Beni Çıldırtmayın Hikayesinin Tamamı

Şahbaz Dayının Çiftliği

Şahbaz dayı kocaman bir çiftlikte yalnız yaşıyordu. Bizim buralarda birinin dayısı herkesin dayısıdır, birinin halası herkesin halası… Şahbaz dayıyı çok fazla tanımamamıza rağmen, herkes onun orada yaşadığını bilirdi. Çiftlik köyden oldukça uzaktaydı. Ailelerimiz çiftliğin yakınlarına gitmemize izin vermezdi. Zaten sırf bu yüzden orayı merak ediyorduk.
Mahalle arkadaşlarım bu gizemli adamın çiftliğine girmek için can atardı, ama hiç kimse cesaret edip çiftliğe yanaşamamıştı.
Yaz yaklaşıyordu.
Köy meydanında arkadaşlarla toplanmış konuşuyorduk. Erhan yanımıza geldi.
“Bu yaz Şahbaz dayının çiftliğinde çalışacağım,” dedi. “Babamla konuşmuşlar. Şahbaz dayı kabul etmiş. Aslında hiç kimseyi çiftlikte çalıştırmak istemediğini söylemiş. Babam üsteleyince kıramamış.”
Gözlerimizi iri iri açıp Erhan’a baktık.
“Ya, sahi mi?” dedi Yusuf. “Ne yapacaksın çiftlikte?”
“Valla henüz bilmiyorum,” dedi Erhan. “Şahbaz dayı ne derse onu yapacağım.”
İçimizdeki merak daha da büyümüştü. Şahbaz dayının çiftliğinde çalışmak, gözümüze büyülü bir olay gibi görünüyordu.
Yazın sıcakları bastırınca, Erhan çiftlikte çalışmaya başladığı için, onu sık sık göremiyorduk. Sanırım çiftlikte ona bir oda verilmişti. Orada yatıp kalkıyordu. Onun o çiftlikte neler yaptığını merak etmeye başlamıştık. Tabii yalnızca onu değil, Şahbaz dayıyı yakından görmek de istiyorduk.
Acaba Erhan’ı ziyaret etmemize izin verir miydi?

 

Çiftliğe hiç kimseyi yaklaştırmayan Şahbaz dayıyı ikna edebilecek miydik?
Bir gün arkadaşlarla bisikletlerimizi alıp Şahbaz dayının çiftliğine doğru pedal çevirmeye başladık. Çiftliğe giden yol topraklık, taşlık ve dikenlikti. Bu yüzden bisikletlerimizi rahat süremiyorduk. Yolda Tuncay’ın bisikletinin lastiği gümleyince, bir süre onunla meşgul olduk. Tuncay’ın bisikletiyle uğraşmak bize zaman kaybettirmişti.
Şahbaz dayının çiftliğine ulaştığımızda sıcak iyice bunaltmaya başlamıştı. Deli gibi suya gereksinim duyuyorduk. Yanımıza aldığımız su çoktan bitmişti.
Çiftliğin kocaman kapısının önünde durduğumuzda yüksek duvarlarla ve duvarların üzerine çekilmiş dikenli tellerle çevrili çiftliğe kolayca girebilmemizin olanaksız olduğunu fark ettik.

“Çok susadım,” dedi Tuncay. “Su içmezsem ayvayı yedim demektir.”
“Ben de aynı durumdayım,” dedi Gürsel. “Erhan’ı bulup su istemeliyiz.”
Hepimiz birden, “Erhan! Erhan!” diye bağırmaya başladık. Çiftlik o kadar büyüktü ki sesimizi duyurabileceğimizden emin değildik. Bir süre sonra iki katlı evin kapısı açıldı. Kıvırcık saçlı, iri yarı bir zenci çıktı evden. Dış kapıya doğru yöneldi.
“Ya, bu adam kim?” diye mırıldandı Tuncay. “Yoksa Şahbaz dayı bu mu?”
Aslında o anda hepimiz merak içindeydik. İri yarı zenci dış kapının önüne geldi. Yakından bakınca, iri kocaman dudaklarının, basık kocaman burnunun ve gözlerinin beyazının kırmızı olduğunu gördük.
“Ne var çocuklar? Ne istiyorsunuz?” dedi.
Birbirimize baktık.
“Erhan’ı görmeye geldik,” dedi Gürsel. “O bizim arkadaşımız.”
“İyi de çiftliğe giremezsiniz,” dedi iri yarı zenci. “Buraya girmeniz yasak!”
“Tamam, yasak olduğunu anladık,” dedi Tuncay diklenerek. “Yani arkadaşımızı göremeyecek miyiz?”
“Orasını bilmem,” dedi adam. “Şimdi gidin buradan! Arkadaşınızı başka zaman görürsünüz.”
Şaşkınlıkla bakıştık birbirimize.
“Bize biraz su ver o zaman!” dedi Tuncay. “Sıcaktan bunaldık. Su içmezsek öleceğiz.”
“Ölmezsiniz, ölmezsiniz, merak etmeyin!” dedi zenci. “Şimdi hemen gidin buradan!”
İçimizi bir merak kemirmeye başlamıştı. Gürsel dayanamayıp sordu:
“Şahbaz dayı sen misin?”
İri yarı zenci başını salladı.
“Benim, ne olacak?” dedi sert bir ifadeyle.
“Sen hiç iyi bir adam değilsin,” dedi Tuncay. “Biraz su versen ne olur sanki? İnsan konuklarına böyle mi davranır?”
“Sizi ben çağırmadım buraya,” dedi zenci adam. “Hemen çekin gidin! Yoksa köpekleri salmak zorunda kalacağım!”
Zenci adam bizi tehdit etmeye başlayınca, oradan ayrılmak zorunda olduğumuza karar verdik. Bisikletlerimize binip çiftliğin alt yolunda pedal çevirmeye başladık. Aslında Erhan’ı görmeden gitmeye hiç niyetimiz yoktu.
Alt yoldan ilerlerken, çiftliğin ne kadar büyük bir alanı kapladığını fark ettik.
Kim bilir Erhan şimdi neredeydi?
Yol çok bozuktu. Taşlık ve kısmen çamurluydu. Susuzluk bizi tutsak almaya başlamıştı.
Traktör yoluna saptığımızda, çiftliğin çitleri hâlâ bitmek bilmemişti. Biraz daha ilerledik. Gözümüze çarpan bir görüntü üzerine durmak zorunda kaldık.
Çiftliğin ineklerinin bağlandığı ahırın önünden geçerken, inek pisliklerinin içinde debelenen kısa boylu birini fark etmiştik.
“Bu Erhan!” diye bağırdı Tuncay. “Burada duralım!”
Hep bir ağızdan Erhan’a seslendik.
Gübre yığınının içinde inek pislikleriyle boğuşan Erhan bize baktı.
“Sizin ne işiniz var burada çocuklar?” diye seslendi.
“Seni görmeye geldik,” dedi Tuncay. “Görüyoruz ki pek iyi durumda değilsin.”
“Sabahtan akşama kadar bu kokunun içinde boğuşuyorum,” dedi Erhan. “Her gün burayı dolduruyorlar, ben boşaltıyorum.”
Erhan’ın hali içler acısıydı. Sıcağın da etkisiyle koku insanı iyice bunaltıyordu. Bir de iri sinekler uçuşuyordu ortalıkta. Bir insanın uzun süre dayanamayacağı bir ortamdı.

“Erhan, bize biraz su versene!” dedi Yusuf. “Susuzluktan perişan olduk. O zenci adamdan istedik, bizi kovdu.”
“Ha! Şahbaz dayının kahyası mı?” dedi Erhan. “Evet, çok aksi bir adamdır. Tam adamından istemişsiniz. Ona ben bile alışamadım daha.”
“Hadi bize su getir!” dedi Yusuf ısrarla. “Yoksa zenciden çekiniyor musun?”
“Neden çekinecekmişim?” diye karşılık verdi Erhan. “Burada bekleyin, hemen getiriyorum.”
Erhan koşarak çıktı gübrelerin içinden. İki katlı eve doğru ilerledi.
Onu beklemeye başladık.
Tavuklar ortalıkta geziniyor, ahırdaki inekler böğürüp duruyordu. Sanki bizi ayrımsamışlardı da o yüzden huzursuzdular. Çiftliğin içinde ileri geri koşup havlayarak üzerimize gelen köpeklerden, aramızda duvar ve tel çit olmasına rağmen ürktük.
Erhan gittiği yerden bir türlü gelemedi. Zenci adam, yani Erhan’ın Şahbaz dayının kahyası olduğunu söylediği adam, Erhan’dan önce geldi çitin yanına.
“Siz daha gitmediniz mi veletler!” diye bağırdı. “Laftan anlamıyor musunuz? İlla kötü mü davranalım?”
“Yeterince kötü davrandın zaten!” diye karşılık verdi Yusuf. “Bir bardak suyu çok gördün. Ne olurdu sanki biraz su verseydin!”
“Su mu yok burada!” dedi zenci adam. “Hemen gidin! Şahbaz dayı sizi görürse çok rahatsız olur.”
“Biz ona ne yaptık ki bizden rahatsız olacak?” dedi Tuncay. “Bizim size ne zararımız var? Arkadaşımızı görüp gideceğiz.”
Bu sırada elinde kocaman bir su kabıyla Erhan göründü. Ama Zenci adamı fark edince durakladı. Ne yapacağını bilemedi. Şaşkınca çevresine bakındı.
Zenci, Erhan’a baktı.
“Ne o? Su mu vereceksin arkadaşlarına?” diye seslendi Erhan’a.
Erhan başını eğdi.
“Sen ver dersen,” dedi. “Çok susamışlar.”
“Götür onu aldığın yere!” diye bağırdı zenci adam. “Hemen buradan defolup gitmezlerse, onlara zor kullanacağım! Bundan sen de payını alacaksın!”
Ne diyeceğimizi şaşırmıştık. Çiftlikte ne saklıyorlardı? Şimdi daha çok merak etmeye başlamıştık. Hele bir de şu zenci adam yok mu? Ona da iyi bir ders vermenin zamanı gelmişti.
Erhan şaşkınca durdu olduğu yerde. Elindeki su kabını yere bırakıp yine gübrelerin içine daldı. Elindeki kürekle pisliği el arabasına doldurmaya başladı.
Zencinin kara bakışları altında ayrıldık oradan. Az ilerideki tepenin yakınında bisikletimizden inip çimenlere oturduk.
“Bu çiftlikte bir şey var,” dedi Tuncay. “Adama baksanıza, bizi resmen kovdu ya!”
“Ya o zenciye ne demeli,” dedi Yusuf. “Bir bardak su bile verdirmedi Erhan’a. Alacağı olsun. Bunu onun burnundan fitil fitil getirmeliyiz.”
“Akşam olunca çiftliğe girebiliriz,” dedi Gürsel. “Ben içeride neler olduğunu merak ediyorum.”
“Ya, orada yanlış bir şey olsa Erhan çalışmazdı,” dedi Tuncay. “Sanırım bir şey yok. Yalnızca yabancıları istemiyor olabilirler. Ben daha çok o zenciye bozuldum.”
“Tamam o zaman,” dedi Yusuf. “Burada bekleyelim. Nasıl olsa çiftlikten uzaktayız. Hava kararınca zenciyle hesaplaşırız.”
Üç küçük çocuk, kocaman bir çiftlikte, iri yarı kocaman bir zenciye ne yapabilirdi ki? Başlarına bir bela alacakları kesin görünüyordu. Ama karşılaştıkları durum onları böyle bir maceraya hazırlamıştı.
Ne olursa olsun çiftliğe gireceklerdi. İri yarı köpeklerden de hiç çekinmiyorlardı.
Hava kararıncaya kadar tepenin yakınında oturdular. Ama merak onların içini kemirdikçe kemiriyordu.
Hava kararır kararmaz bisikletlerini orada bırakıp çiftliğe yürüdüler. “İçeriye girebilmenin kolay bir yolu var mı acaba?” diye aranmaya başladılar.
Bir şeye karar vermişseniz, mutlaka bir yol bulursunuz; onlar da öyle yaptı. Çiftliğin duvarlarının çevresinde dolanıp sonunda içeriye rahatça girebilecekleri bir yer buldular.
İki katlı çiftlik evinin alt katından soluk bir ışık sızıyordu.
“Evin alt katındalar,” dedi Yusuf. “Görünmeden sızalım içeriye!”
“Karnım da zil çalıyor,” dedi Tuncay. “Şimdi ne olsa yerdim.”
“Bırak yemek düşünmeyi Tuncay,” dedi Gürsel. “İşimize bakalım. Zenciye yakalanmadan içeriye girmeye çalışalım.”
Korkuyorlardı ama yine de içlerindeki merakla tuhaf bir maceraya sürüklenmişlerdi. Bereket, çiftlikteki köpekler kalın zincirlerle bağlıydı. Yalnızca havlayıp duruyorlardı.
“Şu zenciye dersini vermek istiyorum,” dedi Tuncay. “Bize su vermemek neymiş, görsün bakalım!”
Bir yandan da tehlikeli bir iş yaptıklarının ayrımındaydılar. Yakalanırlarsa ailelerinden de bir ton fırça yiyeceklerdi.
Duvardan atlar atlamaz beline kadar gübreye bulandı Tuncay. Gübre sıcaktı ve çok pis kokuyordu. Gübrenin içinde debelenmeye başladı.
“Burada gübre yığını var!” diye seslendi. “Ben battım. Siz başka yerden gelin!”
Ama onu duyamamışlardı. İkisi birden aynı gübre yığınının içine düştü. Şimdi hepsi debeleniyor ve kurtulmaya çalışıyordu. Uzunca bir süre sonra çıkabildiler gübre yığınından.
Burunlarını tıkayarak yürüdüler. Her yanları pislik içindeydi. Yürüyen çamur adamlar gibiydiler.
“Ayakkabımın tekini bulamıyorum,” diye seslendi Gürsel. “Gübre yığınının içinde kaldı.”
“Bırak şimdi ayakkabı aramayı!” dedi Yusuf. “Şu evin içine bakalım.”
Alt katın penceresine yaklaştılar. Pencereden içeriye baktılar. Zenciyle Erhan yemek yiyordu.
Yusuf dibine kadar yaklaşan koca köpeği fark etmemişti. Bacağının yanında bir hırıltı duyduğunda aklı başından gitti. Kaçmaya başladı. Tabii köpek havlayarak onu kovalıyordu.
Çocukların her biri bir yana dağıldı.
Zenciyle Erhan sesleri duyunca evden çıkıp çevreyi kolaçan ettiler. Ortalıkta anormal bir durum sezmişlerdi.
Tekrar eve girmek üzereyken, evin üst katından kalın ve tok bir ses duyuldu.
“Hey! Ne oluyor orada? Bu gürültü de ne?”

Herhalde bu Şahbaz dayının sesiydi.
Zenci adam üst kata çıkıp Şahbaz dayıya, bir sorun olmadığını, yalnızca köpeklerin huysuzlandığını söyledi ama Şahbaz dayı tatmin olmamıştı.
“Bir daha bakın çevreye!” diye bağırdı.
Erhan’la zenci adam evin etrafında dolandılar. Ortalık sakin görünüyordu. Ama evin alt köşesinde zencinin kafasına inen küreğin sapı, zenciyi yeterince sersemletmişti. Erhan arkadaşlarını karşısında görünce ne yapacağını şaşırdı.
“Burada ne yapıyorsunuz?” diye bağırdı. “Adama neden vurdunuz?”
“Bize su vermedi,” dedi Yusuf. “Bunu çoktan hak etmişti.”
“Hemen gidin buradan!” dedi Erhan sesini yükselterek. “Benim başıma da iş açacaksınız!”
“Bu çiftlikte neler oluyor Erhan?” diye sordu Gürsel. “Adam bizi neden kovdu?”
“Yahu bir şey yok. Gözünüzde büyütüyorsunuz,” diye karşılık verdi Erhan.
Ama arkadaşlarını inandırabilmesi zordu. Bu arada zenci kendine geldi. Adam sadece kısa süreli bir baygınlık geçirmişti.
O ayağa kalkar kalkmaz çocuklar kaçmaya başladı. Zenci de peşlerine takılmıştı.
Çiftliğin altını üstüne getiriyorlardı.
Gürsel traktörün arkasına saklandı. Tuncay koyun ağılına daldı. Yusuf gübrelerin yığıldığı alana doğru koştu.
Zenci, traktörün yanına yaklaşınca Gürsel’in yüreği deli gibi atmaya başladı. O korkuyla titrerken tok bir kemik sesi duyuldu. Zenci yerdeki tırmığa basmış, tırmığın sapı alnına sertçe çarpmıştı. Zenci bir kez daha yerde buldu kendini.
“Oh olsun!” dedi Gürsel. “Bize su vermemenin cezasını çek!”
Adam traktörün arkasından çıkıp bu kez Yusuf’un yanına doğru koştu.
Şahbaz dayı da sesleri duyunca bahçeye çıkmıştı. Şimdi çocukların peşinde iki adam vardı. Üstelik Şahbaz dayı, elinde bir av tüfeğiyle geliyordu. İkisi de güçlü kuvvetli, iri yarı adamlardı.
Farkında olmadan yeniden gübre yığınına saplanıp kalan Tuncay, oradan kurtulabilmek için debelenip duruyordu. Her tarafı bir kez daha pislik içindeydi.
Kovalamaca biraz daha devam etti. Şahbaz dayı, çocukları korkutmak için havaya birkaç el ateş etti. Sonunda çocuklar yakalandı. Zenci ve Şahbaz dayı kızgınca baktı onlara.
Aslında çocukları böyle bir maceranın içine iten iki basit nedendi.
Zenci onlara su vermemişti. Bu yüzden ona çok kızmışlardı. İkincisi de, çiftlikte ne olup bittiğini merak etmişlerdi.
Tabii o gecenin sonunda Erhan’ın işine son verdi Şahbaz dayı.
Ertesi gün Erhan arkadaşlarına çok kızgındı. Kendisini işinden ettikleri için onlara öfkeleniyordu.
“Bu yaz biraz param olacaktı,” dedi. “Sizin yüzünüzden ondan da oldum. Siz insanı çıldırtırsınız.”
“Bize ne kızıyorsun Erhan?” dedi Yusuf. “Fena mı oldu? Seni gübre taşımaktan kurtardık.”
Erhan kızgınlığını gizlemiyordu.
“İyi ettiniz!” dedi. “Babam harçlık vermeyeceğini söyledi. ‘Arkadaşlarından alırsın bundan böyle harçlığını,’ dedi.”
“Adam bize bir yudum su vermedi,” dedi Gürsel. “Biz de elimizden geleni yaptık.”
“Ne yaptınız sanki?” dedi Erhan. “Beni işimden ettiniz! Üstelik Şahbaz dayı çok iyi para veriyordu. Şimdi ben ne yapacağım?”
“Bisikletle yaz boyunca gezeriz,” dedi Gürsel. “Hem çiftliğe bir daha gideriz. Bakalım, bizi tekrar görünce ne yapacaklar?”
“Çiftliğe mi?” diye kekeledi Erhan. “Asla olmaz! Ben bir daha oraya gidemem. Yüzüm tutmaz.”
“Biz gideriz,” dedi Yusuf. “Yine su isteriz zenciden. Bakalım bu kez nasıl davranacak?”
Erhan çıldırmak üzereydi.
“Ya siz kafayı mı yediniz!” diye bağırdı. “Yoksa beni çıldırtmaya mı çalışıyorsunuz! Ne işiniz var orada? Ben, bir daha Şahbaz dayının yüzüne bakabileceğimi hiç sanmıyorum.”
Aslında kendi halinde bir yerdi çiftlik. Şahbaz dayı kalabalıktan hoşlanmayan bir adamdı. Hepsi buydu.
Çocukların merakından ötürü yaşamışlardı o olan biteni.
“Ayakkabımın teki gübrelerin içinde kaldı o akşam,” dedi Gürsel. “Gidip onu alacağım.”
“Saçmalama!” dedi Erhan sesini yükselterek. “Gübrelerin içinde ayakkabını bulamayacağın gibi, Şahbaz dayıyı ve zenciyi çıldırtırsın. Zaten bir o kadar daha gübre yığılmıştır üzerine. Boş ver ayakkabıyı, onu oradan asla alamazsın artık.”
“Ama en çok sevdiğim spor ayakkabımdı,” dedi Gürsel. “Bir daha öyle ayakkabı bulamam.”
“Derdine yan!” dedi Yusuf.
Şimdi ne zaman Şahbaz’ın çiftliğinden söz açılsa, Gürsel hemen ortaya atılıyor ve gübrelerin içinde bıraktığı ayakkabısından dolayı dertleniyor.
“En çok sevdiğim spor ayakkabımdı,” diyor. “Bir daha öyle ayakkabı bulamam ki.”

1. Bölüm 2. Bölüm 3. Bölüm 4. Bölüm 5. Bölüm

Sınavlara Hazırlık Arama Robotu
YGS & LYS TEOG KPSS TUS KPDS Ehliyet Sınavı PMYO JANA

Seçim esnek olup ilgili alanları seçiniz, Örneğin ehliyet sınavı için branş olarak matematik seçmeyiniz :)