Beni Çıldırtmayın Hikayesinin Tamamı


O gece bir rüya gördüm. Rüyamda yine koç kafalı, insan bedenli varlıkların ortasındaydım. Bana o keçiden kurtulmam gerektiğini söylüyorlardı. Bense onlara karşı çıkıyor, onu çok sevdiğimi söylüyordum.
Ürperti içinde uyandım. Sırılsıklam terlemiştim. Yatağımdan fırlayıp çıktım. Hemen kilere koştum. Güneş’in yerinde olup olmadığına bakmak istiyordum.
Kilerin kapısını açınca, yerde uzanan keçimiz Güneş, dört ayağının üzerine doğruldu. Birbirimize yaklaşıp sarıldık. Onu sevgiyle okşadım.
“Senden ayrılmak mı?” diye mırıldandım. “Asla… Asla…”
Otlağa çıktığımızda, Emine Hanım elindeki uzun sopayla keçilerinin başındaydı. Keçimiz Güneş’le otlağa girdiğimi gördü. Bana doğru geldi.
“Hayvanını al! Buradan git!” dedi kızgınca. “Keçilerimi ürkütüyorsun!”
Dişlerimi sıktım.
“O hayvan değil!” diye bağırdım. “Onun bir adı var!”
Tıpkı annem gibi konuşmuştum. Yüzüme tuhaf tuhaf baktı.
“Bunlar ne biçim insanlar yahu?” dedi. “Hiç hayvanların adı mı olurmuş? Zaten sizde bir gariplik olduğunu uzun zamandır biliyordum. Hepinizin Deli Cemile’den farkınız yok.”
Bu arada Deli Cemile, Perili Bağ denen yerdeki bir bağ evinde yaşayan, hiç evlenmemiş zavallı bir kadıncağızdı. Mahalleli onu Deli Cemile diye çağırıyordu.
Emine Hanım’ın bu tutumunu anlamakta zorlanmıştım. Yine de otlağın bir köşesinde takıldım. Onun sert ve kızgın bakışlarını üzerimde hissediyordum.
Sonra keçimle birlikte mahalleye gittik. Benden yaşça büyük çocuklar buğday değirmenin yanında toplanmıştı.
Keçimiz Güneş’le geldiğimi görünce hareketlendiler. Yanıma yaklaştılar.
“Uzun zamandır görünmüyorsun Çetin,” dedi Raif. “Seni çok özledik.”
“Beni özlediğinizi hiç sanmıyorum,” dedim. “Siz uğraşacak birini arıyorsunuz kendinize. Benimle uğraşmayın, yoksa pişman olursunuz.”
Güldüler hepsi birden.
“Pişman olur muşuz!” diye sırıttı Tuncay. Sonra üzerime yürüdü. Ama böyle bir harekette bulunduğu için gerçekten büyük bir hata yaptığını zaman geçmeden anladı.
Yerimden bile kıpırdamamıştım daha.
Güneş arka ayaklarının üzerine kalktı. Ön ayaklarıyla Tuncay’ın yüzüne tekmeler savurarak saldırdı. Bir yandan da denk getirdiği yere tos vurmaya başladı. Tuncay ne olduğunu şaşırmıştı.
“Alın şu keçiyi başımdan!” diye bağırdı.
Ama onu kimse duymak istemiyordu. Güneş onu altına almış hırpalıyordu. Bunu gören diğer çocuklar, beti benzi solmuş bir biçimde hareketsiz kaldılar. Çok korktukları belliydi. Bir keçinin bir çocuğu koruduğuna ilk kez tanık oluyorlardı. Doğrusu olacak şey değildi.
O günden sonra mahalledeki çocukların bana bakışının değiştiğini görebiliyordum. Bana yaklaşmak, benimle arkadaş olmak istiyorlardı. Değil alay etmek, benimle dolaşmak için can atıyorlardı.
Sınıfta, dersin yarısında okul müdürü telaşla bizim sınıfa daldı.
“Çetin Ceviz!” diye bağırdı.
Şaşkınca müdürün yüzüne baktım.
“Keçin koridorda dolaşıyor! Git çabuk, onu götür oradan! Okulun düzeni bozuldu!”
Güneş daha fazla dayanamamış, beni görmeye gelmişti okula. Koridorda, sınıflarından çıkan çocuklar, Güneş’in çevresini sarmış, onu okşamaya çalışıyorlardı. Doğrusu Güneş bu denli ilgiye alışık değildi. Beni görünce o kadar çocuğun arasından fırlayıp çıktı. Gelip boynuma sarılmak ister gibi, arka ayaklarının üzerinde doğruldu. Başını omzuma dayadı.
Biz hasretle birbirimize sarılmışken, Müdür merdivenlerin tepesinden bağırdı:
“Çetin Ceviz! Sen gitmedin mi? Hâlâ burada mısın? Çabuk götür onu buradan!”

Midye Ustası

Mahallemiz sakin, kendi halinde bir mahalleyken, bir gün bir Mardinli aile taşındı.
Aslında on kardeşlermiş. Ama bizim görüp tanıdığımız iki genç adamdı: Sabahattin ve Aziz… Sabahattin Aziz’in büyüğüydü. Her gün çok erken bir saatte Sabahattin kalkar, eski ve zor yürüyen aracıyla yola çıkardı. Akşam olunca, kamyonetin kasasında bazen bir, bazen de iki çuval dolusu midye ile dönerdi.
Çok geçmeden bu aileyle kaynaşan mahalle sakinleri onları bağırlarına bastı. Ekmek paralarını zahmetle kazanmaya çalışan bu aile herkese çok saygılıydı. Gençleri de olabildiğince kibar ve nazikti. Herkesin gördüğü, gençlerin ve anne babalarının çok iyi terbiye aldıklarıydı.
“Sabahattin çok iyi yüzer,” dedi Aziz. “Hiç çekinmeden soğuk sulara dalar. Kimsenin çıkaramadığı yerlerden midyeleri çıkarır. Onun bu gayretli çalışması sayesinde ekmek yiyoruz.”
Evde hazırladıkları midyeleri üç tekerlekli bir arabaya dolduran ve sokak sokak dolaşarak satmaya çalışan Aziz’di. Anne ve babası midye hazırlamaya yetişemediği için, mahalledeki bazı kadınlar onlara midye içi hazırlamada yardımcı oluyordu.
Biri midye içine pilav hazırlarken, diğeri suda haşlanmış ve ağzını açmış midyelerin içine pilavları basıp pişiriyordu. Tabii en zor kısmı denizden çıkan midyelerin yosun ve otlardan temizlenmesiydi.
Mahalle sakinleri için onların mahalleye gelmesi sanki yeni bir dönemdi. O güne değin çok fazla tüketilmeyen midye birdenbire en revaçta yiyecek haline gelmişti.
Aziz’in annesi Fidan Hanım’dan midyenin nasıl yapıldığını öğrenenler, evlerinde kendileri de yapmayı deniyordu.
Türkan abla da bunlardan biriydi. Hatta işi biraz daha ileriye götürmüş, satın aldığı midyeleri evinde temizleyip pişirip bir tepsiye dizerek oğlu Mesut’a veriyordu. Mesut daha on yaşında küçük bir çocuktu. O güne değin elinde tepsiyle dolaşıp herhangi bir şey de satmamıştı.
Ama merak işte!
Mutlaka bir yerden başlaması gerekiyordu.
Ortaokulun bulunduğu yerde, geniş yeşillikler vardı. Hafta sonları, değişik semtlerden gelen takımlar, burada futbol maçı yapardı. Çoğu zaman çekişmeli geçen bu maçların dişe dokunur bir seyirci kitlesi olurdu.
Maç aralarında mahalledeki bazı çocuklar testilere tulumba suyu doldurur, futbolculara bardağı elli kuruştan satmaya çıkarlardı.
Türkan abla oğlu Mesut’a belki yüz kere söylemiş, ama bir türlü ikna edememişti. Evlerinin bahçesindeki tulumbadan su doldurabilir ve futbolculara, hatta seyircilere satmaya gidebilir, harçlığını oradan çıkarabilirdi.
Su satmayı içine sindiremeyen Mesut, nasıl olmuşsa annesinin hazırladığı bir tepsi dolusu midyeyi satmak için hevesliydi.
Çekingen ve içine kapalı bir çocuk olan Mesut, genellikle konuşurken bile sessizdi ve ağzından çıkan sözcükleri anlamak çok zordu.
“Al yavrum, tepsi kapının yanında,” dedi Türkan abla. “Merak etme. Hepsini bitirirsin.”
Mesut başını salladı.
“Paranın hepsi benim ama…” dedi Mesut. “Söz verdiğin gibi…”
“Tamam yavrum,” dedi annesi yutkunarak. “Kazandığın senin olacak.”
Mesut’un ikna olmasının nedeni sanırım kazanacağı paraydı. Yoksa bu işe asla bulaşmazdı. Satmak zor işti. Midyeyi yemesi daha kolaydı. Zahmetsizdi.
Tepsiyi alıp mahşer yerine dönmüş yeşilliklere doğru yürüdü. Ayakları, bacakları titriyordu. Midesine bir şeyler olmuştu. Midye tepsisini kucaklamadan önce bir şeyi yoktu. Birdenbire midesine kramplar girmeye başlamıştı nedense.
Bir diğer çekintisi de arkadaşlarının onu o halde görmesiydi. Nitekim korktuğu başına geldi. Onu maç izleyen arkadaşlarından Tuncay ile Yusuf görmüştü. Maçı izlemeyi bırakıp ona doğru geldiler.
“Hayrola Mesut oğlum, sen de mi midyeci oldun?” diye sırıttılar.
İşte korktuğu buydu.
“Yok be oğlum, annem zorladı,” dedi. “Hem parası benim olacak.”
“Bize de paradan verirsen, sana yardım ederiz,” dedi Tuncay. “Sana müşteri getiririz.”
“Olur, tabii…” dedi Mesut. “Tepsi bitince hakkınızı alırsınız.”
Mesut, iki yanında arkadaşları ve elinde tepsisiyle yürürken kendini daha bir güvende hissetmişti.
Sahanın az ilerisindeki açık alana elindeki tepsiyi bıraktı. Yanına oturup limonları kesmeye başladı.
“Biz müşteri bulmaya gidiyoruz,” dedi Tuncay. “Sen burada bekle. Midye sevenleri senin yanına getireceğiz.”
Uzun zaman geçmemişti. Tuncay’ın en büyük abisi Ömer’le birlikte geldi Tuncay.
“Al sana bir müşteri,” dedi. “Ben gidiyorum, biraz sonra bir daha geleceğim.”
Ömer bir sürü midye yedi. Mesut içinden sayıyordu onun kaç tane yediğini.
“Kaç oldu?” diye sordu Ömer.
“Yirmi oldu abi,” dedi Mesut.
“O zaman birkaç tane daha yiyeyim,” dedi Ömer. “Sık oğlum şu limonu, amma da pintisin ha!” diye ekledi.
Mesut eli titreyerek sıktı limonu midyenin içine.
“Sıkıyorum ya abi!” dedi yüzü kızararak.
Ömer yiyeceği kadar yedi. Tepsinin başından çekilirken yine sordu.
“Kaç oldu Mesut?”
“Kırk beş abi…”
“Tamam yaz hesaba!” dedi Ömer. “Bir ara öderim.”
“Ama abi olmaz ki,” diye sızlandı Mesut.
“Niye olmasın oğlum,” dedi Ömer. “Ödemeyeceğim demedim ki.”
Ömer uzaklaşıp gitti. Mesut arkasından bakıp kaldı. Hemen hemen tepsinin büyükçe bir kısmını yiyip bitirmiş, bir yığın kabuk bırakmıştı geride Ömer.
“Neyse, yabancı değil ya. Verir eninde sonunda…” diye geçirdi içinden Mesut.
Beklemeye başladı.
Tuncay yine çıkıp geldi. Bu defa yanında İrfan abisi vardı.
“Ömer abim gitti mi Mesut?” diye sordu. “Bak, İrfan abimi getirdim sana. Valla iyi midye yer.”
“Biliyorum, Ömer abin de iyi midye yiyor,” dedi Mesut. “Kırkbeş midye yedi. Parasını vermeden çekip gitti.”
“Verir verir, merak etme!” dedi Tuncay.
İrfan tepsiye elini uzatınca, Mesut çekinerek, “İrfan abi, eğer parasını vermeyeceksen…” diye kekeledi.
“Vereceğiz oğlum, merak etme! Ben Ömer abim gibi değilim.”
Mesut, elinde limonla bekliyor, İrfan abisi midyeleri açıp yemeden önce içine bolca limon sıkıyordu.
Her defasında İrfan, gözlerini belertip, “Amma da pintiymişsin be Mesut, sık korkma ya!” diye sesini yükseltiyordu.
O da aşağı yukarı abisi Ömer’in rekoruna yaklaştı, hatta birkaç midyeyle onu geçti. Midye tepsisi neredeyse tükenmek üzereydi. Ama Mesut’un cebine daha beş kuruş bile girmemişti.
İrfan ağzını havluyla sildikten sonra, “Oh be! Doydum valla!” dedi. “Pilav midemi şişirdi. Çok lezzetliymiş midyeler. Böyle olursa, her zaman senden yeriz midyeyi. Aziz derdine yansın.”
“Abi, midyelerin parası…” diyecek oldu Mesut.
Ama bu hamlesi boşa gitti. Daha ağzını bile açamadan İrfan, “Bir kenara yaz bu yediklerimi,” dedi. “Bundan sonra hep senden yiyeceğim için, hepsini toptan öderim.”
“Abi, olmaz ki,” diye mırıldandı Mesut ağlamaklı bir sesle.
“Neden olmasın oğlum ya?” dedi İrfan. “Bundan sonra hep senden yiyeceğiz dedik ya.”
Sonra bıraktı gitti İrfan. Mesut onun da ardından bakıp kalmıştı.
Göğsüne tuhaf bir sıkıntı gelip yerleşti. Ne yapacağını bilemiyordu. Bir de kendisinden yaşça büyük ve güçlü iki kişinin gelip midyelerini bitirmesi ağrına gitmişti.
Tuncay yemiş olsaydı, ona bunun hesabını sorardı. Ama ne Ömer’e, ne de İrfan’a gücü yetmezdi. Kalan üç-beş midyeyi oturup kendi yedi. Sonra da tepsiyi koltuğunun altına alıp ayrıldı oradan.
Yusuf, Mesut’un ayrıldığını görmüş, koşarak geliyordu.
“Ooooo! Bitirmişsin midyeleri…” diye seslendi. “Daha biz bir tane bile tatmadık.”
“Sonra tadarsın,” dedi Mesut. “Tuncay’ın ağabeylerinden bize bir şey kalmadı ki. Tepside ne varsa yiyip bitirdiler. Beş kuruş da para vermediler.”
Mesut’un ağlamaklı bir sesi vardı.
Yusuf durumu anlamıştı.
Mesut’un ardından gülerek baktı. Sonra da Tuncay’ı bulmak için yeşilliklerde koşmaya başladı.
Mesut elinde tepsiyle eve dönünce, annesi onu güler yüzle karşılamıştı. Tepsideki midyelerin bittiğini görmüş ve sevinmişti.
Ama Mesut olan biteni anlatınca, Türkan abla’nın beti benzi atmış, çıldıracak gibi olmuştu. Hemen kocasına söyledi. Mesut bir köşede sessiz sessiz ağlıyordu. Sanırım bu durum babasının da ağrına gitmiş, çocuğuna yapılan bu hareketi hiç beğenmemişti.
Mesut’un babası, Sarı Mustafa diye bilinen, Göztepeli milli futbolcuydu. Sporcu bir yapısı vardı ve çok hızlı koşuyordu. Mustafa amca, mahalledeki çocukların çoğuna futbol topuna nasıl vurulması gerektiğini öğreten adamdı. Mahalledeki tüm çocuklar onu çok severdi.
“Mesut’a bunu yapmamalıydılar,” diye mırıldandı Mustafa amca. Sonra sinirle fırladı çıktı evden.
Gençlerin futbol maçı yaptığı sahada Ömer’le İrfan’ı aramaya başladı. Gerçi gençlerin Mesut’un midyelerini yiyip bitirmelerine kızmıyordu. Yiyebilirlerdi. Hepi topu kaç paralık matahtı sanki. Ama Mesut’u böyle ağlatmalarını içine sindirememişti.
Ömer’i maç seyrederken gördü. Yanına yaklaştı.
“Ömer oğlum, neden böyle bir şey yaptınız? Çocuğun midye parasını niye vermiyorsunuz?” dedi.
Ömer gayet pişkince, “Vermeyeceğim demedim ki Mustafa amca,” dedi. “Yanımda para yoktu. Sonra vereyim dedim.”
“Oğlum, paran yoksa niye yiyorsun çocuğun midyelerini?” diye bağırdı Mustafa amca.
Sonra çevresine bakındı. Biraz da çevreden utanmıştı. Herkesçe tanınan bir milli futbolcunun midye parası peşinde koşmasını gururuna yedirememişti.
“Paran olunca ver çocuğun parasını!” dedi Ömer’in yanından uzaklaşırken.
Demeye kalmadı, az ileride İrfan’ı gördü. Ona doğru yürüdü. Ama yediği midyelerin parasını vermeye hiç niyeti olmayan İrfan, Mustafa amcanın geldiğini görünce kaçmaya başladı.
Mustafa amca bir an tereddütte kaldı. İrfan’ın peşinden koşmalı mıydı, yoksa çekip evine mi gitmeliydi?
Aklına ilk düşen şeyi yaptı: İrfan’ın peşine takıldı. İrfan kaçıyor, Mustafa amca kovalıyordu. Sahanın çevresinde dönmeye başladılar. Oradakiler maç seyretmeyi falan bırakıp bu amansız koşuyu izlemeye başladı.
İrfan da çok hızlı koşuyordu, Mustafa amca da…
Kovalamaca uzun süre devam etti. Sonunda İrfan kesilip çimlerin üzerine düştü. Soluk soluğa kalmışlardı. Mustafa amca da gelip onun yanına çöktü.
O kadar hızlı nefes alıp veriyorlardı ki, güçlükle konuşan Mustafa amca, “Neden kaçtın İrfan?” diye sordu.
“Bilmiyorum, seni görünce çok korktum,” diye yanıtladı İrfan.
“Bir şey yapmayacaktım ki,” dedi Mustafa amca.
“O zaman niye koştun ardımdan?” diye sordu İrfan.
“Sen öyle kaçınca…” dedi Mustafa amca.
İrfan korkulu gözlerle baktı ona.
Mustafa amca, “Mesut’un midyelerini yemişsin,” dedi. “Parasını Mesut’a öde!”
“Ben yemedim,” dedi İrfan. “Mesut yalan söylüyor.”
Mustafa amca bir süre yüzüne baktı İrfan’ın.
“Mesut asla yalan söylemez,” dedi. “Ben çocuğumu bilirim. Yalan söyleyen sensin.”
“Yemedim diyorum,” dedi İrfan. “Bana niye inanmıyorsun?”

1. Bölüm 2. Bölüm 3. Bölüm 4. Bölüm 5. Bölüm

Sınavlara Hazırlık Arama Robotu
YGS & LYS TEOG KPSS TUS KPDS Ehliyet Sınavı PMYO JANA

Seçim esnek olup ilgili alanları seçiniz, Örneğin ehliyet sınavı için branş olarak matematik seçmeyiniz :)