“Yemeseydin beni görünce kaçmazdın. Ömer abinle de konuştum. İkiniz yemişsiniz. O senin gibi inkâr etmedi hiç değilse. Parası olunca vereceğini söyledi.”
“Ben yemedim,” dedi İrfan. “İnanmak zorundasın!”
“Peki, öyle olsun,” dedi Mustafa amca. İrfan’ın yanından kalkıp uzaklaştı. Kendini çok mahçup hissediyordu. Bunu kendine yakıştıramamıştı. Koskoca adam gençlerin peşine düşmüş, onlarla bir olmuştu. Başını eğip yürümeye başladı. Orada bulunan hiç kimsenin yüzüne bakamıyordu. Sanki büyük bir suç işlemişti.
Mustafa amca uzaklaşırken, İrfan, “O kadar çok midye yemeseydim, beni asla yakalayamazdın,” dedi arkasından. “İnsanın midesi hınca hınç doluyken, o kadar hızlı koşamıyor.”
Mustafa amca eve geldiğindei, Mesut hâlâ bir köşede sessizce ağlıyordu. Oğlunun yanına yaklaştı. Cebinden çıkardığı parayı onun avucuna sıkıştırdı. Mesut’un ağlaması o anda bitmişti. Paraya baktı, sonra da cebine koydu.
Ertesi gün Türkan abla, bir tepsi daha midye hazırlamıştı. Mesut’a seslendi:
“Hadi oğlum, tepsi hazır! Şunları satmaya git!”
“Kusura bakma anne,” dedi Mesut. “Ben yapamayacağım. Çok istiyorsan, sen git sat!”
“O ne biçim söz öyle?” dedi Türkan abla. “Sen bana söz vermedin mi? ‘Harçlıklarımı midye satarak biriktireceğim,’ demedin mi?”
“O dündü anne,” dedi Mesut. “Hiç kimseyi midyeyle doyurmak istemiyorum. ‘Git, tepsideki midyeleri bedavaya dağıt,’ diyorsan, hemen gidiyorum.”
Türkan abla, Mesut’un yüzüne şaşkınca baktı.
“Ne demek istiyorsun Mesut?” dedi annesi. “Yani, ben boşuna mı uğraştım bunun için?”
Mustafa amca onların bu konuşması sırasında geldi.
“Ne oluyor?” diye sordu. “Yine midye konusu mu?”
“Evet, midye konusu,” dedi Türkan abla. “Oğlun midye satmaya gitmiyor. ‘Bedavaya dağıtırsam olur,’ diyor.”
Bir gün önceki koşmanın yorgunluğunu üzerinden atamamış olan Mustafa amca, “Oturun, kendiniz yiyin o midyeleri!” dedi. “Hepsini yiyemezseniz, komşulara dağıtın!”
Salonda bir köşeye çökerken, mahallelerine yerleşen Mardinlileri düşündü. Acaba bu mahalleye gelmekle iyi mi etmişlerdi?
Yaz gelince insanlarda balık yakalama merakı uyanıyor. Emeklisinden tutun, çalışanına varıncaya kadar oltasını eline alan herkes kendine bir su kıyısı buluyor.
Burada ilgi çekici olan, denizle birleşen bir ırmağın kıyısında balık tutmaya çalışan insanların çokluğuydu. Neden deniz kıyısında değil de bu ırmağın kıyısında bekliyorlardı?
Buradaki su tatlı su muydu? Tatlı sudaki balıklar, denizdeki balıklara oranla daha tatsız olurdu bildiğim kadarıyla.
Deniz kıyısında tuttuğumuz ev, o ırmağa çok yakın olduğu için, babam balık tutmaya çalışanları görünce, onu da bir merak sardı. Önce ilkel usullerle yakalamayı denedi ama bundan çok çabuk vazgeçti.
Çeşit çeşit oltalar, misinalar ve yemler aldı.
Sabah kahvaltısından sonra ırmağın kıyısına gidip attığı oltaların başında beklemeye başladı. Babamın bu kadar sabırlı olduğunu bilmiyordum. Zaman zaman yanına gidiyor, yemeyi içmeyi unutmuş bu adama hayran hayran bakıyordum.
“Al, bak, burada bir olta daha var, hadi sen de at! Bakarsın şansın yaver gider de yakalarsın!” dedi babam.
Oltaya yemi takıp salladım. Merakla beklemeye başladım. Yemin çevresine toplanan balıkların yemi almak için yaptığı manevraları görebiliyordum. Suyun üzeri kıpırdıyordu.
Gerçekten çok zevkli bir uğraşıydı.
İşi olmayanların saatlerce olta başında beklemesi ilgi çekiciydi. Hep bir sonraki, bir sonraki olta atışta olacak umudunu taşımak tuhaf bir duyguydu.
Babam iyi kaptırmıştı bu işe kendini. Sabahtan akşama dek ırmak kıyısındaydı. Çok seyrek balıkla geliyordu eve. Onlar da ne yazık ki ufacık şeylerdi.
Babam bir kıyıda, ben bir kıyıda oltaları suya attık. Beklemeye başladık. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Birden olta asılmaya, ağırlaşmaya başladı.
“Baba, oltaya bir şey takıldı!” diye bağırdım.
Babam koşarak geldi. Oltayı elimden aldı. Asılmaya başladı. O asıldıkça ben heyecandan nefes alamıyordum sanki.
Irmaktan çıkacak balığın büyüklüğünü merak ediyordum. Kocaman bir şey olmalı diye hayal kurarken, çıka çıka eskimiş ve suyun altında yosun bağlamış bir bot çıktı.
“Hay Allah kahretsin!” dedi babam. “Botmuş. Koca ırmakta bula bula onu tuttu oltan.”
Oltayı kıyıya çekip bottan kurtardıktan sonra bir kez daha attım suya.
Beklemeye başladım.
Bu arada babam kendi oltasının başındaydı. Ama onun oltasında hiç kıpırtı yoktu.
Bir süre sonra benim olta elimde ağırlaşmaya, bir şey oltanın ucundan yakalayıp içeriye çekmeye başladı. Yine aşırı bir heyecan boğazımı düğümlemişti.
“Baba, çabuk gel!” diye bağırdım. “Bir şey yakaladım!”
Babam oltasını bırakıp geldi. Elimden oltayı alarak asılmaya başladı. O kadar güçlü asılıyordu ki, olta yay gibi kıvrılmıştı. Babam asılıyor, oltanın ucundaki her neyse, o da asılıyordu.
“Yardım et!” diye bağırdı babam. “Oltayı zapt edemiyorum.”
Benim gücümle ne kadar olacaktı ki? Daha ben yanına bile gelemeden, elindeki oltayla birlikte babamın suyun içine düştüğünü gördüm. Demek ki yakalanan balık o kadar iriydi ki babamı suya düşürmüştü. Babam suya düşmekle kalmadı. Oltayı bırakmıyordu. Balık onu çekiyor, ırmağın içinde dönüp duruyorlardı.
Bir ara balığı görür gibi oldum. Kocaman siyah bir şeydi.
Babam oltayı elinden bırakmadığı için, onunla birlikte yüzüyorlardı suyun içinde. Tabii bir farkla… Babamın üzerinde giysileri vardı, balığın ise pulları ve yüzgeçleri. O kadar güçlü bir balıktı ki, babamı rahatça sürüklüyordu.
Bayağı uzun süren bir mücadeleden sonra babam oltayı elinden bıraktı. Oltayla birlikte balık yüzüp gitti. Babam perişan bir halde çıktı kıyıya. Üstü başı sırılsıklamdı. Bayağı boğuşmuştu suyun içinde balıkla.
Tabii kazanan balık oldu. Olta da gitti onunla birlikte.
Eşyalarımızı toplayıp eve döndük. Annem, babamın halini görünce feryadı bastı.
“Ne bu halin Halit?” diye bağırdı. “Irmağın içine dalıp mı yakalıyorsun o minnacık balıkları?”
“Ya, dalga geçme Sedef!” diye karşılık verdi babam. “Başımıza geleni asla tahmin edemezsin.”
“Ne geldi ki başınıza?” diye sordu annem merakla.
“Kocaman bir balık beni suya düşürdü,” dedi babam. “Öyle güçlüydü ki, benim gibi birkaç kişi bile onu zapt etmekte zorlanırdı.”
“Hadi canım sen de!” dedi annem. “Masal anlatıyorsun!”
“Ne masalı?” dedi babam. “İnanmazsan kızına sor!”
“Babam doğru söylüyor anne. Gerçekten dediği gibi oldu,” dedim.
Annem inanmaz gözlerle baktı. Acemi bir balıkçının yolda gelirken tasarladığı bir öyküydü onun gözünde bu. “Kızınla birlikte uydurmuşsunuzdur,” diye mırıldandı.
“Sen inanma!” diye söylendi babam banyoya doğru yürürken.
Babam banyodayken, anneme anlatmaya çalıştım ama o hâlâ inanmamakta kararlıydı. Ne dediysem olmadı.
“Baban balık yakalamaya devam edecek mi?” diye sordu yavaşça.
“Onu babama sor anne!” dedim. “Ben balığı gördüm. Korkunç bir şeydi.”
“Ne kadar korkunç olabilir ki?” diye söylendi annem.
Babam banyodan çıkmış, saçlarını kurularken hâlâ şok içindeydi.
“Baba, annem bugün yine balık avlamaya çıkacak mısın diye soruyor,” dedim.
“Bugün değil ama belki yarın…” diye yanıt verdi.
Ertesi gün babam, av malzemelerini yanına alıp ayrılmış evden. Eve öğleden sonra döndüğünde yine sırılsıklamdı. Üstü başı çamur içindeydi.
“Yine aynı balık…” dedi babam. “Beni suya düşürdü. O da yetmiyormuş gibi, oltam da gitti onunla birlikte.”
“Yaaa! Bu nasıl balıkmış öyle?” diye söylendi annem. “Her gün böyle sırılsıklam mı geleceksin eve?”
Annemin gözlerinde parlayan bir tuhaf ışık vardı.
“Ya Halit, kabul et! Sen acemi bir balıkçısın,” dedi. “Suya düşe düşe öğreneceksin balık tutmayı.”
“Bırak alay etmeyi Sedef!” dedi babam. “Gerçekten inanılmaz derecede büyük bir balıktı.”
O iri balık babamın balık yakalama zevkini yok edecek gibi görünüyordu. Zavallı adamın iki günde burnundan getirmişti balık tutma serüvenini. Ama babamın ne kadar inatçı bir adam olduğunu biliyordum. Asla vazgeçmeyecekti. Ne yapıp edip sürdürecekti bu macerayı.
Oltalarını kaybettiğine mi yansın, yoksa her defasında kendini suyun içinde bulduğuna mı?
“Sana nasıl inanayım Halit?” dedi annem. “Ya minnacık balıklar yakalayıp geliyorsun, ya da kocaman bir balık kaçırdığını, balığın seni suya düşürdüğünü söylüyorsun…”
Babam anneme bir şey demedi ama ertesi gün yine gitti ırmağın kıyısına. Bu kez hava kararırken geldi. Üstü başı çamur içindeydi.
“Yine mi?” dedi annem çığlık atarak.
Babam sakince:
“Yine…” diye karşılık verdi.
“Yarın bir daha gitme balık tutmaya,” dedi annem. “Seni bu halde görmek istemiyorum.”
“Gitmek zorundayım,” dedi babam. “Bu artık bir gurur meselesi oldu.”
Annem çamaşır yıkamaktan bıkmıştı, ama babam balık yakalamaya gitmekten bıkmamıştı. Yine bir gün üstü başı çamur içinde geldi.
“Az kaldı yakalıyordum,” dedi. “Elimden şans eseri kurtuldu.”
“Ya, mutlaka öyledir,” dedi annem. “Şimdi bu çamaşırları kim yıkayacak?”
Tabii bu durum artık komik bir hal almıştı. Irmağın kıyısında bir sürü insan balık yakalamaya çalışıyordu. Ama nedense bir tek babamla uğraşıyordu bu kocaman balık.
“Asla vazgeçmeyeceğim,” dedi babam. “O balığı mutlaka yakalayacağım!”
Balık yakalamaya çalışan diğer oltacılar babama acıyarak bakmaya başlamıştı. Onlar ırmağın kıyısına attıkları oltalarına ekmek sarıyordu. Çok büyük olmasa da günde birkaç balık yakalayıp evlerine dönüyorlardı.
Bir tek babam vardı çamura bulanan.
Gidip kendine sağlam misina ve daha büyük oltalar aldı. Ucuna taktığı iğneler de kocamandı.
Diğer balıkçıların alaylarına, gülmelerine, ardından fısıltıyla konuşmalarına hiç aldırmıyordu. Kafasını o kocaman balığa takmıştı. Gece gündüz sayıklıyor, hayal kuruyor, hatta balığı rüyalarında görüyordu.
“Benden kurtulamayacak!” dedi. “Onu yakalayacağım!”
Hep böyle söylüyordu. Bütün yaz böyle geçmişti neredeyse. Bir kez bile denize yüzmeye gitmemişti babam.
“Baba, bırak artık inadı! Denize gir, yüz! Bak, koskoca yaz geçti. Sen bir kez bile denize girmedin.”
“Tüm yaz boyunca ırmakta yüzen kimdi?” dedi. “İçinizde benden başka bu kadar çok yüzen var mı?”
Babam haklıydı.
Tüm yaz yüzmüştü ırmakta. Hem de tatlı suda. Hatta giysileri üzerindeyken…
Babamı kıyıda gören herkes, “Ne zaman ırmağı boylayacak?” diye merak ediyordu. “Şimdi yine balık çıkacak, onu suya düşürecek,” diye fısıldaşıyorlardı.
Artık yazlıkçılar yavaş yavaş şehirlerine dönmeye başlamıştı. Ama babamın ırmak kıyısından ayrılmaya hiç niyeti yoktu. Yaz bitse, tüm kış boyu da sürse, o balığı yakalamaya yemin etmiş görünüyordu. Hatta bir gün annem, “Sen burada kal Halit!” dedi. “Biz gidelim. Sen çamaşırlarını yıkarsın. Hatta balıkla birlikte ırmakta yaşasan bile olur.”
Acaba babama bir şey mi olmuştu? Bu kadar çok ırmak suyuna düşmek onda bir şeyleri mi açığa çıkarmıştı? Yoksa deli mi oluyordu?
Annem de ben de üzülüyorduk. Balığa bu kadar kafayı takması hiç hoş bir şey değildi. Bir insanda bu kadar inat olur muydu Allah aşkına!
Babam inat ettikçe annem geriliyor, evde balıktan başka bir şey konuşulmuyordu. Tabii bunun tek nedeni babamdı.
Eylül ayı sonlarına doğru babam kendi boyundan büyük balığı yakalayıncaya dek sürdü bu inat.
Sonunda başarmıştı. Aldığı özel iğneleri bir çırpıda yutan koca dev balık sonunda babamın inadına yenilmiş, kendini onun ellerine teslim etmişti.
Babamın fiyakalı yürüyüşünü görmeliydiniz. Sanki küçük dağlar onun eseriydi. Irmağın kıyısında balık yakalayanların yanından geçerken, kendisine takılanlara gülümsüyor, “Ben jübilemi yaptım. O balığı yakalamak istiyordum, başardım, bundan sonrası vız gelir,” diyordu.
Babama dudak büküp hayranlıkla bakan avcılar, “Acemi macemi dedik, ama boynuz kulağı geçti. Adam tarih yazdı yahu!” diye konuşuyordu.
Babamda o günden sonra, büyük bir başarı kazanmış olmanın tuhaf bir durumu vardı sanki üzerinde. Konuşması, hareketleri, tavır ve davranışları ile daha önceki zamanlara hiç benzemeyen bir adam olmuştu.
Dünyada başaramayacağım iş yok, der gibi bir hali vardı. Tabii haklıydı. Tüm yaz boyunca belki yüzlerce kez ırmak suyuyla duş alıp, sırılsıklam evin yolunu tutan bir adamdan daha deneyimli kim olabilirdi ki, şu dünyada?
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı anısına… Bir çocuksuzluk öyküsü…
Bedri amcayla karısı Bedriye teyze küçük bir kulübede yaşıyorlar. Yaşadıkları kulübeden başka çevrede ne bir ev var, ne de bir yapı… Uzaktan bakıldığında, koskoca arazide bir harabe gibi görünüyor evleri.
Bedri amcanın bir eşeği var. Her gün erken saatlerde kalkıp eşeğiyle yola koyuluyor, odun toplamaya çıkıyor.
Hele Bedriye teyzeyi görmelisiniz. Öyle tonton, öyle şeker bir kadın ki… Konuştuğunda ağzından bal damlıyor sanki. O kadar sevimli…
Ben onları kendi halinde, yoksul insanlar olarak bilirdim. Meğer o koskoca arazi onlarınmış. Annem söyledi. Bizim evde ne zaman Bedri amcadan söz açılsa, annem yüzünü buruşturup “Görünüşe aldanmamalı!” der. “Siz onları yoksul mu sanıyorsunuz?”
Tabii ertesi günü Bedri amcayı odun toplamaya giderken görünce, annemin söylediği bir anda siliniverir aklımdan.
Bedri amca ne zaman bir çocuk görse, gülüp gülmediği belli olmayan bir simayla bakar ve sonra tren geçiyormuş gibi kollarını ve bacaklarını hareket ettirerek “Çufff! Çufff!” diye sesler çıkarırdı.
Herhalde en sevdiği hareket tren taklidi yapmaktı. Ama karısı Bedriye teyze, Bedri amcanın boşluğunu dürter, “Bırak bey tren taklidi yapmayı!” derdi. “Trenler seni unutalı yıllar oldu.”
“Doğru diyorsun hanım,” diye karşılık verirdi Bedri amca, tren taklidi yapmayı hemen bırakarak. “Yıllar oldu bir tren görmeyeli.”
Hayattaki tek istediği trenci olmakmış Bedri amcanın. Genç yaşlarda çalışmış, çabalamış ve sonunda Basmahane Garı’nda bulmuş kendini. Başında şapkası, ütülü giysileriyle ve hiç susmayan düdüğüyle fiyakalı fiyakalı dolaşır dururmuş.
Makinistlik sınavlarına girmiş, kazanmış ve trenin üstünden hiç inmeyen bir makinist olmuş. Yok Denizli’ydi, yok Uşak’tı falan derken, sonunda emeklilik gelip çatmış.
Bir süre direnmiş emekli olmamak için, çünkü emekli olmak demek, işe yaramaz bir adam olmak demekmiş onun gözünde.
Ama makinistlik yapamaz olmuş gözleri iyice zayıflayınca. Zaten ne geldiyse başına, gözlerinin zayıflığından sonra gelmiş.
Koca tren… Gözü basamağı fark etmemiş. Ayağı boşluğa gelince kendini yerde bulmuş.
“Makinist düştü! Makinist düştü!” diye koşmuş görevliler. İnsanlar merak içinde başına toplanmış.
“Bir şeyim yok, iyiyim!” demiş kısık bir sesle, acısına aldırmadan.
İşte o gün vermiş dilekçeyi, emekliye ayrılmış. Sonra da aldığı emekli parasıyla o koskoca araziyi satın almış.
“Aslında bir eşeğinden başka şeyi olmayan bir adam!” dedi babam.
Annem yüzünü buruşturdu.
“Neden canım! Bu koca araziye ne demeli? Bugün satsa, dünyanın parası eder,” dedi.
Babam gülerek yüzüne baktı annemin.
“Her şey para değil hatun,” dedi. “Adamın ahı gitmiş vahı kalmış. Ne yapacak parayı?”
Anneannem hep babamı destekler.
“Haklısın damat,” dedi. “İnsan bir yaştan sonra aranmayı, sorulmayı istiyor.”
“İyi de onların arayacak, soracak kimsesi de yok,” dedi babam.
Sanırım annemin unuttuğu şey buydu.
“Çocukları olmamış mı anne?” diye sordum.
“Olmamış yavrum…” diye yanıt verdi.
O gün, onların çocuklarının olmamasını pek anlayamadan üzülmüştüm. Bir insanın çocuğunun olmaması ne demekti?
Babam, “Bir evde çocuk yoksa, o evde eğlence, o evde ses, o evde ahenk olmaz,” dedi. “Hep bir şeyler eksik kalır. Altın toptan mahrum kalan insanların mutlu olması zordur.”
“Altın top ne baba?” diye sordum.
“Altın top, çocuk…” dedi babam. “Kucaktan kucağa dolaşır. Eziyet eder, bağırır, eğlendirir, sevindirir, üzer, ağlatır, mutlu eder…”
“Oooo! Baba, hepsini altın top mu yapıyor?” diye güldüm.
“Evet, hepsini o yapıyor,” dedi. Sonra da bize bir öykü anlattı:
Biri çok zengin, biri çok yoksul iki aile varmış. Akşam olunca zengin olanın evinden hiç ses gelmezmiş. Ertesi günü de asık bir yüzle işlerine giderlermiş. Yoksul ailenin evi şen şakrak ve eğlenceliymiş. Evdeki neşeli sesler sokağa taşarmış.
Zengin aile, yoksul aileyi bu kadar neşelendiren, sevince boğan, eğlendiren şeyin ne olduğunu merak eder dururmuş. Bir gün karısına, “Git şunu bir öğren bakalım,” demiş zengin koca. Karısı gitmiş sormuş yoksul kadına. “Bizim evde altından bir topumuz var,” demiş yoksul kadın. “Kocamla birbirimize atıp eğleniyoruz.”
Kadın hemen kocasına yetiştirmiş. “Bey, onlarda altından bir top var,” demiş. Kocası zengin ya… Gitmiş en değerlisinden bir altın top yaptırmış kuyumcuya, alıp eve getirmiş. Akşam olunca karısına atmış, karısı ona. Ama bir süre sonra sıkılmışlar. Kadın, “Gidip bakacağım,” demiş. “Onların altın topları nasıl?”
Pencereden gözetlemiş. Gördüğü onu şaşkına çevirmiş: Yoksul karı koca, neşeli mi neşeli, şirin mi şirin bir bebekle oynuyormuş. Bebek anlaşılmaz sesler çıkarıyor, anne ve babası yerlere yatıyormuş gülerek.
Zengin kadın başını eğip evine dönmüş. Beyine altın top dediklerinin bir çocuk olduğunu söylemiş.
Babam öyküyü anlatınca, Bedri amcayla, Bedriye teyzeye daha çok üzüldüm.
Ertesi gün Bedri amcayı gördüm. Eşeğiyle birlikte odun toplamaktan dönüyordu. Beni görünce yine ağlamakla gülmek arası bir hal alan simasıyla baktı.
“Hadi tren olsana Bedri amca,” dedim.
Kollarını, ayaklarını hareket ettirerek, “Çuffff! Çuffff!” diye sesler çıkarmaya başladı.
Kulübesine kadar birlikte gittik. Oraya varıncaya dek tren taklidi yapmayı sürdürdü.
Karısı Bedriye teyze bizi görünce kapıya çıktı.
“Annen evde mi?” diye sordu. “Onun yanına gidecektim biraz.”
“Evde Bedriye teyze,” dedim.
Ben Bedri amcanın odunları eşeğin sırtından indirmesine yardım ederken, Bedriye teyze bizim eve doğru uzaklaştı.
Akşam eve gittiğimde babamlar, Bedriye teyzelerin başına gelen sıkıntıyı konuşuyordu.
Meğer üzerinde kulübeleri bulunan arazi hazinenin yeriymiş. Araziyi Bedri amcaya satanlar tapuda hile yapıp onları aldatmış. Şimdi hazineyle mahkemeliklermiş. Bedriye teyze, “Bizi buradan çıkaracaklar,” demiş.
Tabii ben o zaman bunlardan bir şey anlamamıştım.
Hazine ne? Bedri amcayı neden aldatıyorlar? Oradan onları neden çıkaracaklar? Neden mahkemelikler? Mahkeme ne?
Bunları teker teker babama sormam gerekiyordu.
Tabii sordum da… Sağ olsun, üşenmeden hepsine yanıt verdi.
Babam anlatınca da zavallı Bedri amcaların, babamın dediği gibi, eşeklerinden başka bir şeylerinin olmadığını anladım.
“İyi ama baba, haksızlık bu!” dedim.
Babamın anlattığı öykü canlanmıştı gözümde.
“Bedri amca hem yoksul, hem de çocuğu yok…” dedim.
Babam ne demek istediğimi anlamıştı. Saçımı okşadı. Beni omzumdan çekerek göğsüne bastırdı.
“Şimdi bunları düşünme yavrum!” dedi. “İleride bol bol düşünecek zamanın olacak.”
—SON—
1. Bölüm 2. Bölüm 3. Bölüm 4. Bölüm 5. Bölüm