— Oya, dur, sakin ol… Öncelikle cüzdanın burada olmadığından emin olalım… Durup dururken kimseyi cüzdanını almakla suçlama lütfen…
Oya öfkeliydi. Gözlerinden ateş fışkırıyordu sanki.
— Hayır, burada yok… Eminim birisi aldı…
Ayşe Öğretmen sıraların altına bakmaya başlamıştı. Oya ise bu sırada kendi kendine söylenmeyi sürdürüyordu. Bu sırada Serkan bir öneride bulundu:
— Oya, belki dışarıda düşürmüşsündür. Çıkıp bahçeyi ve koridorları arayalım…
Aslında bu oldukça mantıklı bir fikirdi. Ayşe Öğretmen atıldı:
— Evet, Serkan. Siz çıkıp koridorlara bakın…
Ama Oya bir türlü ikna olmuyordu:
— Hayır, hayır… Eminim, biri benim cüzdanımı çaldı…
Oya durup, gözlerini kısarak İpek’e baktı ve onu kastederek, iğneleyici bir ses tonuyla konuştu:
— Paraya ihtiyacı olan biri almıştır…
Ayşe Öğretmen sıraların altına bakmayı bırakıp, Oya’ya döndü. Kaşları çatılmış, gözleri çakmak çakmak olmuştu. Oya’nın sözlerine çok öfkelenmişti. Belki de ilk kez onu bu kadar kızgın görüyordum. Sert bir sesle bağırdı:
— Oya, bu bir şaka değil!… Ciddi bir suçlama!…
Emin olmadan, bir daha asla kimseyi suçlamayacaksın!
Asla böyle bir söz duymayacağım!… Anladın mı?
Oya isteksizce söylendi:
— Peki öğretmenim.
O gün Oya’nın cüzdanı bulunamadı. Teneffüste İpek ve Ayça ile bahçede otururken, Oya yanımıza geldi.
İpek’e bakarak konuştu:
— Öğretmen seni korumasaydı, o zaman görürdün sen… Ne yaptığını çok iyi biliyorum, dedi. Daha fazla dayanamayarak atıldım:
— Yeter artık!… Neden sürekli insanları iğneliyorsun ki?… Ne hakkın var İpek’i suçlamaya? Nereden biliyorsun, onun senin cüzdanını almış olduğunu?
Oya tam cevap vermeye hazırlanırken, Yeliz ve Ozan yanımıza geldiler. Ozan şüpheli bir tavırla Oya’ya baktı.
— Hayrola çocuklar, ne oldu?
Ayça hemen olanları Ozan’a anlattı. Bu sırada Oya ilgisiz bir tavırla etrafına bakınıyordu. Ozan, Oya’nın bu tavrından rahatsız olmuştu.
— İnsan sınıf arkadaşını nasıl böyle bir şeyle suçlayabilir?
Bence bu, çok yanlış bir davranış…
Yeliz de Ozan’la aynı fikirdeydi. İpek, Ozan’ın konuşmasıyla biraz rahatlamış görünüyordu. Üzgün bir sesle konuştu:
— Ben asla başkasının parasını almam. Ailem bunu bana çok önceleri öğretmişti…
Ozan, İpek’e bakarak gülümsedi.
— Biliyorum. Sakın üzülme, kimse kimseyi boş yere suçlayamaz… Oya da bunu öğrenecek…
Ertesi gün Oya’nın cüzdanı bahçenin bir köşesinde bulundu. İçindeki paralar olduğu gibi duruyordu. Öğretmen bıkkın bir tavırla Oya’ya döndü:
— Bak, gördün mü? Bahçede düşürmüşsün cüzdanını…
Beni ve arkadaşlarını boş yere üzdün…
Oya hiçbir şey demeden önüne baktı.
O an, ‘Acaba pişman olmuş mudur?’ diye aklımdan geçirdim. Ama bu sorunun cevabını henüz bilmiyordum…
Mayıs ayı geldiğinde, artık rollerimizi oldukça iyi oynuyorduk. Herkes çok iyi çalışmıştı. Üç hafta sonra tüm velileri okula davet edecek ve oyunumuzu sahneleyecektik. Hepimiz heyecanlıydık. O gün öğretmenimiz bize dekor için neler gerektiğini söylüyordu. Aramızda iş bölümü yaptık. Herkes dekorun tamamlanması için
evinden bazı eşyalar getirecekti. Neşe içinde toplantı salonunun düzenlenmesine yardım ediyorduk. Öğretmenimiz dekorların konacağı yerleri belirliyor, biz de onu ilgiyle izliyorduk. Tam o sırada Ayça koluma vurarak, bana, bir köşede durmuş ve gözlerini yere dikmiş olan Oya’yı işaret etti. Ağlamaklı bir hâli vardı. Birbirimize baktık. Tam o sırada Ayşe Öğretmen seslendi:
— Deniz, Ayça… Bana yardım edin de şu masayı kenara çekelim…
Okul çıkışında, İpek ve Ayça ile buluştuk. Bir gün önce annelerimizden izin almıştık. Bizim eve gidecek, birlikte rollerimize çalışacaktık.
— Peki, ben Serkan olmadan kendi rolüme nasıl çalışacağım?… Bütün sözlerimiz karşılıklı…
İpek hemen atıldı:
— Ben onunkileri de okurum…
Tam o sırada karşıdan gelmekte olan Serkan’a gözüm takıldı. Gözlüklerini çıkarmış, ceketini eline almıştı.
Dalgın dalgın yürüyordu.
— Durun kızlar… Serkan’ı da çağıracağım…
İpek ve Ayça’nın şaşkın bakışları altında Serkan’a doğru yürüdüm ve seslendim:
— Serkan!…
Serkan, benim ona seslendiğimi duyunca durdu.
— Efendim?…
— Biz, İpek ve Ayça ile bizim eve gidiyoruz… Piyese çalışacağız… Sen de gelmek ister misin?
Serkan şaşırmıştı. Kısa bir süre düşündükten sonra cevap verdi:
— Tabi isterim. Ama size gittiğimizde annemi arayıp haber vermem gerek.. Yoksa beni merak eder.
— Tamam.
Böylece dördümüz eve doğru yürümeye koyulduk. Hemen önümüzde yürümekte olan Yeliz ve Ozan bizim evin sokağının girişinde durmuş, bizi bekliyorlardı. İkisi de üzgün görünüyorlardı. Yanlarına vardığımızda, Yeliz’in gözlerinin ıslanmış olduğunu fark ettim.
— Deniz, anneme söyler misin, ben bir saatliğine Ozanlara gidiyorum.
O sırada elime bir kâğıt tutuşturdu.
— Bu Ozanların ev numarası… Annem isterse beni oradan arayabilir, tamam mı?
Şaşırmıştım. Hiçbir şey demeden başımı salladım. Yeliz ve Ozan arkalarını dönerek caddeye doğru yürümeye devam ettiler. Bir süre peşlerinden baktıktan sonra dördümüz bizim evin dış kapısından girerek, bahçenin içinden geçtik. Baharın gelmesiyle birlikte bahçemizdeki çiçekler açmış, ağaçlar canlanmıştı. Yemyeşil çimenlerin arasındaki ince yoldan geçerek sokak kapısının önüne geldik.
— Bahçeniz gerçekten çok güzelmiş, dedi Serkan hayranlıkla etrafına bakarak.
Annem kapıyı açıp bizleri karşısında görünce gülümsedi.
— Hoş geldiniz, çocuklar.
— Hoş bulduk, Neşe teyze.
Serkan biraz çekingen davranıyordu.
— Şey… Deniz beni de davet edince ben de…
Annem hemen elini Serkan’ın omzuna koyarak gülümsedi.
— Gelmene çok sevindim Serkan… Hadi içeri geçin…
İsterseniz önce mutfağa gelin. Size kek ve meyve suyu hazırladım.
Dördümüz de acıkmıştık. Mutfaktaki dört kişilik masamıza oturarak, iştahla annemin yaptığı, fırından yeni çıkmış, çikolatalı keki yemeye koyulduk.
— İpekçiğim, başın nasıl oldu?
— İyi, teşekkür ederim. Dikişlerim alındı. Doktor hiç iz kalmayacağını söyledi.
Annem eğilip onun alnına baktı.
— Evet, gerçekten de çok iyi görünüyor…
Keklerimizi bitirdikten sonra benim odama çıktık. İpek, Ayça ve Serkan yatağın üzerine oturdular, ben çalışma masamın önündeki sandalyeyi çektim.
— Evet, nereden başlıyoruz?
— En baştan tabi ki…
Sahne olarak odamın tam ortasındaki boşluğu seçmiştik. Duvara dayalı yatağımın yanındaki pencerenin önünde duran çalışma masam ile karşıda, oda kapısının yanındaki giysi dolabım arasında geniş bir alan vardı. Ayça ve Serkan ortada yerlerini aldılar. İlk sahnede rol gereği, okul bahçesinde sohbet ediyor, derslerin güçlüğünden ve ödevlerden yakınıyorlardı. İpek’le ikimiz dikkatle onları izliyorduk. İpek oyunun metnini eline almıştı. Eğer takıldıkları bir yer olursa hemen hatırlatacaktı.
Ama ikisi de çok iyi ezberlemişlerdi. Hiç takılmadılar. Onları izlerken, bir an aklımdan, ‘Keşke Ayça’nın yerinde ben olsaydım’ diye geçti. Sonra bu şekilde düşündüğüm için utandım. Yine en yakın arkadaşımı kıskanmıştım sanırım. O an, İpek’in sözleri kulaklarımda yankılandı:
— Ayça için çok seviniyorum. En iyi arkadaşım, başrole seçildi… Onun adına çok mutluyum…
İpek’e baktım. Yüzünde hafif bir gülümsemeyle onları izliyordu. Nasıl her zaman bu kadar olumlu, bu kadar iyimser düşünmeyi başarabiliyordu?… ‘Ne iyi kız şu İpek’ diye geçirdim aklımdan. Ben de bundan böyle onun gibi düşünecektim…
— Deniz!… Hadi senin sıran geldi…
Ayça’nın sesiyle irkildim. Hemen yerimden kalktım. Birden aklıma müthiş bir fikir gelmişti.
— Çocuklar, neden çıkıp bahçede prova yapmıyoruz?…
Kızlar ve Serkan birbirlerine baktılar. Sonra aynı anda bağırdılar:
— Harika olur!…
<!–nextpage–>
Koşarak merdivenlerden aşağı indik. Annem salonda gazete okuyordu.
— Anne, biz bahçeye çıkıyoruz. Provamıza orada devam edeceğiz…
Bahçeye çıktığımızda, ılık bir havayla karşılaştık. Mayıs ayının güzelliği, bahçedeki tüm çiçeklere yansımıştı. Bahçe demirlerine sarılmış hanımelinin taze kokusu açıkça hissediliyordu.
— Ne güzel kokuyor!…
Bir süre derin derin nefes alarak bahçede dolandık. Her nefeste baharı içimize çekiyor gibiydik. Bir süre sonra, neşe içinde bahçede koşmaya başladık. Sokak kapısından bahçe demirlerine kadar, yerler yemyeşil çimenlerle kaplıydı. Bahçeyi tam ortadan ikiye bölen ince taştan yolun kenarında annemin kendi elleriyle diktiği menekşeler vardı. Onlara basmamaya özen göstererek, bahçenin bir yanından öbür yanına koşup duruyorduk.
— Yakaladım seni!…
İpek bir yandan benden kaçıyor, bir yandan da kahkahalarla gülüyordu. O sırada yanımdan geçmekte olan Serkan’a elimi dokunduruverdim.
— Ebe!…
Serkan bir an şaşırdıysa da, hemen toparlanıp koşmaya başladı. Ayça’ya doğru koşuyor, Ayça ise çığlıklar atarak bahçenin köşesindeki büyük meşe ağacına tırmanmaya çalışıyordu. Tırmanmayı başaramayınca, Serkan tarafından yakalanmıştı.
— Off, yaaa…. Tam tırmanıyordum…
Ayça bana doğru koşmaya başladığında gülmekten ve koşmaktan nefes nefese kalmıştım. Yine de bağırarak kaçtım.
— İmdaaatt!…
Tam o sırada yanımdan geçmekte olan Serkan’a hızla çarptım. Serkan dengesini kaybederek yere düştü.
Hem korkmuş, hem de üzülmüştüm. Hemen yanına çömeldim.
— Serkan!… Serkan, iyi misin?…
Serkan ellerini yüzüne kapamıştı. İyice telaşlandım. O sırada yanımıza gelmiş olan Ayça ve İpek de şaşkınlıkla bize bakıyorlardı.
— Serkan… Serkan, cevap ver lütfen!…
Serkan’ın ellerini tutup yüzünden çektiğimde, onun gülmekte olduğunu fark ettim. Sinirlenmiştim.
— Çok kötüsün!… Ödümü patlattın!…
Serkan onun için bu kadar endişelenmiş olmamdan gurur duymuştu sanki. Kızlar ise bize bakıp, anlamlı anlamlı sırıtıyorlardı. İyice sinirim bozulmuştu.
— Ne gülüyorsunuz?… Benim de canım acıdı her halde, değil mi? Kolum mosmor oldu…
Serkan hemen doğrulup, hafifçe kızarmış olan koluma baktı.
— Yok bir şey… Çarpmanın etkisiyle kızarmıştır. Birazdan geçer.
Kendimi kötü hissediyordum. Serkan için bu kadar endişelenmem, onun hoşuna gittiyse de, nedense bu beni utandırmıştı. Kollarımı kavuşturup ağaca yaslandım. Ayça ve İpek bakıştılar. Rahatsızlığımı anlamış olacaklar ki, konuyu değiştirdiler.
— Eeee, provaya ne zaman başlıyoruz…
— Evet, başlayalım artık. Yoksa geç olacak…
Serkan bileğini ovuşturarak bize bakıyordu. Aklı hâlâ oyundaydı.
— Bir tur daha oynayalım, sonra başlarız…
— İyi ama, ben çok yoruldum…
Ayça benim bu sözlerimi ciddiye almayarak, bana doğru geldi ve gülerek koluma dokundu.
— Ebe!…
Yine çığlıklar atarak koşmaya başladık. Bir süre daha bahçenin dört bir yanını koşarak dolaştık. Tam ayakta duramayacak kadar yorulmuştuk ki, annem kapıda belirdi. Elinde ince, eski bir kilim vardı.
— Çocuklar, çimenlerin üzerine bu kilimi serip oturabilirsiniz…
Koşarak kapıya gidip annemden kilimi aldım.
— Teşekkür ederiz anne…
— Teşekkür ederiz Neşe teyze… Tam zamanında geldiniz. Ayakta duramayacak kadar yorulmuştuk…
Annem gülümseyerek kapıyı kapattı.
— Hadi çocuklar, herkes otursun… Kilimi ağacın altına serdik.
— Şurası da sahne olsun…
Ayça kilimin tam önünü işaret ediyordu.
— Tamam…
— Ama önce biraz dinlenelim, ne olur…
— Bence de…
Dördümüz, fazla büyük olmayan kilimin üzerine yan yana yattık. Başımız kilimin üzerindeydi. Ama bacaklarımız dışarıda kalmıştı. Onları da umarsızca yemyeşil çimenlerin üzerine uzattık. Dalların arasından süzülen güneş ışığı gözlerimizi kamaştırmaya yetiyordu. Biz yine de ışığa aldırmadan, bulutlardan arınmış, masmavi gökyüzüne bakıyorduk. O sırada Serkan, okuduğu hikâyelerden birini bize anlatmaya başladı. Bu, çok büyük
ve güzel bir şatoda yaşayan ama bir türlü mutlu olmayan bir kızın öyküsüydü. Üçümüz de sessizce onu dinledik. Hikâye sona erdiğinde bir süre hiçbirimizden ses çıkmadı. Dinlediklerimizi düşünüp, kendi yorumlarımızı katmaya çalışıyorduk. Sonra İpek sessizliği bozdu:
— Deniz, senin adına çok seviniyorum… Böyle güzel bir evin olduğu için…
— Teşekkür ederim…
— Benim evimden öyle farklı ki…
Ne demek istediğini hepimiz anlamıştık. Yavaşça dönüp yanımda yatmakta olan Ayça’ya baktım. Düşünceli görünüyordu. İpek devam etti:
— Benim bir odam bile yok… Salonda uyuyorum…
Kanepeye yatak yapıyor annem… Evimizin tek odası var. Orada da annem, babam ve kardeşim uyuyorlar…
Zaten oda çok küçük. Ben oraya sığamam… Ama bazen güzel bir odamın olmasını çok istiyorum..
Hiçbirimizden ses çıkmıyordu. Artık birbirimize bile bakmıyorduk. Herkes gözlerini gökyüzüne dikmiş, öylece duruyordu. İpek ise hayallere dalmıştı:
— Büyük bir çalışma masam olsaydı… Sadece bana ait olan… Üzerinde kalemlikler, süslü biblolar… Sonra, kocaman bir giysi dolabı… Yumuşacık bir yatak ve üzerinde bebek resimleri olan, pembe, kenarları fırfırlı bir yatak örtüsü…
Ayça dirseklerinin üzerinde doğruldu. Yavaş bir sesle konuşmaya başladı:
— İpek, bence sana ait bir odanın olup olmaması önemli değil… Önemli olan, seni çok seven bir annebabanın olması… Onlar olmasa ne yapardın, düşünsene…
Hiç evi olmayan, sokakta yaşayan çocuklar var…
Üstelik onların anne-babaları da yok…
Evet, Ayça doğru söylüyordu. Onun söyledikleri karşısında öyle duygulanmıştım ki… Aslında ne ablam gibi güzel saçlarımın olamaması, ne de piyeste çok küçük bir rolümün olması… Bunlar önemli değildi… Bana değer veren, beni seven bir ailem vardı… Ben de onları çok seviyordum. İşte, önemli olan buydu…
Bir süre sonra toparlanıp, prova yapmaya başladık. Hepimizin aklında İpek’in söyledikleri vardı. Yine de tüm dikkatimizi oyuna vererek, var gücümüzle çalıştık.
Yemek saati geldiğinde, annem bahçeye açılan kapıyı aralayarak bize seslendi:
— Çocuklar, birazdan yemek hazır olacak… İsterseniz annelerinizi arayıp, yemeğe kalmak için izin alabilirsiniz.
İpek kilimin üzerinden kalktı.
— Yok, Neşe teyze, ben gideyim. Çok teşekkür ederim. Anneme bu akşam yardım edeceğime söz vermiştim.
Geç bile kaldım…
— Ayça, Serkan?… Ya siz…
— Teşekkür ederim Neşe teyzeciğim. Ama annem birazdan beni almaya gelecek. Başka bir zaman kalırım.
— Ben de az önce annemi aradım ve geç olmadan geleceğimi söyledim.
— Peki, çocuklar…
Az sonra Ayça’nın annesi onu almaya geldi. Serkan’la İpek’i de eve bırakacağını söyledi ve hep birlikte gittiler. Bahçe kapısının önünde bekleyerek onlara el salladım. İçeri girmek üzere kapıya yöneldiğimde, gözüme yerdeki çiçekler takıldı. Ne kadar güzeldiler… Rengârenk…
İçlerinden birini koparıp anneme götürmek için inanılmaz bir istek duydum. O sırada annemin söyledikleri kulaklarımda yankılandı: “Deniz sakın çiçekleri koparma…
Onlar ancak toprakta yaşamlarını sürdürebilirler. Koparıp suya koysan bile, birkaç gün içinde ölürler…” Ama anneme bu güzel çiçeklerden hediye
etmek istiyordum. Ne olurdu sanki, birini koparıp anneme götürseydim. Çok kızar mıydı acaba? Oysa ben, onu ne kadar sevdiğimi anlatmanın en iyi yolunun bu olduğunu düşünüyordum. En sonunda dayanamayıp, en parlak renkli olanını kopardım ve doğruca mutfağa gittim.
— Anne… Çiçekleri koparmamı istemediğini biliyorum. Ama sana çiçek hediye etmek istedim. Seni ne kadar çok sevdiğimi anlatabilmek için…
Annem şaşırmıştı. Bir süre gülümseyen gözlerle bana baktı. Sonra yanıma gelip bana sarıldı.
— Ben de seni çok seviyorum. Çiçek için teşekkür ederim. Çok güzel… Ama bir daha ki sefere, bana bir resim yapabilirsin belki… İçinde çiçekler olan… Ne dersin?
Gülümseyerek başımı salladım.
— Tamam…
— Hadi, ellerini yıkayıp gel de beraber sofrayı kuralım. Annem küçük bir vazoya su doldururken, bir süre durup onu izledim. Dikkatimi çeken bir şey olmuştu. Çiçekleri alırken parlayan gözleri, arkasını döndüğünde bir anda donuklaşmış gibiydi sanki. Bana belli etmemeye çalıştığını ama üzgün ve endişeli olduğunu sezinliyordum.
— Anne, iyi misin?
Annem vazoyu masanın üzerine koydu.
— Merak etme canım, iyiyim… Yalnızca… Az önce ablanın verdiği numarayı aradım. Yani Ozanların evini…
Yeliz birazdan Ozan’ın babasının onu arabayla eve bırakacağını söyledi. Ama… Ama sesi çok kötüydü. Neler olduğunu merak ediyorum…
Ben de meraklanmıştım. Annemi daha fazla endişelendirmemek için, okul çıkışında ablam ve Ozan ağabeyin ne kadar üzgün göründüklerini söylemedim.
Doğruca odama giderek, etrafı topladım. Sonra banyoya girdim, elimi, yüzümü yıkadım ve mutfağa indim.
Annem dalgın dalgın ocaktaki tencereyi karıştırıyordu. Dolaba uzanıp tabaklarımızı çıkardım. Tam çekmeceden çatal, bıçakları çıkaracaktım ki zil çaldı. Hemen kapıya koştuk. Gelen ablamdı. İçeri girdiğinde ikimiz de gözlerinin ağlamaktan kızarmış olduğunu fark ettik. Annem telaşla atıldı:
— Yeliz, ne oldu?
Ablam çantasını yere bırakarak, portmantonun kenarına oturdu. İkimiz de merak ve endişeyle ona bakıyorduk. Yeliz üzgün bir sesle konuştu:
— Ozan’la Oya’nın annesi… Yıllardan beri tedavi edilemeyen bir hastalığı varmış. Sürekli hastaneye gidip gelirmiş… Bazen günlerce hastanede kalırmış. Oya, bunu kimsenin bilmesini istemediği için, Ozan bugüne kadar okuldaki hiçbir arkadaşına söyleyememiş. Sadece müdür ve bazı öğretmenler biliyorlarmış. Annemle ikimiz şaşkınlıktan ne diyeceğimizi bilemedik. Ayşe Öğretmenin neden bazen Oya’yı kenara çekip sessizce konuştuğunu, neden onun davranışlarına fazla tepki göstermediğini anlamıştım. Annemin yüzüne baktım. Her zaman parlayan, ışıl ışıl, mavi gözleri donuklaşmıştı sanki. Çok üzülmüştü. Yeliz’e doğru eğilip ona sarıldı.
— Canım, biliyorum, bu çok üzücü… Hadi gel içeri, salonda oturup konuşalım.
Birlikte salona geçtik. Yeliz koltuğa çöktü. Ozan’ın bu üzüntüsünü paylaşmak onu sarsmıştı besbelli. Ozanlara gittiğinde evde sadece Ozan ve Oya’nın olduğunu, Ozan’ın babasının, annesiyle birlikte hastanede olduğunu anlattı. Annem bunu duyunca hemen atıldı:
— Ozan ve Oya istedikleri zaman bizde kalabilirler…
— Sağ ol, anne. Ama babası bu akşam annesini
hastaneden çıkarıp eve getirecekmiş. Onları bekleyeceklerdi. Oya’yı düşündüm. O güne kadar, neden bu kadar öfkeli, hırçın ve somurtkan olduğunu anlayamamıştım.
‘Oysa ki pek çok üzüntüler yaşıyormuş. Neden bizimle paylaşmadı acaba?’ diye düşündüm. Belki de bunu başaramamıştı. Biliyordum ki insan bazen kendisini çok rahatsız eden bir duyguyu, başkalarıyla paylaşmaktan çekiniyordu. Tıpkı benim, bazen Ayça’ya ya da ablama duyduğum kıskançlık gibi… Bu duygular da beni çok rahatsız ediyordu. Ve ben de bunları kimseyle paylaşamamıştım. O akşam yine Yeliz’in odasına gittim. Ozan’ın onun
en yakın arkadaşı olduğunu ve o gün öğrendiklerinden çok etkilendiğini biliyordum. Doğrusu, en yakın arkadaşım olmasa da, ben de Oya için aynı üzüntüyü duyuyordum. Odasından içeri girdiğimde, Yeliz yine dalgın bir şekilde yatağında yatıyordu. Beni görünce doğrulup yatakta yer açtı. Hemen gidip yanına oturdum.
— Çok üzgün olduğunu biliyorum. Onun için sana bakmaya geldim.
— Sağ ol…
Biraz durduktan sonra yavaş bir sesle konuşmaya devam etti:
— Deniz, sana son zamanlarda biraz ters davrandığımı biliyorum. Ama inan, sebebini ben de bilmiyorum…
Sadece, bazen kendimi gerçekten kötü hissediyorum.
— Önemli değil… Annem bunun, büyümekle ilgili bir şey olduğunu söylüyor. Bazen böyle olabilirmiş…
Normalmiş… Bana da olacakmış…
— Biliyorum. Yine de seni üzdüysem, özür dilerim.
— Sorun değil… Şey…
Bir an duraksadım. Yeliz kendisini rahatsız eden bir duygusunu benimle paylaşmıştı. Ben de beni rahatsız eden şeyi onunla paylaşmak istiyordum.
— Evet?…
— Şey… Yeliz… Beni rahatsız eden bir şey var…
— Ne o?
— Bir duygu…
— Nasıl bir duygu?
— Ben… Ben bazen senin her şeyi çok iyi yapmanı, çok güzel ve çok başarılı olmanı kıskanıyorum sanırım…
Yeliz dikkatle bana bakıyordu. Devam ettim:
— Ama çok kısa bir süre için… Sonra hemen geçiyor…
Ama ben… Ben yine de bu duygu yüzünden kendimi suçlu hissediyorum…
Önüme baktım. Bunları itiraf etmiş olmaktan dolayı hem rahatlamış hem de biraz utanmıştım. Yeliz bir süre hiçbir şey demeden bana baktı. Sonra birdenbire bana sarıldı. Ben de kollarımı sıkıca onun boynuna doladım.
Birkaç dakika öylece kaldık. Ayrıldığımızda ikimizin de gözleri dolmuştu.
— Deniz, benim kardeşim olduğun için çok mutluyum…
Senin ara sıra beni kıskanman, beni beğendiğin içindir… Ben senden üç yıl önce dünyaya geldim ve bu yüzden senden daha çabuk büyüyüp gelişiyorum. Bu yüzden bazen kıskanıyorsundur… Bunu kafana takma, tamam mı?
Ablamın sulanmış gözlerine baktım. Onu ne kadar çok sevdiğimi, o an çok daha iyi anlamıştım.
— Tamam, dedim alçak bir sesle.
O gece yine ablamın yatağında uyuyakaldık. Ertesi sabah annem bizi uyandırmaya geldiğinde, bu kez çok şaşırmadı.
— Hadi kızlar, kalkın… Geç kalacaksınız…
On beş dakika sonra kahvaltı sofrasındaydık. Babam kızarmış ekmeğe tereyağı sürüp bana uzattı.
— Teşekkür ederim…
Bir sonraki dilimi de ablam için hazırlamıştı.
— Yeliz, bu sabah biraz daha iyi misin?
— İyiyim baba, sağ ol… Dün Ozan’ın durumu beni çok üzmüştü. Bu sabah daha iyiyim. Güçlü olmalı ve arkadaşıma destek olmalıyım diye düşünüyorum…
— Doğru. Ona moral vermelisin… Belki dün akşam annesi eve geldiğinde, biraz daha düzelmiştir.
— Belki…
Annem bardaklarımıza çaylarımızı doldururken her zamankinden daha durgundu. Belli ki düşünceliydi. Yavaş bir sesle konuştu:
— Dün geceden beri, sağlıklı olduğumuz için ne kadar şanslı olduğumuzu düşünüyorum. Ama ancak hasta olduğumuzda ya da etrafımızda bir hastalık olduğunda bunun farkına varıyoruz…
Babam, annemi onaylarcasına başını salladı.
— Haklısın. Bazen kendimize yeterince iyi bakmıyoruz…
O gün babam bizi arabayla okula bıraktı. Okulun kapısından içeri girerken, Oya ile karşılaştığımda ne yapacağımı, ne diyeceğimi düşünüyordum. Artık konuyu bildiğimin farkındaydı. Peki ben şimdi Oya’ya ne diyecektim?…
Ders başladığında İpek ve Ayça bendeki dalgınlığın farkına varmış olacaklar ki sürekli bana bakıp duruyorlardı. Ayça kulağıma doğru eğilip fısıldadı:
— Deniz, iyi misin?
Sadece başımı sallamakla yetindim. Zil çaldığında İpek ve Ayça hemen yanıma geldiler.
— Bugün sende bir gariplik var, dedi Ayça. İpek onayladı:
— Bence de…
Oya ile konuşmadan onlara herhangi bir şey söylemem imkânsızdı. Ondan izin almadan böyle bir şeyi anlatmam doğru olmazdı.
— Şey… Biraz canım sıkılıyor bugün…
— Neden?
— Bilemiyorum…
Söyleyecek bir şey bulamamıştım. Yalan söylemek de istemiyordum. Canımı başka neyin sıkabileceğini düşündüm.
— Şey… Piyes yüzünden galiba…
Ayça endişeyle bana baktı. Tahmin yürütmeye çalışıyordu.
— Rolünü az buldun, onun için değil mi?
Çaresizce başımı salladım. O anda canımı sıkan konu bu değildi ama haftalardır kafama takılan buydu.
İpek’le daha önce bu konuyu konuşmuştuk. İpek düşüncelerini yineledi.
— Bence, sahnede hep birlikte olmamız yeterli…
Hem hepimizin rolü önemli… Birimiz bile olmasak, oyun bozuluyor, öyle değil mi?
Ayça hemen atıldı:
— Evet… Hani bir gün İpek hastalanıp okula gelmemişti ya, hatırlıyor musun öğretmen o gün prova yapmamıştı, İpek yok diye… Demek ki onun rolü de
çok önemli…
İpek beni ikna etmeye çalışırcasına devam etti:
— Sahnede beş dakika da kalsan, bir saat de kalsan, aynı heyecanı yaşıyorsun zaten. Önemli olan da bu…
<!–nextpage–>
Arkadaşlarımı çok seviyordum. Beni inandırmak, moralimi düzeltmek için çabalıyorlardı. Bu konuda kesinlikle ikna olmuştum. İkisine de gülümseyerek baktım.
— Teşekkür ederim… Çok teşekkür ederim… Gerçekten…
Şimdi daha iyiyim…
Üçümüz birbirimize sarıldık. Tam o sırada, Oya’nın karşıdan geldiğini fark ettim. Başı öne eğik, dalgın dalgın yürüyerek geçip gitti yanımızdan.
— Kızlar, bir dakika… Benim halletmem gereken bir işim var. Hemen geleceğim.
İpek ve Ayça’nın şaşkın bakışları eşliğinde, doğruca Oya’nın peşinden gittim. Oya, bahçenin en uzak köşesindeki ağacın altında durdu. Yavaşça yanına yaklaştım.
Beni görünce hiçbir tepki göstermedi. Boş gözlerle etrafına bakmaya devam etti.
— Oya, seninle biraz konuşmak istiyorum…
Cevap vermedi. Buz gibi soğuk bakışlarında en ufak bir kıpırtı bile olmamıştı. Konuşmaya devam ettim:
— Dün akşam ablamla konuştum. Bana annenden söz etti. Ağabeyin anlatmış. Çok üzüldüm… Eğer sizin için yapabileceğimiz bir şey varsa, yardıma hazırız. Sana bunu söylemek istedim…
Bir süre Oya’dan hiç ses çıkmadı. Sonra bakışlarını hiç bana çevirmeden, alçak bir sesle konuştu:
— Kimsenin yapabileceği bir şey yok…
Annesinin hastalığını kastediyordu. Ozan’ın söylediğine göre henüz bir çaresi bulunamamıştı.
— Belki annenin hastalığı için bir şey yapamayız ama ağabeyin ve senin için yapabileceğimiz bir şeyler olabilir.
— Ne gibi?
— Belki bazen bizim eve gelebilirsiniz… Yani, baban annenle birlikte hastanede olduğu zamanlar… Ya da ara sıra seninle konuşabiliriz… Belki olanları anlatmak sana iyi gelir…
Oya, gözlerini diktiği noktadan hiç ayırmadı. Neler hissettiğini yüz ifadesinden anlayamıyordum. Ama konuşmaya başladığında sesinin titrediğini fark ettim.
— Bu konuyu konuşmak istemiyorum. Hiç kimseyle…
— Tamam. Sen istemediğin sürece konuşmayız. Ama yine de bize gelebilirsin… Başka şeylerden söz ederiz… Hem biliyor musun, eminim bizim kızlar da
seninle birlikte olmak isteyeceklerdir. Aslında bilmiyordum. İpek ve Ayça’nın, Oya ile birlikte olmak isteyeceklerinden emin değildim. Ona karşı
benim kadar hoşgörülü olmayabilirlerdi. Oya birden bana döndü:
— Onlara anlattın mı?
— Hayır. Böyle bir konuyu senden izinsiz anlatmam. Ama bence onlar da sır saklayabilirler. Eğer istersen…
Aklıma gelen şeyi söyleyip söylememekte kararsızdım. Ama sonra dayanamadım:
— Oya, neden bunu herkesten saklıyorsun ki? Bence bu üzüntünü başkalarıyla paylaşırsan, her şey daha kolay olur…
Oya’nın bakışlarında ilk kez bir değişiklik hissettim.
Omuzları çöktü, başını öne eğdi. Buz gibi bakışları yok olmuştu sanki. Gözleri doldu.
— Annem ilk hastalandığında, bunu bize hiç belli etmedi. Hep bizden sakladı. Galiba güçlü görünmek istiyordu. Madem o öyle istiyor, o zaman ben de annemin güçlü görünmesini istiyorum. Bu yüzden kimseye söylemiyorum…
Ne diyeceğimi bilemedim. Söylediklerinde yanlış bir şeyler olduğunu hissediyordum ama anlatmak çok güçtü.
Oya dönüp bana baktı. İlk kez kendini beğenmiş, kibirli tavırlarından eser yoktu. Çok üzgün görünüyordu.
— Hem eğer söylersem, çocuklar bana acıyan gözlerle bakacaklar. Bunu istemiyorum…
O güçlü, kibirli, soğuk görünümünün ardında, aslında ne kadar kırılgan bir yapısı olduğunu görmek beni şaşırtmıştı.
— Oya, arkadaşlık bu değil… Yani arkadaşlar birbirine acımazlar ki… Birbirleri için üzülürler… Tam olarak anlatamıyorum ama bu acımaktan farklı bir şey…
Duygularımı, düşüncelerimi anlatmakta zorlanıyordum. Ama ne olursa olsun, ona yardım etmeliydim. Konuşmaya devam ettim:
— Bence bu şekilde soğuk davranıp, onlardan kaçarak, sana öfke duymalarına sebep oluyorsun…
— Acımalarından iyidir…
— İyi de, mutlaka ikisinden birini yapmaları gerekmiyor, değil mi? Bence yanlış düşünüyorsun. Seninle dost olabilirler. Yani sen bu şekilde davranmadığın sürece…Oya düşünceliydi. Bir süre konuşmadan durduk.
Sanki haklı olduğumun farkında gibiydi.
— Aslında… Ben diğer çocuklardan o kadar uzak
kaldım ki… Şimdi tekrar arkadaşlık kurmak zor geliyor…
— Ben sana yardım ederim. Önce İpek ve Ayça ile dost olarak başlayabilirsin… İkisi de çok iyi kızlardır…
Ama bence içinde bulunduğun durumu onlara kendin anlatmalısın.
Oya şüpheyle bana baktı.
— Öyle mi diyorsun?
— Evet, kesinlikle…
Tam o sırada zil çalınca konuşmamız öylece sona erdi.
O gün okul çıkışında Ayça, İpek ve Oya’yı bizim eve davet ettim. Ayça ve İpek bunu şaşkınlıkla karşıladılar.
Bense hiçbir açıklama yapmadım. Annem eve arkadaşlarımı getirmeden önce ona haber vermemi isterdi.
‘Evde işim olabilir, evimizin durumu uygun olmayabilir’ derdi. Ama böyle özel bir durumda bana anlayış göstereceğini düşünüyordum. Böylece dördümüz eve doğru yola koyulduk. Yeliz ve Ozan her zaman olduğu gibi, biraz ilerimizde yürüyorlardı. Ozan ikide bir, dönüp Oya’ya bakıyordu. Belli ki, arkadaşlarıyla birlikte olmasına şaşırmıştı. Bu işte benim parmağım olduğunu anlamıştı ama yine de bunu bu kadar çabuk başaracağımı düşünmemişti sanırım. Bizim evin sokağına geldiğimizde Ozan bizimle vedalaşarak ayrıldı. Az sonra beşimiz kapının önünde, annemin yaklaşan ayak seslerini
dinleyerek bekliyorduk. Arkadaşlarımı eve habersiz getirdiğim için içimde hafif bir suçluluk duygusu vardı. Annem kapıyı açıp da karşısında beş kişi görünce önce biraz şaşırdı ama Oya’yı fark edince durumu anlamış olacak ki, hemen atıldı:
— Ooo, kızlar, hepiniz hoş geldiniz… Sizi böyle bir arada görmek ne güzel!
İçeri girdik. Çantalarımızı bırakırken Yeliz kulağıma eğilip fısıldadı:
— Siz yukarı çıkın, ben anneme durumu anlatırım…
İpek, Ayça, Oya ve ben, hep birlikte benim odama gittik. İpek ve Ayça yatağın üzerine oturunca, bu kez çalışma masamdaki sandalyeyi Oya’ya vererek, yere oturdum. İpek ve Ayça neler olduğunu bir türlü anlayamamışlardı.
Yola çıktığımızdan beri beni dürtüyor, kaş göz hareketleri yapıp duruyorlardı. Ama ben eve varıncaya kadar onların sorularını cevapsız bırakmayı
yeğlemiştim. Her şeyi Oya’dan duymalarının daha iyi olacağını düşündüm.
Oya nasıl başlayacağını bilemiyordu. ‘Ona yardım etmem gerek,’ diye aklımdan geçirdim ve kızların meraklı bakışlarına aldırmadan, söze girdim:
— Oya’nın ailesiyle ilgili özel bir durum var… Size bunu anlatmak istiyor…
Oya anlatmaya başladığında kızlar önce bir anlam veremeden ona bakıyorlardı. Annesinin hastalığını öğrendiklerinde ise hem şaşırdılar, hem üzüldüler.
— Yani tedavi edilemiyor mu?
— Henüz edilemiyor…
Konuşmanın geri kalanında kızlar sorular sordular. Oya ise soğukkanlılıkla onlara cevap verdi. İpek de benim gibi düşünüyordu.
— Peki neden bunları daha önce bize anlatmadın?…
Oya bana verdiği cevabın aynısını ona da verdi. Ama hemen ardından ekledi:
— Deniz’le bu konuyu konuştuk. Hata yaptığımın farkına vardım. Üstelik sadece bunları anlatmamakla değil, size sebepsiz yere kötü davranmakla da ne kadar büyük bir hata yaptığımı anladım… Ama galiba biraz geç oldu… Çok üzgünüm…
Odada kısa bir sessizlik oldu. İpek ve Ayça bana baktılar. Sanki o anda, aramızda sessiz bir anlaşma oldu. Üçümüzün de aynı şeyleri hissettiğinden emindim.
Hemen atıldım:
— Bence geç değil… Önemli olan bundan sonrası…
Üçümüz de sana yardım etmeye hazırız… Değil mi kızlar?
Ayça ve İpek hemen onayladılar.
— Evet…
Bundan sonra bizimle bütün üzüntülerini, sıkıntılarını paylaşabilirsin…
Ve o anda, hepimizi hayrete düşüren bir şey oldu. Oya hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Yüzündeki ifadeyi bir an bile değiştirmeyen, o sert bakışlı kız gitmiş, yerine duygu dolu biri gelmişti.
— Hepinizden özür dilerim… Bu kadar iyi davranılmayı hak etmedim ben… Sizler… Çok iyisiniz…. Çok teşekkür ederim…
Bir an ne yapacağımızı bilemedik. Öylece bakakaldık. İpek kalkıp Oya’nın yanına gitti ve ona sarıldı.
— Ağlama ne olursun… Ne kadar üzgün olduğunu biliyoruz… Hadi, lütfen ağlama…
Oya doğruldu. Ağlamaktan şişmiş gözlerini İpek’e çevirerek konuştu:
— Senin için, o benim arkadaşım değil, demiştim…
Kaybolan cüzdanım için seni suçlamıştım… Şimdi bunları söylediğim için o kadar utanıyorum ki…
İpek tekrar ona sarıldı. Oya bir süre daha ağladıktan sonra yavaş yavaş sakinleşmeye başlamıştı. Tam o sırada annem kapıyı tıkladı. Oya’nın şişmiş gözlerine bakınca durumu hemen anlamıştı. Ortamı değiştirmenin tam sırasıydı.
— Kızlar, sıcak çörek ve kurabiyeler sizi bekliyor…
Hadi aşağı gelin, dedi gülümseyerek. Birbirimize bakıp güldük. Annemin zamanlaması harikaydı. İpek, Oya’ya elini uzatarak onu sandalyeden
kaldırdı. Ayça da benim ellerimi tutup yerden kalkmama yardım etti. Merdivenlerden inerken anlayışlı bir ailem ve yakın dostlarım olduğu için ne kadar şanslı olduğumu düşündüm.
Pazartesi günü okula giderken her zamankinden daha mutluydum. Şarkı söyleyerek giyinirken odamın kapısı vuruldu. Yeliz başını içeri uzattı.
— Gelebilir miyim?
— Tabi…
Yeliz içeri girip kapıyı kapattı.
— Dün akşam Ozan’la telefonla konuştum. Doktorlar yurt dışından gelen, yeni bir ilacı deniyorlarmış. Annesi şimdi daha iyiymiş. Ayrıca Ozan, Oya’nın son bir iki gün içinde çok değiştiğini ve bunun senin sayende olduğunu söyledi…
Gülümsedim. ‘Eğer gerçekten Oya’ya bu kadar yardım edebildiysem, ne mutlu bana,’ diye düşündüm. Yeliz devam etti:
— Çok iyi bir iş başardın… Seninle gurur duyuyorum. Yeliz yanıma gelip bana sarıldı. Ben de kollarımı sıkıca onun boynuna doladım. O sırada aşağıdan annemin sesi duyuldu:
— Kızlar, beş dakikaya kadar kahvaltıda olmazsanız geç kalacaksınız!…
O hafta, hepimizin dönem projelerini teslim etmesi gerekiyordu. Her dönem öğretmenimiz her birimize farklı araştırma konuları verirdi. Bizler de o konuda araştırma yapar ve geniş kapsamlı bir proje hazırlayıp, günü geldiğinde tüm sınıfa sunardık. Bir sonraki gün benim sunum yapmam gerekiyordu. Her şeyim hazırdı. Birkaç ufak tefek değişiklik yapacaktım sadece. O gün okul çıkışında Oya’yı bir ağacın altında kendi kendine söylenirken bulduk.
— Oya hayrola?…
— Ne oldu, söylesene?…
Oya öfkeli bir yüz ifadesiyle bakıyordu.
— Kendi kendime kızıyordum…
— Neden?
— Beş gün sonra projemi teslim etmem gerekiyor.
Ama ben daha hiçbir şey yapamadım. Birbirimize baktık. Beş günlük bir sürede böyle bir projeyi yetiştirmesi çok zordu. Belki de imkânsızdı. İpek
pek de emin olmayan bir sesle konuştu:
— Dur, hemen umutsuzluğa kapılma… Bir şekilde yetiştiririz.
Ayça ve ben de başımızı salladık. Aslında ben umutsuzluğa kapılmıştım bile… Beş günde böyle bir projeyi yetiştirmek imkânsız gibi görünüyordu. Hepimiz projelerimiz için haftalarca araştırma yapmıştık. İpek, Oya’nın omzuna dokundu.
— Hadi toparlan biraz… Hemen işe koyulalım.
Dördümüz aramızda iş bölümü yapacağız. Beş günde bitireceğiz.
İpek gitgide, kendinden daha emin bir tavırla konuşmaya başlamıştı. Ayça ile bakıştık. Ayça da benimle aynı şeyleri düşünüyor olacaktı ki bana başıyla ‘Ne yapacağız?’
der gibi bir işaret yaptı. Ben hemen atıldım:
— Hadi bize gidelim ve plan yapalım…
Yine anneme önceden haber verememiştim. Ama bu da özel bir durumdu. Ne yapacağımızı aramızda tartışarak eve vardık. O gün ablam okul çıkışında arkadaşlarıyla kitapçıya gideceği için aramızda yoktu.
Annem kapıyı açıp, dördümüzü karşısında görünce bu kez şaşırmadı:
— Merhaba çocuklar…
— Anne, Oya dönem projesini tek başına yetiştiremeyecek. Ona yardım etmemiz gerek… Bizde çalışabiliriz, değil mi?
Annem o sıcacık gülümsemesiyle başını salladı.
— Elbette çalışabilirsiniz…
Önce İpek ve Ayça’nın annelerini arayarak, bizde olduklarını, onları akşam evlerine bırakacağımızı söyledik. Oya, Ozan’a haber vermişti zaten. Evleri bizimkinden fazla uzak olmadığı için, akşam Ozan gelip onu bizden alacaktı. Odama girdiğimizde, hemen kitaplarımızı açıp, araştırmanın konu başlıklarını çıkardık. Benim bilgisayarımdan internete bağlanarak, konu başlıklarıyla ilgili bilgi topladık. Oya’yla ben bilgisayarın başında
araştırma yaparken, İpek ve Ayça da bulduğumuz bilgileri not ediyorlardı. Farkına varmadan saatler geçti. Annem kapıyı tıklayıp yemeğin hazır olduğunu söylediğinde hepimizin yorgunluktan gözleri kızarmıştı. Annem bize bakıp gülümsedi.
— Mola verme zamanı gelmiş gibi gözüküyor… Yeliz ve babam da eve gelmişlerdi. Masada yedi kişi olmuştuk. Neyse ki, yemek masamız yeterince büyüktü.
Kalabalık sofralara bayılırdım. Neşe içinde yemeğimizi yedik. İlk kez Oya’nın yüzü gülüyordu. Babam bize bakarak,
— Üzerinde çalıştığınız proje ne ile ilgili?
— Suyun, dünya üzerindeki döngüsü… Yani buharlaşması, havaya karışıp sonra yeniden yağmur olarak yere inmesi…
Ağzımdaki lokmayı aceleyle yutarak ekledim:
— Ayrıca, dünyada suyun biriktiği yerler… Ve buralarda yarattığı değişiklikler…
— Hmmm… İlginç bir konu…
— Biraz daha pilav isteyen var mı? diye sordu annem. İpek biraz çekinerek tabağını uzattı.
— Şey… Ben biraz daha alabilir miyim?… Çok güzel olmuş da…
— Tabi ki… Afiyet olsun…
— Ellerinize sağlık…
Yemeğimiz biter bitmez hemen projenin başına geri döndük. Bir saat kadar daha çalıştık. Çok yorulmuştuk. Ozan, Oya’yı almaya geldiğinde, biz de babamla, Ayça ve İpek’i evine bırakmak üzere yola çıktık. Yorucu ama verimli bir akşam geçirmiştik. Projenin yetişmesi konusunda, eskisinden daha umutluydum…
— Hangi taşı alayım?…
Ayça kayanın üzerinde durmuş bize bakıyordu. Ertesi gün Oya, yapacak olduğu sunumda, suyun kayalar üzerindeki etkisinden de söz edecekti. Deniz kenarına gidip birkaç tane değişik taş toplamaya karar vermiştik. Projenin etkili olması için her yolu deneyecektik. Oya, deniz kenarındaki büyük kayaların üzerine doğru dikkatle bakıyordu.
— Bak… Şu köşedeki büyük taş nasıl?…
— Çok güzel…
Ayça tam taşı almak için uzanmıştı ki birden ayağı kaydı. İpek, Oya ve ben ona ellerimizi uzattık ama tutamadık. Ayça kayanın üzerine boylu boyunca uzandı.
Acıyla bağırdı:
— Bacağım!… Bacağım çok acıyor!…
Hepimiz korkmuştuk. İpek dikkatli adımlarla Ayça’nın yanına gidip yanına çömeldi. Oya’ya döndüm:
— Siz Ayça’nın yanında kalın. Ben yola çıkıp yardım getireceğim.
Hemen kayaların yanından ayrılarak yola çıktım ve geçen ilk arabayı durdurdum. Korku ve heyecandan nefes nefese kalmıştım.
— Lütfen!… Lütfen yardım edin!…
Arabanın şoförü elli yaşlarında, gözlüklü, güler yüzlü bir adamdı.
— Hayrola kızım… Dur, sakin ol!
Bir çırpıda olanları anlattım. Adam bunu duyar duymaz hemen arabadan indi. Doğruca Ayça’nın yanına giderek onu kucakladığı gibi arabasına bindirdi.
— Çocuklar, ben arkadaşınızı iki sokak ötedeki hastaneye götürüyorum… Yerini biliyorsunuz, değil mi?
Oya ve ben başımızı salladık.
— Peki sizler yakında mı oturuyorsunuz?…
Yine başımızı salladık. Ben az ilerideki sokağı işaret ettim.
— Şurada oturuyoruz…
— Tamam. Siz hemen gidip arkadaşınızın anne babasına haber verin. Ben onlar gelinceye kadar orada beklerim…
Bu sırada İpek, Ayça’nın yanına binmişti bile.
— Ben de onunla gideyim…
Araba hızla uzaklaşırken, Oya ve ben hâlâ şaşkın şaşkın arkalarından bakıyorduk.
— Oya, yürü hadi… Gidip Ayça’nın annesiyle babasına haber verelim….
Bizim evin kapısını çaldığımızda içeriden annemin sesinin geldiğini fark ettik. Mutfakta bir yandan yemek hazırlıyor, bir yandan da kendi kendine şarkı söylüyordu. Az sonra gülümseyerek kapıyı açtı. Sanki benim geldiğimi anlamış gibiydi. Ama yüzümüzdeki korku dolu ifadeyi görünce donup kaldı.
— Deniz, kötü bir şey mi oldu?…
<!–nextpage–>
Başımı salladım. Aceleyle içeri girip anneme olanları anlattık. Annem hemen telefon defterine sarıldı.
Ayça benim en yakın arkadaşım olduğu için, annelerimiz de sık sık konuşurlardı. Telefonu çevirirken ona baktığımda, ne kadar üzgün ve telaşlı olduğunu sezdim.
— Alo!.. Ayla Hanım… Ben Deniz’in annesiyim…
Bizim kızlar, proje için taş toplamaya gitmişlerdi ya… O sırada Ayça düşmüş… Bacağı biraz zedelenmiş sanırım… Bizim sokağın az ilerisindeki hastaneye götürmüşler…
İsterseniz siz hemen çıkın… Ben de çıkıyorum…
Bizim eve çok yakın… Ben daha kısa sürede ulaşabilirim…
Annem telefonu kapattığında yalvaran gözlerle ona bakıyordum.
— Anne, ne olur biz de gelelim…
— Arkadaşınız için çok endişelendiğinizi biliyorum…
Ama böyle bir durumda, sizin hastaneye gelmeniz doğru olmaz. Ben hemen gidip geleceğim ve size en kısa zamanda haber getireceğim…
Annem odasında ders çalışmakta olan ablama seslendi. Yeliz aşağı geldiğinde yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğunu anlamıştı. Endişeli bir sesle sordu:
— Ne oldu anne?…
Annem ona durumu anlattı. Kendisi gelinceye kadar birlikte oturmamızı söyledi ve aceleyle çıktı. Zaman geçmek bilmiyordu. Yeliz, Oya ve ben televizyonun karşısında oturuyorduk. Ben ne izlediğimin farkında bile değildim. Sadece ekrana boş boş bakıyordum. Aklım Ayça’daydı. Oya’nın sesiyle irkildim:
— Acaba bacağı kırılmış mıdır?
— Bilmiyorum…
Oya’nın gözlerinden yaşlar süzüldüğünü fark ettim. Sessizce ağlıyordu.
— Oya, ağlama lütfen…
Yeliz bunu duyunca yerinden kalkıp Oya’nın yanına geldi.
— Oya, merak etme… Arkadaşınız iyileşecek… Oya sessizliğini bozup hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı.
— Benim yüzümden oldu… Ben projemi zamanında yapsaydım, sizin yardım etmenize gerek kalmayacaktı…
Kendim yapacaktım ve Ayça’nın başına da bunlar gelmeyecekti…
Bir an düşündüm. Oya’nın dedikleri bir bakıma doğruydu. Ayça, Oya’nın projesi daha güzel olsun diye, taş toplamayı ve sunum sırasında göstermeyi teklif etmişti.
Böylece kıyıya gitmiştik. Ama Ayça, başına gelenler için Oya’yı suçlamazdı. Bundan emindim.
— Oya, merak etme… Ayça seni suçlamaz… Oya kıpkırmızı olmuş gözlerini bana çevirdi.
— Biliyorum. Ama ben kendimi suçluyorum… Keşke projeye zamanında başlasaydım… Şimdiye çoktan bitirmiş olurdum… O zaman bütün bunlar olmazdı…
Yeliz ile birbirimize baktık. Oya’yı nasıl teselli edeceğimizi bilemiyorduk. Tam o sırada kapı çalındı. Telaşla kapıya koştuk. Gelen annemdi. Bize vereceği haberleri merak ediyorduk.
— Çocuklar haberler çok iyi değil… Ayça’nın bacağı kırılmış. Bacağını alçıya aldılar. Altı hafta alçıda kalacakmış…
Birbirimize baktık. Oya, omuzları çökmüş bir şekilde portmantonun kenarına oturdu. Annem onun ne kadar üzgün olduğunu görünce, onu teselli etmeye çalıştı.
— Ama her olayın iyi tarafından bakmak gerek…
Daha kötüsü de olabilirdi… Başını kayalara çarpabilirdi…
Üstelik bacağındaki kırık çok kötü değilmiş… Doktor zor bir kırık olmadığını söyledi… Birkaç ay içinde tamamen iyileşecekmiş…
Oya gözlerini sildi. Annem ona sarıldı.
— Oyacığım meraklanma… İyileşecek.,. Hiçbir şeyi kalmayacak…
Hep birlikte mutfağa gittik. Annem bize sandviç yaptı. Ama hiçbirimizin iştahı yoktu. Halbuki annemin yaptığı sandviçlere bayılırdım. Her zaman iştahla ısırdığım sandviçimden, isteksizce küçük bir parça koparıp bıraktım.
Ozan’ı arayıp durumu anlattık. Yarım saat sonra Oya’yı almaya geldi. O da olanlara çok üzülmüştü. Yeliz’le birkaç dakika kapının önünde konuştuktan
sonra Oya ile birlikte evlerine gittiler.
Akşam Ayça’ nın evini arayıp durumunun nasıl olduğunu sorduk. Annem telefonu bana verdi.
— Deniz, Ayça seninle konuşmak istiyor…
Heyecanla telefonu elime aldım. Ayça’nın sesi çok zayıf geliyordu.
— Deniz?…
— Ayça?… İyi misin?… Seni çok merak ettik. Biliyor musun, Oya o kadar üzgündü ki kendisini hiç affetmeyeceğini söylüyordu.
— Neden?
— Tüm bunların onun yüzünden olduğunu düşünüyor.
— Ben öyle düşünmüyorum. Sadece bir kazaydı… Kimsenin suçu değil…
— Biliyorum. Ama gel de bunu Oya’ya anlat…
— Ben yarın Oya’yla konuşurum…
Kısa bir an sessizlik oldu.
— Deniz..
— Efendim?
— Ben yıl sonuna kadar okula gelemeyeceğim…
Yani, piyeste rol alamayacağım… Annem yarın öğretmeni arayacak… Benim rolümü kime verecek bilmiyorum…
Ama çok zor olacak… Oyuna sadece bir hafta var…
Birden durdum. Bu Ayça için ne kadar üzücüydü. Bir yıl boyunca çalıştığı piyeste oynayamayacaktı. Hem de başrolü… Ne diyeceğimi bilemedim. Biraz daha konuştuktan sonra telefonu kapattık. O gece gözüme uyku girmedi. Ayça’yı düşündüm. Onu, piyesteki rolü yüzünden kıskanmış olduğumu, bunun doğru olmadığını, şimdi arkadaşım için ne kadar üzüldüğümü düşündüm durdum.
* * *
— Çocuklar, Ayça arkadaşınız maalesef düşüp bacağını kırmış. Bu yüzden yıl sonuna kadar okula gelemeyecek. Biliyorsunuz; Ayça piyesimizde başrolü
oynuyordu. Şimdi onun yerine başka birini seçmem gerekiyor. Bu kişi, Ayça’nın rolünü birkaç gün içinde ezberleyip onun yerine piyese çıkacak. Piyeste az rolü olanların arasından seçeceğim, çünkü onun rolünü de yan sınıftan biri üstlenecek…
Ayşe Öğretmen, bu açıklamaları yaptıktan sonra gözlüğünü hafifçe aşağı indirerek bize bakmaya başladı.
Tüm sınıfa şöyle bir göz gezdirdikten sonra, bakışlarını bende durdurdu.
— Deniz…
O an kalbim yerinden çıkacakmış gibi atmaya başladı.
— Ayça’nın rolünü sen alacaksın. Hemen ezberlemeye başla… Bugün provada sana neler yapman gerektiğini anlatacağım…
Teneffüs zili çaldığında hâlâ olanlara inanamıyordum. Başrolü oynayacağım için sevinememiştim. Hatta içimi tuhaf bir suçluluk duygusu kaplamıştı. Ayça,
Oya’ya yardım ederken bacağını kırmıştı ve şimdi ben onun rolünü üstleniyordum. Bir an sanki bütün olanların sebebi benmişim gibi geldi… Biliyordum, bu saçma bir düşünceydi. Ama aklımdan atamıyordum işte…
Keşke Ayça’nın başrolü oynamasını kıskanmasaydım…
Koşa koşa eve geldim. Kafam karmakarışıktı. Kendimi kötü hissediyordum. Annem kapıyı açtığında ona sarılarak ağlamaya başladım.
— Deniz… Ne oldu?
Annem çok meraklanmıştı. Birlikte salona geçtik.
Kanepeye oturduk. Annem bana sıkıca sarılıp, başımı göğsüne yasladı.
— Hadi anlat, seni üzen ne?…
Anlatmaya başladım. Hızla konuşuyor, içimdekileri döküyordum. Ayça’yı başrolü oynadığı için kıskandığımı, şimdi başrolün bana verildiğini, bu yüzden de kendimi suçlu hissettiğimi anlattım. Annem alnıma bir öpücük kondurdu.
— Bak, Denizciğim… Kıskançlık dediğin şey bir duygudur. Ve duygular insana öylece geliverirler. Kimseyi duyguları için suçlayamazsın. Sadece, bazı rahatsız edici duygular vardır ki onları içinden ne kadar çabuk atarsan, o kadar rahat edersin… Örneğin öfke, kıskançlık, umutsuzluk gibi… Ama her şeyden önemlisi, bu duyguları hissettiğinde ne yaptığındır… Yani davranışların önemlidir. Duygular geçicidir. Kıskanırsın belki ama biraz sonra bu duygun geçer. Eğer kıskançlığın yüzünden yanlış bir davranışta bulunmadıysan, örneğin, arkadaşına kötü bir söz söyleyip kalbini kırmadıysan, duygun
geçip gittiğinde, yine kendini iyi hissedebilirsin…
Annemin ne demek istediğini anlamıştım. Duygularım yüzünden kendimi suçlamam gereksizdi. Ancak duygularıma kapılıp yanlış bir davranışta bulunursam, o zaman hata yapmış olurdum. Ben yanlış bir şey yapmamıştım.
Annemin sözleri içimi rahatlatmıştı.
— Anne… Biliyor musun?… Ben bazen ablamı da kıskanıyorum… Yarışmalarda birinci olduğunda, saçlarını tarayıp güzelleştiğinde, bütün notları çok iyi olduğunda…
Annem sevecen bir tavırla gülümseyerek bana sarıldı.
— Deniz, kıskançlık konusunda bilmen gereken çok önemli bir şey daha var…
— Nedir? diye sordum merakla.
— İki tür kıskançlık vardır… Birisi imrenmektir.
Yani, keşke ben de öyle olsam ya da keşke ben de bunu yapabilsem, demektir… Bu kötü bir şey değildir. Öbürü ise olumsuzdur. Yani, niye ben de öyle değilim diye öfkelenmek ya da ben yapamıyorsam o da yapmasın, diye düşünmektir. Bu ikincisi son derece rahatsız edici ve zararlıdır. Kimseye faydası yoktur. Ama eğer sadece imreniyor ve keşke benim de olsa, keşke ben de öyle olsam diyorsan, bu çok insanca bir duygudur. Seni, kendini geliştirmeye teşvik eder. Tabi sadece imrenmekle kendini geliştiremezsin… Ben kendim için neler yapabilirim diye düşünmen gerekir…
Hayranlıkla annemi dinliyordum. Ne kadar güzel anlatıyordu. Gülümseyerek devam etti:
— Üstelik eğer bir arkadaşına ya da kardeşine imreniyorsan, bu onun adına mutlu olmanı engellemez.
Yani aynı zamanda, böyle güzelliklere sahip olduğu için, o kişinin adına sevinebilirsin de…
Annem haklıydı. Ben zamanında, Ayça için bir yandan da sevinmiştim. En iyi arkadaşım başrolü oynayacaktı ne de olsa… Onun ne kadar sevindiğini görmek, beni de mutlu etmişti. Demek ki, ben birinci türden bir kıskançlık yaşamıştım. Yani imrenmiştim. Ve bu kötü bir şey değildi…
— Teşekkür ederim anne…
— Şimdi kendini daha iyi hissediyor musun?
— Evet.
Annemle bir süre daha birbirimize sarılıp oturduk. Sonra ben dersimin başına gittim, o da yemek hazırlamaya koyuldu.
Ertesi gün okula gittiğimde, Oya’nın, bahçenin bir köşesinde kendi kendine dolaştığını gördüm. Hemen yanına gittim.
— Oya, iyi misin?
Oya başını sallayarak yavaş bir sesle konuştu.
— Projeden en yüksek notu ben almışım…
Arkadaşım için çok sevinmiştim. Ama onun buna neden üzüldüğünü anlayamamıştım.
— Ne güzel… Sevinmedin mi?
— Sevinemedim. Ben yüksek not alacağım diye, Ayça’nın bacağı kırıldı. Üstelik ben sizin sayenizde bu notu aldım. Yani bu notu aslında benden çok, sizler hak ettiniz. Öğretmene bunu söylemeyi düşünüyorum…
O gün Oya, Ayşe Öğretmen’e her şeyi anlattı. Projeyi aslında dört kişi birlikte hazırladığımızı, Ayça’nın bacağının nasıl kırılmış olduğunu… Ayşe Öğretmen ile uzun bir süre bahçenin köşesinde oturup konuştular.
Oya yanımıza geldiğinde, İpek ve ben meraktan çatlamak üzereydik. İpek heyecanla atıldı:
— Söylesene, ne dedi öğretmen?
— Kızmadı. Projeye yardım etmiş olmanızın kötü bir şey olmadığını söyledi. Sadece son günlere bırakmamdan pek hoşlanmadı, o kadar. Ben de, bir daha zamanında başlayacağıma söz verdim. Ayça’nın başına gelenler için de, şöyle dedi: “Kazalar insanın başına her yerde, her zaman gelebilir. Önceden yapılabilecek bir şey yoktur. Kendini suçlu hissetme…”
O gün provalarda oldukça heyecanlıydım. Daha tüm replikleri ezberleyememiştim. Serkan ise hem kendininkileri, hem de Ayça’nınkileri ezberlemişti. Takıldığım bir yer olduğunda hemen yavaşça bana fısıldıyordu. Provaya beş dakika ara verince, hepimiz sahnenin kenarına oturup dinlendik. Serkan bana bir sonraki sahnenin çok zor olduğunu, nelere dikkat etmem gerektiğini anlatıyordu. Heyecanlıydı. Sürekli bir şeyler söylüyor ya da sorular soruyordu.
— Deniz, bir önceki sahnede sence yan yana mı durmalıyız, yoksa yüz yüze mi?
— Öğretmen yan yana durmamızı söylemişti…
— Yaaa… Ben duymamışım… Peki öyleyse…
Son provalar çok eğlenceli geçti. Hepimiz oyunumuza dört elle sarılmıştık. Yapabileceğimizin en iyisini yapmaya çalışıyorduk. Sonunda gösteri günü gelip çattı.
O sabah heyecandan kahvaltı bile edememiştim.
— Deniz, kahvaltı etmeden gidemezsin. Miden bulanır açlıktan sonra…
— Anne, yememe imkân yok… Karnım ağrıyor…
O sırada mutfağa giren Yeliz gülerek bana baktı.
— Heyecandan karnın ağrıyordur… Tıpkı önemli sınavlardan önce bana da olduğu gibi…
Babam bizi arabayla okula bıraktı. Okulun önünde ayrılırken babama, piyesin saatini hatırlatmayı ihmal etmedim.
— Baba, piyes saat tam ikide başlayacak. Sakın geç kalma, olur mu?…
— Merak etme… Orada olacağım.
Annem ve babam buluşup birlikte geleceklerdi. Ama babamın son dakikada bir işinin çıkmasından korkuyordum.
Neyse ki çıkmadı. Saat tam ikiye çeyrek kala annem ve babam salonda yerlerini almışlardı. Sahnenin kenarından gizlice bakıp onları gördüğümde, kalbim yerinden çıkacakmış gibi atmaya başladı. Kendimi hemen sahneyi çevreleyen paravanların arkasına attım.
Aslında, bütün arkadaşlarım aynı heyecanı yaşıyorlardı. Herkes, paravanların ardına gizlenmiş, salona girenlere bakmaya çalışıyordu. Hepimiz, bizi izlemeye gelenleri merak ediyorduk. Birden Oya bağırdı:
— Annem… Annem gelmiş!… Gelemeyeceğini sanıyordum…
Annem beni izlemeye gelmiş…
İpek’le birbirimize baktık. Arkadaşımız için çok sevinmiştik. Hemen yanına gittik. Oya’nın mutluluktan gözleri dolmuştu. Tam o sırada salona giren bir kişi, aynı anda hepimizin dikkatini çekmişti.
— Ayça!… Ayça geldi!…
Ayça, ayağında alçısıyla ve iki koltuk değneğiyle yavaş yavaş salonda yürüyordu. Tam yerine oturacakken paravanın kenarından bizi gördü. Öğretmen piyesten önce salona gitmemizi yasaklamıştı. Dolayısıyla Ayça’nın yanına gidemiyorduk. Belli etmeden bize el salladı, sonra dönüp annesine bir şeyler söyledi. Onu görünce hepimiz çok mutlu olmuştuk. Az sonra, annesinin yardımıyla, ağır ağır yürüyerek yanımıza geldi.
Sevinçten çılgına dönmüştük.
— Ayça!… İyi ki geldin!…
İpek, Oya ve ben ona sarıldık. Ayça iyi görünüyordu.
— Selam arkadaşlar… Ben de burada olmak ve sizi izlemek istedim. Biraz zor da olsa, annem beni getirdi.
— Çok sevindik…
— Hadi gel, otur şöyle…
Ona bir iskemle uzattık. Ayça oturdu. Oyunun başlama saati gelinceye kadar yanımızda kaldı. Onun sayesinde heyecanımızı unutmuştuk. Sohbet edip hasret giderdik. Gerçi biz onu ziyarete gidiyorduk ara sıra ama birbirimizi çok çabuk özlüyorduk nedense…
Piyesin başlangıç saati geldiğinde Ayça bizimle vedalaştı.
— İyi şanslar çocuklar…
Tam giderken tekrar dönüp bana baktı. Yavaşça kulağıma eğilerek fısıldadı:
— Her şeye rağmen, başrolü Serkan’la sen oynadığın için mutluyum… Bunu ne kadar istediğini biliyordum…
Eminim harika olacak…
Ayça’ya baktım. Tüm içtenliğiyle gülerek, doğruca gözlerimin içine bakıyordu. Bir şey diyemedim. Kırılan bacağına, piyeste rol alamayışına rağmen, hâlâ benim adıma sevinebiliyordu. “İşte dostluk bu olmalı” diye düşündüm.
Ayça yerine giderken, ben de kenarda sahneye çıkmaya hazırlanıyordum. Daha büyük bir istek ve cesaretle…
Hayatımın en güzel günlerinden biriydi. Bulutların üzerindeydim sanki. Oyunun nasıl geçtiğini hatırlamıyordum bile… Tek hatırladığım, oyun bittiğinde, sınıftaki diğer öğrencilerin ardından, selam vermeye Serkan’la birlikte çıktığımız ve salondakilerin bizi ayakta alkışladığı idi. Öyle büyük bir mutluluktu ki bu… Annem ve babamı gördüm önce… Beğeni dolu bir ifadeyle ve gururla alkışlıyorlardı. Sonra hemen yanlarında duran Yeliz’e baktım. Yüzü ışıl ışıl parlıyordu, ellerini yukarı kaldırmış çılgınca alkışlıyordu. Gözlerim en ön sırada oturan Ayça’ya takıldı. Ayağında kocaman alçısıyla,
öyle coşkulu, öyle içten alkışlıyordu ki… Kendi rolünü başkasına vermiş olmanın hayal kırıklığından eser yoktu yüzünde. Üstelik başrolü… Arkadaşları adına mutluydu.
Ben de mutluydum. Hem de çok… İyi ki böyle güzel bir ailem ve arkadaşlarım vardı…