Dünyaya geldiğimde ailem bana bir isim vermek için çok sıkıntı çekmiş. Babaannem adımın Şehmuz olmasını istemiş, çünkü babasının adıymış. Babamsa, “Haydar koymalıyız,” diye tutturmuş. Dedemin adı Haydar çünkü. Sonunda kriz çözülmüş. Anneannemin babasının adında karar kılmışlar.
Çetin adını vermişler bana. Aslında hiçbirinin kalbini kırmamalıydılar. Her birinin vermek istediği adları vermeliydiler.
Şehmuz Haydar Çetin…
Hangisini daha çok seversem onu kullanırdım hayat boyu. Ama ille de Çetin olsun diye tutturan anneannem kazanmış ve adım Çetin olmuş.
Çetin Ceviz…
Osman Ceviz’in oğlu… Babam Osman gamsız, kendi halinde, sürekli uyuyan, çalışmayı hiç sevmeyen bir adamdı. Sıcak yaz günleri zeytin ağaçlarının gölgesinde uyur ve renkli rüyalar görürdü. Tabii o kadar çok uyuyan bir insan roman tadında rüyalar görür ve o rüyaların etkisinden uzunca bir zaman kurtulamaz.
İşte babam da sürekli rüyalarını anlatır dururdu. Roman gibi uzun olurdu rüyaları.
Zamanla adıma yakışır biri olup çıkmıştım. Daha üç yaşımdayken, babamın kucağında uyurken, tabii o anda babam da zeytin ağacının gölgesinde uyuyormuş, üzerime bir inek basmış, nedense hiç etkilenmemişim. Gerçi babam uyanıp beni kaptığı gibi hastaneye götürmüş. Koskoca ineğin ayağının altında kalan küçücük bir çocuğa hiçbir şey olmaması hastane yetkililerini hayretler içinde bırakmış.
“Mucize bu!” demişler. “Ezilip kemikleri kırılabilirdi çocuğun!”
Demek ki sağlam kemiklere sahipmişim daha o yaşta.
Tabii bu atlattığım ilk tehlike değilmiş. Daha önce de tavana çengelle bağlı tahta salıncak sallanırken çengellerinden çıkmış, kafam karşı duvara çarpmış. Ne duvara, ne de kafama bir şey olmuş. Dank diye bir ses duymuşlar yalnızca. Daha kemikleri bile sertleşmemiş bir bebeğin başının bu kadar sağlam olması tüm aileyi o gün çok sevindirmiş.
“Ya, bu çocuk sağlam kafalı olacak,” demiş babam.
Dediği gibi de olmuş doğrusunu söylemek gerekirse. Erik ağacından kafa üstü düştüğümde de pek etkilenmemişim.
Küçüklüğüm o kadar çok yaralanmayla geçmiş ki başka çocuk olsa belki bu duruma dayanamazmış.
“Göz açıp kapardım, bu çocuk mutlaka bir yerleri yaralamış olarak gelirdi,” derdi annem.
Beş yaşıma kadar fazla bir şey anımsamıyorum ama beş yaşımdan sonra gerçekten tam bir Çetin Ceviz’dim.
Benim için beş yaş demek, yavaş yavaş çevremi tanımak demekti. Benden yaşça büyüklerle kıyasıya didişiyor, onları çılgına çeviriyordum. Sanırım daha o yaşta inatçı, mücadeleci bir kişilik gelişmeye başlamıştı bende.
Beş yaşında bir çocuğun çevresiyle olan sıkıntıların ailesine yansımaması tabii ki mümkün değildi.
Bir gün mahallede, benden yaşça büyüklerin yanındaydım. Tabii her konuda onlara ayak uydurabilmem olası değildi. Bir bahçenin kıyısındaki dut ağacına çıkıp dut yemek, saklambaç oynamak, yakar top ve en önemlisi ise futbol maçı yapmak o günlerin en revaçta eğlenceleriydi.
Öyle internette takılalım, feyse girelim diye bir sıkıntıları yoktu o günkü çocukların. Doğal çevrede ne varsa, ancak kendi ürettikleri oyunlarla eğlenebilirlerdi yalnızca.
Dut ağacına tırmanmanın iki türlü zorluğu vardı. Birincisi: Girit’ten göçüp gelmiş ve herkesin Bale dayı diye tanıdığı, geçimini faytonculukla sağlayan o yaşlı, kırış kırış yüzlü adama yakalanmamak… Diğeri ise, beş yaşında bir çocuğun ağaca tırmanırken yaşayacağı zorluk, ağaçtan inerken yaşayacağı düşme tehlikesi…
Ama ben ikincisini başarmıştım. Ağaca zor da olsa tırmanmış, ince dallara basmamaya özen göstererek bir yığın dut yemiştim.
Ne yazık ki benden yaşça büyükler bir çırpıda atlayıp kaçarken, ben aynı çevikliği gösterememiştim. Bir süre ağacın tepesinde asılı kalmıştım. Girit göçmeni Bale dayı faytonuyla bahçeye girince de korku duymaksızın kendimi boşluğa bırakmıştım.
Küt diye yere çakıldım. Yine başımın üstüne düşmüştüm. Ama beni zerre kadar etkileyen bir şey olmamıştı.
Hiçbir şey olmamış gibi Bale dayının yanına giden benden yaşça büyükler, “Nasılsın Bale dayı?” diye sırıtarak beni göstermişlerdi.
“Bak Bale dayı, biz dut ağacına çıkmıyoruz,” demişti Raif. “İşte senin ağaçtaki dutları koparıp yiyen şu bücür!”
Bale dayı, “Ne arıyorsun sen orada?” diye adeta gürledi.
Yalnızca ona bakmakla yetindim.
Kafa üstü düşmemden hiç etkilenmemiş çocukların beni Bale dayıya göstermelerine şaşırmıştım. Benimle hiç ilgilenmemişlerdi.
Bale dayının yüz ifadesi beni etkilemişti. Adamın gözlerine baktım masumca. Aslında hiç kötü birine benzemiyordu.
Bana acımış olmalıydı. Bakışlarında sanki onu sezer gibiydim. Ama bana hiç kimsenin acımasını istemiyordum. Bu arada çocukların iki yüzlülüğü de asla bağışlamayacağım bir hareketti.
“Bir daha seni bu ağacın üstünde görmeyeceğim!” diye bağırdı Bale dayı.
Boynumu büküp uzaklaştım oradan. Mahallenin çocukları arkamdan gülüyordu.
Bu bana iyi bir ders olmuştu. İnsanın hayatta edindiği deneyimin okullarda okutulanlardan daha etkili olduğunu zamanla daha iyi anlayacaktım.
Benim için dönüm noktasıydı bu. Bale dayıya hiç kızmamıştım, ama mahallenin yaşça büyük ve bana oranla daha güçlü çocukları benimle eğlenmişti. Bu da içimde bir yerde hep kaldı. Onları asla bağışlamadım. Onlara hiç güvenmedim.
Ne kadar acımasızlardı kendilerinden daha güçsüz olanlara karşı. Onlara üstün gelmenin yolu ya çok güçlü olmaktı, ya da çok akıllı olmak…
Bence bir insanda ikisi de olmalıydı. Bazılarına karşı gücü, bazılarına karşı ise aklı kullanmalıydı insan.
Eve geldiğimde yüzümden düşen bin parçaydı. Halimden bir şeyler olduğunu sezen annem, beni kollarının arasına aldı.
“Ne oldu benim oğluma?” diyerek bağrına bastı. “Kimler üzdü böyle seni?”
Anneme cevap vermedim. Olanlarla ilgili bir şey anlatmadım. Yalnızca yüzüne baktım.
“Bana yiyecek bir şeyler ver anne!” dedim. “Çok yemek istiyorum. Hemen büyümeliyim.”
O anda düşündüğüm tek şey hemen büyümek ve benimle alay eden çocuklara karşı daha güçlü olmaktı.
“Git oğlum mutfağa!” dedi annem. “Her şey var. Canın ne istiyorsa ye!”
Çok yemek yemekle büyüyeceğimi düşünmek, belki de o anda bana ilgi çekici gelmişti. Ama zamanla yiyerek değil, insanın yaşının ilerlemesiyle büyüyeceğini anladım.
Okula başladığımda kafamda iki şey vardı: okulun en çalışkanı ve en güçlüsü olmak…
Bunun için ne gerekiyorsa yapmalıydım. Yemek yiyerek güçlenmek, spor yaparak güçlenmek ve sürekli ders çalışıp kitap okuyarak başarılı olmaya çalışmak…
Bunları başarabilirsem, bana o güne değin önem vermeyenlerin çevremde pervane olacağını biliyordum.
Ne anneme, ne babama, ne de aile büyüklerime sorunlarımı hiç aksettirmeden hedefime yürüdüm yalnızca.
Okula başlayınca, daha ilk dönem bitmeden okumayı söktüm. Sınıftakiler beni şaşkın gözlerle izlerken, ben göğsüme takılan kırmızı kurdele sevincini yaşıyordum.
İşte o gün Çetin Ceviz’in kim olduğunu onlara gösterebileceğim biri olmanın ilk adımını atmıştım.
Artık kendi kendime takılıyordum. Genelde yanımda pek arkadaşım olmuyordu. Bana sürekli kitap getiren ve beni okumaya zorlayan Cemal’den başkası kapımı çalmıyordu. O da çelimsiz bir çocuktu. Mahalledeki çocuklarla anlaşamıyordu. Bana yaklaşmak istemesinin nedenini pek anlayamıyordum. Sanırım o da benim gibi yalnız kalmış bir çocuktu.
Cemal çoğu zaman ailesinin beslediği keçileri güderek zaman geçiriyordu. Onu diğer çobanların yanında görüyordum sık sık. Annesinden dolayı, onların evine hiç gitmemiştim. Cemal gelmemi istiyordu ama annesinin bakışlarından çekiniyordum. Daha sonra da beni evine hiç çağırmadı. Sanırım annesinin etkisinde kalmış, beni çağırmaktan vazgeçmişti. Ama kitap getirmeyi sürdürmüştü yine de.
Bizim evin bahçesindeki ayva ağacından ona ayva kopardım, verdim. Önce almak istemedi. Ama o da bir çocuktu sonuçta. Dayanamadı, aldı ayvaları. Sonra koşarak eve gitti. Az bir zaman sonra da geri geldi.
“Ayvalarını geri getirdim,” dedi. “Annem çok kızdı onları almama. Zaten seninle arkadaş olmama da kızıyor.”
“İyi de biz seninle arkadaş değiliz ki,” dedim. “Sen kitap getiriyorsun okumam için. Senden ben hiç kitap istemedim.”
“Zaten annem senin normal bir çocuk olmadığını söyledi,” diye karşılık verdi. “Annen seni doğururken, annenin yanındaymış. Baban kapıyı dışarıdan kilitleyip gitmiş ortalık pek tekin değil diye. Ebe bulmak için gittiğinde, dış kapı birden bir rüzgârla açılmış, sen dünyaya gelmişsin. Annem bana bunları söylediğinde çok şaşırdım. ‘Kilitli kapı nasıl açılıyor anne?’ diye sorduğumda seninle görüşmememi, normal bir çocuk olmadığını söyledi bana. Kusura bakma.”
“Annen böyle söyledi demek,” diye baktım Cemal’in yüzüne.
“Evet, böyle söyledi,” dedi Cemal. “Ayrıca hep kafa üstü düşmüşsün. Sana hiçbir şey olmuyormuş.”
İşte bu söylediği doğruydu.
O günden sonra Cemal bana kitap getirmeyi bıraktı. Artık benden uzak duruyordu. Annesinin etkisi altındaydı. Bu beni çok da fazla etkilememişti. Ama normal bir çocuk olmadığım hakkında düşünmeye başlamıştım o gün.
Evimizin geniş bahçesinde koşuyor, taklalar atıyor, yaşıtım olan çocukların yapamayacağı hareketleri kolaylıkla başarıyordum.
Her geçen gün değiştiğimin ve güçlendiğimin ayrımındaydım.
Bir kitabı bir kez okumam yeterliydi. Hemen kitabın özünü kavrıyordum. Okulumda da başarılı bir öğrenciydim. Çevremdeki arkadaşlarım çoğalmaya başlamıştı.
ama oradaki arkadaşlık yalnızca okulda kalıyordu. Okul dışında hiçbiriyle görüşmüyordum. Genellikle yalnız kalmayı tercih ediyordum.
Annemi neşeli gördüğüm bir gündü. Kendi kendine gülüyor, ikide bir, “Acaba yapabilir miyim?” diye mırıldanıyordu.
“Neyi yapabilir misin anne?” diye sordum.
Şaşırarak yüzüme baktı.
“Sen beni mi dinliyordun Çetin?” dedi gülmeye devam ederek.
“Cemal’in annesiyle geçen gün karşılaştım,” dedi. “Bana ‘Bir keçi bile bakamazsın sen,’ dedi. Bu çok ağırıma gitti. Doğrusu ondan böyle bir şey beklemiyordum. Ben de babana, bana bir keçi almasını söyledim. Bugün alıp gelecek. ‘Bakalım yapabilecek miyim?’ diye söyleniyordum kendi kendime.”
“Bir keçiye bakmakta ne var anne?” dedim. “Bak, evimizin karşısı otluk. Oraya bağlarız. Suyunu da verdik mi orada büyür. Cemal’in annesi nerede bakıyor ki keçilerine? O da otlağa bırakıyor, sonra gidip alıyor oradan.”
“Sen bile bakarsın değil mi yavrum?” dedi annem başımı okşayarak.
“Tabii bakarım anne, sen merak etme!” dedim.
Akşamüzerine doğru babam geldi. Yanında küçük bir oğlak vardı. O kadar sevimliydi ki… İncecik bir sesle meliyor, güzel gözleriyle bakarak çevresindeki yabancılara alışmaya çalışıyordu.
Tabii ki şimdilik onun için yabancı sayılırdık.
“Bakabilir misin ona?” diye sordu babam anneme. “Şimdi o bir bebek gibi.”
Yanında alıp geldiği biberonu anneme verdi.
“Bununla bir süre süt içireceksiniz ona,” dedi. “Sütü de karşıdan, Emine Hanımlardan alırsınız artık. Benden bu kadar… Keçi dedin, keçi alıp geldim. Yarın başka bir şey istersin, onu da alır gelirim.”
Anneannem babama gülümsedi.
“Gözünde büyütme Osman,” dedi. “Senden keçi bakmanı isteyen yok. Gerçi böyle işleri ne kadar çok sevdiğini de biliyoruz ya.”
Anneannem babamın damarına basmıştı sanki.
“Ben gidiyorum,” dedi babam. “Gerisi size kalmış.”
“Yemek zamanı nereye gidiyorsun?” diye seslendi annem. “Biraz sonra sofrayı hazırlayacaktım.”
“Ben yemeyeceğim,” dedi babam. “Kahveye gidiyorum.”
Babam uzaklaşırken, anneannem anneme, “Şimdi kime kızdı bu adam yahu?” dedi. “Aslında kızacağı bir şey de söylemedim ama…”
Keçi yavrusunu kucağında sıkı sıkı tutan annem, “Boş ver anne, aldırma,” dedi. “Biz şu yavrucağa bir yer bulalım.”
Evimiz o gün şenlenmişti. Oğlağı evin önündeki kilere koyduk. Arada sırada onun bağırdığını duyuyor, kulak kabartıyorduk.
Annem sofrayı hazırlarken, anneannem Emine Hanımlara süt almaya gitti. Benim gitmemi istediler, ama ben oraya gitmemeye adeta yeminliydim. Bir türlü beni ikna edememişlerdi.
Güneş adını verdiğimiz oğlak kısa zamanda serpildi. Canlı, neşeli, kıvrak bir hayvan oldu. Başının iki yanından kıvrım kıvrım boynuzlar çıkmaya başladı. Güçlü bir hayvandı. Onunla yarışıyor, kafa kafaya güreşiyordum.
Ayva ağacının altında otururken, yanıma geldi Güneş. Onu iple bağlamıyorduk. Serbestçe geziniyor, benim yanımdan hiç ayrılmıyordu. Akşam hava kararırken, kilere gidip yatıyordu.
O güne değin edindiğim en iyi arkadaşımdı Güneş. Okula gittiğimde duvarın kıyısına çıkıp beni beklediğini söylüyorlardı. Hep okulun yolunu gözlüyormuş.
İşte o gün ‘elindeki kitabı bırak, benimle uğraş’ der gibi ayağıma tos vurmaya başladı. Bense elimdeki kitabın son sayfalarına gelmiştim. Okuyup bitirmek istiyordum. Ama bana izin vermiyordu. Durmadan tos vurarak kalkmamı istiyordu.
Onun dilinden, hareketlerinden çok iyi anlıyordum.
Kitabı elimden bıraktım. Ellerimin ve ayaklarımın üzerinde vaziyet aldım. Tıpkı Güneş gibi dört ayak üzerindeydim. Birbirimize bakıştık. Güneş birkaç adım geriye çekildi. Sonra zıplayarak kafama tos vurdu. Kafa kafaya vuruştuğumuz anda, Güneş’e bir şey oldu sanki. Sanırım benim kafam onunkinden daha sert gelmişti.
Güneş’in gözlerinin bir tuhaf olduğunu gördüm. Ön ayakları dizlerinin üzerine kıvrıldı. Gözleri küçüldü. Bana bulanık bakmaya başladı. Sonra da yanıma uzanıp kaldı.
Annem mutfak penceresinden seslendi o anda.
“Çetin, ne oldu Güneş’e?” dedi. Sanırım olan biteni görmüştü oradan.
“Hiç anne!” diye bağırdım. “Kafa kafaya çarpışıyorduk. Bana tos vurdu. Bu hale geldi.”
Annem elindeki işi bırakıp koşarak yanımıza geldi. Güneş’i kucakladı.
“Hasta oldu galiba Güneş!” diye çırpınmaya başladı.
Aslında her şey açıktı. Zavallı Güneş, benimle tos oynamayacaktı. Ama hayvancağız nereden bilsin kafatasımın o kadar sağlam olduğunu.
Kilere yatırdık onu. Birkaç gün kendine gelemedi. Hatta verdiğimiz otları bile yemek istemiyordu. Hele beni görünce daha da bir tuhaf oluyordu.
Güneş iyileşince yanıma ne kadar temkinli yaklaştığını görebiliyordum. Benden çekinir bir hali vardı. Onu gayet iyi anlıyordum.
Bir gün otlakta dolaşırken ellerimi yere koydum. Dizlerimin üzerine çökerek tos vaziyeti aldım. Bir süre bakıştık. O kadar. Güneş kafasını çevirdi, uzaklaştı. Onu ilk kez bu kadar tedirgin buldum. Benimle oynamak istememişti.
Oysa ne kadar hevesliydi benimle tos oynamaya.
Güneş’te o günden sonra tuhaf bir durgunluk vardı. Neşesi kaçmıştı. Benden uzak duruyordu. Hatta okuldan dönüşümü bile beklemez olmuştu.
Bendeki üzüntüyü anlayın artık. En iyi arkadaşımdan olmuştum. Tamam, yanımda dolaşıyordu ama eskisi gibi onun varlığını hissedemiyordum.
“Bu hayvanın nesi var?” dedi babam. “Beni görünce bacağıma sürtünürdü. Şimdi yanıma yaklaşmıyor bile.”
“O hayvan değil,” dedi annem. “Onun bir adı var, biliyorsun.”
Babam sertçe anneme baktı.
“Tamam, biliyorum,” dedi. “Ben de olanı merak ediyorum. Bu hayvanın tuhaflığı ne böyle?”
“Bak yine hayvan dedin,” dedi annem. “Onun adı Güneş… Oğlunla kafa kafaya tos oynamışlar. O günden beri böyle. Tuhaf davranıyor.”
“Ahh!” diye sızlandı babam. “Bu çocukla kafa kafaya çarpışmanın ne kadar tehlikeli olduğunu nereden bilsin zavallı. Desene, beyni zedelenmiş hayvanın.”
“Adama bakın yahu!” diye sesini yükseltti annem. “Yine hayvan diyor Güneş’e. Elli kez söyledim, onun bir adı var diye.”
Güneş’le olan birlikteliğimizin sanırım o gün son günüydü.
O akşam kilere yatırıp eve girdiğimizde konuştuğumuz tek konuydu Güneş.
Sabah olunca, Güneş’in yerinde yeller esiyordu. Akşam bıraktığımız yerde, ondan kalan yalnızca küçük minik siyah parçacıklardı. Onu her tarafta aramaya çıktık. Her çukura baktık. Her tepenin ardında olabileceğini hayal edip dolanıp durduk. Ama ortalıkta görünmüyordu.
Annem, Emine Hanım’ın keçilerine bakmaya gitti, belki onların arasına karışmıştır diyerek. Umutla gitti, üzüntüyle döndü. Babam, anneannem bütün gün aradılar onu. Ama sanki yer yarılmış, içine girmişti. Hiçbir yerde yoktu.
Annemin iki gözü iki çeşmeydi. Durmadan ağlıyordu. Babam ağlamamasını söyledi. Yeniden bir keçi alabileceğini anlatmaya çalıştı.
Ama annem, “Güneş’in kaybolmasına ağlamıyorum,” dedi. “Emine Hanım’ın ‘Bir keçiye sahip çıkamadın,’ demesine ağlıyorum.”
Meğer annem onun keçilerinin arasına karışıp karışmadığına bakmaya gittiğinde, Emine Hanım, “Ben sana demedim mi bir keçiye bakamazsın diye,” söylenerek annemi üzmüş.
“Artık keçi meçi istemiyorum!” diye sesini yükseltti. “Kadın haklı. Bir keçiye bile bakamadım.”
Annemin ağlaması kesilecek gibi değildi. Burnu kıpkırmızı olmuştu ağlamaktan. Onun üzülmesine dayanamıyordum.
Evimizin az ilerisinde bir hayvan çiftliği vardı. Nedense oraya bakmak kimsenin aklına gelmemişti. Belki gelmişti de, çiftlikte hayvan besleyen uzun boylu dilsizden çekinmiş olmalıydılar.
Benim kimseden korkum yoktu doğrusu. Bir kez de oraya bakmaya karar verdim. Sessizce adamın ahırına yaklaştığımda keçilerin arasında Güneş’i görmek benim için sürpriz olmadı. Güneş de beni görünce hemen tanıdı. İnce ve iç yakan bir ses çıkararak bana doğru koştu. Dilsiz adam bize bakıyordu.
Birkaç gün önce bizim evin kilerinden çaldığı keçinin, sahibini tanıdığını görünce elindeki uzun sopayı birkaç kez salladı onu korkutmak için ama Güneş hiç oralı olmadı. Bana iyice yaklaştı. Sonra da boynuma dolayacakmış gibi ön ayaklarını kaldırdı. Eğilip sarıldım ona. Başını yanağıma dayadı. Bir süre o vaziyette kaldık.
Bu arada dilsiz adam bize yaklaşmıştı. Gözlerinden öfke saçıyordu. Bizi öyle görmek adeta onu kudurtmuştu. Elindeki sopayı var gücüyle kafama indirdi. Sopa çatırtıyla kırıldı. İki parçaya bölündü.
Sağlam olduğuna inandığı sopanın parçalandığını görmek onu şaşırtmıştı. Sonra birden kaçmaya başladı. Ahırın olduğu kapıya doğru koştu. Tuhaf sesler çıkararak, yardımcısı olan zayıf, kara kuru adama bir şeyler anlatmaya başladı.
Sopayı kafamda kırarken ne gördüğünü tahmin edebiliyordum. Ayva ağacının altında otururken gördüğüm, başının iki yanından kıvrımlar yaparak çıkmış boynuzları olan, bedeni insan görünümlü koç başlı bir varlığı tarif etmeye çalışıyordu. Sanırım sopayı kafama indirdiğinde gördüğü buydu onun.
Her ne kadar arkadaşına anlatmaya çalışsa da arkadaşının onu anlaması mümkün değildi.
Kafamın bu denli sağlam olmasının nedeni, benim de koç kafasına sahip olmamdı. Belki de tüm bu görüntüler onu anlatmaya çalışıyordu. Tabii bunda benim için sevindirici yanlar vardı. Hiç kimse böyle bir şansa kendi kendine sahip olamazdı.
Keçimiz Güneş’le birlikte eve geldiğimizde annemin sevincini anlatamam. Sanki yavrusuna kavuşmuştu. Öylesine mutluydu ki bu kez sevincinden ağlıyordu.
“Teşekkür ederim Çetin sana,” dedi. “Şu an en mutlu olduğum an. Tam umudumu yitirmek üzereydim.”
Sonra bana Güneş’i nerede bulduğumu sordular. Olanı biteni anlattım.
“Bir tek oraya bakmamıştık,” dedi babam. “Ama o kadar keçisi olan kendi halinde bir adamın bizim keçimizi çalacağı hiç aklıma gelmedi doğrusu.”
Sonra babam bana döndü.
“Bundan sonra bu hayvanı iyi koruyun!” dedi çalınmasının sebebi benmişim gibi. Onu benim bulup eve getirdiğimi bir anda unutmuştu sanki.
Annem sesini yükselterek konuştu:
“Lütfen susar mısın Osman?” dedi. “Çetin bulup getirmeseydi keçimizi meze yapacaktı o adam! Hem sana yüz kere mi söyleyeceğim? O hayvan değil, bir adı var.”
Babam annemle başa çıkamayacağını anlamıştı sanırım. Arkasını dönüp uzaklaşırken kendi kendine mırıldanıyordu:
“Neymiş efendim, o hayvan değilmiş. Bal gibi de hayvan…”
O günden sonra yeniden otlaklarda dolaşmaya başlamıştık keçimiz Güneş’le. Her geçen gün biraz daha boy atmaya ve güçlenmeye başlamıştım. Uzun süredir gitmediğim mahalleye gitmek, benimle alay eden çocuklarla boy ölçüşmek gibi saçma bir düşünce oluşmaya başlamıştı kafamda. Onlara kim olduğumu göstermek istiyordum.
Bir akşamüzeri Güneş’i kilere kapatıp üzerinden kilitledim. Artık dilsiz adamdan çekinmiyorduk ama Güneş’in güvenliğini düşünmemiz de gerekiyordu. Zaten adamın bir kez daha onu çalmaya yelteneceğini hiç aklıma getirmiyordum.