ISBN 978-9944-376-84-6
Yayınevi: Bu Yayınevi
Yazar: Ayşegül Çetiner
Not: Bu kitap bu yayınevinden izin alınarak sitemizde yayınlanmış olup kopyalanıp dağıtılması yasaktır.
Ilık bir haziran sabahıydı. Okullar kapanalı henüz iki gün olmuş, öğrenciler yorucu bir öğretim yılını geride bırakmanın verdiği iç rahatlığıyla kendilerini, tatil sevincine kaptırmışlardı. Bazıları da aldıkları kötü karneler nedeniyle biraz buruk girmişlerdi tatile ama olsun, gelecek yıl daha fazla
çalışıp bunu telafi edebileceklerdi.
Bizim tek yumurta ikizleri Burak ve Berke de bu ikinci gruba dâhildiler. Fakat komik olan, karnelerindeki zayıfların resim, müzik, iş eğitimi gibi
basit dersler olmasıydı. Bunun en önemli nedeni, yerinde duramayan iki küçük yaramaz oluşlarıydı.
Diğer derslerde kafaları zehir gibi çalışırdı ama sıra resim gibi bir dersle uğraşmaya geldiğinde, aceleyle bir şeyler karalarlar sonra da “Bitti öğretmenim”
deyip, şamataya başlarlardı. İşte bu yüzden, zayıf gelmişti bu dersler karnelerinde. Oysa bu durum,bizimkilerin hiç umurunda değildi. Onlara göre
resim, müzik de ders miydi? Fakat anne ve babaları dün onları karşılarına alıp: “Mademki siz bize doğru dürüst bir karne getirmediniz, o zaman istediğiniz o son model bisikletleri de unutun” dediklerinde, durumun ciddiyetini anlamışlardı. Onlar bu duruma, her ne kadar itiraz da etseler, diller
de dökseler, bir işe yaramamıştı. Artık bu yazı da eski bisikletleriyle geçirmekten başka çareleri yoktu.
İşin kötüsü, yenileri gelecek diye eskilerinin bakımını da ihmal etmişlerdi ve birazdan yazlığa gitmek üzere, yola çıkacaklardı. Mecburen onları
adada tamir ettireceklerdi.
İkizler, kısa boyları, kumral saçları, yeşil gözleri ve afacan bakışlarıyla birbirlerinin tıpatıp aynısıydılar.
İki yıl öncesine kadar çoğu insan onları ayırt edemezdi. Bu gruba arada sırada anne ve babaları da dâhil olabiliyordu. Ancak iki yıl önce salıncaktan
düşen Burak’ın yaralanan alnına atılan iki dikiş, onların ayırt edilebilir olmalarını sağlamıştı. Artık eskisi gibi benzerliklerini kullanarak, olur olmadık
şakalar yapamıyorlardı. İlk zamanlar, saçlarının ön kısmını biraz uzatarak o izi gizlemeyi başarmışlardı ama kandırmaya çalıştıkları kişi, durumu
fark ederse elini alınlarına götürüp kontrol ediyor, böylece planları da suya düşüyordu. Bu işe en çok sevinen, elbette ki öğretmenleriydi. Onların hilelerini, hep anlar ama bir türlü kanıtlayamazlardı. En nihayetinde bir gün, fen dersinde Burak kardeşinin yerine de sözlüye kalkınca, alnındaki dikiş izi onu ele vermiş artık bu numarayı da yapamaz duruma gelmişlerdi.
O sabah ikizlerin evinde, yazlığa gitme telaşı vardı. Anneleri:
“Hadi çocuklar, hâlâ hazırlanamadınız mı?” dedi.
‘’Tamam anne! Şu kanaryaların yemlerini de koyalım çıkıyoruz.”
“Oğlum, ne diye uğraşıyorsunuz onlarla babanız burada ya!”
“Evet, anneciğim haklısın ama sana hatırlatırım, babam geçen yaz da buradaydı ve klinikteki akvaryumla evdekini karıştırınca, evdeki balıklar
açlıktan, kliniktekiler de fazla yemekten, mevta olmuşlardı.”
“Off çocuklar, babanızın da sizin de bu hayvan merakınızdan bıktım artık! Bir gün hayvanat bahçesini arayıp, hepsini onlara vermezsem bana da
Selin demesinler”
“Aman annee…” dediler aynı anda.
“Görürsünüz siz. Hadi yeter artık sizin yüzünüzden vapuru kaçıracağız.”
“Tamam anne, hazırız işte!” dedi Burak. Diğer yandan Berke bağırıyordu:
“Tombiik, nerdesin? Hadi oğlum gidiyoruz!”
Bağırmasıyla birlikte koltuğun arkasında bir kıpırtı oldu. Sapsarı, upuzun kulaklı, şirin mi şirin bir köpek yavrusu ortaya çıkıverdi.
Babaları Barış Bey veterinerdi. Üç ay önce bir müşterisinin köpeği, sekiz yavrusunu doğurduktan hemen sonra ölünce bir tanesinin bakımını da
Barış Bey üstlenmişti. Çocuklara bıraksa hepsini isterlerdi ya o sıralarda eşi Selin Hanım’ı, fazla kızdırmaması gerekiyordu çünkü eve getirdiği son
hayvan zararsız da olsa bir yılan olunca ortalığın durulması, birkaç haftayı bulmuştu. Neyse ki Selin Hanım da köpekleri severdi de o yüzden bu minik
yavruya, pek ses çıkarmamıştı. İşte Tombik bu yavruydu ve tıpkı ikizler gibi oldukça haylazdı. İşi gücü oradan oraya koşturmak, çocukların ayakkabılarını saklamak, evin kanaryalarını korkutmak, bahçedeki kedileri kovalamaktı. Son numarası süs havuzuna girerek, içindeki su kaplumbağalarını ağzına alıp, saklamasıydı. Bu birkaç kez tekrarlanınca Barış Bey, çareyi kaplumbağaları kliniğe götürmekte bulmuştu. Yani böyle yaramaz bir köpecikti şirin Tombik.
Tam da bu sıralarda ikizlerle sınıf arkadaşı olan ve iyi bir karneyle yedinci sınıfa geçen Çağdaş da yazlığa gidecek olmanın heyecanını yaşıyordu.
Uzun boyu ve geniş omuzları Çağdaş’a, atletik bir görünüm kazandırırken, sarı saçları ve minik çilli burnu onu oldukça sevimli kılıyordu. Küçük
kardeşi Çağrı ve ablası Çiğdem de tıpkı kendisi gibi sarışın ve çilliydi. Fakat Çiğdem, birkaç hafta önce annesinden izin bile almadan o güzelim sarı
saçlarını, koyu bir kızıla boyatmıştı. Bu görüntüsünden büyük ihtimalle kendisi de memnun değildi ama sırf bu konuda ona karşı çıkan ailesine inat,
bir süre daha kendisine yakışmayan o garip saçlarla gezmeye kararlıydı.
Çağdaş annesi ve ablasının hazırlanmasını beklerken iyice sıkılmıştı:
“Anne tamam, seni anladık da şu ablama ne oluyor? Niye bu kadar süslenmesine izin veriyorsun ki?” dedi.
“Sen sus bücür fazla konuşma!” diye onu yanıtladı ablası.
“Oğlum karışma ablana, görmüyor musun artık kocaman kız oldu.”
“Hah Ne de kocaman. Boyu bile, benden kısa.”
“Hiç de bile. Senden, en az beş santim uzunum bikere.”
“Ha evet, o topuklu pabuçlarından bahsediyorsan, en az on beş santim uzunsundur. Onları ben giysem, Hido’ya bile yetişirim!’’
“Anne yaa! Şuna, bir şey söyle.”
“Çağdaş, kes artık sen de! Kızım, zaten iki saat sonra havuza girmeyecek misin, kardeşin haklı, ne bu süs?”
“Üff anne! Tamam, hazırım işte”
“Mariacığım sen de oğlanı kaldır da çıkalım.”
‘’Tamam, Mine Hanım hemen kaldırıyorum.”
Maria evin yardımcısıydı. Rus’tu ve asıl mesleği diş hekimliği olduğu hâlde ülkesindeki işsizlik nedeniyle Türkiye’de çalışıyordu. Geçen yaz Çağdaş’ın
babasının Büyükada’daki otelinde çalışmaya başlamış, sezon bitip otel kapanınca da Ali Bey, işsiz kalmaması için ona çocuklarının bakımını vermişti.
Yazın gelmesiyle birlikte, Deniz Yıldızı Oteli de kapılarını açmıştı. Maria bu yaz hem çocuklara göz kulak olacak hem de otelde çevirmenlik gibi
işlerle ilgilenecekti.
Çağdaş sabırsızlıkla yerinde zıplayarak,
“Hadi anne! Vapuru kaçıracağız. Bak aynı vapurla gideriz diye ikizlere söz verdim n’olur,” dedi.
‘’Tamam, oğlum çıktık işte.”
“Anne yaa! Sen de şu oğlunun aklına uydun bizi vapurlarda süründüreceksin,” dedi Çiğdem.
“Niye sürünesin ki kızım? Bu sefer de böyle olsun hem vapur keyfi yapmayı ben de özlemiştim.”
Maria, kucağında küçük Çağrı’yla içeri girdi.
Küçük çocuk debeleniyor, yere inmeye çalışıyordu.“
Beni niye uyandırdınız?”
“Denize gideceğiz ya unuttun mu oğlum?”
“Bana ne ben gitmeyeceğim.”
“Aaa! Olur mu öyle şey? Hem sen denizi çok severdin ne oldu şimdi?”
“Bana ne, bana ne, gitmeyeceğim işte!” Annesi hâlâ debelenen Çağrı’yı kucağına aldı:
“Off Çağrı! Şimdi de sen başlama lütfen. Maria şuradan bakar mısın, taksi gelmiş mi?” Pencereden bakan Maria taksinin gelmiş olduğunu söyledi. Sonunda hep beraber toplanıp yola çıktılar. Haziranın on yedisi olduğu hâlde sıcak hava ancak birkaç gündür yüzünü gösteriyordu. Okulların
kapanmasıyla birlikte yazlıkçılar da tek tük gelmeye başlamışlardı. Ada sakinleri, komşularının gelmesini dört gözle bekliyorlardı. Artık sokaklar
çocuk sesleriyle şenlenecek, plajlar dolacak, uzun zamandır kapalı olan sezonluk iş yerleri, dükkânlar açılacaktı. Kısacası Büyükada yeniden canlanacaktı. Tabi hafta sonlarında günübirlik turistlerin yaşatacağı kalabalığı düşündükçe bazılarının keyfi kaçmıyor değildi ama olsun, topu topu iki günü de evlerinde geçirmelerinin bir zararı olmazdı.
Mayıs Gülü Sokağı, Büyükada’nın diğer tüm sokakları gibi aydınlık, ferah ve çiçek kokularıyla bezeliydi. Bembeyaz badanalı evler, köşkler, bu evlerin
balkonlarını, bahçelerini süsleyen rengârenk güller, begonyalar, mor salkımlar, hepsi bir bütünlük içinde hayat bulurlardı bu sokakta. Mayıs Gülü Sokağı’na girer girmez, tarihî mimarisi ve kalitesiyle ün kazanmış bir o kadar da mütevazı olan Deniz Yıldızı Oteli, karşılardı gelenleri.
O minik pencereleriyle sanki sokağa girenlere göz kırpar, ne iyi ettiniz de bizim sokağımıza geldiniz, derdi. Sokak boyunca otelin peşinden birçok
dükkân sıralanırdı. Bakkallar, pastaneler, kafeteryalar, bisiklet tamircileri, hediyelik eşya satıcıları, bunlardan bazılarıydı. Sokağın en ihtişamlı yapıları
olan adanın köklü ailelerine ait ahşap köşkler, küçük evlerle kol kola verir, yolun denizle buluştuğu noktadaki parka kadar bu böyle devam ederdi.
Bu park sokağın kalbi gibiydi. Uzun yaz günlerin de yaşlılar, parkın ağaçlarının gölgesinde dinlenir, çocuklar oyunlarını oynar, gençler aralarında şakalaşırlardı. Akşamları da dondurmasını, çekirdeğini kapanlar, günün yorgunluğunu üzerlerinden atmak isteyenler kendilerine bir yer bulup, mehtabı seyre dalarlardı.
Henüz erken bir saat olduğu için sokak hareketlenmemişti. Sadece Deniz Yıldızı Oteli’nin bitişiğindeki ismi Mercan olan, küçük hediyelik eşya
dükkânının önünde iki arkadaş, ayaküstü konuşmaya dalmışlardı.
Ceren uzun boyu, kumral kahverengi düz saçları ve bal rengi gözleriyle çok güzel bir kızdı. Yiğit de uzun boylu, bol bol yüzmesinin etkisiyle geniş
omuzlu ve koyu kestane rengi saçlıydı. Her daim adada oturduğundan, bronz tene ilk kavuşanlardandı.
Ceren de adada oturuyordu fakat henüz hiç güneşe çıkmamıştı. Zaten çıksa bile çok beyaz tenli olduğu için yüksek faktörlü koruyucular kullanırdı.
“Seni gördüğüme çok sevindim,” dedi Ceren, Yiğit’e sarılarak. Ona kapı eşiğindeki boş tabureye oturmasını işaret etti,
“Hayrola, sabah sabah ne işin var senin burada?”
Yiğit elindeki alışveriş poşetlerini gösterdi,
“Hiiç… Annemin verdiği birkaç siparişi almaya gelmiştim. Asıl sen ne yapıyorsun? Yoksa sezon açıldı mı?”
“Yok, canım nerdee… Annem, sabahtan İstanbul’a, mal almaya gitti. Evde de badana yapılıyor boya kokusundan rahatsız olmamam için beni
buraya getirdi. Yani daha sezonun falan açıldığı yok.”
“Açılır nasıl olsa.”
“İnşallah bir an evvel açılır. Annem, yazlıkçılar bugün yarın gelirler dedi ama sabah vapura baktım da kimse yoktu.”
“Annen haklı Ceren daha okullar kapanalı iki gün oldu, merak etme yavaş yavaş gelirler.”
“Umarım, dediğin gibi olur. Bu yaz da geçen seneki gibi kötü geçerse ben yandım.”
“Nedenmiş?”
“Neden olacak, bu yaz da işler iyi gitmezse annem, burayı kapatıp İstanbul’da sürekli bir iş bakacakmış.”
“İyi de bu, dünyanın sonu değil ki. Biliyorsun benim annem de İstanbul’da öğretmenlik yapıyor.”
“Ama benim annemden başka kimsem yok ki.”
“Yapma Ceren, duyan da seni kimsesiz sanacak. Senin baban İstanbul’da değil miydi?”
“İstanbul’da ama beni iyice unuttu.”
“Yok canım, olur mu öyle şey?”
“Ayy unuttu işte! Neyse bu konuyu kapatalım lütfen. Söyle bakalım sen neler yapıyorsun?”
“Hiç sorma Ceren, şu iki günde o kadar canım sıkıldı ki. Biliyorsun bizim adada Batıkan’dan başka arkadaşım yok, o da İstanbul’a dedesinin yanına
gitti bütün yaz orada kalacakmış. Anlayacağın bu yaz yalnız başımayım.”
<!–nextpage–>
“Aman Yiğit, ben ne güne duruyorum istediğin zaman buraya gelebilirsin. Aslında bu yaz tatilinde de anneme yardım edeceğim ama sorun değil.
Hem yakında bizim çocuklar da gelirler, bak görürsün bu yaz da geçen seneki gibi güzel geçecek.”
“Sahi, bizim çocuklar dedin de haber var mı onlardan?”
“Ali amca, Çağdaşların bugün geleceğini söylemişti ama diğerlerinden haberim yok.”
“Buna çok sevindim, onu çok özlemiştim doğrusu ama şimdi vapur gelmek üzeredir, annem merak eder. Bir ara tekrar gelirim.”
“Ne güzel konuşuyorduk işte annene telefon edip gecikeceğini söylesene.”
“Bir faydası olmaz. O da tatile girdi ya İstanbul’dan öğretmen arkadaşlarını çaya davet etmiş, siparişlerini bekler şimdi.”
“Peki, öyleyse yine gel ama.”
“Tamam, gelirim. Hadi görüşürüz.”
“Güle güle”
Yiğit ve Ceren birbirlerini çok seven iki arkadaştı. Yiğit Heybeliada’da oturuyordu. Babası asker olduğu için lojmanda kalıyorlardı. O da tıpkı babası ve dedesi gibi iyi bir denizci olmak istiyordu.
Deniz, en büyük tutkusuydu ama Ceren’e karşı içten içe duyduğu ilginin de ondan aşağı kalır yanı yoktu. Ceren’in bundan haberi yoktu. Üç yıl önce
tanışmışlardı. Yiğit’in dördüncü sınıfa başladığı seneydi. Bir gün öğretmenleri Hasan Bey, kolunda bir kız çocuğuyla derse gelmiş sonra da onu sınıfa
tanıtmıştı. “Bakın çocuklar! Size yeni bir arkadaş getirdim, adı Ceren ve bundan sonra bizimle okuyacak,”demiş ve Ceren’den boş bulduğu bir yere
oturmasını istemişti. O da şöyle bir etrafına bakınıp arka sıralarda yalnız oturan, Yiğit’in yanına yerleşmişti.
İşte o gün bugündür çok iyi arkadaştılar. O, Yiğit’in diğer arkadaşlarından çok farklıydı. Her şeyini, saçma sapan hayallerini bile onunla paylaşabiliyordu. Günün birinde, tüm dünyada geçerli olacak bir barış antlaşmasını dünya liderlerine imzalatmayı düşündüğünü söylediğinde diğerleri
gibi ona gülmemiş; “Neden olmasın” demişti. “Ne güzel olurdu hepimiz barış içinde yaşasak!” Bunun çok büyük bir hayal olduğunu elbette biliyordu.
Evet, büyüyünce asker olmak istiyordu ama savaşmak için değil barış için çalışacaktı. Tanıdığı pek çok asker, başta babası ve dedesi de savaşa karşıydı.
Gel gör ki; arkadaşları onu anlamak istemiyor, askerin sadece savaşmak için değil, bir devletin ayakta durması için gerekli en önemli elemanlarından
biri olduğunu algılayamıyorlardı. Onun hislerini bir tek Ceren anlıyordu. Ceren işte böyle bir kızdı. Tabi yalnız Yiğit’e değil herkese karşı iyilik
ve anlayışla yaklaşırdı. Belki de annesiyle çektiği sıkıntıları böyle görmezden geliyordu. Ceren dokuz yaşındayken ayrılmıştı anne ve babası. Üzerinden
fazla bir süre geçmeden babası başka biriyle evlenmiş, Ceren ve annesini önemsememeye başlamıştı.
Annesi mecburen bir işe girmek, Ceren de okuldan arta kalan zamanlarını kreşlerde geçirmek zorunda kalmıştı. Bir süre sonra annesi, kira ve masraflara daha fazla dayanamamış hem de aynı semtte oturan eski eşinden uzaklaşmak için annesinden kalan Büyükada’daki eve taşınmışlar, peşinden de eve yakın bir yer kiralayıp küçük bir hediyelik eşya dükkânı açmışlardı. Kışın dükkânları kapalı olduğundan ellerinde fazla bir kâr kalmıyordu. Fakat artık çok daha rahattılar ve bu da onlara yetiyordu.
Vapur iskeleye yanaşmış, İstanbul’dan gelen yolcuları adaya indiriyor, Yiğit de onun boşalmasını bekliyordu. Ceren’in söylediğine göre Çağdaş
bugün gelecekti. Mutlaka yine o büyük yatlarıyla gelirlerdi. Çağdaş iyi bir çocuktu ama galiba onu biraz kıskanıyordu. Hayır! Zenginliği değil, Ceren’e
çok yakın ve samimi oluşunu kıskanıyordu. Onların oteliyle Cerenle’rin dükkânı, bitişikti.
Zaten dükkânın asıl mal sahibi de Çağdaş’ın babası Ali Bey’di. Bu yüzden Çağdaş yazları geldiğinde çok sıkı fıkı olurlar, Yiğit’se başka bir adada oturduğundan onlara biraz uzak kalırdı. Genelde günaşırı bazen de her gün gelirdi ama aynı yerde oturmak gibi olmuyordu işte. Fakat bu yaz kararını vermişti, annesinden izin alacak arada sırada dayısının Büyükada’daki evinde kalacaktı.
Nasıl olsa dayısı gelmesini hep istemez miydi? Evet evet, kesinlikle öyle yapacaktı.
Bunları düşünürken gördüğü şey onu çok şaşırttı. Çağdaş vapurdan iniyordu. Evet evet, kesinlikle o Çağdaştı. Yanında, ellerinde bisikletleriyle
onunla konuşanlar da bizim ikizlerdi. Yiğit bu şakacı ikiz kardeşleri, pek severdi. Onları Çağdaş’ın sayesinde tanımış, çok zaman birlikte balığa çıktıkları
olmuştu. Şimdi arkadaşlarına; ‘hoş geldiniz’ diyebilmeyi, öyle çok isterdi ki… Hızla düşünüp,
kararını verdi. Görevliye hemen döneceğini bildirip, kapalı bir turnikenin altından geçerek, dışarı çıktı. Arkadaşlarına koşmaya başladı, bir yandan
da bağırıyordu:
“Arkadaşlar! Burak, Berke, Çağdaş!” Çocuklar aynı anda durup, arkalarına baktılar.
“Aaa! Yiğit, değil mi o?” derlerken ellerinde alışveriş poşetleriyle Yiğit koşarak yanlarına gelmişti bile. Arkadaşlar candan bir şekilde birbirlerine
sarıldı. Yiğit nefes nefese:
“Hoş geldiniz, çocuklar!” dedi. “Sizi gördüğüme çok sevindim ama vapura yetişmek zorundayım annem beni bekliyor. Fakat söz veriyorum en
kısa sürede döneceğim.” Arkadaşları da bunun iyi bir fikir olduğunu söyleyip daha sonra görüşmek üzere ayrıldılar. Onlar da uzun süre görmedikleri
Yiğit’le karşılaştıkları için sevinmişlerdi. Yiğit vapuru kaçırmaktan son anda kurtuldu. Arkadaşlarını görmek, onu çok sevindirmişti. Anlaşılan
takımları tekrar bir araya geliyordu. Bir tek Arda kalmıştı gelmeyen, o da yakında burada olurdu herhalde.
İkizler bisikletlerini yollarının üzerindeki tamirciye götürdüklerinde tamir masraflarını duyan anneleri, az kalsın küçük dilini yutacaktı. Neyse ki
biraz pazarlıkla bu işi hallettiler. İkizler içlerinden kıs kıs gülüyor, kendilerine yeni bisiklet alınmamasının acısını bir nebze de olsa çıkarıyorlardı ki
anneleri:
“Çocuklar, iyi ki pazarlık yaptık yoksa bir değil tam iki hafta boyunca, dondurma yiyemeyecektiniz!” demiş, yine yapacağını yapmıştı. Usulca onlara
yanaşan Çağdaş:
“Üzülmeyin arkadaşlar! Benim harçlıklar ne güne duruyor?” dediyse de ikizlerin kaçan keyfini yerine getirememişti.
Mayıs Gülü Sokağı’na girdiklerinde Ceren’in, dükkânlarının önünde oturduğunu gördüler. Ceren de çocukları görmüş olmalıydı ki onlara el sallıyordu.
Uzunca bir süreden sonra yeniden kavuşan arkadaşlar, birbirlerine sarılıp hasret giderdiler.
“Bu Ceren’in boyu biraz daha mı uzamış ne?” diye, ikizler birbirlerine sormadan edemedi. Onların boy konusundaki takıntılarını bilen Ceren,
arkadaşlarını üzmemek için ayağındaki terlikleri göstererek “Bakın çocuklar! Annem bunları geçen hafta aldı. Tabanları biraz yüksek ya onun için size öyle gelmiştir.” dedi. İkizler Ceren’in terliklerine şöyle bir baktılar ve aynı anda, ‘‘Yok yok, uzamışsın.” dediler. Ayaküstü konuşmaları biraz uzayınca Çağdaş’ın annesi:
“Hadi çocuklar, önce bir evlerimize gidelim, soyunun dökünün sonra yine görüşürsünüz.” demeseydi ayrılmaya hiç niyetleri yoktu. Bu sırada
Çağdaş’ın ablası Çiğdem, onları bırakıp çoktan arkadaşlarının yanına gitmiş, anneleri de akşama kulüpte buluşmayı kararlaştırmışlardı. İkizler, sokağın
sonundaki evlerine doğru giderlerken Çağdaş:
“Anne siz gidin ben babamın yanında kalacağım!” dedi. Peşi sıra kardeşi Çağrı da:
“Bana ne ben de kalacağım.” diye bağırmaya başladı. Annesi baktı ki küçük oğlunu zor zaptedecek,
“Yürüyün bakalım ikiniz de eve daha sonra gelirsiniz!” deyince Çağdaş’ın da tıpış tıpış eve gitmekten başka çaresi kalmamıştı. Ceren’e birkaç saat sonra geleceğini söyleyip annesinin tuttuğu faytona binip ayrıldılar…
Güneş yakıcılığını kaybetmek üzereydi. Annesi ve Maria Çağrı’yı zor bela uyutmuş, eve ancak yerleşebilmişler, Çağdaş da bu fırsatı değerlendirip
otelin ve Ceren’in yolunu tutmuştu. Önce Cerenlerin dükkânına uğradı. Zerrin Hanım’ın hâlini hatırını sorup karnesi hakkında bilgi verdikten sonra,
Ceren’in çok yorulduğunu biraz uyumak için eve gittiğini öğrendi. Zerrin Hanım’a, Ceren gelirse ona otelde olduğunu söylemesini rica edip babasının
yanına gitti. Yiğit de misafirler gelene kadar annesine hazırlıklarında yardım etmiş, sonra da dedesinin ısrarına dayanamayıp onunla yüzmeye gitmişti. Son yıllarda Marmara Denizi, oldukça kirlendiğinden çoğu insan artık havuzları tercih ediyordu. Deniz ancak bu zamanlar biraz girilebilecek durumda
oluyordu. Yiğitler de bu birkaç günü fırsat bilip değerlendiriyorlardı. Su soğuk moğuktu ya olsun, hiç denizle havuz bir olur muydu? Eve döndüklerinde,
misafirlerin henüz gitmemiş olduğunu gördüler.
Yiğit alelacele duşunu aldı, giyinip Büyükada’nın yolunu tuttu.
O gün arkadaşlar birbirlerine kavuşmanın coşkusunu geç saatlere kadar beraberce kutladılar.
Görüşmedikleri bir yıl boyunca başlarından geçenleri anlatıp, eğlendiler. En çok da aralarına Tombik’in katılmasına sevinmişlerdi. Tombik de onları
sevmiş olmalıydı ki bir ona bir diğerine koşturuyor, kuyruğunu havalarda sallayarak türlü şaklabanlıklar yapıyordu, ikizler onu şimdiye kadar hiç
bu denli mutlu görmemişlerdi.
Anne ve babaları kulüpten dönünceye kadar beraberlikleri devam etti. Yiğit daha önce annesine telefon edip izin aldığı için iki sokak ötede oturan
dayısına, diğerleri de kendi evlerine dağıldılar…
O sabah, akşamdan sözleştikleri gibi Saat Kulesi’nin önünde buluşmuşlardı. İlk gelenler Yiğit ve Çağdaş oldu, diğerleri de gelince sabah yürüyüşlerine
başladılar. Planlarına göre yürüyüşün ardından denize gireceklerdi ama su buz gibiydi ve bu suya girmeye Yiğit bile cesaret edemedi. En iyisi duşlarını evlerinde alıp kahvaltı için daha sonra buluşmalarıydı. Çağdaş söz verdiği gibi onlara otellerinde kahvaltı ısmarlayacaktı.
Otelde buluştuklarında hepsi misler gibi kokuyor, pırıl pırıl gözüküyorlardı. Onları gören Ali
Bey:
“Çocuklar! Harika görünüyorsunuz, sabah sabah sizi böyle görmek beni bile imrendirdi. Bravo size! Hele Yiğitçiğim senin gömleğine bayıldım,
çok zevklisin!” dedi ve devam etti:
“Oğlum aman arkadaşlarının değerini iyi bil!”
“Zaten biliyorum, babacığım.” dedi Çağdaş.
Bu övgü hepsinin hoşuna gitmişti ama bu durum Yiğit’i biraz utandırdı çünkü üstündeki gömlek kendisinin değil dayısınındı. Çıkarken onun gardırobunu karıştırmış, üstüne olacak ancak bunu bulabilmişti. Yoksa onun tişörtten başka bir şey giyeceği yoktu. Eve döndüğünde dayısında bırakmak için birkaç parça giysi getirse hiç de fena olmayacaktı.
Günün geri kalanı için bir türlü plan yapamadılar. Önce Çağdaş bisiklete binmeyi önerdi ama ikizlerin bisikletleri hâlâ tamirde olduğundan bu
iş mümkün değildi. Yiğit denize girelim dedi ama Çağdaş’ın annesi de buna izin vermiyordu. Hani sabah bir girip çıksa olurdu da öyle birkaç saat denizde
kalmasına kesinlikle karşı çıkardı. Kadıncağız haklıydı da. İkizler yürüyerek ada turu yapmayı teklif ettiler ama neredeyse öğlen olmuştu, şimdi
başlarına güneş geçer sonra annelerinin dırdırından kurtulamazlardı. Ceren’in fikri de onlara pek parlak gelmedi. Pikniğe gitmeyi önermişti Ceren
ama oğlanların böyle şeylerden hoşlanmadıklarını unutmuş olmalıydı.
Bu sırada ilginç bir şey oldu. Ali Bey telaşla koşturup duruyor, bir yandan da kendi kendine konuşuyor;
“Ben n’apıcam şimdi, yandım yandım!” diyordu.
Neler olduğunu merak eden Çağdaş, durumu öğrenmek için babasının yanına gitti. Döndüğünde o da telaşlıydı.
“Arkadaşlar, bugün planlarınızdan, beni çıkarın.” dedi. Neler olduğunu merak eden arkadaşlarına durumu açıkladı:
“Az önce babama telefon gelmiş, İstanbul’dan büyük bir grup iş seminerleri için buraya gelecekmiş.
Otel tam olarak hazırlanamadığından ben burada kalıp babamlara yardım edeceğim.” dedi ve izin isteyip ayrıldı. Ceren onun gidişinin ardından
biraz düşündü ve;
“Arkadaşlar, var mısınız biz de onlara yardım edelim?” dedi. Bu fikir hepsinin aklına yatmıştı.
Yapabilecekleri bir şey olursa pekâlâ onlara yardımcı olabilirlerdi. Çağdaş’ı bulup ona fikirlerini söylediler. Çağdaş buna çok sevindi ve hemen durumu
babasına anlattı. Fikirleri, Ali Bey’i rahatlatmaya yetmemişti. Ona göre bu çocuklar ancak ufak tefek işlerin üstesinden gelebilirlerdi ama şu anda
en küçük yardıma bile ihtiyaçları olduğundan kabul etmek zorunda kaldı.
Konferans salonunu temizleyerek işe başlayabilirlerdi.
Orası uzun zamandır kullanılmadığından temizliği ihmal edilmişti. Çocuklar gerekli temizlik malzemelerini alıp oraya gittiler. Burası gerçekten
kötü durumdaydı. Her taraf toz içinde ve çok havasızdı. İlk işleri klimaları açmak oldu. Elektrik süpürgeleriyle halıları süpürdükten sonra sahneyi,
kürsüyü ve koltukları silip tertemiz yaptılar. Konferans salonundaki işleri bittikten sonra ardiyeden kullanılmayan sandalye ve şezlongları çıkarıp teker
teker sildiler ve gerekli yerlere yerleştirdiler. Bu iş onları çok oyalamış ve yormuştu. Son yaptıkları işse oldukça eğlenceliydi. Otelin bahçesini ve havuzun kenarlarını, hortumlarla yıkamaktı görevleri.
Bu arada su savaşı yapmayı da ihmal etmediler. İşleri bittiğinde, Ali Bey gördüklerine inanamadı.
Her taraf pırıl pırıl olmuştu. Buna çok sevindi. Ceren’in fikriyle konferans salonu ve lobilere koydukları taze çiçek dolu vazolara bayıldı. Bu arada
otel çalışanları da kendilerine düşen görevleri yerine getirmiş, hepsinin keyfi yerine gelmişti. Çocuklar etraflarına bakındıklarında yaptıklarını görünce
tüm yorgunluklarını unuttular. Ali Bey suçlu suçlu bizimkilere,
“Çocuklar, gerçekten harikalar yaratmışsınız size çok teşekkür ederim. Yalnız sizden bir şey daha rica etsem ayıp eder miyim?” dedi. Hepsi merakla
birbirlerine bakıyordu. Ali Bey devam etti:
“Akşama aksi gibi bir de nişan törenimiz vardı. Hem seminer hem nişan, bu kadar kalabalığa nasıl yetişeceğimizi bilmiyorum. Hani siz de gelseniz de
bir iki şeyin ucundan tutsanız?”
Nasıl olacağı konusunda bir fikirleri yoktu ama eğlenceli olabilirdi. Kendilerine güveniyorlardı. Ali Bey kabul ettiklerini duyunca, çok sevindi. Şimdi
gidebileceklerini ama akşam tam 17.00’de burada olmaları gerektiğini söyledi. Onlara dinlenmeleri için rahat rahat üçüç buçuk saat kalıyordu. Akşama
buluşmak üzere ayrıldılar. Yiğit hemen ilk vapurla eve geçip, durumu annesine anlattı. Annesi her zamanki gibi onu olumlu karşıladı. Dayısından izin almak koşuluyla onunla istediği kadar kalabileceğini söyledi. Bu arada hareketlerine dikkat etmeli, Ali Bey’i zor durumda bırakmamalıydılar. Yiğit annesine söz verip birkaç parça kıyafeti, iç çamaşırlarını, mayosunu ve havlusunu bir çantaya atıp yola çıktı. İki saatlik uyku ona yetmişti.
Kararlaştırdıkları gibi saat 17.00’de buluştular. Çağdaş arkadaşlarına giymeleri için üzerlerinde otelin logosu bulunan, şort ve tişörtlerden dağıttı.
Ali Bey oğlanları iki gruba ayırdı. Yiğit ve Burak havuz kenarlarının süslenmesinde, dekoratörlere yardımcı olurken Çağdaş ve Berke de yemek masalarının hazırlanmasına yardım edeceklerdi. Ceren ise otel çalışanlarından Gülcan ablayla birlikte, gelen konuklara yerlerini göstermekte görevliydi.
Sonunda tüm hazırlıklar tamamlanmıştı. Masa ve sandalyeler saten kumaşlarla kaplanıp, kocaman fiyonklarla süslenmiş, masalara şık bir şekilde
tabaklar, bardaklar, çatal, kaşık ve peçeteler yerleştirilmişti.
Havuz kenarlarına koydukları dev meşaleler ışıl ışıl yanıyor, plastik nilüfer çiçekleri masmavi havuz sularında usulca yüzüyorlardı.
Konukların tamamının gelmesiyle birlikte işi biten Ceren de diğer arkadaşlarının arasına katıldı.
Artık tek yapmaları gereken serviste garson ağabeylerine yardımcı olmak ve dolu kül tablalarını temizleriyle değiştirmekti.
Nişan töreni oldukça eğlenceli geçmişti. Boş zamanlarında bir köşede kendilerine ayrılan masada oturabilmiş hatta nişan pastasından koca birer dilim
bile yiyebilmişlerdi.
Asıl iş törenden sonraydı. Tören bitip misafirler gidince otel çalışanlarıyla birlikte, ortalığı temizleyip havuz kenarını eski hâline getirdiler. İşleri bittiğinde hepsi çok yorulmuş, eve gidip iyi bir uyku çekmenin hayalini kuruyorlardı. Ali Bey yanlarına gelip, yaptıkları her şey için onlara teşekkür etti.
Sayelerinde bugünü sorunsuz atlatmışlardı. Onlara, yarın gelip hak ettikleri ücretleri alabileceklerini söyledi.
Çocuklar buna itiraz ettiler. Onlar bu işi para için yapmamışlardı ki. Tek maksatları Ali Bey’e bu zor anında yardımcı olmaktı. Evet, gerçi biraz yorulmuşlardı ama yine de buna gerek yoktu. Ali Bey bu konuya son noktayı koyup, “Bakın çocuklar itiraz istemiyorum, yarın burada olacaksınız. Hem gelip havuzdan da istediğiniz kadar yararlanabilirsiniz.” dedi.
İşte bu fikir hepsinin hoşuna gitmişti. Yiğit dışında hiçbiri daha ayaklarını suya bile sokamamıştı.
Hem bu yorgunluğun üstüne, bir havuz keyfi de iyi giderdi doğrusu. Yarınki planlarının da belli olmasıyla birlikte evlerinin yolunu tuttular.
<!–nextpage–>
Çağdaş arkadaşlarına içinde çalışma ücretlerinin bulunduğu zarfları uzattığında, hepsinin ağzı bir karış açık kaldı. Zarfta çok para vardı ve itirazlarını
bildirmek için Ali Bey’in karşısına dikildiklerinde, onun bu konuda ne kadar kararlı olduğunu anladılar. Ali Bey:
“O paraları almazsanız size borçlu kalırım ve bir daha ihtiyacım olduğunda sizden yardım isteyemem.” dedi. Bunun üzerine itiraz edemediler.
Bir süre sonra kendilerini paralarını nasıl değerlendirecekleri konusunda düşünürken buldular.
İkizler bu parayla bisikletlerine yeni aksesuarlar takabilir, yeni şaka malzemeleri alabilirlerdi. Hatta annelerinden gizlice adaya getirdikleri yılanları
Yapışkan’a, yeni bir yuva bile edinebilirlerdi. Hayvancağız iki gündür küçük bir kavanozda yaşıyordu.
Anneleri bu durumu bir anlarsa ikisini de o kavanoza sokacağından hiç şüpheleri yoktu. Yiğit’se sandalının geçenlerde bozulan motorunu tamir ettirebilir, deposunu doldurup, arkadaşlarını yakın koylara gezmeye götürebilirdi. Ceren’in kararıysa kesindi. Bu parayı annesine verecekti. Onun için en önemli şey geçimlerine katkıda bulunmaktı.
O öğleden sonra güneşin zararlı etkileri geçince havuza gittiler. Uzun zamandır bu kadar eğlenmemişlerdi. Sonunda yorgun düşüp kendilerini şemsiyelerin gölgesine attıklarında, o günün belki de hayatlarındaki en güzel gün olduğunu düşündüler.
Öyle ya ilk kez kendi alın terleriyle para kazanmışlar, ardından da çok eğlenceli saatler geçirmişlerdi.
Ceren:
“İnşallah, güneşten fazla yanmamışımdır.” dedi eliyle omuzlarını kontrol ederek. İlk kez bu kadar uzun süre güneşte kalmıştı ve açık tenli olduğundan
fazla güneş ona yaramıyordu. Çağdaş:
“Korkma, sana verdiğim o koruyucu çok kuvvetlidir.
Ben geçen yaz ne yapmıştım biliyor musun? Ablamın bronzlaştırıcısının içini bununla değiştirdim. O gün ablam sabahtan akşama kadar güneşte kaldı ama hiç yanamayınca resmen çıldırdı,” dedi. Çocuklar kahkahaya boğuldular. Hepsi Çiğdem’in bronzlaşmaya ne kadar meraklı olduğunu bilirdi. İkizlerden Burak:
“Ooo! Çağdaş bakıyorum da şaka konusunda bizimle yarışıyorsun. Dur da bunlara bu sene öğretmene yaptığımız örümcek şakasını anlatalım,” dedi.
“Oğlum siz de bu sefer şakanın dozunu kaçırmıştınız. Öğretmen nerdeyse korkudan ölecekti.”
“Siz bize onu anlatmıştınız, geçen yazdı değil mi?” dedi Ceren.
“Hayır canım, bunlar şakalarını bu sefer gerçek örümcekle yaptılar. Kadıncağız yine plastik sanıp onu eliyle tuttu, tam pencereden atacaktı ki çığlık
çığlığa bağırmaya başladı. O anı görecektiniz.”
İkizler gülmekten katılıp kaldılar. Yiğit ve Ceren’se şaşkın şaşkın onlara bakıyordu. Ceren:
“Bu kadar acımasız olduğunuzu bilmiyordum,” dedi. İkizler:
“O da bize resimden, müzikten zayıf verirken acımıyordu.” diyerek, kendilerini savundular. Yiğit:
“O derslerden zayıf almayı nasıl başardığınız şimdi anlaşılıyor.” deyince ikizler daha fazla gülemediler.
Akşam her şey için teşekkür edip ayrılırlarken Ali Bey, onlara istedikleri zaman gelebileceklerini söyledi. Hem geçici de olsa bu otelin çalışanı değiller
miydi?
Bugün gerçekten harika bir gündü. Yaz tatillerinin hep böyle güzel geçmesini dileyerek ayrıldılar. Hepsi de ilk kazançlarını annelerine göstermek için
can atıyordu…
Yaz tatiline girdiklerinden beri neredeyse iki hafta olmuştu. Oğlanlar kendilerini oyalayacak bir şeyler bulmakta zorlanmıyor, bir gün Yiğit’in sandalıyla
balığa çıkıyor diğer bir gün adada bisiklet turu yapıyor, başka bir gün ise basketbol ya da futbol maçı yapıyorlardı. Fakat Ceren onların bu faaliyetlerine
katılamıyordu. O ne anlardı ki futboldan balığa çıkmaktan. Bir kere onlarla bisiklete binmiş ama çok hızlı gittiklerinden, onlara yetişememiş üstüne üstlük bir de bisikletten düşüp dizini yaralamıştı.
En iyisi dükkânda oturup annesine yardım etmekti. Zaten yazlıkçıların gelmesiyle işler açılmış, annesi işlere yetişemez olmuştu.
Ceren renkli boncuklardan kolyeler, bileklikler yapmaya bayılırdı. Dün İstanbul’a mal almaya giden annesi, oyalanması için kızına bir poşet dolusu
renkli boncuk ve takı malzemesi almış, Ceren de bugün dükkânlarının önünde oturmuş, bu malzemeleri kullanarak çeşitli takılar yapıyordu. Annesi:
“Kızım ben sana daha söylemedim değil mi?
Dün halan aradı. İnci’yle birlikte birkaç haftalığına bize geleceklermiş.” dedi.
Ceren bu habere çok sevindi. Kuzeni İnci’yi çok severdi ve anlaşılan artık yalnız kalmaktan kurtulacaktı.
İnci’yle yapabilecekleri şeyleri düşündükçe, içi içine sığmıyordu. İnci ilk kez Büyükada’ya gelecekti ve ona adayı gezdirmekle işe başlayabilirdi.
Mutlaka çok güzel günler geçireceklerdi. Ceren kendini işine ve düşüncelerine öyle çok kaptırmıştı ki çocukların yanına geldiğini fark etmedi bile. Tombik’in havlamasıyla irkildi.
“Neleri kaçırdığını bir bilsen.” diye haykırdı Yiğit.
Ceren merakla kan ter içindeki arkadaşlarına baktı. Hep bir ağızdan bir şeyler söylüyorlar ne dedikleri anlaşılmıyordu. Sonunda sustular ve Çağdaş
anlatmaya başladı:
“Balık tutmak için Dil Burnu açıklarına gidiyorduk ki bir yunus sürüsü bizi takip etmeye başladı. Bu uzun süre böyle devam etti. Baktık ki peşimizi
bırakacakları yok, Tombik de onlara havlayıp duruyor. Biz de motoru durdurup gitmelerini bekledik ama nerede bu sefer yanımıza gelip, sandalın
üzerinden atlamaya başladılar.”
Ceren gözlerini fal taşı gibi açmış, heyecanla onu dinliyordu. Burak onun lafını kesti:
“Bir ara devrileceğiz diye ödümüz koptu. Korkudan birbirimize sarılmışız farkında bile değildik,” dedi.
“Ne korkması canım. Biz sandalın dengesi bozulmasın diye sarılmıştık.”
“Yaa! Ne demezsin.” diyerek Berke de kardeşinin dediklerini doğruladı:
“Burada olmamız bile mucize. Ben ki yunusları çok severim ama uzun süre belgesel bile izleyebileceğimi sanmıyorum,” dedi. Ceren sabırsızlıkla,
“Eee! Sonra ne oldu anlatsanıza?”
“Az sonra açıktan geçen bir deniz otobüsünün peşine takılıp, bizi unuttular. Biz de buraya geri döndük.”
Yiğit:
“Ben bile öyle korktum ki hâlâ titriyorum.” deyip, ellerini gösterdi. Hakikaten de titriyorlardı.
İkizler bir daha balığa falan çıkmayacaklarını söylediler. Ceren gülerek,
“Yaa! Siz beni yalnız başıma bırakır, balık tutmaya giderseniz öyle olur işte.”
Otelden çıkan Ali Bey de oğlu ve arkadaşlarının, bu garip hâllerini görünce meraklanmıştı.
“Ne oldu size oğlum köpek falan mı kovaladı?’’ diye sordu.
“Onun gibi bir şey Ali amca,” dedi Ceren, gülerek. Ali Bey çocukların başına gelenleri heyecanla dinliyor, bir yandan da Ceren’in yaptığı kolyelerden
birini eline almış inceliyordu. Sonunda çocukların anlatacakları bitince Ali Bey:
“O kadar korkmanıza gerek yoktu ki çocuklar. Hem onlar size zarar vermek istememiştir. Bilirsiniz yunuslar çok oyuncudur, herhalde sizinle oyun
falan oynamaya çalışıyorlardı. Ama tabi kuyruğu falan sandalınıza çarpsaydı devrilmenize neden olabilirdi. Neyse nasıl olsa hepiniz yüzme biliyorsunuz
değil mi? Kıyıya kadar yüzüverirdiniz,” dedi.
İkizler birbirlerine baktılar. Yiğit ve Çağdaş usta birer yüzücüydüler ama kendileri bu konuda pekiyi değillerdi. En kısa zamanda yüzmeyi daha
iyi öğrenmeleri gerekiyordu. Ali Bey elindeki kolyeleri göstererek,
“Ceren bunları sen mi yapıyorsun, yoksa?” diye sordu.
“Evet, Ali amca. Annem dün bu boncukları, İstanbul’dan getirdi. Bana bir sepet verdi, ben de yaptıklarımı içine koyup dükkânda satacağım.”
“Sen bunları yapmayı, kimden öğrendin?”
“Kimseden… Kendi kendime…”
“Ama çok güzeller, aferin sana! Baksana Ceren neden dışarıya bir tezgâh koyup bunları sergilemiyorsunuz?”
“Ben öyle çok bir şey yapmayacağım. Hem kim alacak o kadar çok kolyeyi?”
“Cerenciğim annen dükkânda mı? Ben onunla bir konuşayım.”
“Evet, içerde Ali amca.”
Ali Bey dükkâna girip, Zerrin Hanımla uzun uzun konuştu. Dışarı çıktıklarında ikisinin de yüzü gülüyordu. Annesi:
“Kızım, Ali Bey takılarını dizmen için sana bir tezgâh yaptıracakmış.” dedi. Ceren buna çok sevindi ama onun o kadar çok kolyesi yoktu ki. Ali Bey:
“Annen de sana yardım eder, yaparsınız.” dedi.
Güzel düzenlenmiş bir tezgâhın iyi müşteri çekeceğini de sözlerine ekledi.
Çocuklar da buna sevinmişti ama en çok sevinen tabi ki Zerrin Hanım’dı. Aslında Zerrin Hanım, daha fazla mal sergileyebilmek için bu tezgâh işini
düşünmemiş değildi ama Ali Bey’den çekiniyordu.
Dükkânın mal sahibi oydu ve hemen bitişiklerinde lüks bir otel işletiyordu. Şimdi otel girişinde bir tezgâh fikri hoş kaçmayabilirdi. Ali Bey oradan ayrılırken,
“Ben hemen birini yollar, ölçülerini aldırırım.” dedi.
O gün Ali Bey’in yolladığı marangoz ölçüleri almış ve tezgâhın yarına hazır olacağını, söylemişti.
Ceren ve annesi harıl harıl takı yapıyorlardı. Diğerleri de onlara yardım etmek istedi ama bir iki denemeden sonra beceremeyeceklerini anladılar.
Yiğit ortaya bir fikir attı. Tezgâh ahşaptan yapılacağına göre onu boyayıp, üzerini resimlerle süsleyebilirlerdi.
Bu fikir hepsinin hoşuna gitti. Çağdaş bunu babasına söylediğinde Ali Bey:
“Neden olmasın? Marangoza söyleyeyim de ona göre, çalışsın.”
Ertesi gün tezgâh geldiğinde çocuklar da boya
larını, fırçalarını hazırlamış, onu nasıl süsleyeceklerini planlıyorlardı. Sonunda işe giriştiler. Tezgâhı tıpkı Ceren’in kolyeleri gibi rengârenk boyadılar.
Hatta resmi çok iyi olan Çağdaş, dükkânın boş bir duvarına, tezgâhın renklerinde bir gün batımı resmi çizerken Yiğit de başka bir duvarı, deniz yıldızları,
balıklar ve minarelerle süslüyordu. Yoldan geçenler durup, onların çalışmalarını seyrediyor, bu da çocukların çok hoşuna gidiyordu.
Akşam olup boyalar kuruyunca Burak ve Berke’nin plajdan topladığı deniz kabuklarını, tezgâhın ve duvarların uygun yerlerine yapıştırdılar.
İşleri bittiğinde dükkânın karşısına geçip, yaptıklarını seyrettiler. Onları ilk kutlayanlar arasında Ali Bey de vardı:
“Sizin iyi bir iş çıkaracağınızdan hiç şüphem yoktu.” dedi. Zerrin Hanım tüm bunlara inanamıyordu.
Ceren’ se çok duygulanmıştı. İnşallah, sabahtan beri annesiyle uğraşıp hazırladıkları takıları satabilir, arkadaşlarının bu emeklerini boşa çıkarmazdı…
Ceren ertesi sabah annesiyle birlikte erkenden dükkâna geldiğinde çok şaşırdı çünkü arkadaşları da gelmiş, onu bu ilk iş gününde yalnız bırakmak
istememişlerdi. Hep birlikte takıları dizmeye başladılar. İşleri bittiğinde tezgâhları muhteşem görünüyordu. Çağdaş’ın verdiği müjde hepsini heyecanlandırdı.
Söylediğine göre bugün anlaşmalı oldukları turizm acentesi kalabalık bir turist kafilesini günübirlik adalara getirecekti ve öğle yemeklerini
Çağdaşların otelinde yiyeceklerdi. Bu satış yapmaları için iyi bir fırsat olabilirdi.
Sokağın yaşlı sakinlerinden Yorgo amca dünden beri onları balkondan seyretmiş, şimdi de yanlarına gelmişti. Onları bu başarıları için kutladıktan
sonra torunları için o renkli kolyelerden tam üç tane aldı. Böylece ilk satışlarını da yapmış oldular.
Ceren bu ilk parasını alıp, küçük bir kavanoza koydu. Sonra da gelecek diğer müşterileri beklemeye koyuldular. Bu arada Zerrin Hanım renkli ambalaj
kâğıtları almış ve sattıklarını koymaları için onlara minik kese kâğıtları yapmayı öğretmişti.
O gün akşam olduğunda bu işten hepsi yorgun düşmüştü. Çağdaş’ın dediği gibi turist kafilesi gelmiş, yaptıkları takıları tam anlamıyla silip süpürmüşlerdi.
Artık malzemeleri bitmiş olduğundan yenilerini de yapamıyorlardı. Zerrin Hanım’ın bir an evvel İstanbul’a gidip, malzeme alması gerekiyordu.
Ceren kavanozdaki paraları sayıp, annesinin ona aldığı deftere kaydetti. Bundan sonra her gün kazandıkları ve harcadıkları paraları, buraya
işleyecekti. Paranın bir kısmını malzeme alması için annesine verdi. Bir kısmıyla da arkadaşlarına kocaman birer dondurma ısmarladı. Takı işi bugünkü
gibi devam ederse annesinin İstanbul’da işe gitmesine gerek kalmayacaktı. Ne güze, yarın kuzeni İnci de gelecek, birlikte çok güzel vakit geçireceklerdi.
Bu yüzden ertesi günü iple çekiyordu.
Ceren o sabah erkenden kalkıp, kuzeni için hazırlanmış, tam on dakikadır iskelede vapurun gelmesini bekliyordu. Sonunda vapur gelmiş, yolcular
inmeye başlamışlardı. Beline kadar gelen sapsarı, uzun saçlarıyla İnci hemen göze çarpıyordu. Ceren ona el salladı. İnci ve halası da onu görmüş, el sallayarak yanına doğru geliyorlardı.
İnci de görüşemedikleri süre boyunca tıpkı Ceren gibi boy atmış, kocaman olmuştu. İki kuzen birbirlerine sıkı sıkı sarıldı. Eskiden birlikte ne
güzel günler geçirirlerdi. Ceren’in anne ve babası ayrılıp adaya taşındıklarından beri sadece bir iki kez görüşebilmişlerdi. O da ancak birkaç saatlik
görüşmelerdi. Şimdiyse İnci tam üç hafta boyunca burada kalacaktı.
Eve uğrayıp eşyalarını bıraktıktan sonra Zerrin Hanım’ın yanına dükkâna gittiler. İnci takı tezgâhını görünce çok beğendi. Hiç böyle muhteşem bir
tezgâh görmediğini söyledi. O da kendi takılarını kendi yapıyordu ve seve seve işlerinde Ceren’e yardımcı olabilirdi. Ceren buna çok sevindi çünkü
işler böyle giderse gerçekten, yardıma ihtiyaçları olacaktı.
O gün çocuklar geldiğinde İnci’yle tanıştılar. Aralarına geçici de olsa yeni birinin katılması, hepsinin hoşuna gitmişti. Özellikle Çağdaş İnci’yi
görünce diğer arkadaşlarını unutmuş, hep onunla sohbet etmişti.
Yarın için İnci’nin de ısrarıyla pikniğe gitmeye karar verdiler. Oğlanlar bu kez bisikletlerini yavaş kullanacaklarına dair söz vermişlerdi.
Ertesi gün kararlaştırdıkları gibi buluştular.
Kızlar; sandviç hazırlamış, Yiğit; koca bir termos çay, ikizler; su ve kola, Çağdaş da; otelden aşırdığı, poğaça ve kurabiyelerden getirmişti. İnci için de
bir bisiklet kiraladıktan sonra yola çıktılar.
İnci yeni yerler keşfetmenin mutluluğunu yaşıyordu. İlk kez Büyükada’ya gelmiş ve büyük şehre bu kadar yakınlıktaki bir cennetin varlığı karşısında,
çok heyecanlanmıştı. Deniz çarşaf gibi uzanıyor, suda yansıyan güneş ışınları tıpkı bir mücevher gibi gözlerini kamaştırıyor, kıyıya demirlemiş yatlar denize saçılmış inci taneleri gibi göz alıyorlardı.
Oğlanlar da bisikletlerini yavaş sürdüklerinden manzaranın güzelliğini daha iyi algılayabiliyorlardı.
Berke’nin bisikletinin sepetinde giden Tombik’in hâli de bir başkaydı. Tombik başını öne doğru uzatmış, gözlerini kapatmıştı. Rüzgârdan kulakları tıpkı birer bayrak gibi dalgalanıyordu. Sonunda piknik alanına vardılar. Kızlar piknik örtülerini yere serip, sepetlerini boşalttılar. Daha öğlen bile olmamıştı ama temiz hava erkenden acıkmalarına neden olmuştu. Sıcacık çaylarının yanında sandviçlerini yiyip kırlara uzandılar. Çağdaş:
“Biz niye şimdiye kadar hiç böyle yapmadık?” diye sordu.
“Niye olacak aklınız fikriniz futbolda, balıkta olunca işinize gelmedi tabi.” dedi Ceren.
“Asıl siz kızlar niye futbola karşısınız, biz de bunu merak ediyoruz?” Bu kez İnci cevap verdi:
“Şekerim! Bizim futbola, spora bir garezimiz yok, biz sizin futbolun kölesi olup kendinizi kaybetmenize kızıyoruz,” Yiğit İnci’ye,
“Ne yani, sen bizim futbol fanatiği falan olduğumuzu mu sandın?” dedi.
“Öyle değil misiniz?” Ceren:
“Yok canım, bizimkilerin fanatiklikle falan işleri yok onların tek dertleri başka spor bilmemek.” dedi. Dördü de aynı anda:
“Biz mi başka spor bilmiyormuşuz?” dediler. Yiğit devam etti:
“Biz her sporu severiz bi kere.”
“Mesela?” dedi İnci.
“Basketbol,” dediler aynı anda.
“Başka?”
“Yüzme, bisiklet, atletizm. Koşu atletizme giriyordu değil mi?”
“Bak gördünüz mü? Ondan bile emin değilsiniz.”
‘Tenis.” dedi Çağdaş. İnci ellerini çırpmaya başladı:
“İşte ben de bunu bekliyordum.” Çağdaş şaşırmıştı. İnci:
“Niye öyle bakıyorsun? Tenis bildiğine göre seninle maç yapabiliriz değil mi?” Ceren duruma açıklık getirdi:
“İnci’nin tenis dalında büyük başarıları vardır da. Öyle ki; maçlarda hocalarını bile yener.”
“Öyle mi? Yok canım ben öyle maç falan yapabilecek durumda değilim. Zaten oradan oraya koşturmak çok yorucu. Enerjimi boşa harcamak istemem.”
Hepsi birden güldü.
“Ah, yazık! Enerjisini boşa harcamak istemezmiş(!)” dedi İnci alaylı bir şekilde.
<!–nextpage–>
“Doğrusunu söylemek gerekirse ben iyi bir tenis oyuncusu değilim ama balon masa tenisi derseniz, onda varım. İsterseniz maç yapabiliriz.”
“Neyse öyle olsun o zaman biz de pinpon maçı yaparız.” Çağdaşların otelinde bir pinpon masası vardı ve genellikle boş dururdu.
Tombik yol boyunca yediği rüzgârdan sersemlemiş olacak ki uyuyup kaldı. İstanbul vapuru ışıltılı suları yararak, adalara doğru ilerliyordu…
İkizler Yapışkan’a hâlâ bir yuva bulamamaktan, dert yandılar. Bir an evvel bu işe bir çare bulmaları gerekiyordu. Çağdaş da yarın kardeşi Çağrı’yla
ilgilenmek zorunda kalacağından, yakınıyordu.
Annesi bir işi çıktığından İstanbul’a gitmek zorundaydı ve aksi gibi Maria da oteldeki Rus turistlerle ilgilenecekti. Ona ablasının bakması gibi bir seçenek de yoktu. Yaramaz da olsa Çağrı’nın, ablasının yanında güneşten kömür gibi olmasını istemezdi.
Mecburen bu iş ona düşüyordu. En iyisi onu otele getirmekti. Böylece onu oyalamakta babasına da yardımı olabilirdi. Bunu duyan İnci:
“Ayy! Bizim oraya da getir. Ben çocuklara bayılırım.” Diğerleri çok acayip bir şey duymuş gibi ona baktılar.
“Ne oldu, ne bakıyorsunuz?”
“Tabi, sen daha Çağrı’yla tanışmadığından böyle konuşuyorsun, onu bir tanı bak nasıl da fikrin değişecek.” dedi Ceren.
“Niye canım, daha benimle anlaşamayan çocuk tanımadım. Sahi kardeşin kaç yaşındaydı Çağdaş?”
“Beş”
“İyi iyi. Yarın mutlaka, getir.”
‘’Tamam canım, yeter ki sen iste benim canıma minnet.”
Çağdaş buna çok sevindi. Gerçi yaygaracı Çağrı bazen çekilmez olurdu ama bu sayede İnci’yle daha yakınlaşabilirdi. Bu İnci’yi gerçekten çok sevmişti.
Ayrıca İstanbul’da evlerinin çok yakınlarda olması da büyük tesadüftü doğrusu.
Çağdaş’ın getirdiği kurabiyeleri yiyip, meşrubatları içtikten sonra dönüş için hazırlandılar. Tombik’i uyandırmaları, çok zor olmuştu. Hayvancağız
kendini kaybetmiş gibiydi ama bisikletin sepetine yerleşip yola çıktıklarında keyfi tekrar yerine geldi.
Dönüş yolunda son pedalları zorlukla çevirdiler. Bu kadar yorulacaklarını, tahmin etmemişlerdi.
Ceren’in aklı fikriyse tezgâhındaydı. Acaba annesi iyi satış yapabilmiş miydi?
İlk işleri Cerenlerin dükkânına uğramak oldu. Annesi bu saate kadar sadece beş tane kolye satabilmişti. Ceren hemen satılan o beş kolyeyi hazırlamak
için boncuk tepsisini alıp geldi. Diğer oğlanlar da bisikletlerini bir kenara atmış, yorgunlukla kendilerini kaldırıma bırakıvermişlerdi. Ceren İnci’ye;
“Hadi, bisikletini kiraladığımız yere iade et de şu eksik kolyeleri yapalım.” dedi ama İnci onu duymamış gibiydi.
“Sana diyorum İnci!”
Kız donup kalmış, uzaklarda bir yere bakıyordu. Arkadaşları aynı anda onun baktığı yere döndüler. İki üç adam kafa kafaya vermiş, kendi aralarında
konuşuyorlardı. Buna bir anlam veremediler.
İnci’yse hâlâ gözünü bile kırpmadan, oraya bakıyordu. Sonunda fısıltıyla,
“Volkan Yılmaz!” diyebildi.
“Ha, o mu? Dün geldi, bizim otelde kalıyor.” dedi Çağdaş gülerek.
“Sizin otelde mi kalıyor?”
“Evet.”
“Ay! İnanmıyorum… Volkan Yılmaz burada, işte tam karşımda ve sizin otelde kalıyor öyle mi?”
Ceren dâhil hepsi şaşkınlıkla onu seyrediyordu. “Ben onun hayranıyım. Şimdi ikinci kaseti için ha. zırlık yapıyormuş, bir çıksın hemen alacağım.”
“Zaten yeni kaseti için beste yapacakmış. Biraz kafa dinlemek için bir yakınının tavsiyesiyle buraya gelmiş. Yani babam öyle dedi. Siz kızlar da şu
adamda ne buluyorsunuz, anlamıyorum?” Ceren:
“Vallahi, ben bir şey bulmuyorum.” diyerek kendisini savundu. Yiğit:
“Onun o uyduruk şarkılar için kafa dinlemesine bile gerek yok. Açsın bir magazin dergisini, her sayfadan bir kelime yazsın, al sana beste.”
“Hiç de bile uyduruk değil. Hepsi de çok romantik.” dedi İnci.
“Ay! Ne de romantik.” dedi Ceren ve “Neyse zevkler tartışılmazmış, değil mi?” deyip bu tartışmaya son noktayı koydu.
“O benim bir tanem. Hem ben ne duruyorum ki gidip bir imzasını almalıyım.” deyip dükkâna girdi.
Aldığı bir ispirtolu kalemle dışarı fırladı, doğruca adamların yanına gitti.
Çocuklar onun ardından bakakaldılar. İnci’yi yeni tanımış da olsalar, onun böyle bir takıntısı olduğunu tahmin etmemişlerdi. Hem Ceren bile
onun bu huyunu bilmiyordu ki onlar nasıl bilsinler? İnci az sonra döndüğünde pek mutlu görünmüyordu.
“Kötü bir zamanda gittim galiba?” dedi arkadaşlarına.
“Niye, ne oldu?”
“Hiiç… İmzamı aldım ama yüzüme bile bakmadı.” Sonra avucunu onlara gösterdi.
“O elindeki mürekkebin cildin için zararlı olabileceğini hiç düşündün mü? diye sordu Burak.
İnci omuzlarını silkti:
“Umurumda değil. Hem ben elimi hiç yıkamayacağım.”
“Yıkamayacak mısın?”
“Evet, yıkamayacağım. İstanbul’a götürüp, arkadaşlarıma gösterebilsem öyle güzel olurdu ki
Merve kıskançlığından çatlardı herhalde?”
“O zaman kâğıda imzalatsaydın ya.”
“Onu da yaparım. Nasıl olsa burada kalıyormuş değil mi? deyip onaylaması için Çağdaş’a baktı.
Çağdaş:
“Evet, kalıyor. Hatta sana odasını da göstereyim.” deyip yukarılarda bir pencereyi işaret etti.
İnci hayranlıkla pencereye baktı.
“İnanmıyorum, Volkancığım! Orda mı kalacak şimdi? Çağdaş, baban bana da otelde bir iş verir mi? Hem ben para da almam, n’olur. Bak! Tuvaletlerinizi bile temizleyebilirim.”
Çocuklar hep birden gülmeye başladılar. Çağdaş’sa bu duruma seviniyordu. Bu sayede İnci’yle arası daha iyi olabilirdi. Bir an önce bu Volkan Yılmaz
denen şarkıcı ile tanışsa hiç fena olmayacaktı. Bir şeyler düşünmeliydi.
Yiğit çok yorulduğunu eve gitmesi gerektiğini söyleyip, ayaklandı. İkizler de artık bir köpekten çok çuval yığını gibi görünen Tombik’i kucaklayıp,
evlerine gittiler. Bu konu için babalarını arasalar iyi olacaktı. Tombik çok kötü görünüyordu ve bunun sebebi de rüzgârlı bisiklet yolculuğundan başka bir şey olamazdı.
Ceren ve İnci ellerindekileri bitirdikten sonra başka takılar da hazırlamalıydılar. Yarın Rus turistler gelecekti ve eksikleri olmamalıydı. Çağdaş
da onlarla kalmış, fazla becerikli olmasa da yardım etmeye çalışıyordu. Bu arada da kafasında bazı planlar kuruyordu…
Böylece geç vakitlere kadar çalıştılar. Ceren’in annesi ve halası çoktan eve gitmiş, onlara fazla geç kalmamalarını tembih etmişlerdi. Ceren ve İnci’yse
yaptıkları işe o kadar dalmışlardı ki zamanın nasıl geçtiğini anlayamadılar. Neredeyse gece yarısı olacaktı. O sırada otelin bekçisi Hüseyin yanlarına
geldi. Sinirli bir şekilde:
“Siz bu saatlere kadar burada ne yapıyorsunuz?’’ dedi. Çağdaş Hüseyin’i hiç sevmez, babasının onu neden işe aldığını bir türlü anlayamazdı.
Saatlerine baktılar, gerçekten de epey geç olmuştu.
“Ooo! Zaman nasıl da geçmiş hiç anlamadık.” dedi Çağdaş. Kızlar da şaşırmıştı bu kadar geç olmasına. Anneleri de onları hiç merak etmemişti.
Gerçi merak etmelerine gerek yoktu. Pencereden bir baksalar dükkânın önünde oturan kızların, görebilirlerdi.
Hüseyin tekrar:
“Hadi, siz de evlerinize yürüyün, anneleriniz nasıl bırakıyor sizi bu saatlere kadar?” Ceren her
zaman terbiyeli bir kız olmuştu ama İnci de patavatsızlığıyla meşhurdu. Sonunda dayanamadı:
“Siz, kim oluyorsunuz?” dedi. Ceren onu susturmaya çalıştı.
“Ben bu otelin bekçisiyim.” dedi Hüseyin.
“İyi ya sen otelin bekçisiymişsin bizim dükkânımızın değil.”
Hava karanlık olduğu hâlde Hüseyin’in yüzünün kıpkırmızı kestiği görülebiliyordu. Hüseyin sinirle,
“Çağdaş çabuk içeri gir, baban bu saatte burada olduğunu duyarsa yandın, sizinle de sonra görüşeceğiz bu terbiyesizliğinizi, Zerrin Hanım’a söylemezsem!’’ deyip Çağdaş’ı içeri soktu. Çağdaş:
“Hüseyin sen kafayı mı yedin?” diyerek, onun elinden kurtuldu, gitti tekrar taburesine oturdu.
Hüseyin şimdiye dek hiç görmedikleri kadar sinirlenmişti.
“Öyle olsun!” deyip, içeri girdi.
Çocuklar onun bu yaptıklarına bir anlam veremediler. Bazen çok daha geç saatlere kadar burada oturdukları olurdu. Hem burası yazlık bir yerdi ve
sadece onlar değil herkes dışarıdaydı. Çağdaş:
“Allah aşkına, şuna inat biraz daha oturalım,’’ dedi. İnci ona katıldı.
“Bence de. Kendisini ne sanıyor anlayamadım?” Ceren:
“Yaa! Boş verin şimdi onu, hakikaten geç oldu.
Bilmem farkında mısınız ama daha akşam yemeğimizi bile yemedik?’’ dedi.
O sırada dükkânın telefonu çaldı. Arayan Zerrin Hanım’dı ve daha gelmeyi düşünüp düşünmediklerini sordu. Ceren çıkmak üzere olduklarını söyleyip, telefonu kapattı. Tezgâhlarındaki takıları toplamaya başladılar. Sokaktan artık tek tük insan geçiyordu. Onlar da ya kulüplerden ya da misafirlikten
dönenlerdi. Son eşyaları da toplayıp içeri sokarlarken üstü başı iyi olmayan garip bir çocuk elinde bir tepsi midye dolmasıyla önlerinden geçti.
Ceren ve Çağdaş onu ilk kez görüyorlardı. Burası küçük bir yerdi ve herkes birbirini tanırdı.
Bu çocuksa onlar için çok yabancıydı. Giyimlerinden kulüpten döndükleri belli olan bir çift onu durdurup, biraz midye dolması aldı. Oğlan onların
gitmesinin ardından, bizimkilere baktı. Belli ki; dolma isteyip istemediklerini anlamaya çalışıyordu ama Çağdaş’ın kuşku dolu bakışlarını görünce
hızlı adımlarla oradan ayrıldı. Ceren Çağdaş’a;
“Ne biçim baktın çocuğa öyle,’’ dedi.
“Nasıl bakmışım ki?’’
“Yanına bir gelirsem gününü gösteririm der gibi.”
“Hayır. Sadece nerden çıktığını merak ediyordum.”
“Ama senden korktu, gitti işte.”
“Amaan! Gitsin. Bir seyyar satıcımız eksikti zaten.”
Doğru da söylüyordu. Adaların hâlâ bu kadar nezih ve düzenli olmasının nedenlerinden biri de İstanbul gibi seyyar satıcılar tarafından işgal edilmemiş
olmasıydı.
Kızlar dükkânlarını kilitlerlerken Ali Bey de otelden çıktı. Onları görünce,
“Oğlum siz daha burada mısınız? Bu işe kendinizi fazla kaptırdınız galiba?’’ dedi ve ardından
hepsi evlerine doğru yöneldi. İnci onlar uzaklaştıktan sonra Ceren’e,
“Babası Çağdaş’a kızmış mıdır şimdi?’’ diye sordu.
“Yok canım, ortada kızacak bir şey yok ki. Hem bizim bu saatlere kadar dışarıda kaldığımız çok olmuştur.
Yemeğimizi yedikten sonra genellikle parka gideriz. Bazen de otelde eğlence falan olur eğer fazla kalabalık değilse Ali amca, bize de bir masa
ayarlar. Annelerimiz de nerede olduğumuzu bildiği için bir sorun çıkmaz.”
“İyi de o zaman bekçi bize niye kızdı?”
“Bak orasını ben de anlamadım. Belki de ters bir günündeydi?”
“İyi, öyle olsun bakalım. Ceren hani şu bahsettiğin eğlencelerden yine olur mu? Ben o otele girmeyi çok istiyorum da. Hem belki Volkancığımı da görürüm?”
“Ay, ilahi İnci! Eğlenceye gerek yok. Yarın Çağdaşla gireriz otele. Zaten pinpon oynayacaktık ya. Hem bakarsın havuza da gireriz.”
“Girer miyiz gerçekten?”
“Çok kalabalık olmazsa gireriz. Sen hiç merak etme.”
İnci çok mutluydu, yarını iple çekiyordu. Ceren’in de ondan pek farkı yoktu. O da gelecek Rus turistleri düşünüyordu. İnşallah, bu saatlere kadar
çalışıp hazırladıkları takılar satılırdı…
Çağdaş gece boyunca bazı planlar kurmuştu. Bunları gerçekleştirebilmek için erkenden kalkıp evin kullanılmayan eşyalarının koyulduğu küçük
ardiyeye girdi. Aradığı şeyleri bulması, biraz vaktini almıştı. Sonunda kardeşinin bebefonunu buldu. Çağrı küçükken annesi bu cihazın bir parçasını
onun odasına koyar, diğer parçasıyla da evin başka odalarındayken onun uyanıp uyanmadığını kontrol ederdi. Çağdaş onu alıp, gizlice odasına gitti.
Volkmeninin pillerini çıkarıp, çalışıp çalışmadığını anlamak için bebefona taktı. Evet, çalışıyordu. Onu hemen sırt çantasına attı.
Çağrı o günkü huysuzluklarına daha sabahtan başlamıştı. Annesi onu Çağdaş’la birlikte otele kadar götürdü. Boş bir anını yakalayıp kaçan annesinin
ardından yeri göğü inleten Çağrı’yı susturmak, Çağdaş ve babasının çok vaktini almıştı.
Misafirler kahvaltı için yavaş yavaş avludaki masalara toplanmaya başladılar. İşte tam beklediği gibi Volkan Yılmaz da merdivenlerden iniyordu.
Küçük Çağrı daha da sakinleşmişti. Resepsiyonda görevli Ümit ağabey onun çeşitli ülkelerin minik bayrakları olan flamalarla oynamasına izin vermişti.
Bunu fırsat bilen Çağdaş babasının odasına gitti. Tam da tahmin ettiği gibi Volkan Yılmaz’ın yanındaki oda hâlâ boştu ve bu planı için en gerekli
şeydi. Babası odasında olmadığı için oldukça rahat hareket ederek, boş odanın ve Volkan Yılmaz’ın odasının yedek anahtarlarını alıp çıktı. Doğruca
boş odaya gitti. Niyeti bebefonu Volkan Yılmaz’ın odasına yerleştirip, onun şarkı söylerken sesini kaydetmekti. Bu yaptığı şeyin yani gizlice birinin
odasını dinlemenin, çok ayıp bir şey olduğunu biliyordu ama o bunu kötü bir maksatla yapmıyordu.
Sadece İnci’ye bir sürpriz hazırlamaktı niyeti. Bir şarkı bile kaydetse yeterdi ona. Boş odada ilk bakışta göze çarpmayan bir yere ses vericisini yerleştirip,
tam önüne ses kaydetme özelliği olan volkmenini koydu. Gelirken hepsine yeni piller takmıştı. Volkmenin kayıt düğmesine basıp, ses vericisini açtı.
Bu odanın penceresi avluya bakıyordu. Perdenin arkasından aşağıda kahvaltı edenlere baktı. Volkan Yılmaz hâlâ kahvaltıdaydı. O odadan çıkıp,
doğruca Volkan Yılmaz’ın odasına gitti. Ses alıcısını yatağın altına kurup, açtı. Kendi kendine bir şeyler mırıldandı. Sesini iyi kaydedip kaydetmediğini
öğrenmek için odadan çıkıp, tekrar boş olanına döndü. Bu işi kimselere görünmeden yapıyordu.
Hele babası bir görseydi mahvolurdu. Tamam, belki kötü bir şey yapıyordu ama bu sadece birkaç saat sürecekti. Bunun kime ne zararı olabilirdi ki?
Kaseti biraz geriye alıp, sesini dinledi. Tahmininden iyi olmuştu. Mırıldandığı hâlde sesi çok iyi duyuluyordu. Hemen kaseti başa sarıp, kayıt düğmesine
bastı. Kasetin bu yüzü kırk dakika boyunca sesleri kaydedecekti. Bu süre bitince diğer tarafını takacaktı. Sabah gelir gelmez oda servisinde çalışan
Nalan abladan onun ne zaman beste yaptığını öğrenmişti. “Dün kahvaltıdan döner dönmez gitarını tıngırdatmaya başladı, öğle yemeğine kadar
devam etti.” demişti Nalan abla. Hemen odadan çıkıp anahtarları aldığı yere geri koydu. Tam babasının odasından çıkarken Hüseyin’le karşılaştı.
Hüseyin ona,
“İki saattir seni arıyoruz, neredesin sen?’’ diye kızdı.
“Ne oldu ki?’’ dedi Çağdaş suçlu suçlu.
“Rus turistler geldi. Ümit’le baban onlarla ilgileniyor. Senin Çağrı’ya bakman gerekiyordu, çabuk aşağıya in!” dedi. Çağdaş aşağı inerken,
“Peh, iki saatmiş!” dedi. Olsa olsa on dakikadır buradaydı. Bu Hüseyin de çok oluyordu artık.
Çağrı otelin girişinde orta yere oturup, kollarını birbirine kavuşturmuş, babası da başında durmuş, ona diller döküyordu,
“Oğlum, annen niye gelmesin? İşleri bitince gelecek. Hem evde unuttuğunuz robotunu da getirecekmiş.”
“Bana ne ben vazgeçtim, robotu getirmesin kendi gelsin.” Babası, Çağdaş’ı görünce, “Nerelerdesin, oğlum? Azıcık bak şu kardeşine, n’olur. Bak, turistlere rezil oluyoruz!’’ dedi.
‘‘Tamam baba, ben ilgilenirim. Çağrı hadi gel, senle havuza girelim!”
“Bana ne sen git, ben girmeyeceğim.”
“O zaman gel, anneme telefon edelim, ne dersin?”
Telefon lafını duyan Çağrı hemen ayağa fırladı.
“Hadi, edelim ama numarasını ben çevireceğim.”
Çağdaş onu yerden kaldırabildiğine sevindi. Birlikte babalarının odasına gittiler…
“Tamam anneciğim, ben şimdi havuza gireceğim, ağabeyimle yüzeceğiz. Beni merak etme, olur mu?” Çağdaş duyduklarına inanamıyordu. Bu Çağrı ne anlaşılmaz bir çocuktu.
Mayolarını giymiş, havuza inmişlerdi. Çağdaş bir gölgeye oturmuş, kardeşini seyrediyordu. Çağrı’nın bir yaşıtını bulup, oyuna dalması fazla sürmemişti.
Bir çift el Çağdaş’ın gözlerini kapattı. Çağdaş:
“İnci!” dedi.
“Nerden anladın?” .
“Ben anlarım.”
“Eee! N’apıyorsun? Biz de sıkıldık, buraya geldik.”
“İyi yaptınız, gelin oturun.” Ceren ve İnci uygun birer şezlong bulup oturdular.
“Hani, kardeşin gelmedi mi?’’ dedi İnci. Çağdaş gözleriyle havuzu işaret ederek Çağrı’yı gösterdi.
“Ne kadar da sana benziyor.”
“Görüntüsü benzer de huyu benzemez.”
“Dur ben bir gidip, şununla tanışayım.”
“N’olur gitme, oyuna ancak daldı! Bir daha kendine getiremeyiz yoksa.”
“İyi, öyle olsun.” Bu arada İnci etrafı inceliyordu.
“Ne oldu, birine mi baktın?”
“Otelinize bakıyordum. Küçük ama şirin bir yer.”
“Öyledir. Hadi gelin, havuza girelim.”
“Bizim şimdi mayolarımız yok. Hem her an müşteri gelebilir. Kalabalık olursa annem bizi çağıracaktı.”
dedi Ceren.
“Peki, siz bilirsiniz. Sahi hâlâ bizimkiler gelmedi mi?”
“Yok gelmediler.”
Çağdaş saatine baktı. Kırk dakika dolmuştu. Bir yolunu bulup, şu kasetin arkasını çevirebilse iyi olacaktı.
“Kızlar biraz Çağrı’ya göz kulak olur musunuz? Ben şimdi geliyorum,’’ dedi.
‘‘Tabi,” Çağdaş hemen şortunu ve tişörtünü üzerine geçirip, yanlarından ayrıldı, otele girdi.
Az önce babasını barmenle konuşurken gördüğü için onun odasında olmadığını biliyordu. O yüzden oldukça rahat hareket ediyordu. Anahtarları
alıp, boş odaya doğru gitti. Gitar sesleri tüm koridora yayılmıştı. Babasının Volkan Yılmaz’ın yanındaki odaları neden boş tuttuğu şimdi anlaşılıyordu.
Hızla kasetin diğer yüzünü çevirip, çıktı.
Aşağı indiğinde Ceren gitmişti. İnci müşterilerin geldiğini, bu yüzden annesinin onu çağırdığını söyledi.
“Geldiğine göre ben de gidip, Ceren’e yardım edeyim.” dedi. Çağdaş kardeşine baktı, keyfi yerinde gibiydi. Onu orada bıraksa bir şey olmazdı.
Hem babası da fazla uzakta değildi yine de ne olur ne olmaz diye ona haber vermeyi unutmadı.
<!–nextpage–>
Ceren’in başı gerçekten çok kalabalıktı. İkizler de gelmiş, ona yardım ediyorlardı. Bunlar Rus turistlerdi fakat bir şey aldıkları yoktu. Tek yaptıkları,
tezgâhın altını üstüne getirmekti. Eğer Maria olmasaydı, onlarla anlaşmaları çok zor olacaktı.
Turistler ayrıldığında sadece dört tane kolye ve bir küpe satabildiklerini fark ettiler. Sadece turistlerden biri beğendiği bir kolyenin aynısından on tane
yapılmasını istemişti. Onları yanında hediye olarak götürecekti.
İnci ve Ceren hemen kolyeleri yapmaya koyuldular. Akşama kadar onları hazırlamaları gerekiyordu. O sırada Çağrı, üzerinde mayosu ve kolunda
konuklarıyla yalın ayak yanlarında belirdi.
“Ağbi sen ne yapıyorsun burada?”
“Asıl sen ne yapıyorsun burada? Şu hâline bak, utanmıyor musun? Şimdi kızlar seni görse, ayıp olmaz mı?”
“İyi o zaman ben giyinip öyle geleyim.” deyip, tekrar otele girdi. Çağdaş:
“Arkadaşlar kusura bakmayın, şunu giydireyim de geleyim,” derken Yiğit de gelmişti. Bu arada
Ruslar sokağın karşısındaki fotoğrafçıya girdiler. Küçücük dükkâna bir sürü insan doluşmuş, dükkân sahibi hangi biriyle ilgileneceğini şaşırmıştı.
Çağdaş kardeşini giydirip geldi.
“Bu Ruslar da böyledir zaten,’’ dedi. Maria’nın kulağına gitmesini istemediğinden bunu fısıltıyla söylemişti.
“Nasıllar nasıllar?’’ dedi Çağrı zıplayarak.
“Şşşt! Sen her şeye karışma öyle.”
“Bana ne, bana ne, nasıllar?”
“Cimri”
“Yok canım, sadece zevkleri farklı. Hem şimdi onların oralar çok soğuktur. Kat kat giyinmekten, kolye takacak yer bulamıyorlardır.” dedi Ceren.
“Aslında doğru söylüyorsun. Ben bunu hiç düşünmemiştim.”
Bu arada Yiğit ve ikizler de bozulan tezgâhı düzenliyorlardı. Çağrı da boş durmuyor, tezgâha yapıştırdıkları bir deniz kabuğunu sökmeye çalışıyordu.
Onun bu çabasını gören İnci:
“Merhaba Çağrıcığım! Benim adım İnci. Söyle bakalım, onu neden sökmeye çalışıyorsun? Yoksa çok mu sevdin bu deniz kabuğunu?’’ dedi.
“Hayır, hiç sevmedim bi kere.”
“Demek sevmedin. O zaman bir fikrim var.”
Çağdaş ve diğerleri ilgiyle onu dinliyorlardı. “Bak şimdi söyle bakalım, deniz kabuklarının evi neresidir?”
“Bilmem.”
“Yani, nereden gelirler?”
“Denizdeeen…”
“Yaa! Denizden gelirler değil mi? Bence madem sen onu sevmedin, bırak orda kalsın, böylece evine de gidemez.” Çağrı hemen elini deniz kabuğundan
çekerek,
“Gidemez, değil mi?” dedi.
“Kesinlikle gidemez.”
“İyi o zaman orda kalsın bari.”
“Bence de kalsın. Hadi gel, sana bir iş vermemi ister misin?” Çağrı; “evet” anlamında başını salladı. Hepsi hayretler içinde kalmış, onları seyrediyordu.
İnci onu boş bir tabureye oturtup, önüne içeriden getirdiği sehpayı koydu. Bir kâseye döktüğü renkli boncukları ona verip renklerine göre
ayırmasını istedi. Çağrı hemen denileni yapmaya koyuldu. Zerrin Hanım bile gelmiş, onun bu hâlini seyrediyordu. İnci’nin yaptığı gerçekten büyük başarıydı.
Çağrı gibi bir çocuğa sözünü geçirebilmek kolay şey değildi, doğrusu. O anda bir şey fark ettiler. Turistler yolun ortasında durmuş, birinin başına toplanmışlardı. Bunun ne olduğunu ilk anlayan Çağdaş oldu. Dün midye dolması satan çocuk şimdi de koluna bir şeyler takmış, turistlere gösteriyordu. Bunlar kolyelerdi.
Tıpkı Ceren’inki gibi renkli kolyeler. Çağdaş:
“Bu çocuk ne yapmaya çalışıyor? Dün midye, bugün de kolye. Hem de bizim tezgâhımızın önünde,’’ dedi.
“Midye mi?’’ dedi merakla Yiğit ve ikizler. Kızlar ve Çağdaş dün akşam olanları, arkadaşlarına anlattılar. Ceren hâlâ Çağdaş’ın o çocuğa haksızlık
ettiğini düşünüyor, Çağdaş da yine kendini haklı görüyordu.
“Söyle, bakalım. Şimdi de haksız mıyım? Bak işte senin kazancına mani oluyor. Burada annen kira ödüyor, vergi veriyor ama o ne yapıyor? Bulmuş
kolayını, bir gün midye, bir gün kolye, daha başka neler görücez, kim bilir?” Diğer çocuklar da ona hak verdiler. Tam bir günlerini vermişlerdi
o tezgâhı yapabilmek için. Şimdiyse o çocuğun yaptığı, resmen emeklerine saygısızlıktı. Gidip ona ağzının payını verseler iyi ederlerdi. Bunu duyan
Ceren, dayanamadı:
“Siz deli misiniz, Allah aşkına? Görmüyor musunuz, şu çocuğun hâlini? Belli ki çok fakir ve paraya ihtiyacı var.”
O sırada garip bir şey oldu. Turistlerden biri bağırıp çağırarak, kendi dilinde bir şeyler söylüyordu.
Neler olduğunu öğrenmek için kalabalığa doğru yaklaştılar. Çocuk, Çağdaş’ı görmüş ve tedirgin olmuştu. Maria’ya neler olduğunu sordular.
Bu arada başka bir turist de bağırmaya başlamış, diğer yandan da çantasını karıştırıyordu. Maria turistleri sakinleştirmeye çalışırken, durumu onlara
anlattı. Turistlerin cüzdanları çalınmıştı. Az önce ikisi de cüzdanlarının çantalarında olduğundan,emindiler. Çağdaş kolyeci çocuğa yönelince çocuk,
kaçmaya başladı. Giderken birkaç tane de kolye düşürmüştü.
Ceren:
“Burada hiç böyle şeyler olmazdı,’’ dedi. Diğerleri de bu fikirdeydi. Çağdaş hiç düşünmeden,
“Ben biliyorum, kesinlikle o çocuk yaptı.”
“Nerden biliyorsun, gözünle gördün mü ki?’’ diye ona kızdı Ceren.
“Hayır, görmedim ama onun yapağına eminim.
Hem başka kim olabilir ki? Nasıl kaçtığını, görmediniz mi?” İnci:
“Aynada kendine, ona baktığın gibi baksan sen bile kaçardın.”
“Şuna bakın, kaçarken kolyelerini de düşürmüş.” dedi. Çağdaş, yerdeki iki kolyeyi alıp getirdi.
Onları eline alan Ceren:
“Ne kadar güzeller, ben de turist olsaydım elbette bunları alırdım,’’ dedi.
“Kim bilir, onları da nereden çalmıştır?” Diğer oğlanlar da Çağdaş’a katılır gibi oldular. Bir tek kızlar ona katılmıyordu. Bu arada Maria o iki turisti
karakola götürmüş, diğerleri de yavaş yavaş dağılmışlardı.
Ali Bey yanlarına gelip, neler olduğunu sordu. Zerrin Hanım ona olanları anlattı. Çağdaş ben kimin yaptığını biliyorum, diyecek oldu ama kızlar ona öyle kötü baktı ki hiçbir şey söyleyemedi.
Ali Bey:
“Burada neler oluyor, anlamıyorum. Dün gece de Teoman Beyler ’in evini soymuşlar, biliyor musunuz?”
“İnanmıyorum! Nasıl olmuş?’’ dedi Zerrin Hanım. Diğerleri de şaşırmış, Ali Bey’i dinlemeye koyulmuşlardı.
“Gece 01.00 gibi kulüpten dönünce bir de ne görsünler, evin altı üstüne gelmiş, hizmetçi kız da baygın bir şekilde yerde yatıyormuş.”
“Vah vah, bir şey olmuş mu?”
“Kızcağızı hastaneye kaldırmışlar hâlâ ayılamamış.”
“Ay! Olur, şey değil. Biliyorsunuz, bizim evin karşısında oturuyorlar. Hayret, biz o saatlere kadar uyanıktık, nasıl oldu da bir şey anlamadık?” Çağdaş
konuşmaların arasına girip,
“Biz de gece 12.00’ye kadar dışarıdaydık, o aralarda olsa mutlaka anlardık,’’ dedi.
“Hakikaten oğlum, siz hiç şüpheli bir şey görmediniz mi?”
“Aslında gördük baba,’’ dedi ve demesiyle birlikte, göğsüne Ceren’in dirseğini yemesi bir oldu.
“Ne gördünüz, oğlum?”
“Yok canım, alakasız bir şey.”
O sırada Volkan Yılmaz hışımla otelden çıktı. İnci onu görünce yanına gitmeyi düşündü ama öyle sinirli görünüyordu ki buna cesaret edemedi.
Çağdaş’ın aklına bebefon geldi. Onu tamamen unutmuştu. Kaset dolmuş olmalıydı. Hazır babası da Volkan Yılmaz da buradayken gidip, onları ortadan
kaldırmalıydı. Hemen odalardan bebefonu ve volkmenini toplayıp, çıktı. Üzerinden büyük bir yük kalkmıştı. Artık yakalanması gibi bir ihtimal
yoktu. Anahtarları ve çantasını babasının odasına koyup, arkadaşlarının yanına döndü. Zamanlaması harikaydı. O tam dış kapıdan çıkarken Volkan
Yılmaz da aynı hışımla içeri giriyordu.
“Bu da çok asabi,’’ dedi arkadaşlarına dönerek,
“Asabi demesen benim Volkan’ıma.”
“Ay al! Volkan’ın senin olsun. Yaa! Çocuklar, Çağrı nereye kayboldu?”
“Uykusu gelmiş, baban onu götürdü.” dedi Ceren.
“Aman, iyi iyi götürsün.”
Mari, o iki turistle geliyordu. Turistlerin moralleri çok bozuktu. Tabi kolay mı, tüm paraları çalınmıştı. Maria polislerin çok ilgilendiklerini söyledi.
Ama yankesiciyi gören olmadığı için yakalanma şansı çok azdı. Yine de umudun kesilmeyeceğini söylemişlerdi polisler. Maria:
‘‘Yok, kolay kolay bulamazlar onları,’’ dedi.
Oğlanlar kimin yaptığını tahmin ediyorlardı ama hiçbiri bunu söylemeye cesaret edemiyordu. Ne de olsa hırsızlık yaparken onu görmemişlerdi.
“Hey millet, gözünüz yollarda kaldı da beni mi bekliyorsunuz?’’ diye bir ses duyuldu. Arkalarını döndüklerinde Arda onlara doğru geliyordu. Evet,
Arda sonunda gelmişti. Kaç kez telefon etmişler, dedesinin kapısını çalmışlar ama hiçbir şekilde ona ulaşamamışlardı.
“Nerelerdeydin kaçak?’’ dedi Yiğit.
“Evi taşıdık, yirmi gündür onunla uğraşıyoruz. İşlerimiz ancak bitti.”
“Kaç kere dedene gittik ama o da evde yoktu.”
“Olmaz tabi çünkü o da bizimle kalıyordu.”
“İyi bari biz de merak etmiştik.”
“Geldik işte, merak etmeyin. Yeni mekânınız burası galiba?” dedi tezgâhlarını süzerek.
“Ne o beğenemedin mi?”
“Ne beğenmesi, bayıldım. Burası harika olmuş. Yoksa siz mi yaptınız?”
Hepsi birden uzun uzun tezgâhlarını nasıl yaptıklarını anlattılar ve onu İnci’yle tanıştırdılar. Aslında Tombik’le de tanıştırmak isterlerdi ama hayvancağız üşüttüğü için evden dışarı çıkamıyordu.
Bugün ikizlerin babası Barış Bey gelip, onunla ilgilenecekti. Arda:
“Demek bir de köpeğimiz oldu, öyle mi? Ben yokken neler olmuş böyle tezgâhlar, köpekler. Kim bilir sizde daha ne hikâyeler vardır?”
Arda’yı ortalarına alıp, o güne kadar yaptıklarını, otelde çalışmalarını, pikniğe gidişlerini, tezgâh fikrinin doğuşunu, hayata geçirilmesini ve yunuslarla
ilgili maceralarını anlattılar. Arda en çok da yunuslarla ilgilenmişti.
“Ben de sizinle birlikte orda olmayı çok isterdim.” dedi.
“İnan ki istemezdin.” dediler ikizler aynı anda. Arda arkadaşlarından iki yaş büyüktü. Adaya yaz tatillerinde gelir, dedesinin yanında kalırdı.
Koyu siyah saçları, kahverengi gözleri, upuzun kirpikleri vardı. Diğerlerinden yaşça büyük olsa da neredeyse ikizler kadar kısaydı ama o, bunu onlar
gibi sorun hâline getirmezdi. Arda’nın en büyük hobisi, zekâ oyunlarıydı. Tüm sene boyunca gazetelerin verdiği bulmaca eklerini biriktirip adaya
getirmişti. Bu sene liselere giriş sınavına hazırlanıp kursa gittiği için bulmaca çözecek vakti olmamıştı.
Artık sınavını da geride bıraktığına göre bulmacalarına dönebilirdi. Bir de şu Anadolu lisesini kazansa başka ne isterdi ki?Ceren ve İnci Rus turistin
sipariş ettiği kolyeleri ancak bitirmişlerdi ki kadın onları almaya geldi. Hepsini şöyle bir inceledikten sonra cebinden büyük bir banknot çıkarıp, Ceren’e
uzattı ve paranın üstünü almadı. Ceren kadına İngilizce teşekkür edip, kolyeleri teker teker Türk kilim motifli kâğıtlardan yapılmış paketlere koydu.
Turist kadın bu paketlere bayıldı. Bu ambalajlar annesinin fikriydi. Turistlerin çok hoşuna gideceğini söylemişti annesi ve aynen de öyle olmuştu.
Kadın gittikten sonra Ceren elindeki banknotu, Çağdaş’a göstererek,
“Sahiden de çok cimri oluyorlarmış, bu Ruslar(!)’’ dedi. Çağdaş:
“Ben hepsi cimridir demedim ki,’’ dedi. İnci onların bu konuşmasını kesti:
“Hani, biz bir ara pinpon oynayacaktık?”
“Ben şimdi hiç havamda değilim, çok yoruldum.
İsterseniz, siz oynayın.” dedi Ceren. Oğlanlardan bir ses çıkmadı ama bakışlarından onların da isteksizliği belli oluyordu. Aslında İnci’nin derdi de pinpon değildi, sadece Volkan Yılmaz’ı görmek umuduyla otele girmek, istiyordu. Çağdaş:
“Boş verin şimdi pinponu falan gelin ben size, dondurma ısmarlayayım,’’ dedi. Bu fikir, hepsinin hoşuna gitti. Tezgâhlarını Zerrin Hanım’a emanet
edip otele gittiler.
Çağdaş arkadaşlarını bar kenarında boş bir masaya oturtup kocaman birer dondurma getirtti. Onları iştahla yerlerken Yiğit Arda’ya dönerek,
“Senin bu sene, sınavın yok muydu? Nasıl geçti?” diye sordu.
“Evet, vardı. Bence iyi geçti ama yine de bilemiyorum, inşallah kazanmışımdır.” Diğerleri de iyi dilekleriyle ona moral vermeye çalıştılar. Arda:
“Arkadaşlar, bana kalırsa siz de yavaş yavaş hazırlanmaya başlamalısınız. Bu yıl ne kadar bunaldığımı, size anlatamam. Hem eksiklerimi kapatmaya
çalıştım hem de bilgilerimi pekiştirmek için devamlı konuların üstünden geçtim. Bol bol da test çözdüm. Sizler şimdiden kendinizi sıkı tutarsanız
eksiklerinizi tamamlamakla vakit kaybetmezsiniz, benden söylemesi. Diğerleri de durumun ciddiyetinin farkındaydı. Çağdaş:
“Hiç sormayın, ben de bu sene özel derslere başlıyorum. Tıpkı dediğin gibi matematikten eksiklerim var. Onları telafi etmem lazım,’’ dedi.
Ceren İnci’nin koluna hafifçe dokunarak ileriye doğru bakmasını işaret etti. Onun bu hareketini diğerleri de görmüş, işaret ettiği yere dönmüşlerdi.
Volkan Yılmaz gözünde siyah güneş gözlükleriyle onlara doğru geliyordu.
“Ayy! Buraya doğru geliyor,’’ dedi İnci. Genç şarkıcı onları geçip arkalarındaki bara yöneldi, boş bir tabure bulup oturdu. Bu tabure tam da İnci’nin
arkasında kalıyordu. İnci yanında oturan Ceren’e fısıltıyla,
“İnanamıyorum, tam arkamda oturuyor değil mi?’’ diye sordu.
“İnan inan, tam arkanda…”
Yiğit:
“Sen değil miydin, bizi futbol fanatiği yapan?
Asıl siz kızlar böyle boş işlerle uğraşıyorsunuz işte.”
“Ne alakası varmış sizin futbolunuzla benim Volkan’ımın?” İnci bunu söylerken fısıltıyla konuşmayı ihmal etmiyordu.
“Doğru, hiçbir alakası yok. Biz spor için sizse hiçbir şey için uğraşıyorsunuz.” Tartışma daha da büyümek üzereydi ki Çağdaş lafa karıştı:
“İnci belki yarın sana bir sürprizim olabilir.”
“Ne, sürpriz mi? Nerden çıktı şimdi? Yoksa beni onunla mı tanıştıracaksın?”
“Belki o da olabilir ama önce onunla benim tanışmam gerekiyor.”
“Peki, ne öyleyse?” Diğerleri de bu sürprizi merak etmişlerdi.
“Söylemem, yarın görürsün. Zaten ben de tam emin değilim.”
“O ne demek şimdi?”
“Yarın görürsün dedim ya.”
“İyi görelim, bakalım.” İnci’nin aklı hep arkasında oturan Volkan Yılmaz’daydı. Bir ara dönüp, onunla konuşmayı düşündü ama delikanlı devamlı
cep telefonuyla konuşuyordu. Şimdi onu rahatsız ederse çok ayıp olurdu. En iyisi konuşmasının bitmesini beklemekti. Sonunda konuşması bitince
İnci tüm cesaretini toplayıp, arkasını döndü ama bugün şanssız gününde olmalıydı ki genç şarkıcının telefonu tekrar çaldı. Oğlanlar İnci’nin bu hâlini
seyrediyor, aralarında gülüşüyorlardı. Volkan Yılmaz çalan telefonu açıp, sinirle bir şeyler söylemekteydi.
İnci ve Ceren ona oldukça yakın oturdukları için ne konuştuğunu duyabiliyorlardı. Volkan Yılmaz şöyle diyordu, sinirle karşısındakine:
“Neredesin? Seni beklerken ağaç oldum burada!” Bir süre karşısındakini dinledikten sonra, “Bardayım, bahçedeki barda. Çabuk gel!” İnci
ve Ceren kimin geleceğini merak ettiler. Eğer konuştuğu kişi, bir bayansa ona gerçekten çok kaba davranmıştı. İnci onunla konuşmanın yine sırası
olmadığını anladı.
O sırada Bekçi Hüseyin bahçeye girdi ve çocukların oturduğu masaya doğru yürümeye başladı.
Onu gören Çağdaş:
“Bizim ufaklık uyandı, galiba. Şimdi beni çağıracak.” dedi ama tahmin ettiği gibi olmadı. Hüseyin onların masasını geçip, doğruca bara yöneldi
ve Volkan Yılmaz’ın yanına gitti. Volkan Yılmaz ona,
“Bir daha söylediğim saatte yanımda ol! Ben seni beklemek zorunda değilim,’’ dedi. Kızlar ve Çağdaş hayretle onlara bakıyorlardı. İnci, Çağdaş’a
doğru eğilip,
“Bu, sizin bekçi değil miydi?”
“Evet, o!”
“Pek de samimiler, sen bunu biliyor muydun?”
“Hayır, ben de şimdi görüyorum, çok şaşırdım. Ne konuştuklarını duyabiliyor musunuz?”
“Az önce Bekçi Hüseyin’in geç gelmesi konusunda tartışıyorlardı ama şimdi çok sessizler. Ne dedikleri anlaşılmıyor.”
O sırada Volkan Yılmaz ve Hüseyin oturdukları yerden kalktılar. Hüseyin çocukları görünce yanlarına gelip, Çağdaş’a doğru eğildi:
“Hadi Çağdaş! Bu kadar yeter masaları fazla işgal etmeyin, otel müşteri dolu bilmiyor musun?”
Çağdaş itiraz etti:
“Ne diyorsun sen, Hüseyin abi! Daha otelin yarısı bile dolmadı. N’oluyor sana?”
Hüseyin yine ters bir laf söyleyecekti ki İnci:
“Hüseyin Bey doğru söylüyor. Hadi çocuklar, kalkalım,’’ dedi. Diğerleri de kalkmak için toparlandılar.
Onların kalktıklarını gören Hüseyin memnuniyet içinde, Volkan Yılmaz’ın yanına döndü ve birlikte uzaklaştılar. Çağdaş:
“Oturun, Allah aşkına çocuklar! Yine saçmalıyor işte. Sana da hayret ediyorum İnci, dün akşam onu neredeyse paralayacaktın, şimdiyse bir elini
ayağını öpmediğin kaldı,’’ dedi. Ceren:
“Hüseyin ağabeyimiz Volkan Yılmaz’ın arkadaşı olursa tabii ki öyle davranır.” dedi gülerek.
“Arkadaşlar, benim kalkmam lazım. Erken geleceğim konusunda dayıma söz verdim. ‘Geldin geleli yüzünü bile göremedik’ deyip, duruyor.
Ama isterseniz yemekten sonra tekrar buluşabiliriz.” dedi Yiğit. İkizler:
“Tamam, biz geliriz,’’ dediler. Çağdaş bir aksilik olmazsa onlara uyacağını, söyledi. Kızlar da annelerini ikna edebilirlerse geleceklerdi. Fakat Arda
bavulunu odasına attığı gibi soluğu burada almıştı ve eşyalarını kendisi yerleştireceği konusunda, annesine söz verdiği için şimdi gidip o işi halletmeliydi.
Arkadaşlarına hâlâ sabahları yürüyüş yapıp yapmadıklarını sordu. Birkaç gündür bu işi aksatmışlardı ama yarın tekrar başlayabilirlerdi.
“Evet, başlayalım.” dedi Ceren. “Demek sabah yürüyüşü yapıyorsunuz, iyi öyleyse ben de gelirim.” dedi İnci.
“Hâlâ aynı saatte ve aynı yerde değil mi?”
“Evet tam 07.00’de Saat Kulesi’nin önünde.” Arda:
“Tamam o zaman, yarın görüşürüz.” deyip kalktı. Diğerleri de yemekten sonra sokaklarının sonundaki parkta buluşmak üzere ayrıldılar.
Akşam hava karardığında parka ilk gelen Yiğit oldu. Denize bakan güzel bir bankı tutup, arkadaşlarını beklemeye koyuldu. Az sonra gelen ikizlerin
moralleri biraz bozuktu çünkü Tombik, hâlâ iyileşememişti. Neyse ki babaları onu muayene etmiş,önemli bir şeyi olmadığını söylemişti.
<!–nextpage–>
Birkaç gün sonra ayağa kalkardı. Hatalarını anlamışlardı. Bir daha onu bisiklet sepetinde seyahat ettirmeyeceklerdi.
Birazdan Çağdaş da geldi. Annesi telefon edip, bugün gelemeyeceğini söylemişti. Çağrı uyandığından beri annesini sorup duruyordu. Ona annesinin sabah geleceğini söylerlerse oteli birbirine katardı. Rus turistler hâlâ oteldeydi ve Maria’dan başka Rusça bilen olmadığından onu eve de götüremiyorlardı. Bir süre kızları da bekledikten sonra gelmeyeceklerini anladılar. Yiğit:
“Gidip bir çağıralım, bakarsınız bizi görünce anneleri gelmelerine izin verir,’’ dedi. Diğerleri de onların gelmesini istiyordu. Yiğit ve Çağdaş, kızları
çağırmaya gittiler. Ceren zilleri çalınır çalınmaz pencereye çıktı.
“Hadi, gelsenize hepimiz parktayız.” dedi Yiğit.
‘Televizyonda harika bir film başlıyor, biz onu seyredeceğiz.” İçeriden Zerrin Hanım’ın sesi geldi:
“Kızım söyle onlar da gelsin, film çok güzel.”
“Bakın annem; ‘Gelin siz de seyredin.’ diyor.”
“Bırakın filmi falan, parkta ne güzel oturacağız şimdi.”
“Valla kusura bakmayın, Keanu Reeves oynuyor, ben bu filmi kaçırmam.” Bu kez içerden İnci bağırıyordu:
“Ceren, hadi başlıyor.” Ceren arkadaşlarına,“Ben giriyorum, size gelin dedim ama gelmiyorsunuz.” dedi.
“İyi aman, gidin filminizi kaçırmayın.” dedi Çağdaş.
“İyi öyleyse, hadi çocuklar sabah görüşürüz,” diyen Ceren, içeri girdi. İki oğlan birbirlerine bakakaldı.
“Bu kızları hiç anlamıyorum.” dedi Yiğit.
“Ben de. Şunlara bak, biri uyuz bir popçunun diğeri de yabancı bir aktörün hayranı. Bir de bizim futbolumuza laf ederler.”
“Şşşt! Baksana, şu giden sabahki çocuk değil mi?” Çağdaş, Yiğit’in gösterdiği çocuğa baktı.
“Evet o, midyeci çocuk. Bak yine midye satıyor. Gel, şuna iki laf edelim.”
“Ne diyeceğiz?”
“Sen gel. Ben ne diyeceğimi, çok iyi biliyorum.”
Sokağın başına doğru ilerleyen çocuğun peşinden gittiler.
“Hey midyeci! Bi baksana…”
“Sana diyorum, midyeci çocuk!… Şuna bak, hiç bakıyor mu? Yiğit yürü, şuna gününü gösterelim!”
İkisi birden çocuğun peşinden koşmaya başladılar. Çocuk bir anda bizimkileri fark etti ve fark etmesiyle birlikte de kaçmaya başladı. Elindeki
midye tepsisini sıkı sıkı tutmuş, kaçıyordu. Midyelerden beş altı tanesi yere saçıldı ve Çağdaşla Yiğit’in ayakları altında çatır çutur sesler çıkararak
kırıldı. Çocuk, Mayıs Gülü Sokağı’ndan çıkıp, bir yan sokağa girdi. Onlar da peşinden koşmaya devam ettiler. En sonunda karanlık bir sokağa girdiler.
Burası çoğunlukla terk edilmiş tarihî Rum evlerinin bulunduğu bir sokaktı. Evler boş olduğundan ışıkları yanmıyor, sokak lambaları da aydınlatmada
yetersiz kalıyordu. Çocuk oldukça hızlı koştuğundan aradaki mesafeyi arttırmıştı. Çağdaş bir anda karanlığın da etkisiyle dengesini kaybedip
sendeledi, arkasından gelen Yiğit de birden duran arkadaşına çarptı ve ikisi birden kendilerini yerde buldular. Neyse ki ikisine de bir şey olmamıştı fakat
çocuğun izini kaybetmişlerdi. Toz içinde kalan üstlerini çırptıktan sonra parkta onları bekleyen ikizlerin yanına döndüler. Burak:
“Oğlum, iki saattir nerede kaldınız?’’ diye sordu. Berke onlardaki tuhaflığı fark etmişti.
“N’oldu, size böyle?’’ dedi.
Kan ter içinde kalmışlardı ve ne kadar silkelenseler de Yiğit’in beyaz tişörtü ve Çağdaş’ın hâlâ bronzlaşmamış beyaz bacakları kir içindeydi. Banka
oturup biraz soluklandıktan sonra onlara olanları anlattılar.
Artık bu çocuk konusundaki kuşkuları, gittikçe artıyordu. Bir plan yapıp bu çocuğun kim olduğunu bulmalarının vakti gelmişti. Çağdaş:
“Nasılsa yine karşımıza çıkacak. Eğer kalabalık olursak bu kez onu yakalayabiliriz.” Yiğit:
“Bence onu gizlice takip etmeliyiz,’’ İkizler de onu onayladı. En uygunu onu gizlice izlemeleri ve kötü bir şey yaparsa suçüstü yakalamalarıydı. Yiğit:
“Ama bunu biz yapamayız çünkü bizi tanıyor, siz yapacaksınız!” dedi ikizlere bakarak.
“İyi ama bizi de sabah Cerenlerin dükkânının orda, görmüş olmalı.”
“Doğru söylüyorsunuz. Peki, o zaman bu işi kim yapacak?” İkizler ve Çağdaş aynı anda,
“ARDA!” dediler.
Evet, bu işi yapsa yapsa Arda yapardı çünkü birbirlerini hiç görmemişlerdi. Çocuk eninde sonunda tekrar karşılarına çıkacaktı ve bu kez onun maskesini düşüreceklerdi.
“Abi, sen neredesin?” diyen Çağrı’nın tiz çığlığı, parkta oturan herkesin yüreğini ağzına getirdi. Çağdaş arkadaşlarına dönerek,“İşte, kâbus geldi.” dedi. Çağrı Maria’nın elinden kurtulmuş, çocukların yanına gelmişti bile. Bir elini beline koyup, diğer elinin işaret parmağını havada sallayarak,
“Sen niye beni bırakıp buraya geldin, çabuk söyle?”
“Hiç ben seni bırakır mıyım, Çağrıcığım?”
“Bıraktın işte! Çabuk kalk, eve gidiyoruz.”
“Biraz daha otursam, olmaz mı?”
“Hayır olmaz, çabuk ol dedim!”
“İyi tamam, geldim.” Maria da onların yanına geldi.
“Hadi Çağdaş! Abisi, anneniz bu gece de gelemeyecekmiş ama telefon edip tüm görevlerini,
Çağrı’ya devretti. Bu gece Çağrı ne derse onu yapacakmışsınız.” dedi.
“Evet, ben ne dersem onu yapacaksınız. Hadi, şimdi yürü eve. Babama da söyledim, o da yürüyecek eve.”
“İyi bari, ben de yürüyeyim eve.” Sonra arkadaşlarına göz kırparak,
“Hadi arkadaşlar, ben eve yürüyorum, yarın sabah görüşüz!” dedi. Diğerleri de gülme krizleri bitince evlerine dağıldılar.
Ertesi sabah tam kararlaştırdıkları saatte yürüyüşlerine başladılar. Çağdaş:
“Az daha gelemiyordum.” Çağrı sabah erkenden uyanmış, gece boyunca yaptığı kaprislerine devam etmişti. Çağdaş durumdan haberi olmayan
arkadaşlarına, annesinin Çağrı’yı hoş tutmak için ona verdiği görevi açıkladıktan sonra gece başından geçenleri anlatmaya başladı.
Maria, Rus turistler konusunda acil bir ihtiyaç olabileceği için otelde kalmış, ablası tam da arkadaşına gidecek zamanı bulmuştu. Maceraları, daha
yolda başlamıştı. Çağrı eve kadar babasının onu omzunda taşımasını istemiş, adamcağız da o yorgun haliyle onu eve kadar taşımak zorunda kalmıştı.
Eve gider gitmez karnı tok da olsa ilk isteği, patates kızartması olmuştu. Çağdaş ve babası onu ikna etmek için çok uğraşsalar da gecenin bir yarısı
Çağdaş patates soymak, babası da onları kızartmak zorunda kalmıştı. Daha sonra Çağrı’nın canı, çilekli dondurma istemişti. Aksilik bu ya evde her çeşit dondurma vardı ama çilekli kalmamıştı. Babası ona frambuazlı vermeyi önerdi fakat olmazdı, illaki çilekli olacaktı. Çağdaş’ın fikrine uyup frambuazlıyı
çilekli diye ona vermeye kalkmışlardı ama Çağrı’nın soslar ve kremalardan kaybolmuş da olsa frambuazlı dondurmayı ayırt etmesi zor olmamıştı.
“Demek, siz beni kandırırsınız öyle mi?” demişti Çağrı. Babası:
“Oğlum, biz hiç seni kandırır mıyız? Bak işte, kutunun üstünde çilekli yazıyor. “Frambuazlı yazısını, oğluna göstererek hecelemeye başladı:
“Çiileeklii. Gördün mü oğlum, bu çilekli.” Okumayı yazmayı bilmeyen Çağrı’ya, bu numaranın sökeceğini sanmışlardı. Fakat bu kez de Çağrı:
“Yok, demek ki benim canım frambuazlı istiyormuş, ben isimlerini karıştırmışım.” dedi. Neredeyse pes etmek üzereydiler ki Çağdaş’ın aklına,
otele gidip getirmek geldi. Hem bu arada otelde unuttuğu, çantasını da alabilirdi. Babasından odasının anahtarlarını da almış, tam çıkıyordu ki Çağrı
bu kez de, “Abim, bir yere gidemez.” diye tutturdu. Ona Çağdaş’ ın, çilekli dondurma getireceğini söylediler ama artık fikrinden tamamıyla vazgeçmişti.
Çocuklar bir yandan tempolu bir şekilde yürüyor, diğer yandan da Çağdaş’ın anlattıklarını dinliyorlardı. İnci biraz geride kalmaya başlamıştı.
“Biraz yavaşlayamaz mısınız?” dedi ümitsizce çünkü diğerlerinde, hiç yorgunluk belirtisi görülmüyordu.
“Zaten konuşmaya daldık, yavaş bile gidiyoruz. Hem senin sporcu ruhuna ne oldu, şimdi?” dedi Yiğit.
“Ama siz bana yürüyüş demiştiniz, oysa resmen koşuyorsunuz.”
“Ooo! Sen daha koşmak görmemişsin’’
“Tamam, size uyacağım ama n’olur biraz yavaşlayın.”
Onu duymazlıktan gelip tempolarına devam ettiler. İnci de bu orman yollarında kaybolmamak için mecburen hızlanmak zorunda kaldı.
“Eee! Sonra ne oldu, Çağrı dondurmadan vaz mı geçti, yani?” dedi Ceren.
“Yaa! Öyle bir vazgeçti ki… Tabi olan bana oldu. Ne güzel, otele gidip çantamı alacaktım.”
“Sen de gece gece işin mi yoktu?”
“İçinde önemli bir şey vardı da.”
“Eee! Sonra ne oldu?”
“Bu kez de beyefendinin uykusu gelmiş, ona masal anlatacakmışız.”
“Herhalde, annenin değerini anlamışsınızdır?”
“Sen, ne diyorsun. Annem bir gelsin ellerinden öpeceğim. Tabi Maria’nın da hakkını yememek lazım. Neyse biz başladık babamla ona masal anlatmaya.
Bu arada Çağrı yine tutturdu, illaki babam anlatacak diye. Ama babam da iki kelimeyi bir araya getiremiyor ki ben de mecburen, arada ona kopyalar
falan veriyorum. Meğer benim masal hafızam da pekiyi değilmiş. Çağrı başladı hatalarımızı bulmaya, buldukça da uykusu daha da açıldı.”
“Neymiş, o hatalarınız?”
“Yok, efendim Pamuk Prenses’in camdan pabuçları olmazmış o dediğimiz Sinderella’ymış, cadı olan Keloğlan değil Pamuk Prenses’in üvey annesiymiş,
o dediğimiz sihirli nohut değil sihirli fasulyeymiş falan…”
“Ay! Siz de âlemsiniz.” dedi Ceren. “Gerçekten sen, o masalları bilmiyor musun?”
“Yalan mı söyleyeceğim, gerçekten bilmiyorum.”
“Komiksin vallahi. Neyse sonra ne oldu?”
“Sonrası, Çağrı Bey yorgun düşüp, uyuyakaldı.
Ama saat kaçta diye, bir sorsanıza.”
“Kaçta?”
“02.30’da…”
“Senin bu kardeşin, gerçekten bir âlem.” dedi Yiğit.
“O, tam bir canavar.”
“Hayır, o çok akıllı bir çocuk.” dedi İnci, önlerindeki yokuşu zorlukla tırmanırken. Çağdaş ona dönerek, “Aman, iyi ki dün iyi anlaştınız. Sen onu hep
öyle laf oyunlarıyla kandırabileceğini sanıyorsan yanılıyorsun.”
“Siz onu akşam bana bıraksaydınız görürdünüz, kandırıp kandıramayacağımı.”
“Vallahi aklıma gelseydi öyle bir getirirdim ki ama dua et gelmemiş, yoksa o Keanu Reeves midir nedir, onun filmini falan seyredemezdiniz.”
“Seyrederdik, hatta ona da seyrettirirdik. Yaa!
Baksanıza ben çok yoruldum, daha çok var mı?”
Berke:
“Şu ilerdeki serviliği, görüyor musun? İşte, oradan döneceğiz.”
“Dönecek miyiz? Ben adayı turladığımızı birazdan da eve varacağımızı sanıyordum.” Diğerleri aralarında gülüştüler.
“Bak, istersen turlayabiliriz de.”
“Yok yok istemem, çabuk dönelim.” Yine gülüştüler. İnci bu gülüşmelerin nedenini, serviliği geçip, yollarına devam ettikleri zaman anladı.
“Aşk olsun! Demek, beni kandırırsınız ha… Alacağınız olsun”
Birazdan orman yolundan çıkıp, tek tük evlerin sıralandığı caddeye, oradan da Mayıs Gülü Sokağı’na geldiler. İnci:
“Beni unutun. Bir daha sizinle yürüyüşe falan gelmem.”
“Ay! Sporcu kızımıza da bakın hele!”
“Ben sizin gibi antrenmanlı değilim ki. Bugün için yavaş gitseniz ne olurdu sanki. Eminim şimdi her tarafım ağrıyacak.”
“Sen de biz havuza girerken bütün gün oturursun ne yapalım.” dedi Çağdaş.
“Siz, havuza mı gireceksiniz?”
“Evet, gireriz değil mi arkadaşlar?”
“Sen davet edersen, tabi.”
“İyi, öyleyse tezgâha da İnci bakar.”
“Niye ben bakıyormuşum? Pekâlâ, Zerrin yengem de bakabilir.”
“Sen korkma İnciciğim.” dedi Ceren, kuzeninin koluna girerek. “Merak etme annem de bakabilir.”
O sırada daha önce gözlerine çarpmayan bir şeyi fark ettiler. Bir polis minibüsünün etrafında, çok sayıda polis toplanmıştı. Çocuklar neler olduğunu
öğrenmek için onların yanına gitti. Burası adanın zenginlerinden Mehmet Bey’in evinin önüydü. Tam o esnada Mehmet Bey ve birkaç polis memuru, evin açık kapısından dışarı çıktı. Polislerden biri:
“Bu kesinlikle profesyonelce bir iş.” derken bir diğeri: “Zaten öyle olmasa bu kadar kısa süre içinde, böyle iyi korunan üç evi birden soyamazlardı.”
Çocuklar gerçekten çok şaşırmışlardı. İnci heyecanla “Yanlış duymadım değil mi, üç ev dedi?”
Evet, yanlış duymamıştı. Yolun karşısındaki iki evin daha kapısı açıktı. Bunlar da yine adanın zenginlerinden, Madam Roza ve Hulusi Beyler ‘in
eviydi. Az sonra Madam da iki üç polisle birlikte dışarı çıktı. Yüzünden, çok yorgun ve üzgün olduğu okunabiliyordu. Kendisini bahçe kapısının
önündeki üç basamaklı merdivene bırakıp, dizlerini dövmeye başladı:
“Ah bu da mı başıma gelecek, idi? Her şeyimi almışlar. Bütün mücevherlerimi, pembe elmas broşumu, mamamdan kalan gerdanlığımı, her şeyimi…”
Polislerden biri, yaşlı kadını teselli etmeye çalışıyordu:
“Merak etmeyin Madam, hepsini bulacağız, hiçbir yere kaçamayacaklar. Hem ucuz atlatmışsınız ya size bir şey yapsalardı?”
“Keşke alsalar idi canımı da bugünü görmese idim. Onlar, benim her şeyimdi.”
“Siz merak etmeyin, bulacağız dedik ya…”
“Gitti artık, nasıl bulacaksınız?”
“Adaya giriş çıkışlar kontrol altına alındı. Dışarı kaçmaları imkânsız.”
“Ah! Evladım, hiç umudum yoktur.” Genç polis onunla konuşmaya devam ederken şaşkınlık içinde bakan bizim çocukları gördü.
“Hayrola çocuklar, sabah sabah burada ne yapıyorsunuz?”
Çağdaş omuzlarını silkerek,
“Hiiç, sabah yürüyüşünden geliyoruz da ne olmuş burda, hırsız mı girmiş?”
“Evet çocuklar, üç eve birden hırsız girmiş. Hadi evlerinize gidin, buralarda fazla dolaşmayın.”
Polisin uyarısını dinleyip, oradan uzaklaştılar ama evlerine değil, Çağdaş’ın ısrarıyla otele gittiler.
Otel görevlileri kahvaltı için masaları hazırlıyordu. Buldukları henüz hazırlanmamış bir masaya oturdular.
“Arkadaşlar farkında mısınız, iki günde tam dört ev soyuldu ve hepsi de bizim sokakta.” diyerek, konuyu açtı Ceren.
“Bahse girerim, o çocuğun da bu işte parmağı var.”
“Saçmalamaya başladın yine Çağdaş. Bıkmadın mı şu garibi suçlamaktan? Önce yankesicilik şimdi de soygunculuk. Komik olma lütfen!”
“Bıkmadım. Ayrıca onun yaptığı konusundaki düşüncelerimden şimdi daha da eminini. Tabi film tutkunuz yüzünden akşam burada olanlardan sizin
haberiniz yok.”
“Niye, ne oldu ki akşam?” Arda bu konuya çok yabancı kalmıştı.
“Arkadaşlar durun! Ben bir şey anlamadım. O bahsettiğiniz çocuk da kim?” diye sordu. Çağdaş sırasıyla olanları ve dün geceki kovalamacayı anlattı.
Ceren dayanamadı:
“Size inanamıyorum. Bir de o çocuğu kovaladınız mı?” Yiğit kendini savunurcasına,
“Aslında bizim öyle bir niyetimiz yoktu ama seslendik seslendik bize hiç bakmadı, sonra da deli gibi kaçmaya başladı. Biz de mecburen peşinden
gittik.”
‘Yani, gerçekten bir acayipsiniz çocuklar.”
“Niyeymiş? Hırsız kovalamak acayiplik mi?”
“Durun bir dakika!” dedi Arda. “Şimdi anladığım kadarıyla hiçbiriniz bu çocuğu, hırsızlık yaparken görmediniz öyle değil mi?” Hepsi de görmediklerini
anlatmak için başlarını iki yana salladı.
“O zaman siz bu çocuğa hırsız diyemezsiniz.”
“Ama tüm deliller onda toplanıyor.”
“Bu delil dediğiniz şeyleri bir daha söylesenize.”
“İlk olarak yankesicilik anında, turistlere satış yapan oydu.” dedi Berke.
“Hayır, daha öncesi de var.” diyerek Çağdaş buna itiraz etti.
“İlk ev soygunu, onu ilk gördüğümüz gece oldu. Hemen ertesi gün de bu turist olayı. Ayrıca dün gece de buralardaydı ve aynı anda üç ev birden soyuldu. Madem suçsuz, neden bizi her gördüğünde kaçıyor? Biz ona bir şey yapmadık ki…”
“Hayır, yaptın!” dedi Ceren. “Onu ilk gördüğünde garip garip bakarak onu korkuttun.”
“Suçsuz adam neden korksun ki? Bana biri garip garip baktı diye korkup kaçacak değilim herhalde.”
Arda yine,
“Arkadaşlar, ona hırsız diyemezsiniz çünkü hâlâ suçu kanıtlanmadı!” Diye tekrarladı.
“Aman, avukat çocuğu olduğun da hemen belli oluyor.” dedi Burak.
“Bunun, onunla ilgisi yok.”
“Sen o çocuğu hiç görmediğin için böyle düşünüyorsun.”
“Peki, küçük bir çocuk o koca koca evleri nasıl soydu sizce?”
“Biz, o soydu demiyoruz ki!”
‘’Ya ne, diyorsunuz?” Çağdaş ona düşüncesini anlattı:
“Bence bu çocuk etrafı gözetliyor. Kimler zengin, evlere kaçta girip çıkıyorlar, kaç kişi çalışıyor, falan filan. Sonra da öğrendiklerini asıl hırsızlara
anlatıyor. Yani, midye, kolye falan hepsi bahane.”
“Zaten yabancı birisi gelip en zenginlerin evlerini nereden bilecek?” dedi Berke. Bu kez İnci lâfa katıldı:
“Ben buraya geldiğim gün, bunların zengin evi olduğunu anlamıştım bi kere. Hepsi de çok süslü ve şatafatlı. Eminim en akılsız bile gelse o da bunu
anlardı.”
“Ama Madam’ın evini anlayamazdı.” dedi Arda. Haklıydı da. Madam’ın evi çok bakımsızdı.
Kadın senelerdir boyası dökülmüş köşkünün bakımını yaptırmamış, büyük bir pencerenin kırık camını değiştirmeyi hiç düşünmemişti. Bahçenin
her tarafını şekilsiz otlar bürümüş, hurda eşyalar kaplamıştı. Burayı gören, burada birisinin yaşadığına bile inanmazdı. Ancak bir ada sakini, içerde
değerli eşyalar olduğunu bilebilirdi. Çağdaş, Arda ve kızlara dönerek,
“Bakın arkadaşlar, biz dün gece bir plan yaptık. Artık bu çocuğun maskesini düşüreceğiz.” dedi ve arkadaşlarına planlarını anlattı. Arda, plandaki rolünü
duyunca onlara karşı çıktı:
“Kesinlikle olmaz, ben bu işte yokum.” “O zaman, onun suçlu olduğunu kabul ediyorsun demektir.”
“Kesinlikle hayır!”
“Bak Arda, eğer o çocuğun suçsuz olduğunu düşünüyorsan bu sayede bize bunu kanıtlayabilirsin.”
Arda biraz düşündü ve sonunda kararını verdi:
“Tamam, bu işi kabul ediyorum ama bunu sırf o çocuğun durumunu açıklığa kavuşturmak için yapacağım.” İkizler onu alkışladılar.
<!–nextpage–>
‘Tamam, oldu bu iş.” dedi Çağdaş. “Şimdi tek yapmamız gereken onun ortaya çıkmasını beklemek.”
Deniz Yıldızı Oteli’nin müşterileri yavaş yavaş kahvaltıya inmeye başlamışlardı. Çocuklar da duşlarını alıp kahvaltılarını etmek için evlerine gittiler.
Daha sonra Cerenlerin dükkânının önünde buluşacaklardı. İki saat sonra buluştuklarında bu hırsızlık haberi tüm adaya yayılmıştı. Hırsızlıktan nasibini
alan, sadece Mayıs Gülü Sokağı değildi. Dün gece adanın kuzeybatısında iki köşkü daha soymuşlardı.
Bunlardan birinin kasasını açmakta başarılı olamamışlardı fakat söylentilere göre diğerinin kasasından, yüklü miktarda para ve külçe altın almışlardı.
Ayrıca Ali Bey’in söylediğine göre insanları iskeleden çok sıkı aramalardan sonra geçiriyorlar ve deniz devriye araçları, yatları denetlemeden
ada sahillerinden uzaklaştırmıyordu. Polis, soygun mallarının ada dışına çıkmasını engellemek için gerçekten çok çaba sarf ediyordu. Yaptıkları
plana göre Arda, fazla ortalarda görünmeyecek, çocuk ortaya çıkar çıkmaz peşine takılıp hissettirmeden onu takip edecekti. Uzun bir süre boş boş
oturdular. Birkaç kişi tezgâhtaki takıları incelemiş ama hiçbir şey almamıştı. İnci:
“Hadi bir şeyler yapalım, benim canım çok sıkıldı. Hani havuza gidecektik?‘’ Fakat çocuk her an ortaya çıkabileceği için buradan ayrılamazlardı.
İnci ona kötü kötü bakan Çağdaş’a dönüp, “Tamam, şimdilik havuzu unutalım ama sürpriz işini unuttum sanma Çağdaş.”
“Bir aksilik yüzünden, bu sürprizim biraz gecikti. Fakat söz veriyorum, yarına hazır olur.”
“Peki, öyle olsun bakalım.”
Çağdaş burada boş boş oturmaktansa yukarı çıkıp kaydettiği kaseti dinlemenin, daha iyi olacağını düşündü. En azından bu işi becerememişse bile, hâlâ vakit varken yeni bir çekim yapabilirdi.
Sürpriz lafını ağzından kaçırmıştı bir kere artık ne yapıp edip bu kaseti hazırlaması gerekiyordu. Arkadaşlarına dönüp,
“Çocuklar, ben biraz babamın yanına gidiyorum, bir şey olursa beni çağırırsınız.” deyip, yanlarından ayrıldı.
Merdivenlerden çıkarken Volkan Yılmaz’la karşılaştı. Adam keyifli bir şekilde cep telefonuyla konuşuyordu. Çağdaş onu ilk kez bu kadar keyifli
gördüğünü, fark etti. Hazır adamın morali düzgünken onunla tanışabilir, belki İnci’yle de tanıştırabilirdi.
Böylece kaset işini beceremese bile bu işle İnci’nin gözüne girebilirdi. Adamın telefon görüşmesinin bir an önce bitmesini istedi, böylece odasına
girmeden onunla konuşabilirdi. Çağdaş onun ne konuştuğunu duyabiliyordu:
“Efendim, altı tanesi tamamdır. Bir tanesinde biraz sorun yaşadığımız doğru ama diğerleri onun eksiklerini kapatır nasılsa. Geriye iki tane kaldı, siz
merak etmeyin onlar da öncekiler gibi sorunsuz halledilecek.”
Çağdaş duyduklarına çok sevindi. Bu adama, yaptığı bestelerden bahsediyor olmalıydı. O kasete bunlardan birini bile kaydedebilmişse bu, İnci’nin
gerçekten çok hoşuna gidecekti.
Volkan Yılmaz telefonunu kapattı, ıslık çalarak odasına doğru yöneldi. Çağdaş, bu fırsatı değerlendirip onun arkasından seslendi.
“Volkan Bey!” Genç şarkıcı aniden irkilerek Çağdaş’a döndü.
“Volkan Bey merhaba, ben sizin hayranınızım.” diyebildi Çağdaş. Bunu duyan şarkıcı sanki rahatlamış gibi,
“Aaa! Öyle mi? Merhaba, Ben de sadece kızlar bana hayran sanıyordum ama galiba öyle değilmiş.”
“Yok canım, sizi beğenmeyen mi var? Ama doğru söylüyorsunuz, benim bir kız arkadaşım size öyle hayran ki nerdeyse sizin için ölecek.”
“Aman ölmesin, yazık değil mi ona?”
“Aslında, sizinle tanışabilse ne sevinirdi.”
“Nerede, bu arkadaşın?”
“Burada burada.”
“O zaman getir de şu büyük hayranımla bir tanışayım.”
“Şimdi mi?”
“Evet, şu anda boşum. İsterseniz gelebilirsiniz.”
“Tabi, hemen getirebilirim.”
“Öyleyse ben bara iniyorum, oraya gelin.”
“Peki, çok teşekkür ederim, arkadaşımı alıp hemen geliyorum.”
Çağdaş merdivenleri üçer beşer inerken bu adamın sandığı gibi biri olmadığını düşünüyordu. Az önce onu geri çevirmemiş hatta İnci’yle hemen
şimdi tanışmak istediğini söylemişti.
Arkadaşları hâlâ hediyelik eşya dükkânının önünde oturuyor, midyeci çocuğun ortaya çıkmasını bekliyorlardı. Hemen İnci’ye gidip, olanları anlattı.
İnci:
“İnanamıyorum, şimdi onunla tanışabilecek miyim yani?” dedi heyecanla.
“Evet, dedim ya. Çabuk ol, bizi bekliyor.” İnci sarı, upuzun saçlarını düzeltip
“Hadi, hemen gidelim öyleyse.” Ceren ve oğlanlar onun bu komik hâlini ilgiyle izliyorlardı.
Volkan Yılmaz söylediği gibi barda oturmuş, onları bekliyordu. Çağdaş, İnci’yi öne doğru itti:
“Volkan Bey işte bu arkadaşım İnci. Sizi çok beğeniyor.” Genç şarkıcı tokalaşmak için ona elini uzattı. İnci o kadar heyecanlıydı ki bir süre onun
uzattığı eli göremedi, sonunda fark edip ona elini uzattığı anda da Volkan Yılmaz’ın telefonu çaldı.
Çaresizce havada asılı kalan elini geri çekti. Volkan Yılmaz telefondakine biraz beklemesini söyleyip bizimkilere döndü:
“Çocuklar, önemli bir görüşme yapacağım da şeyy… Menajerimle. Daha sonra görüşsek, olmaz mı?”
“Peki, olur.” deyip, onun yanından ayrıldılar.
İnci:
“Bir aksilik olacağını, biliyordum.” Çağdaş onu teselli etmeye çalıştı:
“Bu aksilik falan değil onun yaptığı düpedüz terbiyesizlik.”
“Bende, şans yok ki! Önemli bir telefonmuş, ne yapsın adam?”
“Neyse üzülme, nasıl olsa daha burada. Hem sonra görüşürüz, demedi mi? Boş olduğunda çekinmeden yanına gidebiliriz artık.”
“Doğru.”
İnci’nin yüzünün asık olduğunu gören arkadaşları ne olduğunu sordu. Onlara kısaca olanları anlattıktan sonra İnci:
“Bütün günü böyle pinekleyerek geçirmeyeceğiz herhalde.”
“Peki, varsa fikriniz söyleyin ama unutmayın buradan ayrılamayız.” dedi Çağdaş.
“Bizim öyle bir derdimiz yok, dedektiflik oynamak isteyen sizlersiniz.” O sırada hediyelik eşya dükkânına dört beş kişi girdi, Ceren de annesine
yardımcı olmak için peşlerinden gitti. Ceren tam içeri girmişti ki Berke:
“Geliyor, işte.” dedi. Hepsi Berke’nin gösterdiği yöne baktı. O midyeci çocuk yine sokağın başında belirmiş, elindeki kolyeleri yoldan geçenlere gösteriyordu. Arda hemen dükkâna girip, saklandı. Ceren ve annesi soru soran gözlerle ona baktılar.
Arda:
“Şeyy, o geldi de.” diyebildi Ceren:
“Tahmin ettim zaten.” dedi. Zerrin Hanım onların bu konuşmalarından hiçbir anlam çıkaramamıştı. Bu arada diğerleri de çocuğu görmemiş
gibi davranıyor, kendi aralarında konuşuyorlardı. Çocuk onlara doğru yaklaştı. Bizimkilerin hizasına geldiğinde bir kadın onu durdurup bir kolye aldı
ve parasını verip ayrıldı. Oğlan, çocukların yanından geçerken tedirgin bir şekilde onlara baktı, sonra da bir tepki görmeyince yavaşça sokağın sonuna
doğru ilerledi. Arda kendinden pek emin görünmüyordu.
“Arkadaşlar, ben bu işi yapamayacağım galiba.”
“Hayır saçmalama! Çocuk parka girdi, çabuk peşinden git. Hem merak etme, biz de arkandan geleceğiz.”
“Bakın, eğer bir şey hissedecek olursa ben bu işi bırakırım, ona göre.”
‘Tamam ama sen de hissettirmemeye çalış.”
“Unutmayın, bak arkamdan geleceksiniz.”
‘Tamam, sen merak etme.” Arda, çocuğun arkasından, parka doğru gitti. Oğlanlar, onları takip ederlerken İnci de dükkânda Ceren’i ikna etmeye
çalışıyordu:
“Hadi Ceren, bak göreceksin çok eğlenceli olacak. Hoşumuza gitmezse geri döneriz.”
“İyi ama şöyle bir bakıp, geleceğiz. Onların saçmalıklarına ortak olmak istemiyorum.” Zerrin Hanım’a haber verip, çıktılar. Zerrin Hanım arkalarından,
“Siz bir işler karıştırıyorsunuz ya yakında anlarız.” dedi.
“Merak etme anneciğim, gelince hepsini sana anlatacağız!” dedi Ceren ve ardından parka doğru yöneldiler. Çocuklar kızların da geldiğini görünce çok sevindiler.
“Eee! Durum ne âlemde?” diye sordu İnci.
“Henüz, bir şey yok. Bir ağacın dibine oturup, cebinden çıkardığı sandviçi yemeye başladı. Şu Arda’nın hâline bir baksanıza.”
Kızlar, Arda’yı görünce kendilerini gülmekten alamadılar. Arda küçücük bir salıncakta sallanıyor, salıncağın dibinde sıra bekleyen beş altı küçük çocuk
da ona inmesi konusunda bir şeyler söylüyordu. Birazdan çocuklardan birinin annesi olduğu anlaşılan bir kadın, yanlarına yaklaştı ve Arda’ya
bir şey söyledi. Arda kıpkırmızı olmuş bir şekilde salıncaktan indi, doğruca parkın çıkışındaki arkadaşlarının yanına yöneldi. Neyse ki kolyeci çocuk,
tüm bu olanları fark etmemişti. Çağdaş, Arda’ya kızdı:
“N’aptığını sanıyorsun, sen?”
“Kusura bakmayın, ben pes ediyorum.”
“Arda, bunu bize yapamazsın. Bak planımız ne güzel işliyor, şimdi vazgeçersen bu iş nasıl olacak?”
“Ben yapamam, parktakilere rezil oldum zaten.”
“İyi de ne işin vardı senin salıncakta, hem de sıfıraltı yaş grubu salıncağında?” Arda, parkı işaret ederek
“Şuraya bir baksanıza, her taraf dolu. Tam ben girdiğimde salıncak boşalmıştı, ben de oraya oturdum. Sonra da o çocuklar gelince sıkıştığım yerden
çıkamadım.” İnci ona,
“Peki, kadın sana ne söyledi de oradan çıkmayı başardın?”
“Orasını hiç sormayın, rezil oldum.”
“Hakikaten, ne dedi?”
“Sormayın, dedik ya.” O sırada iki küçük çocuk yanlarına yaklaştı. Çocuklardan biri diğerine Arda’yı göstererek,
“İşte, annemin emzik alacağı abi bu.” dedi. Çocuklar bunu duyunca kahkahaya boğuldular. Nice sonra kendilerine geldiklerinde, kolyeci çocuğun
yerinde olmadığını fark ettiler. Telaşla etraflarına bakındılar, neyse ki çocuk hâlâ parktaydı ve elindeki kolyeleri gençlere gösteriyordu. İçlerinden bir
kız ondan birkaç parça takı aldı. Çocuk, parasını alıp cebine koyduğunda yüzüne küçük bir tebessüm yerleşti.
“Siz hâlâ onun hırsız olduğunu düşünün bakalım. Görmüyor musunuz, iki parça şey sattı diye ne kadar da mutlu oldu?” dedi Ceren.
“Merak etme, yakında ne olduğunu anlayacağız.”
Çocuk, parkın çıkışına yönelirken bizimkiler de bir çöp konteynerinin arasına saklandılar. Çocuk, soldaki bir sokağa saptı. İki üç adım atmıştı ki
vazgeçip geri döndü, tekrar Mayıs Gülü Sokağı’na girdi. Bizimkiler onu izliyorlardı. Çocuğun Cerenlerin hediyelik eşya dükkânının önünden geçerken
içeri baktığını fark ettiler, orada kimsenin olmadığını anlayınca sanki rahatlamış gibiydi. Bu kez uzun uzun otele baktı. Belki de içeriye girmeyi düşünüyordu ama Hüseyin onu içeri sokmazdı. Tabi, görevinin başındaysa çünkü son günlerde işini oldukça aksatmaya başlamıştı. Tahmin ettikleri gibi
çocuk otele girdi. Çağdaş:
“Ben şimdi ona gününü göstereceğim!” Tam kalkıyordu ki arkadaşları onu tuttu.
“İşi asıl sen bozacaksın şimdi, ne yapıyorsun?”
“Doğru söylüyorsunuz, nasıl olsa onu dışarı atarlar şimdi.” dedi ama öyle olmadı. Üç dört dakika geçtiği hâlde çocuk dışarı çıkmamıştı.
Hüseyin yine girişi boş bırakınca çocuk da rahatça içeri girmiş, ardından da şans eseri resepsiyon görevlisine görünmeden havuza giden koridora
dalıvermişti.
Peşinden giden Arda’nın onu havuz başında bulması zor olmadı. Çocuk önüne gelene kolyelerini gösteriyor, onları satmaya çalışıyordu. Arda
bir süre onu seyretti, zararlı bir şey yapmıyordu. Sonunda otel görevlilerinden biri çocuğu fark etti ve ona nazikçe kapıyı işaret edip çıkmasını söyledi.
Çocuk fazla uzatmadan geldiği yoldan geri dönerek otelden çıktı. Tabi Arda da takibe devam etti. Çocuk, sokaktan çıkıp çarşıya yöneldi. Çoğu insan
bir şey almıyor, başını okşayıp onu geçiştiriyordu. Fakat o hiç yılmıyordu. Sanki gerçekten de biraz para kazanmak, tek umuduydu. O sırada iskele
yönünden, akın akın insanlar gelmeye başladı. Akşam vapuru gelmişti. Çocuk doğruca kalabalığa daldı. Şimdi onu kaybetme riskleri vardı, bu yüzden
arka planda kalan çocuklar da ona yaklaştılar. Çocuk önüne gelene kolyelerini gösteriyor, almaları konusunda hiç ısrar etmiyor, konuşmuyordu. Bu
onlara oldukça ilginç geldi. Seyyar satıcılar genelde çok ısrarcı olurlar, müşterileri ikna etmeye çalışırlardı. Oysa bu çocuk karşısındakine tek kelime
etmiyordu. Hatta şimdiye kadar onun sesini bile duymamışlardı. Bu gerçekten ilginç bir durumdu. Kalabalık dağılınca çocuk, doğruca fayton parkına
gitti. Bir turist grubu, onu yeni oturdukları faytondan yanlarına çağırınca hevesle onların yanına gitti. Turistler ilgiyle onun elindekileri incelemişler,
tam karar veriyorlardı ki yaşlı faytoncu, çocuğa gitmesini işaret etti. Çocuk onu görmezlikten geldi ama anlaşıldığı kadarıyla faytoncu, oldukça
huysuz bir adamdı çünkü onu beklemeden arabasını hareket ettirdi. Turistler de ne olduğunu anlayamamışlardı.
Mecburen kolyeleri, çocuğun eline tutuşturuverdiler. Çocukcağız, onların arkalarından bakakaldı. Faytoncu iki dakika sabretse belki de iyi bir satış yapacaktı. Onun bu hâline çocuklar çok acıdılar. Şimdiye kadar ki tüm gelişmeler, kızları haklı çıkarıyordu. Çocuk hiçbir şüpheli harekette bulunmamıştı. Onun tek yaptığı, elindekileri satma çabasıydı. Neredeyse akşam olmak üzereydi. Bunun daha ne kadar böyle devam edeceğini, merak ettiler. Çocuk üzgün bir hâlde fayton parkından uzaklaştı. Tekrar çarşıya yöneldi ve bir bakkala girdi. Az sonra elinde bir poşetle bakkaldan çıktığında
Arda, onun yanına kadar sokulmuştu. Ardından manava girdi, bu kez de kolunun altında kocaman bir karpuzla çıktı dışarıya. Doğruca ara sokaklardan
birine girdi. Bir ara yorulmuş olmalı ki durup elindeki karpuzu yere bıraktı. Bu sırada ona oldukça yakın olan Arda, telaşa kapılıp yol üzerindeki
bir dükkâna girdi. Çocuk biraz dinlendikten sonra karpuzunu ve poşetini tekrar alıp yoluna devam etti. Bu küçük çocuğun o kocaman karpuzu nasıl
taşıdığına hayret ediyorlardı. Merakları iyice artmıştı. Elindekilere bakılırsa yaşadığı yere gidiyor olmalıydı.
Sonunda dün gece onu takip ederlerken gözden kaybettikleri, ıssız sokağa saptılar. Gece karanlıktan dolayı bir şey anlamamışlardı ama şimdi bu sokağın, genellikle terk edilmiş eski evlerden oluştuğunu, görebiliyorlardı. Çoğunun camları kırılmış, dış cepheleri dökülmüştü, hele bir tanesi vardı ki
tam bir viraneydi. Sokağın sonuna doğru yaklaştıklarında Arda durdu ve arkadaşlarının yanına geri döndü. Diğerleri onun gelişini görünce bir
evin kırık bahçe kapısından kendilerini içeri attılar.
Arda yanlarına geldi. Çocuk hâlâ ilerliyordu. Çağdaş, Arda’ya neden geri döndüğünü sordu.
“Görmüyor musunuz? Burası çıkmaz sokak, eninde sonunda bir yere girecek.” Haklıydı da çocuk yolun sonunda, eski bir evin önünde durdu ve
geriye dönüp etrafına bakındı. Kimsenin olmadığını görünce kendini bir bahçe duvarının ardından içeri attı.
Bizimkiler uzunca bir süre saklandıkları yerden çıkamadılar. Hava kararıyordu. Herhalde birkaç saattir çocuğu takip etmiş olmalıydılar. Arda:
“Bence gidip, bir bakalım.”
Hep birlikte çocuğun atladığı duvara kadar gittiler. Bu duvar yaklaşık bir metre yüksekliğindeydi. Bahçenin kapısı vardı ama üzerindeki büyük asma
kilit, kapının kilitli olduğunu gösteriyordu. Bahçe, yaklaşık on beş metre sonra oldukça eski artık harabe olmuş konakta son buluyordu. Konak üç katlıydı. Pencereleri hâlâ sağlamdı ama camları kirden simsiyah olmuştu. Hiçbir yaşam belirtisi görünmüyordu.
Hava karardığı hâlde hiç ışık yoktu. Acaba o çocuk onlara bir oyun oynuyor olabilir miydi? Berke fısıltıyla,
“Görüyor musunuz, evin yanından dar bir koridor gidiyor.” dedi. Dikkatle bakınca önü çalılarla kapanmış girişi hepsi seçebildi. Çağdaş:
“Ben gidip bakacağım.” dedi. Aslında o da diğerleri
gibi korkuyordu ama bu işe girişmişti bir
kere artık yarım bırakamazdı. Ceren:
“Gelin geri dönelim, buraları pek tekin yerler değil.” Çağdaş:
“Yok, kesinlikle ben gideceğim ama siz burada kalın.”
“Tamam ama sadece bakıp gel, sakın içeri falan girmeye kalkma.”
Bu arada Çağdaş duvardan atlamıştı bile. Yavaşça karanlık koridora doğru gitti. İçeriye biraz göz attıktan sonra geri döndü.
“İlerde bir ışık var. Hadi, siz de gelin bir bakalım.” dedi. Sanki oğlanlar da hep bu anı bekliyorlarmış gibi hemen duvarı aşıp onun yanına geçtiler.
Kızlar da bu sokakta yalnız kalmaktan korktukları için onların peşinden gitmek zorunda kaldılar. Bu dar koridor muhtemelen evin arka bahçesine
açılan, kestirme bir yoldu. Koridor boyunca biraz ilerleyip olanı biteni anlamaya çalıştılar. Çağdaş birkaç adım daha gittikten sonra diğerlerine de
gelmelerini işaret etti. Artık her şeyi çok net bir şekilde görebiliyorlardı.
Gördükleri solgun ışık, mum ışığıydı. Şişmanca bir kadın yerde oturmuş, elindeki somundan kopardığıküçük ekmek parçalarını kucağındaki üç
dört yaşlarındaki kıza, yediriyordu. O kolyeci çocuksa tam kadının karşısına oturmuş, iştahla elindeki karpuz dilimini yemekle meşguldü. Oğlan ağzının
kenarından akan karpuz sularını silmek için başını kaldırdığında gözü çocukların olduğu yöne takıldı. Bizimkiler daha onun görüp görmediğini
tartışırlarken çocuk elindeki karpuz dilimini yer sofrasına atıp kadının arkasına saklandı. Kadın ne olduğunu anlayamamıştı. Çocuk eliyle onların olduğu yeri gösterip tekrar annesi olduğu anlaşılan kadının, arkasına saklandı.
Bizimkiler korkudan kaskatı kesilmişlerdi ve şimdi o kadın kucağındaki çocuğu bırakmış, onlara doğru geliyordu…
<!–nextpage–>
Burak:
“Yürüsenize, gidelim buradan.” diyebildi ama kadın yanlarına gelmişti bile. Hepsinin dizleri titriyordu.
Kadın onlara usulca,
“Buyursanıza çocuğum!” dedi. Çocuklar şaşkınlıkla birbirlerine baktılar, doğru duyup duymadıklarından, emin olmak istiyorlardı. Kadın tekrar:
“Buyursanıza çocuğum! Biz de Allah ne verdiyse iki lokma yiyorduk.” dedi. Yiğit:
“Şeyy, biz sadece…” diyebildi. Çağdaş da kekeleyerek,
“Gegeçiyorken, ışığı gögördük de…”
“Gelin çocuğum, ne korkuyorsunuz? Size de karpuz keseyim, yiyin birer dilimcik.”
“Yok, sağ olun biz tokuz.” Bu sırada kolyeci çocuk, olduğu yerden annesine garip el kol hareketleri yaptı. Kadın da bazı hareketlerle ona cevap verdikten sonra çocuklara dönüp, “Sizden çok korkmuş da o yüzden böyle yapıyor. Kusuruna bakmayın.” dedi.
“Bizden, niye korksun ki?”
“Sanırım sizin de bir kolye tezgâhınız varmış. Oğlum sizin ona engel olacağınızı sandığı için çekiniyormuş.”
Ceren:
“Öyle ama biz ona neden engel olalım ki?” derken koca bir dirsek darbesini yine Çağdaş’ın göğsüne indirivermişti.
“Ne bileyim, öyle sanmış işte garibim. Hadi, ne olur beni kırmayın, yiyin birer dilim karpuzumuzu.”
Ceren oğlanlara manalı manalı bakarak, “Gelin, biraz oturalım.” dedi. Kadın önde diğerleri peşinde, arka bahçeye girdiler.
Bahçe çok kötü bir durumdaydı. Konağın müştemilatı olduğu anlaşılan barakanın aralık kapısından, yerdeki eski şilte ve battaniyeyi görebiliyorlardı.
Bunlar ailenin orada uyuduklarını gösteriyordu. Kadın o kocaman karpuzdan onlara da birer dilim kesip, ikram etti. Kolyeci çocuk hâlâ biraz ürkerek
biraz da merakla onlara bakıyordu. Annesi tekrar ona bazı el kol hareketleri yaptıktan sonra çocuklara döndü.
“Oğlum Ali, sağır ve dilsizdir, kusura bakmayın.”
Çocuklar ona bağırdıklarında neden bakmadığını, müşterilerle neden konuşmadığını, şimdi anlayabiliyorlardı. İçlerini çok büyük bir suçluluk duygusu kapladı. Özellikle Çağdaş oturduğu yerde, büzülüp kalmıştı. Ceren, kadına “Sanırım, burada yaşıyorsunuz. Bu zor olmuyor mu?” diye sordu. Kadın anlatmaya başladı:
“Kadıköy Fikirtepe’de oturuyorduk. Beyim altı aydır işsizdi. Bir ay kadar önce bir tanıdığımız ona, Adana’da sezonluk pamuk toplama işi bulunca
oraya gitti. O gider gitmez de ev sahibimiz, kirayı ödeyemediğimiz için bizi eşyalarımızla kapı dışarı attı. İki çocuğumla ben sokakta kaldık. Sağ olsun
komşularımız bizi dışarda bırakmadı ama onların da eti ne budu ne? Hepsi bizim gibi gecekonducu, yine de Allah hepsinden razı olsun. Okulu tatile
girince Aliciğim de kendi yaptığı kolyeleri satmak için Eminönü’ne, Beşiktaş’a falan gitmeye başladı.” Ceren burada kadının sözünü keserek,
“O kolyeleri, oğlunuz mu yapıyor?” diye sordu.
“Evet, pek beceriklidir benim oğlum.”
“Gerçekten de çok becerikli.” dedi Ceren, Ali’ye bakarak. Çocuk denileni anlamış gibi başını öne eğdi. Utandığı belli oluyordu. Annesi:
“Dudaklarınızı okuyarak dediklerinizi anlar.” dedi ve devam etti:
“Neyse, oğlum bir gün yine Beşiktaş’a gidecekken yanlış vapura binmiş, kendini adalarda bulmuş. Hayatında böyle bir yer görmediğinden çok şaşırmış tabi. Tüm adaları gezmiş ve bu terk edilmiş evleri ve turist çokluğunu görünce aklına burada yaşama fikri gelmiş. Ne yapalım evladım,
o kadar çaresizdik ki biz de onun aklına uyup buralara geldik. İyi de etmişiz, ne soranımız ne karışanımız var. Elimize iki üç kuruş para da geçiyor.
Babamız pamuktan dönene kadar biz de burada kalmaya karar verdik. Böylece hem komşularımıza da yük olmuyoruz. Kocam bir dönsün o zaman
konu komşuya emanet ettiğimiz eşyalarımızı alıp yeni bir ev tutacağız.”
Çocukların lokmaları, boğazlarında düğümlenmişti. Kızlar ağlamamak için kendilerini zor tutuyorlardı. Ceren, Ali’ye döndü:
“Demek o güzel kolyeleri, sen yapıyorsun?”
Çocuk biraz rahatlamış gibiydi. Gülümsedi.
“Onları nasıl yaptığını, bana da öğretir misin?”
Çocuk, başını salladı. Ceren, kadına dönüp,
“Doğuştan mı böyle, demiştiniz?” diye sordu.
“Evet.”
“Ya kardeşi, onda bir şey var mı?”
“Yok. Allah’ıma bin şükür! Ayşe’nin, öyle bir derdi yok.”
“Bu işaret dilini nasıl öğrendiniz peki?”
“Sağ olsun! Bir dernek bize kurs verdi. Söylediklerine göre Ali üstün zekâlıymış. Zaten onun okul masraflarını da hep onlar karşılıyorlar.”
“Bakın teyzeciğim, bir ihtiyacınız olursa ne olur çekinmeyin. Oğlunuz bizim yerimizi biliyor, annem size yardımcı olabilir.”
“Sağ ol kızım. Dediğim gibi beyim bi gelsin inşallah, buradan gideceğiz.”
“Yine de çekinmeyin, lütfen.”
Çocuklar karpuz için teşekkür edip ayrıldılar. Yol boyunca hiçbirinin ağzını bıçak açmadı. Sokaklarına vardıklarında Zerrin Hanım, dükkânını kapatmak üzereydi.
“Kızım, kaç saattir nerelerdesiniz? Sizi çok merak ettim.”
“Anne, az önce çok garip bir şey oldu.”
“Ne oldu, kızım?”
Tüm olanları en başından anlattılar. Zerrin Hanım onları dinledikten sonra,
“Oh olsun, size! Artık gözünüzle görmediğiniz bir şey yüzünden, kimseyi suçlamazsınız herhalde?”
Oğlanlar suçlarını biliyordu. En başta Çağdaş hâlâ şokta gibiydi. Ceren annesine dönüp,
“Anneciğim, onlar için bir şey yapamaz mıyız?”
“Kızım, biz ne yapabiliriz ki?”
“Ne bileyim işte en azından sen bir gitsen bir şeye ihtiyaçları olup olmadığını sorsan. O çok iyi bir kadın.”
“Anlattığınız kadarıyla onların çok şeye ihtiyaçları varmış. Biz onlara ne kadar yardım edebiliriz ki?” Yiğit heyecanla,
‘Tezgâh konusunda, nasıl el ele verip birlikte çalıştıysak bunu yine yapabiliriz.” Çağdaş da ona katıldı:
“Belki o eski barakayı yaşanır hâle getirebiliriz. Ben geçen gün bizim evin ardiyesinde, bir sürü kullanılmayan eşya gördüm. Annem hep onları
atacağından bahseder ama hiç vakit bulamaz. Ondan izin alıp bir şeyler getirebilirim.”
Bu fikri hepsi benimsedi. Eve gider gitmez ilk işleri kullanılmayan eşyaları bulmak olacaktı. Zerrin Hanım onları, annelerine sormadan bir şey
almamaları konusunda uyardı. Hepsi özellikle suçluluk duygusuyla yanıp kavrulan Çağdaş bu fikirden çok hoşlanmıştı. Ertesi sabah buluşmak
üzere ayrıldılar. Çağdaş eve gitmeden önce otele uğrayıp, çantasını aldı. Bu kaset işini bu gece halletmeliydi…
O gece tüm çocukların evinde bir hareketlilik vardı, ikizlerin annesi kullanmadığı eski bir kilimi alabileceklerini söylemişti, çocuklarına. Ayrıca arada
sırada isterseniz onlara sıcak yemek de götürebilirsiniz, demişti. Zerrin Hanım’ın atmayı düşündüğü eski bir kanepesi vardı. Eğer isterlerse onu
götürebilirlerdi. Ceren de kullanmadığı eski kitap, kalem ve defterlerinden bir paket yapmış, küçüklüğünden kalan ve tam Ayşe’ye olacağını tahmin
ettiği bir pabuç ve birkaç parça giysiyi de paketine eklemişti. Yiğit’in yükte ağır bir şey getirmesi imkânsızdı çünkü o başka bir adada oturuyordu.
Ama yine de eski bir çalı süpürgesini, birkaç tişörtünü ve ona artık fazlasıyla küçük gelen, palet ve şnorkel takımını, spor çantasına sıkıştırmayı
başarmıştı. Arda da eski bir güneş şemsiyesini ve dedesinin atmayı düşündüğü bir kovayı, bir kenara ayırıvermişti. Ayrıca annesi ve dedesi Arda’ya,
bu fakir aileye ulaştırması için bir miktar para da vermişti. En şanslıları; Çağdaş’tı. Annesi, isterse ardiyedeki her şeyi alabileceğini söylemişti. Neler
yoktu ki ardiyede: Eski koltuklar, masalar, sandalyeler, bir yaylı yatak, perdeler, örtüler, bir dolu oyuncak. Çağrı’nın ve kendisinin küçükken yazlık
kıyafetleri, ayakkabıları, hatta bisikletleri… Daha neler neler… Çağdaş sadece kıyafet ve oyuncaklardan bir kısmını ayırabildi. Diğerleri arasında bir
seçim yapmak, gerçekten çok zordu. En uygunu arkadaşlarıyla bir araya gelip ihtiyaçları olan eşyalara beraberce karar vermeleriydi.
Buradaki işi bitince doğruca odasına gitti. Artık şu kasetleri dinlemeliydi. Vakit geç olmuştu ama bunu daha fazla erteleyemezdi. Volkmenini kulağına
geçirip kendini yatağa attı. Kaset uzunca bir süre hiçbir şey kaydetmemişti. Bu Volkan Yılmaz’ın kahvaltıda olduğu süre olmalıydı.
Çağdaş, kaseti ileri alıp dinlemeye devam etti. Sonunda Volkan Yılmaz odaya girdi. Çeşitli tıkırtılar, kendi kendine mırıldanmalarla uzun bir süre daha geçti. Bir ara Volkan Yılmaz’ın telefonu çaldı. Kısa bir görüşmeydi bu. Volkan Yılmaz karşısındakine, “Oğlum, niye boş duruyorsunuz, biraz araştırma
yapsanıza. Her şeyi ben mi yapmak zorundayım?” demiş, görüşmeye son vermişti. Ve yine sessizlik… Çağdaş emeklerinin boşa çıkmasından endişe ediyordu. Bugün öğrendiğine göre Volkan Yılmaz iki gün sonra oteli terk edecekti. Oysa bu işi başarabilmeyi ne çok istiyordu. Bu sayede hem İnci
de çok mutlu olacaktı. Çağdaş, İnci’yi çok sevmişti ve arkadaşlığının İstanbul’da da devam etmesini gerçekten de çok istiyordu.
Sonunda ilk gitar sesleri gelmeye başladı. Çağdaş çıkan düzensiz seslerden onun gitarını akort ettiğini anladı. Kısa bir sessizlikten sonra Volkan
Yılmaz bir parçayı çalmaya başladı. Tam şarkısını söylüyordu ki bu kez kaset bitti. Bu ne kötü bir aksilikti. Hemen kaseti çıkarıp, ters çevirdi. Tekrar
müzik sesiyle başladı, kaset. Bunun melodisi, öncekinden çok daha iyiydi. O şarkı da bitince yeni bir tanesine başladı ama bu da pekiyi değildi.
Çağdaş, İnci’nin böyle kötü şarkılar söyleyen birine nasıl hayran olduğunu düşündü. Bu kızları anlamak, sandığından daha zor olmalıydı. İki
şarkıyı kaydetmiş, şimdi bir üçüncüsü başlamıştı ve neredeyse kaset bitmek üzereydi. Eğer bu şarkı da diğerleri gibi güzel kaydedilmişse bu üç şarkıyı
boş bir kasete güzelce çeker, yarın İnci’nin eline tutuştururdu. Bunları dinleyince İnci’nin nasıl sevineceğini, tahmin ediyordu.
O sırada gitar sesi birden kesildi. Oysaki henüz kaset bitmemişti. Volkan Yılmaz’ın kendi kendine bir şeyler söylediğini, duydu. Aynen şöyle diyordu,
genç şarkıcı:
“Kahretsin! Bu gıcıklar ne yapraklarını sanıyorlar?”
Ve ardından telaşla birinin telefonunu çevirdi. Karşısındaki telefonu açmamış olacak ki, “Açsanıza, şu telefonu gıcıklar! Mahmut da nereden bulmuş bunları?”
Çağdaş, yerinden doğrulmuş, kulaklığı iyice kulağına yapıştırmıştı. Neler olduğunu çok merak ediyordu. Şu kaset bitmeden onun telefondaki adamla neler konuştuğunu bir duyabilse içi rahatlayacaktı.
Sonunda karşıdaki telefon açılmış olmalıydı ki; Volkan Yılmaz kendini kaybetmişçesine bağırmaya başladı. Az sonra duyacağı şeyler, Çağdaş’ın
tüylerini diken diken edecekti.
“Şapşal herifler, ne halt ettiğinizi sanıyorsunuz?
Yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik ama siz iki turist cüzdanı için bizi ele vereceksiniz… Ben size boş durmayın dediysem ufak işlerle uğraşın demedim.
Gidin, daha paralı evler bulun. Sırf Hüseyin’in bulduklarına…”
Kaset bitmiş, Çağdaş duydukları karşısında donup kalmıştı. Bir süre kendine gelemedi. Sonunda kaseti tekrar geriye alıp, dinledi. Evet, yanlış duymuyordu.
Az önce ne duyduysa şimdi kelimesi kelimesine tekrarlanıyordu. Hemen koşup, olanları babasına anlatmalıydı. Onu uyandırmak için gidiyordu ki bunun şimdilik yanlış bir fikir olduğunu düşündü. Babası onun gizlice otel misafirlerinin odasına girdiğini üstüne üstlük bir de odaya dinleyici yerleştirdiğini bir duysaydı onu çok fena yapardı. Ayrıca tüm bu duyduklarına karşı Çağdaş bile kendinden emin değildi. O midyeci çocuk konusunda nasıl yanıldığını, bu akşam görmüştü. Tekrar bir yanlış yapmak istemiyordu. Belki de adamlar çok farklı bir konu üzerinde konuşuyorlardı. Gerçi kaseti tekrar tekrar altı kez dinlemiş, bunun başka bir açıklaması olmayacağını anlamıştı.
Birkaç gün öncesini, o yankesicilik olayının olduğu günü, düşündü. Ceren ve İnci’yi havuz başında bırakıp, kasetin arka yüzünü çevirmeye gitmişti. Koridora yayılan gitar sesleri hâlâ kulaklarındaydı. Sonra dönmüş, arkadaşlarıyla birlikte hediyelik eşya dükkânının önüne gitmişlerdi. Bir süre geçtikten sonra da turistlerin cüzdanları çalınmıştı. Kasettekiler ve olayın oluş saati birbirini tutuyordu. Bu elinde tuttuğu kaset resmen bir kanıt
olabilirdi. Konuşmalardan, ev soygunlarıyla da ilgisi oldukları anlaşılıyordu ve bu Volkan Yılmaz denen adamın bu işte kesinlikle önemli bir rolü
vardı. Ayrıca iki isim daha söylemişti, şarkıcı. Kaseti bir kez daha geri alarak, dinledi. “Mahmut” ve
“Hüseyin” kasette geçen isimlerdi. Bu Hüseyin acaba onların otelindeki Hüseyin, olabilir miydi? Yok yok, kesinlikle olamazdı. Hüseyin çok saf bir adamdı. Yaptığı hiçbir işi doğru dürüst beceremezdi. Sözde babası onu, otele bekçi diye almıştı ama o nöbet saatlerini hep uyuyarak geçiriyordu. Bu nedenle o olamazdı. Gerçi onların aşırı samimi olması dikkate değerdi ama midyeci konusunda başına gelenlerden sonra kimseye önyargıyla
yaklaşmak istemiyordu. Biraz daha düşününce ilk ev soygunu olduğu gece Hüseyin’in, onları içeriye sokma çabaları, aklına geldi. Hüseyin
o gece gerçekten, çok garip davranmıştı. Fakat bu kez karalıydı kanıt olmadan kimseyi suçlamayacaktı.
İki gün sonra Volkan Yılmaz’ın oteli terk edeceğini hatırladı. Bir an önce bu olanları, polise anlatması gerekiyordu. Belki babası ona çok kızacaktı.
Ama başka yapabilecek bir şeyi yoktu. Bundan önce de arkadaşlarının fikrini almalıydı.
Hemen telefona sarıldı, ikizlerin telefon numarasını tam çeviriyordu ki saatin gece yarısını çoktan geçtiğini, fark etti. Bu saatte kimseyi rahatsız
edemezdi. En iyisi biraz uyuyup, kendine gelmekti. Nasıl olsa sabah erkenden arkadaşlarıyla buluşacaktı. Fakat onun bu bilgilerle uyuyabilmesi o
kadar kolay olmadı…
Sabahleyin buluşma yerlerine ilk giden Çağdaş oldu. Sabırsızlıkla arkadaşlarını beklemeye başladı. Az sonra ikizler, Arda ve Ceren de geldi. İnci
dün çok yorulduğu için bugün gelememişti. Çağdaş:
“Arkadaşlar, bugün yürüyüşü falan unutalım. Çok önemli bir durum var!” dedi. Diğerleri onun ne demek istediğini anlamamışlardı.
“Ceren lütfen, İnci’yi kaldırır mısın? O da gelsin. Söyleyeceklerimi hepinizin duymasını istiyorum,”
“İnci’yi bu saatte kaldıramam. O sandığından da inatçıdır.”
“Bu, gerçekten çok önemli. Sahi, bu Yiğit de nerde kaldı?”
Akıllarına, Yiğit’in kullanılmayan eşya bulmak için eve gittiği geldi. Heybeliada’dan gelen vapur iskeleye ulaşmak üzereydi. Çağdaş bir kez daha,
“Hadi Ceren! Çağır şu İnci’yi n’olur,”
“İyi, çağırayım bari.” Bu arada Yiğit sırtında çantasıyla koşarak, arkadaşlarının yanına geldi:
“Çocuklar, keşke siz yola çıksaydınız ben size yetişirdim.” dedi nefes nefese.
“Zaten, bizim de bir yere gittiğimiz yok. Gelin parka gidelim de size dün gece olanları anlatayım.”
O sırada Ceren ve İnci de aşağıya indi. İnci esneyerek,
“Çağdaş umarım iyi bir açıklaman vardır!”
dedi. Hep birlikte parka gittiler. Sabah sabah tabii ki park bomboştu. Banklara yerleşip merakla Çağdaş’ı dinlemeye koyuldular. Çağdaş anlatmaya
başladı:
“Arkadaşlar, dün gece başıma inanılmaz bir şey geldi. Durun! En iyisi size en başından anlatayım,”
Onlara, bebefonu, Volkan Yılmaz’ın odasına yerleştirişini anlattı. İnci heyecanla,
“Ay inanmıyorum, bir şeyler çektin mi bari?”
“Çektim çektim. Hem de neler…” Ceren ona kızdı:
“Çağdaş bu yaptığının ne kadar kötü bir şey olduğunun, farkında mısın?”
“Ayrıca da suç,” dedi Arda.
“Biliyorum, çocuklar ama ne olur önce beni bir dinleyin.” dedi ve anlatmaya devam etti. Çağdaş konuşmasını bitirdiğinde, hepsi çok şaşırmıştı.
İnci:
“Yaa! Ben hâlâ uyuyor olamam değil mi?”
“Durun kaset yanımda size dinletebilirim.” Hemen volkmenini çalıştırıp konuşmaları arkadaşlarına dinletti. Kaseti iki kez daha geri sarıp dinledikten
sonra, Arda:
“İşte, gerçek hırsızlar kesinlikle bunlar,” dedi. Hepsi de aynı fikirdeydi. Çağdaş:
“Polise gitmemiz lazım. Onlara kaseti verir, her şeyi anlatırız. Zaten Volkan Yılmaz yarın değil öbür gün otelden ayrılacakmış.”
“Ayrılacak mıymış?”
“Evet,”
“Bir yolunu bulup, onu burada tutmalıyız.”
“Peki, bu nasıl olacak?”
“İyice düşünelim, bence bir şeyler yapabiliriz. Hem şimdi o kaseti polislere götürürsek gizlice başkalarının odasını dinlediğimiz için biz suçlu
duruma bile düşebiliriz. Soygunla kasetin çekim anının aynı saatlerde olduğunu kanıtlayamayız, bunu sadece biz biliyoruz.”
“Haklısın, sadece biz biliyoruz. Peki, n’olacak şimdi?”
“Bence daha iyi kanıtlar bulup, polise öyle gitmeliyiz.”
“İyi de nasıl?”
“Sen bebefonu yine oraya yerleştirebilir misin?”
“Tabi…”
Yiğit:
“Bakın arkadaşlar, iyi bir plan yaparsak bırakın kanıt bulmayı tüm şebekeyi çökertebiliriz, bile.”
“Sen de uçma Yiğit.”
“Neden olmasın?”
“Arkadaşlar ne yapacaksak bir an önce yapmalıyız. Bu şarkıcı bozuntusu yakında kaçıp gidecek ve biz olayı öğrendiğimizle kalacağız.”
İnci ilk kez Volkan Yılmaz’ı korumamıştı. Planın birinci aşaması, dinleyici düzeneğin tekrar odaya yerleştirilmesiydi. Çağdaş hemen eve gidip bebefonu
ve birkaç boş kaseti alıp, geri geldi. Volkan Yılmaz kahvaltıya inince onları yerleştireceklerdi.
Kahvaltı saati geldiğinde Volkan Yılmaz her zamanki gibi aşağıya indi. Burak aşağıda nöbet tutarken diğerleri, otel binasına girdiler. Çağdaş babasına hissettirmeden hâlâ boş olan odanın ve Volkan Yılmaz’ın odasının, anahtarlarını aldı. Usulca şarkıcının odasına girdiler. Çağdaş dinleyiciyi yerleştirirken diğerleri bir yere dokunmadan etrafı inceliyorlardı. Ortalıkta kuşkulu bir şey göze çarpmıyordu. Bir kenara atılmış gitar, üzerinde notalar
olan kâğıt parçaları, defterler vs. Göz ucuyla baktıklarında bunların besteler, karalanmış notlar olduğunu, gördüler. Ortalıkta çok sayıda kaset kapağı
vardı. Çoğu yabancı sanatçılara ait olan bu kaset kapakları, büyük ihtimalle kopya çekmeye yarıyordu çünkü bazı kelimeler çizilmiş, yerlerine
yeni kelimeler yazılmıştı. İnci:
<!–nextpage–>
“Buna, inanamıyorum. Bu adam resmen kopya çekiyormuş.” dedi. Yiğit onun lafını kesti: oldu
“Çocuklar, bir baksanıza. Yiğit’in elinde bir harita vardı. Bu Büyükada’nın haritasıydı. Üzerinde bazı yerler işaretlenmişti. Bunlara dikkatle baktıklarında soyulan evleri gösterdiklerini anladılar. Ama içlerinden iki tanesinin, soyulduğu konusunda bir şey duymamışlardı. Belki de bundan sonraki işi, onlardı. Bu evlerin olduğu yerleri, akıllarında tuttuktan sonra haritayı aldıkları yere geri koyuyorlardı ki Arda:
“Durun durun, peki, şurası neresi?” dedi. Haritaya göre adanın güneyinde bir yerde küçük, belirsiz bir ‘s’ harfi vardı. Burası Viranbağ civarında bir
yerdi ve orada neredeyse hiç yerleşim yoktu. Belirgin olmamasından dolayı bunun bilinçli bir şekilde yazılmamış olduğuna kanaat getirdiler. Ama ne
olur ne olmaz diye onu da akıllarında tutup, dışarı çıktılar. Dışarıda nöbet bekleyen Ceren:
“Hiç çıkmayacaksınız, sandım.” dedi. Ardından beraberce yandaki boş odaya gittiler. Çağdaş camdan bakıp aşağıda bekleyen, Burak’ı da yanlarına
çağırdı. Kapıyı arkalarından kilitledikten sonra sessizce olanları gözden geçirdiler. Ellerinde soyuldukları hakkında bir bilgileri olmayan, üç yer vardı. Bunlardan biri; Viranbağ’daki yerdi ve önemli değildi. Fakat diğer ikisi; merkezdeki iki sokaktaydı. Birinin gidip, oraları kontrol etmesi gerekiyordu. Bu işe Berke gönüllü oldu. Az sonra döndüğünde o iki sokakta da birkaç lüks evin, olduğunu söyledi. Ayrıca görünüşe göre her şey normaldi.
Ortalıkta ne bir polis ne de dikkat çekici bir durum vardı.
“Öyleyse olacak,” dedi Yiğit. “Bir sonraki avları burası olmalı?”
Bu konuda hepsi hemfikirdi. Bir şey yapmaları, gerekiyordu. Sonunda İnci’nin fikri hepsinin aklına yattı. Bir telefon kulübesinden polisi arayıp, bu iki
sokağa dikkat etmeleri gerektiğini, söyleyeceklerdi. Volkan Yılmaz gelene kadar planlarının ikinci aşamasını nasıl gerçekleştireceklerini düşündüler.
Volkan Yılmaz’ı biraz daha burada tutmaları gerekiyordu. Bu kez fikir Çağdaş’tan çıktı. Ona bir şekilde iyi bir av bulacaklardı. Mesela otele gelecek,
çok zengin bir müşteri… Kızlar bunu bir filmde gördüklerini söylediler. Filme göre bu iş başarıyla sonuçlanmıştı.
“Peki, onunla nasıl konuşacağız?”
Yiğit:
“Onunla en çok yakınlaşan sizsiniz,” dedi İnci ve Çağdaş’a bakarak. Doğru da söylüyordu. Ayrıca İnci’nin onu tanıması ve hayranı olması ki artık bu böyle değildi, en büyük avantajlarıydı. Çağdaş:
“Bence biz, Hüseyin’i kullanalım. Onun bu işte parmağı yoksa bile Volkan Yılmaz ile olan samimiyeti, belki işimize yarar?”
Sonunda bir karara vardılar. Nöbetleşe olarak bir kişi odada kalacak, diğerleri dışarıdaki işleri halledecekti. Ceren:
“Arkadaşlar bu işe daldık, Ali ve ailesini unuttuk.”
“Evet, o konu n’olacak, bir şeyler bulabildiniz mi bari?”
Hepsi sevinçle yaptıklarını anlattı. Anlaşıldığı kadarıyla bu gidişle Alilere yeni bir ev bile döşeyebilirlerdi.
Ceren:
“İyi öyleyse, dönüşte uğrayıp, onlara da fikrimizi açalım,” Arda’yı nöbetçi olarak bırakıp, oradan ayrıldılar. Çağdaş’ın aklına bir fikir gelmişti ve onu uygulayacaklardı. Oğlanlar, İnci ve Ceren’i bırakarak, doğruca resepsiyon görevlisi Ümit ağabeyin yanına gittiler. Çağdaş:
“Ümit abi, senden bir şey rica edeceğiz, bize yardımcı olur musun?”
“Yapabileceğim bir şey olursa neden olmasın!”
“Geçenlerde Hüseyin; ‘Bu otele, hiç zengin müşteri gelmiyor’ diyordu.”
“İyi de bu çok saçma bir şey, buraya zengin müşteri tabii ki geliyor.”
“Öyle değil, çook çook zengin müşteri. Neyse biz de iddiaya girdik, onu kandırabilirsek kızlar bize yemek ısmarlayacak. İkizler, araya girdi:
“Yaa! N’olur yardım et, Ümit abi! Bak, bu bir
erkek dayanışması olacak, lütfen.”
“İyi, n’apıcam peki?”
“Şimdi biz ona diyeceğiz ki çok zengin biri buraya gelmek için yer ayırtmış. Mesela; Amerikalı bir fabrikatör.”
“Amerikalı fabrikatör de kulağa çok komik geliyor, çocuklar.”
“Öyleyse Amerikalı bir iş adamı olsun. Ama yaşlı, tamam mı?”
“Neden yaşlı?”
“Yaşlılar daha zengin olur da ondan.”
“Öyle mi olur? Neyse, olsun bakalım. Sonra?”
“Bu adam yer ayırtmış, üç gün sonra buraya gelecekmiş, tamam mı? Otuz altı numaralı odada kalacakmış, bak unutma otuz altı.”
“İyi, peki öyle olsun bakalım.”
“Şimdi biz ona bunları söyleyeceğiz. Büyük ihtimalle bize inanmayıp sana sormaya gelecektir. Aman dediklerimizi unutma, tamam mı?”
“Tamam. Peki, bu ne zamana kadar böyle devam edecek?”
“Biz sana söyleyene kadar.”
“Fazla uzatmayın ama.”
“Sen merak etme, Ümit abi! Şu iddiayı bi kazanalım, merak etme, seni de görürüz.”
Ümit ağabey onların bu hâline gülümsemeyle karşılık verdi.
Doğruca onları bekleyen Ceren ve İnci’ye gittiler. Bu iş tamamdı. Şimdi sıra Hüseyin’e bu yalanı söylemeye gelmişti. Burak:
“Aslında ben de anlamadım. Adam neden yaşlı olacak?” diye sordu.
“Biraz aklını çalıştırsana. Yaşlı biri, çok daha kolay av olur,”
“Doğru ya! Peki, otuz altı numaralı odayı nerden çıkardın?”
“Otuz altı numaralı oda, Volkan Yılmaz’ın yanındaki diğer boş oda. Çünkü iki oda da Volkan Yılmaz gidinceye kadar boş duracak,”
“Niye?”
‘’Volkan Yılmaz çok gürültü yapıyor da ondan,”
“Şimdi anladım. Volkan Yılmaz burada kalırsa o oda boş durmaya devam edecek. Böylece bizim yalanımız da ortaya çıkmayacak,”
“Evet, aynen öyle,”
“Biz bu arada polis işini hallettik,” dedi Ceren.
“Umarım, inandırıcı olmuşsunuzdur,”
“Umarım,”
Şimdi sıra Hüseyin’i bulmaya gelmişti. Çağdaş, Yiğit’i alarak Hüseyin’i aramaya koyuldu. Her zamanki gibi yine yerinde değildi. Havuz kenarına,bara, restorana, lobiye baktılar. Hiçbir yerde yoktu. Onu bulamayınca tekrar Arda’nın yanına boş odaya döndüler. Arda onların içeri girdiğini görünce
rahatlayarak,
“Başkası geldi sandım, çok korktum.”
“Eee! Bir durum var mı?”
“Hem de neler var. Şşşt, fazla ses çıkarmayın. Şu anda odada kim var biliyor musunuz?” Fısıltıyla konuşuyorlardı çünkü volkmen onların da sesini
kaydediyordu.
“Kim?”
“Hüseyin,”
“Biz de onu bulamamıştık demek buradaymış. Peki, ne konuşuyorlar?”
“Size çok rahat söyleyebilirim ki Hüseyin de bu işin içinde. Soygun yapılacak evleri bulan, Hüseyin’miş,”
“İnanmıyorum!”
“Yaa! Ama bir şey var. Devamlı Mahmut Bey diye birinden söz ediyorlar,”
“Mahmut Bey, ha!”
“Evet. Ayrıca anladığım kadarıyla bu Mahmut Bey çetenin başı, ondan çekinerek bahsediyorlar,”
“Peki, şimdi ne konuşuyorlar?”
“Susun da dinleyin,”
Gerçekten de bebefondan konuşma sesleri geliyordu. Hüseyin:
“Şu iki iş de bitsin artık burada daha fazla durmak istemiyorum,” diyordu.
“Niye, senin keyfin yerindeydi kaç aydır, gel keyfim gel.”
“Sen farkında değilsin galiba ben senin gibi burada müşteri değilim, çalışıyorum,”
“Biliriz seni, ne de çalışırsın ya(!)”
“Öyle deme, canım çıkıyor. Hüseyin oraya koş, buraya koş; gece bekle, gündüz bekle. Sen olmasa bunlara katlanmazdım.”
“Haklısın, özür dilerim. Zaten hep benim yüzümden bu işlere bulaştın. Ne güzel kendi kendimize söz vermiştik, değil mi? Bir daha böyle işlere
bulaşmayacaktık,”
“Sözde menajerin olacak o adamın, sana şantaj yapacağını nerden bilebilirdik ki?”
“Şu paraları alıp onun kafasına atacağım, sonra müziği falan bırakacağım. Bence en iyisi buraları terk etmek,”
“Bence de… Gerçi şu müzik işinde iyi tutmuştun ya!”
‘Tuttuğum falan yok. Zaten ben müziği sevmem ki. Nerden düştüm bu hâllere bilmiyorum?”
Çocuklar pür dikkat, konuşmaları dinliyorlardı.
Arda:
“Arkadaşlar farkında mısınız? Çok büyük bir işle uğraşıyoruz. Bence tüm bunları polise anlatmanın zamanı geldi,”
“Haklısın da keşke bir şeyler yapabilseydik,”
“Bakın, bu konuşmaları da kaydettiğimize göre artık kanıtımız var. En iyisi polise gitmek.”
“N’olur bu işi akşama kadar devam ettirelim.
Bir gelişme olmazsa akşam polise gideriz.”
“Ne gibi bir gelişme? Artık her şeyi biliyoruz.”
“Belki bilmediğimiz başka şeyler de vardır?” ‘’Tamam, size akşama kadar müsaade ama siz yapmazsanız bunu ben yapacağım.”
“Tamam,”
Bu arada Hüseyin ve Volkan Yılmaz’ın konuşmaları bitmiş, Hüseyin dışarı çıkmıştı. Şimdi planlarının ikinci aşamasını gerçekleştirmelerinin tam
zamanıydı. Çağdaş ve Ceren, Hüseyin’in peşinden aşağıya indiler. Onu çoğu zaman olduğu gibi yine lobide televizyon seyrederken buldular.
“N’aber Hüseyin abi?” dedi Çağdaş. Hüseyin televizyondan başını kaldırmadan,
“İyidir, senden n’aber? Bakıyorum ticaretten çabuk bıktınız,”
“Yoo! Niye, bıkalım ki. İşler şimdilik biraz kesat da… Hem hangi iş kötü değil ki değil mi?”
“Öyle…”
“Ama duyduğum kadarıyla otele Amerikalı bir iş adamı gelecekmiş, çook zenginmiş. Bir gelsin biz de ondan yararlanmasını, bileceğiz tabi!” Hüseyin
hemen televizyondan başını kaldırıp, Çağdaş’a döndü.
“Kim gelecekmiş, dedin?”
“Amerikalı, zengin bir iş adamı. Çok da yaşlıymış. Onu bir kandırabilirsek bir sürü takı satarız, dimi Ceren?”
“Yaşlılar, takıdan falan anlamaz ama hediyelik eşya alabilir,”
“Tabi alır,”
“Yalnız mı geliyormuş?”
“Bir kişilik yer ayırttığına göre herhalde yalnızdır,”
“Allah Allah, benim niye bundan haberim yok?”
“Bilmeem. Neyse biz gidiyoruz. Aman adam gelirse bizim tezgâha yollamayı unutma!”
“Ne zaman gelecek, demiştin?”
“Birkaç gün sonra,”
“İyi iyi, gelsin bakalım.”
Ceren ve Çağdaş dışarı çıkıp, kapıyı görebilecekleri bir yere saklandılar. Çok geçmeden Hüseyin dışarı çıkıp soluğu Ümit ağabeyin yanında aldı.
Onunla biraz konuştuktan sonra doğruca üst kata çıktı. Tahmin ettikleri gibi Volkan Yılmaz’ın yanına gidiyordu. Çocuklar odadaki arkadaşlarının yanına gittiler. Bu iş, gittikçe heyecan kazanıyordu. Arkadaşları bebefonun dibine kadar sokulmuş,heyecanla konuşmaları dinliyorlardı. Onların geldiğini gören Yiğit sessizce yaklaşmalarını işaret etti. Hüseyin ve Volkan Yılmaz’ın arasında şöyle bir konuşma geçiyordu:
“Bu resmen ayağımıza gelen bir kısmet, hem zengin hem yaşlı hem de yalnız geliyormuş. Ayrıca bil bakalım, nerede kalacak?”
“Nereden bileyim?”
‘’Tam bitişiğindeki odada,”
“Hüseyin sen beni anlamıyorsun. Bu iş biter bitmez, kaçıp gitmek istiyorum,”
“İyi de beş kuruşsuz nereye kaçacaksın? Bütün parayı Mahmut Bey’e verince sana ne kalacak?”
“En azından hâlâ biraz kaldığını sandığım, onurum. Zaten bu işe bu yüzden girmek zorunda kaldım. Eğer bu işi yapmasaydım Mahmut Bey,
benim tüm geçmişimi ortaya dökecekti. O zaman hem şöhretimi hem de özgürlüğümü kaybedecektim. Benim kaç suçtan arandığımı, biliyor musun
sen?”
“Amaan, isteseler de kanıtlayamazlar ki!”
“Ama o estetik ameliyatları olduğumu kanıtlarlarsa her şey ortaya çıkar. Volkan Yılmaz’ın geçmişteki Celal Güvenç olduğu ortaya dökülür ve ben mahvolurum. Neyse ki estetikçime, çok güveniyorum,”
Çocuklar bu duyduklarına, bin kat daha şaşırmışlardı. Çağdaş volkmeninin hâlâ kayıtta olup olmadığını kontrol etti. Evet, kayıttaydı.
Bu duruma en çok üzüleceğini umdukları kişi; İnci’ ydi ama hiç de öyle görünmüyordu. İnci:
“Ne bakıyorsunuz, yıkılacağımı falan mı sandınız?”
“En azından biraz üzülmüşsündür.”
“Aman, o uyduruk şarkı sözlerinden zaten onun iyi bir müzisyen olmadığını, anlamıştım.”
Gülüştüler… Bu İnci, âlem kızdı doğrusu. Bu arada iki hırsız, konuşmaya devam ediyordu:
“Tamam, kabul ediyorum ama bu işi sen yapacaksın,”
“Oldu bu iş. Bütün kazanca ortağız sakın diğerleri duymasın.”
“Kesinlikle…”
O sırada Volkan Yılmaz’ın telefonu çaldı. “Ne, polisler mi var, ne işleri varmış orada? Tamam, şimdi oradan ayrılın. Belki başka bir şey için gelmişlerdir.
Sakın, yanlış bir şey yapmayın!”
“Ne olmuş?”
“Bu gece soyacağımız evlerin etrafı, polis kaynıyormuş.”
“İkisi de mi?”
“Evet, ikisi de…”
“Bu, çok garip.”
“Belki de başka bir şey içindir.”
“Olabilir. Neyse ben gideyim, şimdi patronum olacak adam yine beni arıyordur. Şu işten bir kurtulayım, zaten bir daha bu adaya ayak basarsam…”
Çağdaş çok sinirlenmişti.
“Ah baba, işe aldığın adamlara biraz dikkat etsen ne olurdu sanki!”
“Öyle deme, Çağdaş. Bu adam sizin otelde değil de başka bir otelde çalışsaydı biz bunları ortaya çıkarabilir miydik?”
“Haklısın, çıkaramazdık.”
“Hadi toparlanın, doğruca polise gidiyoruz,” dedi Arda.
Hepsi bunun en doğru karar olduğunu biliyordu. Tüm eşyaları, kasetleri toplayıp, odadan çıktılar. Ali Bey onların odadan çıktığını fark etmiş, yanlarına gelmişti.
“Çağdaşçığım, koca otel yetmedi mi size?” Çağdaş fısıltıyla,
“Baba, seninle bir şey konuşmamız lazım,”
“Eee konuşalım,”
“Burada olmaz, çabuk bizimle geliyorsun!”
“Nereye?”
“Gel görürsün.” Ali Bey çaresiz çocukların peşine takıldı. Otelden çıktılar. Zerrin Hanım da onların bu hâlini görüp, merak etmişti. Ceren’in halası
dükkânda olduğundan dükkânı ona emanet edip, Zerrin Hanım’ı da yanlarında götürdüler. İkisi de ne olup bittiğini anlayamadan kendilerini
emniyet amirliğinde buldular. Ceren kapıda görevli polis memuruna,
“Amirinizle görüşmemiz lazım.” dedi. Polis memuru konunun ne olduğunu sordu. Bu konuyu sadece amirle konuşabileceklerini, söylediler. Bunun
üzerine memur, onları bir odaya götürdü. Emniyet amiri; orta yaşlı, sevimli bir adamdı.
“Ooo! Ali Bey hayırdır, sizi hangi rüzgâr attı buraya?”
“Vallahi, ben de bilmiyorum ama sanırım az sonra hepimiz öğreneceğiz,”
Ali Bey’in böyle önemli biriyle tanıdık çıkması, çocukları biraz rahatlatmıştı.
“Evet, kim anlatacak bize olanları?”
“Ben başlayayım.” dedi Çağdaş ve teker teker tüm olanları anlattı. Hiçbir şey atlamamıştı. Unuttuğu bir şey olduğunda diğerleri ona yardımcı oluyordu. Her şey anlatılınca kasetleri emniyet amirine, teslim ettiler.
Ali Bey ve Zerrin Hanım duyduklarına o kadar şaşırmışlardı ki oturdukları koltuklarda, donup kaldılar. Emniyet amiri, birkaç sivil polisi yanına çağırıp olanları onlara da anlattı. Polislerden biri:
“Bugün gelen ihbar telefonunu, siz mi ettiniz?”
“Evet, bendim.” dedi Ceren.
“Neyse iyi. Peki, sizden başka bu işi bilen biri var mı?”
“Hayır, yok. Sadece biz,”
“Çocuklar, şimdi size çok önemli bir iş düşüyor,”
Hepsi merakla o adamı dinliyordu. Çağdaş:
“Neymiş o?”
“Sessiz olmak! Onlara bir şey bildiğinizi, kesinlikle hissettirmeyeceksiniz. Siz de Ali Bey. Volkan Yılmaz’la konuşmalarınız aynı şekilde olmalı,”
“Zaten benim onunla hiç konuşmuşluğum yok. Hüseyin getirmişti onu otele, sözde beste yapacakmış. Allah’ım, ben ne aptalım!”
“Öyle demeyin. Gördüğünüz gibi bunlar çok profesyoneller. Herkesi bir şekilde kandırabilirler,”
“Ne demiştiniz çocuklar, asıl adı Celâl Güvenç miymiş?”
“Evet,”
“İyi, hemen bu ismi de araştıralım. Şimdi gidebilirsiniz ama dediklerimi unutmayın! Onlara bir şey fark ettirmeyecek normal yaşantınıza devam
edeceksiniz,”
Aynen öyle yapacakları konusunda polislere söz verip ayrıldılar. Zerrin Hanım ve Ali Bey o kadar şaşırmıştı ki yol boyunca tek kelime edemediler.
Sonunda Ali Bey kendini tutamadı:
“O adamın odasına girip bahsettiğin şeyleri yaptığını söylediğinde sana nasıl kızdığımı anlatamam oğlum!”
“Haklısın baba, çok özür dilerim. Bir daha böyle bir şey olmayacağından emin olabilirsin,”
“Sanırım, bundan sonra yedek anahtarları kasada saklasam daha iyi olacak. Ama yine de seni ve arkadaşlarını bu başarınızdan dolayı kutluyorum.
Doğrusu hepiniz çok cesurmuşsunuz. Sayenizde büyük bir şebeke yakalanacak,” Zerrin Hanım da böyle düşündüğünü ifade etti:
“Hakikaten de aferin size, çocuklar! Umalım da çalınan şeyleri de bulsunlar. Dün Madam’ı gördüm de hâli perişandı doğrusu,”
Otele yaklaşmışlardı ve polislere söz verdikleri gibi artık bu konu hakkında konuşmamalıydılar. Ali Bey ve Zerrin Hanım onları dışarıda bırakıp ayrıldılar.
Ceren:
“Arkadaşlar bakın, saat daha erken. Bence Alilere gidip, onlara fikrimizi açabiliriz,’’ Artık hırsızlık olayı açıklığa kavuştuğuna göre bu konuyla
ilgilenebilirlerdi…
<!–nextpage–>
Kadın onların geldiğini görünce Ceren’e, “Hoş geldiniz kızım, bir şey mi vardı?”
“Teyzeciğim, size bir teklifte bulunmaya geldik. Bu arada isminizi sormayı unuttum?”
“İsmim Hatice, kızım!”
“Benim de Ceren,” Sırasıyla arkadaşlarını da ona tanıttıktan sonra,
“Bak Hatice teyze! Biz evlerimizde bir sürü kullanılmayan eşya olduğunu fark ettik. Düşündük de bunlar, sizin işinize yarayabilir,”
“Kızım iyi de bizim İstanbul’da bir sürü eşyamız var. Burada sadece babamız gelene kadar kalacağız,”
“Bir süre de olsa siz ve çocuklarınız daha rahat etmek istemez miydiniz?”
“İsterdik elbette ama kimseye yük olamam. Hem anneleriniz ne der bu işe?”
“Hepsinin bundan haberi var. Bakın, biz size gerçekten, yardım etmek istiyoruz,”
“İyi de buranın hâlini görüyorsunuz, nereye koyacağım ben o eşyaları?”
“Siz orasını düşünmeyin, biz hepsini halledeceğiz,”
“Peki, o zaman siz bilirsiniz,”
“Öyleyse biz şimdi eşyaları getirmeye gidiyoruz. Siz buradasınız değil mi?”
“Nereye gideceğim, tabi buradayım. Lütfen, fazla bir şey getirmeyin.”
“Siz merak etmeyin, biz birazdan geliriz.” Oradan ayrılırlarken;
“Kadın ne kadar sevindi fark ettiniz mi?” dedi Yiğit.
“Sevinir tabi. Kim çocuklarını öyle bir yerde yaşatmayı ister ki? Hadi arkadaşlar şimdi evlere gidip, eşyaları getirelim!”
“İyi de nasıl taşıyacağız o kadar şeyi?”
“Siz orasını bana bırakın.” dedi Çağdaş.
Eşyaları seçerlerken bunların ihtiyaç duyulabilecek şeyler olmasına özen gösterdiler. Çağdaşların ardiyesi işe yarayabilece, pek çok şeyi barındırıyordu.
İçlerinden bir yatak, battaniye, plastik bir masa ve üç sandalyeyi aldılar. Çağrı ve Çağdaş’ın eski bisikletleri de tam onlara göreydi. Hâlâ gıcır gıcırdılar,
tek eksikleri büyük bisikletin lastiklerinin inik olmasıydı. Bunu da kolayca halledebilirlerdi.
Çağdaş çıkarken içi oyuncaklar ve onlara küçülen giysilerle dolu iki poşeti de almayı unutmadı.
Cerenler ’in eski kanepesini, ikizlerin legolarını, Arda’nın bulduğu güneş şemsiyesi ve kovayı da aldıktan sonra bunları kiraladıkları at arabasına yükleyip o eski evin bahçesine gittiler.
Belediye, eski bir konağın arka bahçesinde yaşayan bu aileyi bir fark ederse mutlaka onları buradan çıkarırdı. Bu konuda çok sıkı çalışıyordu.
Haklıydılar da herkes tarihî bir evi işgal ederse ne olurdu, Büyükada’ nın hâli? Neyse ki yalnızca bir iki ay kadar burada kalacaklar, daha sonra evlerine
gideceklerdi. Hem onların eve bir zarar verdiği de yoktu. Kimselere görünmeden yaşayıveriyorlardı, o küçücük bahçede…
Kadın onların getirdiği eşyaları görünce,
“Çocuğum, siz ne yapmışsınız böyle?” dedi.
Küçük Ayşe de ağzındaki emziği emmeyi bırakmış, onları seyrediyordu. Çocuklar, eşyaları teker teker bahçeye taşıdılar.
Bahçenin orta yerinde şimdi küçük bir eşya yığını duruyordu. Bunları yerleştirmeden önce ortalığı temizlemeliydiler.
Müştemilatı temizlemekle işe başladılar. Alçak tavanlı, küçücük bir yerdi burası. Her taraf örümcek ağlarıyla kaplı ve simsiyahtı. Burada vaktiyle
kömür falan depolanmış olmalıydı. Önce yerdeki şilteyi ve battaniyeleri havalandırmak için dışarı çıkardılar. Zaten içerde başka bir şey de yoktu.
“Bence, burayı yıkamalıyız.” dedi Ceren. Mucize eseri bahçedeki küçük musluk hâlâ akıyordu.
Çağdaş’ın otelden getirdiği hortumu ona takıp, içeriyi bol suyla yıkadılar. Oranın kurumasını beklerken bahçeyi temizlemeye giriştiler. İkizler etraftaki
zararlı otları temizliyor, diğerleri de çöpleri toplayıp bunları büyük poşetlere dolduruyordu. İşleri bittiğinde bahçe artık çok değişmişti. Fazlalıkları
temizlenen mor salkımlar ortaya çıkmış, daha önce fark etmedikleri güller bahçeyi renklendirmişti. Hatice Hanım çok ısrar ettiği hâlde çocuklar,
onun yardımını istememişlerdi. O da bir kenara oturmuş, hazırladığı pilavı, midye kabuklarının içine dolduruyor, Ayşe de Çağdaş’ın verdiği oyuncaklarla oynuyordu.
Müştemilat kuruyunca getirdikleri kilimi yere serip kanepe ve yatağı içeriye yerleştirdiler. Bahçenin gölgelik bir yerine de plastik masa ve sandalye leri koyunca buradaki işleri de bitmişti. Getirdikleri ufak tefek eşyaları da bir kenara koyup Ayşe’nin yanına gittiler.
Ayşe çok şirin bir çocuktu. Ağzında emziği, simsiyah, misket gibi gözleriyle onlara baktı, sonra önündeki legolarla oynamaya devam etti. Çağdaş:
“Beğendin mi, bu oyuncakları?” diye sordu. Küçük kız oyuncaklarından gözünü ayırmadan, başını salladı.
“İyi o zaman ben sana başkalarını da getiririm, öyleyse.” Hatice Hanım yanlarına geldi.
“Çocuklar, size ne kadar teşekkür etsem azdır. Merak etmeyin buradan giderken tüm bu eşyaları size geri vereceğim.”
“Gerek yok, hepsini alabilirsiniz.”
‘‘Yok çocuğum, ben zaten nasıl götüreyim İstanbul’a bunları?”
‘‘Tamam, siz nasıl isterseniz.” O sırada elinde kolyelerle ve iki ekmekle Ali de geldi. Bahçenin hâlini görünce yanlış bir yere girdiğini sanmış olmalıydı
ki birkaç adım geri gitti. Bunu annesi de fark etmişti.
“Gel oğlum, gel bak o korktuğun çocuklar bizim için neler yaptı.”
Çocuk, etrafına bakındı. Her şey eskisinden o kadar farklıydı ki şaşırmakta çok haklıydı. Ceren onun yanına gitti. Akşamleyin annesiyle birlikte aldığı karar doğrultusunda, “Aliciğim, sana bir teklifte bulunacağım.” Çocuk onun ne demek istediğini anlamamış olacaktı ki soru soran gözlerle annesine baktı. Kadın işaret diliyle Ceren’in söylediklerini, ona tekrar etti.
“Bizim dükkânımızı, biliyorsun. Orada bana yardımcı olmak ister misin?” Kadın kendi de şaşırmış hâlde Ceren’in söylediklerini, oğluna iletti. Çocuk
önce yutkundu, sonra kabul ettiğini anlatmak için gülümseyerek başını salladı. Tabii ki isterdi çünkü bütün gün yürümekten, sürekli ayaklarında
yaralar oluşuyor, ayrıca fazla bir satış da yapamıyordu. Ceren sevinerek,
“Tamam, öyleyse. İstersen yarın sabah gelip başlayabilirsin.” dedi. Hatice Hanım:
“Çocuklar, siz nasıl anne babaların evlatlarısınız? Bugün beni çok mutlu ettiniz, Allah da sizi mutlu etsin.” dedi. Bu sırada Arda’nın aklına, dedesinin
verdiği para geldi. Onu zor da olsa kadına kabul ettirip ayrıldılar. Giderlerken Ali ve Ayşe onlara el sallıyordu. Son anda Çağdaş geri dönüp,
“Aliciğim, sana söylemeyi unuttum. O bisikletler de sizin ama lastiklerini şişirtemedik. Yarın getirirsen hallederiz.”
Çocuk onu anlamıştı. O gittikten sonra yeni bisikletini incelemeye koyuldu. Olanlara inanamıyordu. Bu çocukların çok garip olduklarını düşünürken
fikrinde ne kadar yanıldığını, şimdi anlıyordu. Galiba onlar onun arkadaşı olmuşlardı…
Ertesi gün, Volkan Yılmaz’ın yanındaki odada büyük bir hareketlilik vardı. Bu kez profesyoneller iş başındaydı. Volkan Yılmaz kahvaltıya indiği sırada
odaya kuvvetli dinleyiciler yerleştirmişlerdi.
Hüseyin’in bekçi evi de tıpkı onunki gibi dinlemeye alınanlar arasındaydı. Polisler, Celal Güvenç ismini araştırdıklarında karşılarına, büyük soygun suçlarından aranan biri çıkmıştı. Celal Güvenç tam iki yıldır ortalarda gözükmüyor, yeni bir soygun işine de adı karışmıyordu.
Asayiş Şube Müdürlüğü Hırsızlık Masasında görevli deneyimli polisler, onun başına bir şey geldiğini düşünüyorlardı ki birden bu isim karşılarına
çıkmıştı. Haberi alır almaz Hırsızlık Masasından bir grup polis, tüm teçhizatlarını donanıp dün gece adaya gelmişlerdi. Bunlar büyük gizlilik içinde yürütülüyordu. Bu polislerden ikisi sabah erkenden, Ali Beylerin evine gelip onu bu konuda bilgilendirmiş, otel de bir operasyon düzenlemek istediklerini haber vermişlerdi.
Ayrıca çocuklarla görüşüp bilgileri, ilk ağızdan duymak istiyorlardı. Çağdaş hemen arkadaşlarını toplayabileceğini söyledi ve onları aradı. Hepsi de
sabahın erken saatinde arandıkları için ona çıkışarak başlamışlardı konuşmalarına ama sonra işin iç yüzünü öğrenip kendilerine çekidüzen vermiş, hemen geleceklerini söylemişlerdi.
Çağdaşların evi merkeze biraz uzakta kaldığı için Cerenler’de toplanmışlardı. Polisler hepsini teker teker dinledi. İsminin Yavuz olduğunu öğrendikleri
genç bir polis, çocuklara son olarak, “Çocuklar, iyi düşünün, unuttuğunuz başka bir şey olabilir mi?” diye sordu.
Hayır, yoktu. Onlara her şeyi anlatmışlardı.
İnci:
“Dün akşam o evler soyulmuş mu?”
“Hayır, polislerden şüphelendikleri için bu geceye ertelediler. Yani şimdilik konuşmalar, bunu gösteriyor. Ayrıca o zengin müşteri yalanını uydurduğunuz çok iyi olmuş. Bu sayede çalıntı malları, nerede sakladıklarını bulabilecek kadar vaktimiz olabilir.”
“Peki, diğer adamları buldunuz mu?” dedi Yiğit.
“Evet, onlar da bir başka otelde kalıyorlar. Onların odalarını da dinlemeye aldık.”
“Çocuklar, yardımlarınız için teşekkür ederiz. Şimdilik, gidebilirsiniz ama size her an ihtiyacımız olabilir. O yüzden, sakın buradan ayrılmayın!”
Zerrin Hanım’ın onlara hazırladığı kahvaltıyı bitirdikten sonra dışarı çıktılar. Ali dükkânın önünde onları bekliyordu. Ceren:
“Çok özür dilerim, senin geleceğini tamamıyla unutmuştum.” dedi. Ali cebinden bir kâğıt ve kalem çıkartıp bir şeyler yazdı.
“Önemli değil, zaten yeni gelmiştim.”
“Doğru ya, sen okuma yazma biliyordun. Bu çok güzel bu sayede seninle daha rahat anlaşabiliriz.”
“Evet. Bu arada her şey için size, teşekkür ederim. Peki, ben şimdi burada ne yapacağım?”
Cere, malzemeleri getirdi.
“Önce bana, o güzel kolyeleri nasıl yaptığını öğreteceksin.”
Küçük Ali başını salladı. İnci, Çağdaş’a eğilip,
“Şu çocuk hakkında, birkaç gün önce neler düşünüyordun değil mi?” dedi.
“Bana lütfen bunu hatırlatma, kendimden çok utanıyorum.”
“Olur bazen, boş ver.”
Bir süre burada oyalandıktan sonra Çağdaş, bir kenarda duran bisikleti gördü. Sessizce onu alıp tamirciye götürdü. Lastiklerini şişirtip gidonuna
ayna taktırdı. Ali’nin kulakları duymadığından buna ihtiyacı olacaktı. Döndüğünde arkadaşlarına, “Hadi çocuklar, siz de bisikletlerinizi alın da gezintiye
çıkalım.” dedi.
“Aslında ben de sizden, bunu isteyecektim. Kafama bir şey takıldı.” dedi Yiğit.
“Neymiş o?”
“Hani şu haritada, Viranbağ civarında bir işaret görmüştük ya…”
“Yok canım, o önemli bir şey değildir.”
“Ama benim içimde bir şüphe var. Bu durumu polislere de söylemedik. Bence oraya bir gidip bakalım.”
“Tamam, nasılsa gezintiye çıkacağız, oraya da uğrarız.”
Birazdan hepsi bisikletlerini alıp geldi. Ceren patron, izin verirse Ali’yi de götürmek istiyorlardı.
“Ne yani, bizi istemiyor musunuz?” dedi İnci.
“Siz de gelin tabi de biz, biraz hızlı gideceğiz.” .
“Aman gidin, benim hızla işim olmaz.” Ali kâğıda bisiklette çok iyi olmadığını yazdı. En iyisi önceden biraz alıştırma yapmasıydı.
“Peki, öyleyse.” deyip, yola çıktılar.
Yirmi dakikalık bir yolculuktan sonra Viranbağ’a vardılar. Gerçekten de burada hiçbir şey yoktu.
Sadece yol boyunca uzanan makilik bir arazi, ara sıra görünen orman ağaçları ve kayalar… Arkalarından bir fayton sesi gelince bisikletlerini sağa çektiler. Fayton yanlarından geçerken Volkan Yılmaz’ın da içinde olduğunu, fark ettiler. Ona görünmek istemiyorlardı. O yüzden biraz yavaşlayıp geride kaldılar. Böylece onları rahatça izleyebilirlerdi.
Az sonra yanlarından, bisikletleriyle polis memuru Yavuz ve iki kişi daha geçti. Memur Yavuz bisikletini durdurdu.
“Çocuklar, siz ne arıyorsunuz burada?” dedi onlara.
“Sadece, bisiklete biniyoruz.”
‘‘Tamam ama lütfen, dikkat çekici bir şey yapmayın… Aslında durun, bir dakika!” dedi aklına bir fikir gelmişti.
Bu arada fayton hâlâ ilerliyordu az sonra karşılarına bir viraj çıkacaktı. Acele etmezlerse onları kaybedebilirlerdi.
“Hadi siz önden gidin, bu arada biz daha az dikkat çekmiş oluruz.”
“Biz mi?” dediler, aynı anda.
“Evet, çabuk çabuk. Ama fazla yaklaşmayın. Biz de hemen arkanızda olacağız.”
“Peki, Memur Bey.”
“Şşşt. Bana Yavuz abi deyin. Bundan sonra ‘Memur
Bey’ falan yok.”
“Peki, Yavuz abi.”
Çocuklar hızla pedallarını çevirip peşlerinden gittiler. Fayton artık görüş mesafeleri içine girmişti. Hızlarını koruyarak onu takibe devam ettiler. Az sonra fayton durunca onlar da durdu. Mola vermiş gibi yaparak, mataralarına sarıldılar. Dört kişi arabadan indi. Biri Volkan Yılmaz’dı, diğerlerini ise
ilk kez görüyorlardı. Faytoncu arabasını yolun kenarına çekti.
Dört adam sanki tartışıyor gibiydi. Volkan Yılmaz bazı yönleri işaret etti ve az sonra hepsi, ayrı yönlere doğru dağıldılar. Memur Yavuz çocukların
yanına geldi. Aceleyle,
“Çocuklar, şimdi size bir iş düşüyor.” dedi. Oğlanlar merakla onu dinliyorlardı.
“Biz üç kişiyiz ve burada dört kişi var. Adamlardan birini siz takip edeceksiniz.”
“Biz mi?”
“Hadi, çabuk olun. Bakın, şu zayıf olanı var ya hani mavi tişörtlü olan. O size ait. Bir şey arıyor olmalılar, sakın gözünüzden kaçırmayın. Bu arada
diğer polisler, çoktan bisikletlerini bir kenara bırakıp onların yanına gitmişlerdi bile. Çocuklar da onlar gibi bisikletlerini bırakmak zorunda olduklarını,
anladılar. Mavi tişörtlü adam kayaların arasında gözden kaybolmuştu. Daha takip başlayamadan onu kaybetmişlerdi.
Sonra fısıltı hâlinde bir konuşma duydular. Ses, tam onların olduğu büyük kayalığın arkasından geliyordu. Kayaların arasındaki küçük bir boşluk, sesin onlara kolayca ulaşmasını sağlıyordu. Adam aynen şöyle diyordu:
“Tamam patron, aynen dediğin gibi yaptım. O gün kayaya uçan mürekkeple çizdiğimiz ‘s’ harfi kayboldu. Sonra geldiğimizde onu bulamayan diğerleri
haritaya, yanlış bir işaretleme yaptıklarını, sandılar. Volkan’ın hâlini, göreceksin… Tamam, ben şimdi hemen gidip onların yerini değiştiriyorum.
Diğerleri hep yanında oldukları için sizi bir daha arayabileceğimi sanmıyorum. Siz hiç merak etmeyin, Volkan korkusundan birkaç ev daha
soymaya razı olur. Onun kasa açmaktaki ustalığı konusunda da haklıymışsınız, o gün koca kasayı açması tam on iki saniye sürdü. Bu adam, bir harika!”
Ses kesilince çocuklar, bulundukları kayanın dibine saklandılar. Neyse ki adam yanlarından geçerken onları görmemişti. Onun biraz uzaklaşmasını
bekledikten sonra takibe devam ettiler. Sonunda adam bir kayanın yanına gidip etrafına bakındı.
Kimsenin olmadığını görünce toprağı eşelemeye başladı. Sonunda oradan, siyah bir poşet çıkardı.
Bunun içinde ne olduğu konusunda, çocukların hiçbir şüphesi yoktu. Bunlar çalınan para ve mücevherler, olmalıydı. Etraflarına bakındılar. Polislerden
hiçbiri ortalıkta görünmüyordu. Onlar görevlerine devam etmek zorundaydılar.
Polis memuru Yavuz, zayıf ve çelimsiz oluşu nedeniyle bu adamın takibini onlara vermişti. Oysaki bu adam, içlerinden en önemlisiydi. Adam bu
büyük poşeti oradan alıp başka bir kayanın dibine sakladı.
Sonra da cebinden çıkardığı tebeşirle kayaya, bir işaret yaptı. Bu fazla belirgin bir şey değildi. Daha çok bir noktaya benziyordu. Adam etrafında
gördüğü şeyleri, hafızasına kazımak için iyice inceledikten sonra oradan uzaklaştı. Çocuklar da tıpkı onun yaptığı gibi kayanın yerini akıllarında tuttuklarından emin olduktan sonra onu takibe devam ettiler. Adam sanki bir şey arıyormuş gibi davranıyordu.
Faytoncu bağırmaya başladı:
“Hadi, sizi daha fazla bekleyemem!”
Nerden çıktıysa Volkan Yılmaz faytoncunun yanına geldi. Onun adama para uzattığını görebiliyorlardı. Tam o sırada Volkan Yılmaz, çocukları
fark etti. Tedirgin olmuştu. Çağdaş’ı tanıyacak olursa bu hiç iyi olmazdı. Ama tanıdığı belliydi çünkü tam onlara doğru geliyordu. O iyice yaklaşınca,
Çağdaş:
“Aaa! Volkan Bey, nasılsınız? Ada turuna çıktınız galiba?” dedi.
“Evet. Ya siz?”
“Biz de… Bisikletle geldik.” Burak, az ileride yerde yatan bisikletleri göstererek lafa girdi:
“Böğürtlen toplamak için mola verdik.”
“Emin misiniz? Burada böğürtlen olduğunu pek sanmıyorum da.” Çağdaş:
“Aman, tutturdu işte. Ben sana dedim dimi? Burada böğürtlen olmaz diye.”
“Belki vardır?”
‘’Yok, işte görmüyor musun, her yer kayalık?”
“Çocuklar, yaklaşık 250-300 metre geride çalılık yerler vardı. Oraya gidin, kesin bulursunuz.”
“İyi, hadi oraya gidelim bari. Sağ olun, Volkan Bey!”
“Bir şey değil, görüşürüz.”
Çocuklar bisikletlerine binip oraya gitmek zorunda kaldılar. Gittikleri yerden artık ne bir şey duyabiliyor ne de görebiliyorlardı. Yiğit ve Arda,
Burak’a çok kızdı:
“Sen deli misin? Az daha bir çuval inciri berbat edecektin.”
“Özür dilerim, düşüncesizlik ettim.”
Çağdaş:
“Kesin şimdi kavgayı, Yavuz abi geliyor.” dedi.
“Çocuklar, siz n’aptınız?”
“Özür dileriz Yavuz abi, istemeden oldu.”
“İlginç bir şey öğrenebildiniz mi, bari?” Hızla olanları, ona anlattılar.
“Demek, iki saattir onları arıyorlarmış. Gerçi tahmin etmiştik ama işin bu hâle gelmesini, beklemiyorduk. O kayayı tekrar bulabilir misiniz?”
“Tabii,”
“Hadi çocuklar, siz şimdi dönün, fazla ilgi çekmeyelim. Bizi daha sonra oraya götürürsünüz.”
Çocuklar, geldikleri yolu kullanarak geri döndüler… Ceren ve İnci, Ali’ye iyice ısınmış, bazı işaretlerinden onun ne demek istediğini anlamaya bile
başlamışlardı. O sırada Ali Bey otelin kapısında belirdi:
“Kızlar, Çağdaş’ın nerede olduğunu, biliyor musunuz?”
“Bisikletleriyle tura gittiler.”
“Polisler, onlara fazla uzaklaşmamalarını söylemişti. Bu çocuklar, niye böyle yapıyor?”
“Aslında biz de onları merak etmeye başladık. Çoktan gelmeleri gerekiyordu.”
“Gelirlerse söyleyin, bana uğrasınlar da onların bir kulağını çekeyim. Bu arada arkadaşınız kim yoksa yeni eleman mı aldınız?”
“Bu Ali. Bundan böyle bize yardım edecek. Hani şu, eski evin bahçesinde oturan…”
“Ha, evet evet, Çağdaş bir şeyler söylüyordu. Demek senin de adın, Ali. Seninle adaşız, biliyor musun?” Ali Bey bunu bağırarak söylemişti.
“Ali amca, bağırmanıza gerek yok. O hiç duyamıyor ama dudak okuyabildiği için dediklerinizi anlar.”
“Öyle mi?… Sevdim seni, Ali.” dedi onun başını okşayarak. O sırada oğlanlar da geldiler. Ali Bey:
“İşte, bizim kaçaklar da geldi.” dedi. Çağdaş nefes nefese,
“Ne olduğunu bir anlatsak inanamayacaksınız.”
“Ne oldu?”
“Durun da biraz soluklanalım…”
Hepsi bu işin bittiğini sanıyordu ama bitmemişti işte. Akşama doğru Volkan Yılmaz otele geldi. Yüzünden düşen, bin parçaydı. Doğruca odasına
çıktı. Az sonra üzerinde, belediyenin çöpçü kıyafetleriyle polis memuru Yavuz da çocukların yanına geldi.
“Çocuklar hadi, bizimle geliyorsunuz.” dedi çöp kamyonunu göstererek.
“Sizinle mi?”
“Evet, hadi çöp toplayacağız.”
<!–nextpage–>
Onun ne demek istediğini, az sonra anladılar. Hızlı gidebilmek için bir araca ihtiyaçları vardı. Adada resmî araç dışında, motorlu araçların kullanılması
yasaktı ve polis aracıyla giderlerse göze batacakları için bu yolu seçmişlerdi.
O kayayı bulmaları zor olmadı. Toprağı kazdıklarında altından siyah bir poşet çıktı. Polislerden biri poşetin bir ucunu yırtıp, içine baktı. İlk
gördükleri, pırıl pırıl parlayan bir şeydi. Çocuklar, dikkatle bakınca bunun Madam’ın bahsettiği, pembe elmas broş olduğunu anladılar. Kocaman bir kelebek şeklindeki bu broş, çok değerli elmaslardan yapılmıştı. Torbanın dibinde, onun gibi mücevherler dışında, onon beş tane altın külçe ve çokça para destesi vardı. Bunlar çok büyük banknotlardan oluşuyordu. Poşeti bir çantaya koyup, Baş komiser Yavuz’un bileğine kelepçelediler. Evet, az önce
onun Baş komiser olduğunu, öğrenmişlerdi. Bu hepsini çok şaşırtmıştı.
Doğruca otele döndüler. Baş komiser Yavuz, kıyafetlerini değiştirip Ali Bey’le konuşmaya geldi.
Söylediğine göre bu gece Büyükada ve İstanbul’da, aynı anda gerçekleştirecekleri operasyonlarla suçluları yakalayacaklardı. Bu işi sabaha karşı
03.0004.00 saatleri arasında yapacaklardı. Çocuklar çok heyecanlıydı. Bu gece uyumayıp olanı biteni seyretmek istiyorlardı ama aileleri onlara izin vermedi. Sabah uyandıklarında her şey olup bitmişti. Fakat adada hiçbir değişiklik yoktu. Her günkü gibi sakin bir sabahtı. Ta ki Madam, o çığlıkları atana kadar…
“Bulmuşlar, bulmuşlar! Uyanın komşular, uyanın benim mücevherlerimi, bulmuşlar!” Bir yandan da ona bu haberi getirmekte görevli, polis memuruna
sarılıyordu. Madam’ın bu hâli herkesi çok duygulandırdı. Birazdan tüm ada halkı, olaylardan haberdar oldu. Herkes, yedi küçük çocuğun, olayları
nasıl ortaya çıkardıklarını sonra da hırsızların yakalanmasını nasıl sağladıklarını konuşuyordu.
Bu yedili daha şimdiden adada meşhur olmuştu. Az sonra adaya gelecek gazete ve tv muhabirleri ise onların ününü, tüm Türkiye’ye duyuracaklardı.
Bir hafta sonra Baş komiser Yavuz, teşekkür etmek için onları ziyaretine geldi. Hepsine, üzerlerinde polis teşkilatına yardımlarından dolayı bu çocuklara teşekkür ettiklerini yazan, plaketler verdi.
Sonra da onlara,
“Çocuklar, tamam bu işte başarılı oldunuz. Hepiniz çok cesursunuz. Bu olayı, hiçbir zaman unutmayacağınızdan eminim ama siz siz olun, bundan
böyle tekrar başınıza bunun gibi bir şey gelirse hiç vakit kaybetmeden doğruca polise gidin. Unutmayın, bunlar polisin görevidir ve kimse onlardan iyi
hareket edemez!” diye nasihatte bulundu. Bu arada Madam Roza da gelmiş, onlara birer cumhuriyet altını takıp alınlarının orta yerinden öpmüştü. Şimdi hepsinin alınlarında, kırmızı birer ruj izi duruyordu. Onları daha silemeden Teoman Bey de gelmiş, kendisi ve paraları bulunan diğer tüm arkadaşları adına, teşekkür etmiş sonra da birer zarf uzatmıştı onlara. Çocuklar zarfları açtıklarında, içinde yüksek meblağlı çekler, olduğunu
gördüler. Bunu asla kabul edemezlerdi. Onları Teoman Bey’e geri vermeye çalıştılar ama bir türlü başarılı olamadılar.
Bu konuya çözüm bulmaları zor olmadı. Paranın tamamını Ali gibi zeki ve yardıma muhtaç çocukların masraflarını karşılayan, derneğe bağışlayacaklardı.
Artık hepsinin içini bir huzur kaplamıştı. İnci uzatmalarıyla birlikte adada, tam dört hafta kalmış ve maalesef artık gitme vakti gelmiş çatmıştı. Arkadaşları ondan ayrılacakları için çok üzülüyorlardı. Sadece bir vapur mesafesi uzaklığında oturuyordu ama yine de onun gitmesini, istemiyorlardı.
İnci son kez takı tezgâhına baktı. Birkaç hafta önce, Çağrı’nın koparmaya çalıştığı deniz kabuğu hâlâ orada duruyordu…
“Hepinize, çok teşekkür ederim, bu yaşadığım en güzel tatildi.” dedi. Zerrin Hanım onun başını okşayarak,
“Sen hiç merak etme, bak annen söz verdi, seneye yine buradasınınız.”
İnci arkadaşlarına teker teker sarılıp, öptü. Sadece Arda yoktu aralarında çünkü bir gün önce, çok istediği Anadolu lisesini kazandığını öğrenmiş,
kayıt için İstanbul’a gitmişti. Çağdaş:
“Merak etme, bir ay sonra ben de geliyorum. İstanbul’ da benden kaçabileceğini, sanma sakın.” dedi.
“Hele, bir gelme…”
Hatice Hanım koşup oteldeki bekçi evinden, bir tas su getirdi. Onu İnci’nin arkasından dökecekti. Ali Bey foyası çıkıp hapse giren Hüseyin’in ardından,
bekçi aramaya koyulmuş, çocukların aklına da Hatice Hanım ve kocası gelmişti. Hemen onları, boşalan iki odalı bu bekçi evine yerleştirmişlerdi.
Hatice Hanım otelin mutfağında çalışıyor, ay sonunda dönecek olan eşinin yolunu gözlüyordu.
İnci son kez otele baktı. Gözünden birkaç damla yaş süzüldü. Diğerleri de ağlamamak için kendilerini zor tutuyorlardı. İnci’nin annesi:
“Kızım! Ağlamana gerek yok, gidip şu evimize bir bakalım, yerinde duruyorsa yine geliriz.” dedi.
“Ne, gelir miyiz gerçekten?”
“Merak etme, ben gelemesem bile seni yollarım.”
“OLEY!” diyerek havalara zıpladılar. Tombik de olduğu yerde hoplayıp zıplıyor, onlara havlayarak eşlik ediyordu. Az sonra vapur kalkacaktı ve
onları vapura yetiştirmeliydiler. O sırada Çağdaş’ın ablası Çiğdem geldi. Kardeşine,
“Babam, odasında mı Çağdaş?” diye sordu.
“Ordadır herhalde, bir şey mi oldu? Sen buralara hiç gelmezdin de.”
“Kulübe üyeliğimi, yeniletmeyi unutmuş da onu hatırlatacaktım. Aaa! Bunlar da ne, siz mi satıyorsunuz bunları?”
“Evet abla, hadi alacaksan al, vapura yetişmemiz lazım.”
Sonunda Çiğdem, üç kolyeyi seçti ve parasını çıkarmak için elini çantasına attı. Biraz yokladıktan sonra
“Aaa! Cüzdanım yok!” dedi. Çocuklar aynı anda göz göze geldiler.
……………………
……………………
……………………
“Durun bir dakika, cebimdeymiş!’