Da Vincinin Şifresi
(Dan Brown)
Kitabın adı : Da Vincinin Şifresi
Kitabın Yazarı : Dan Brown
Kitabın konu ettiği sırrın Hıristiyanlığın temelinden sarsacak bir sır olduğu üzerinde duruluyor. Ama sır hakkında kesin bir görüş yok. Sadece Kutsal Kase’den bahsediyorlar ve bunun gerçekten bir kase olup olmadığından da şüpheliler. Bu bir belge de olabilir diye düşünmekteler. Sır hakkında tahminleri de “Hz. İsa’nın aslında Tanrı’nın oğlu olmadığı”, onun aslında sıradan bir insan olduğu “düşüncesinden yola çıkıyor galiba. Ve güvenilir tarikat üyeleri de bunu ömürleri yettiği müddetçe ve saklayacak ve sırrı açıklama zamanı gelinceye kadar (çünkü sır zamanı gelince açıklanacak) yerlerine geçebilecek kişileri gözlüyorlar ve yetiştiriyorlar. Ama her birinin (bu kişiler 4 kişi) ömrü de beklediklerinden kısa sürüyor. Sırrı ele geçirmeye çalışan Vatikan Piskoposluğu ellerini çabuk tutup bu tarikat üyelerinin yerlerini bulup her birinden sırrın saklı olduğu yeri öğrendiklerini sanıp 4 kişiyi de öldürüyorlar. Ama onlar bu yolda ant içmiş kişiler oldukları için “ser verip, sır vermeyen” kişilerdi.
Her biri de aynı hikayeyi kelimesi kelimesine söyleyince doğru sanıp adamları öldürüyorlar. Ve olaylar son kişi olan Müze Müdürü’nün öldürülmesiyle başlıyor. Müze müdürü sırrın kendisiyle birlikte ölmesine razı olmadığından bir şekilde şifrelerle örülü ipuçları bırakarak ölüyor. Torunu ve bu konuda uzman Langdon şifreleri birer birer, her türlü engellemelere rağmen çözüyorlar. Ama sonuçta hiçbir sır ortaya çıkmıyor. Çünkü bu olay sadece Langdon’un gördüğü bir rüyadan ibarettir.
Sion Tarikatı-1099 yılında kurulmuş olan gizli Avrupa Cemiyeti gerçek bir topluluktur. 1975 yılında Paris’in Milli Kütaphanesi, Sir lsaac Newton, Batticelli, Victor Hugo ve Leonardo da Vinci de dahil olmak üzere, Sion Tarikatı’nın sayısız üyelerinin isimlerini içeren, Les Dossiers Secrets (Gizli Dosyalar) diye bilinen parşömenleri ortaya çıkarmıştır. Opus Dei olarak bilinen Vatikan Piskoposluğu, beyin yıkama, baskı ve “bedensel çile” denen tehlikeli bir ibadet yapıldığına dair tartışmalar yaratan, koyu dindar bir Katolik mezhebidir. Opus Dei’nin New York’ta 243 Lexington Caddesi’ndeki 47 milyon dolara mal olan Dünya Merkez Bürosu’nun inşaatı henüz tamamlanmıştır. Bu romanda bahsi geçen tüm sanat eserleri mimarı yapılar, belgeler ve gizli ayinlar gerçektir.Yüz Temel Eser Özetleri, Kitap Özetleri, Roman Özetleri, Yüz Temel Eser, Özet
Kitap daha ilk sayfalardan itibaren diğer sayfaları merak ettiren bir özelliğe sahip. Bu sürükleyicilik özelliği benim kitabı kısa bir sürede zevkle okumamı sağladı. Kitabının konusunun ilginçliği yanında içerisinde geçen çoğu unsurun gerçekliğini belirtmeleri beğenileri artıyor diye düşünüyorum. İşte kitapta “GERÇEK” başlığıyla belirtilen şunlar; Şifrelerle örülü büyük bir sır… işte insanlar şimdilerde bu sırrın peşinde. Hayatta herkesin bir sırrı ve o sırrı erişilmez kılan bir şifresi yok mu? Bir düşünelim bu hayatta şifrelerle koruduğumuz neler var? ATM kartımız mı? Bu da bir şey… Ama bazılarının bundan daha fazlasını korumaya ihtiyacı var. Devletler, ordular, şirketler sırlarını korumak için büyük paralar harcıyorlar.
Kitabın konu ettiği şifreleri kriptoloji çalışanı ve şifreler hakkında uzmanlığı olan kişi zorda olsa birer birer çözdü. İşte buradan hareketle benim aklıma “nerde kaldı, şifrelerin çözülmezliği” diye bir düşünce belirdi. Bunun düşünürken Internet’te okuduğum bir yazıda Türkiye’nin şifre üreten bir kurumu varmış. UEKAE… ve bu kısaltmayı da sadece Türkiye’de ilgililer biliyormuş. Uluslar Elektronik Kriptoloji Araştırma Enstitüsü. Bu kurum TÜBİTAK’a bağlıymış. En büyük müşterisi de Türk Silahlı Kuvvetleri olmak üzere devletin sırrının saklanmasına ihtiyaç duyulan diğer birimleriymiş. Yani bu kurum modern “Da Vinci Şifreleri” yazıyormuş. Tarih boyunca “güç” kavramı ile kripto (şifre) kavramı hep yan yana durmuş. Gücü pekiştiren hep gizlilik olmuş. UEKAE’de şimdi Türkiye’nin en güçlü resmi kurumlarına hizmet veriyor demek oluyor. Kurumda çalışanlar filmlerdeki gibi bir odada şifre oluşturur. Kötü adamlarda bu şifreleri kırmaya çalışırlar ya hep, işte kurumlardakiler de filmlerdeki gibi özel kişilermiş. Bunlar özel güvenlik kriterline göre seçilip, her çalışan “yaptığı işin gerekleri konusunda bilinçli ve güvenliğe sonuna kadar riayet eden kişi” olarak tanımlanıyormuş. Yine bina güvenliği o kadar önemli ki güvenlik düzeyleri, Milli ve NATO Tesis Güvenlik belgeleri ile tescil edilmiş.
İşte dünya üzerinde bilgilerin yanlış ellere geçmesi korkusuyla oluşturulan ciddi bir “kripto (şifre) endüstrisi” bulunuyormuş. Kişisel güvenlik bir yana, devletler, ordular ve büyük şirketler için bu konu çok mühim. Birde bunun tam tersi mevcut tabi. Devletlerden, ordulardan ve büyük şirketlerden “kötü niyetle” bilgi saklamaya yada onların bilgilerin çalmaya çalışanlarda var…
O halde şöyle denilebilir. Ortada Da Vincinin şifresini yaya bırakacak bir şifre sektörü bulunmakta. Kısacak Dan Brown çok güzel bir iş çıkarmış. Kurgu, anlatım, ayrıntılar çok güzel. Eleştirilerin çoğu bu yönde olumlu karakterdi. Diğer kitapları içinde aynı şeyler söyleniyor. Sırada okuyacağım kitapları onlar oluşturacak gibi görünüyor.
Sırlar ve onu koruyan, saklayan şifreler hayatımızda hep var oldu ve her zaman var olacaktır. Tabi bunları öğrenmeye çalışan kişiler de… Vejetaryenliğin Yararları adlı kitabı bir öneri üzerine okudum. Tabi istemeyerek değil. Vejetaryen insanların ne düşündüklerini, bu yeme alışkanlığını neden benimsediklerini merak ediyordum ve gerçeklerini öğrenmek istedim.
Mesela kitaptan bir bölümü aynen aktarmak istiyorum. “İnsanın Doğal Besini2 başlıklı bölümde:
“İnsanın vejetaryen olmasını güçlendiren kanıtlar sanıldığından daha açık ve hissedilir şekildedir. Her şeyden önce doğaya bir göz atacak olursak, bu mahir kimyagerin yeryüzündeki her varlığın yiyeceğini kılı kırk yaran bir bilimsellik içinde bünyesine uygun olarak hazırlayıp sunduğunu görürüz. Öyle ki bunlar, onun sırları karşısında saygı ve temkinle başımızı eğmek zorunda bırakır bizi. Mesela bir bitki bataklık için, diğer çöl için yaratılırken, bir hayvanın ağzı atlamak, diğerinin dişleri parçalamak için yaratılmıştır. Yani her biri bünyesine ve bedensel gereksinmelerine yaraşır şekilde ve binlerce yüzyıl sürecinde bir yiyeceği kabul etmiştir. Bir kamış bataklıktan alınıp çöle dikilirse derhal kurur; meyve yiyen bir maymuna et yedirilirse çok geçmeden hayvanın kılları dökülür ve hastalanır…
İnsan yapısı itibarıyla yasalar dışında kalan ve diğer canlıların yaşamlarını düzenleyen bir varlık değildir. O da tabiattan doğmuş ve hayvanların evrimi sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu nedenle yakından bağlıdır onlara. Her bakımdan diğer canlılarla karşılaştırılacak olursa, insanın ne yırtıcı, ne de otlayıcı hayvanlara benzediğini görürüz. İnsanın bedeni et yiyecek şekilde yaratılmış olsaydı, yırtıcı hayvanlar gibi vahşi hayvanların peşinden koşup, canlı avı pençe ve dişleriyle parçalayarak ham eti, damarı, siniri, derisi ve kemiği ile birlikte yiyebilmesi gerekirdi. Oysa o kendini, yetiştirilip öldürülen, hazırlanıp pişirilen hayvan kaslarını yemeye ikna etmiştir. Bunların tümü doğaya aykırıdır.”
İşte bu gibi bölümlerden anlaşıldığı üzere kitap yazarı düşüncelerini gayet kesin bir şekilde belirtiyor. Yani “Nuh diyor, Peygamber demiyor.” Etin kesinlikle yenilmemesi gerektiğini savunuyor insan sağlığı için hiçbir faydasının olmadığı birçok zararının olduğunu irdeliyor. Kitabı okuyanlar bari tiksinsin ve et yemeği bıraksın diye de et demiyor da hayvan leşi gibi kelimeler kullanıyor. İlk başta tiksinir gibi olmadım değil ama alışmışız ete karşı hiçbir yoğuma yaratmadı. Ama doğruyu söylemek gerekirse eğer havyanlar kitapta belirtilen eziyetleri görüyorlarsa çok feci bir durum. Hiçbir canlı öyle bir muamele görmek istemez ve hak etmezde. Bu yüzden insanlar bazı konularda gerçekten çok acımasızlar. Kitapta aynen anlattığı üzere;
Ama bunların kurban edilişleri o kadarda kolay gerçekleşmiyor. Öldürmeden önce hayvana vahşice davranıyorlar. Hayvan sürüleri uzak şehirlerden on beş veya otuz gün boyunca sopa veya kamçı darbeleri altında naklediliyor. Hayvanlar yorgunluktan yığılacak olsalar, üvendirelerle kaldırılıyorlar. Kimi zaman birkaç gün yemeden içmeden yakıcı güneş altında yada pis ve kokmuş ağıllarda bırakılıyorlar. Bunlardan bazıları ölüyor. Yada biri doğuracak olsa, sürüden geri kalmasın diye yavrusunu annesinin gözü önünde kesiliyorlar. Hayvancıklar daha yol yorgunluğunu atmadan kamçıyla mezbahaya gönderiliyorlar. Bu pis ve hüzün verici binaya girer girmez yürek sıkıştıran kan kokusu, nemli zemin, her yandan akan taze kan, hayvanların canhıraş feryatları, kendi kanına bulanmış ve seğiren cesetler, iki tarafına leş asılmış yarı canlı cılız atlar, leşleri satın almak için koşuşturan kasaplar,…
Sonra hayvanları zorla birbirinden ayırarak, sürükleye sürükleye bir köşeye götürüyorlar; ayaklarını bağlayıp büküyorlar. Hayvan ayağa kalkmaya yeltense tekmeyle zorla yere yıkıyorlar…” İşte bu gibi bölümler gerçekten yaşanıyor ve yaşatılıyorsa insanlar zevkleri için hayvanlara olmaması gereken eziyeti yapıyorlar demektir. Ama yine de insanlar et tüketiyorlar ve madem insanlar otobur yaratıldıysa neden et tüketiyorlar? Vejetaryenlerin de sayısı bu tespite göre oldukça da az. Tespit derken insanların aslında otobur olarak yaratıldığı görüşü. Buna kanıt olarak da şu satırlar bulunmakta”. …Şimdi insanın sindirim sistemini etobur, otobur ve her şeyi yiyen hayvanlarla karşılaştırarak bunlardan hangisine benzediğini görelim: Her şeyden önce insanın dişleri meyve yiyen iri maymunların dişlerine benzer. Çünkü yırtıcı hayvanlarda kesici dişler çok küçüktür. Köpek dişleri ise bunun aksine kalın ve uzundur. Öğütücü, sivri ve keskindir. Böylece avladıkları hayvanları parçalayıp etlerini parça parça ederek yutarlar… Kısacam meyve yiyenler, maymunlarla aynı seviyede dişe sahiptir ve sadece köpekdişleri belli belirsiz yükselir. Ancak parçalama işlemini gerçekleştiremez…”
İşte bu kitap bu gibi bölümlerde yapılan açıklamalarla sürüp gidiyor. Ve biz insanlar yada et tüketen insanlar için bu kitabın “Asıl olan vejetaryenlik” diye diretmesi yine de bizim için hiç fark etmiyor. Çünkü bizler yine et tüketmeye devam edeceğiz ve tüketiyoruz da.
Tabii ki herkesin görüşlerine, düşüncelerine saygımız da sonsuzdur diye düşünüyorum ben. Ne kadar da et yemeyen biriyle karşılaştığımızda “Aa!! Sen neden et yemiyorsun, çok önemli bir besin kaynağından mahrum kalıyorsun?” desek ve onlar da aynı şekilde “Siz ne diye bünyenize bu kadar zararı olan ve hiçbir faydasını görmediğiniz, en önemlisi bir canlının yaşama hakkını elinden alarak bu gereksiz beslenme tarzını sürdüyorsunuz?” deseler de “Huylu huyundan vazgeçmez misali her iki tarafta diretiyor. Ama bu gruplar arasında bir geçiş yaşanıyor mu? Bunu bilmiyorum.
Ve kitapta bahsedilen etin bir faydasının olmadığı konusunda bizim Türk doktorları hiç öyle demiyor. Temel besin kaynaklarımızdan biri olduğunu ifade ederler. Peki biz hangisine inanacağız? diye bir soru her insanın aklına gelir. Ama ben bu şekilde bir sorunun cevabını bizim inancımıza göre et yemenin bir sakıncasının olmadığını ve bize adanmış bir Kurban Bayramının da var olmasından dolayı gereksiz bulurum. Yani et yemenin hiçbir sakıncasının olmadığı görüşündeyim. Tabi her şeyin bir ölçüsü, dengesi olduğu gibi bunun da ölçülü yapılması gerekir diye düşünüyorum.
Özetle diyebilirim ki kitap kendince kanıtlar öne sürerek ve açıklamalar yaparak kendi yaşayış tarzının doğru olduğunu kesin bir dille belirtiyor. Bazı bölümlerine de katılmadım değil ama önce de belirttiğim gibi “Huylu huyundan vazgeçmez”. Ayrıca vejetaryenler kendi beslenme biçimlerini bir yaşam tarzı yapmışlar. Bizim de bu beslenme yaşam tarzımız.
|» Roman Özetleri Sayfasına Dön! « |
Not: İçerik, internetten alıntılanarak derlenmiştir…
Ben bu özeti okurken kitla ilgili yorumları okudum yani kitabın özeti yerine yorum yapılmış.
Merhaba.bu kıtab hayatımda okudum en guzel kıtabdır.fılmıde bır o kadar guzel.
daha kitabı yeni aldım 30 sayfa okudum simdilik sıkıcı ama kitap akıcıymıs .D
Bence çok güzel bir roman.Elimde kitabı var ve okuyorum.
Bence Da Vincinin Şifresi harikulade bir roman gerçekten çok akıcı ve etkileyici…
Merhaba arkadaşlar;
Ben Kemal, geçenlerde kitapçıda Dan BROWN’un şu çok methedilen kitabı -Da Vinci Şifresi’ne- rastladım bildiğimiz gibi “Da Vinci Şifresi” , hem kitap olarak hem de film olarak Dünya’da dikkat çektiği gibi ülkemizde de çok büyük ilgi ve alaka gördü.Ben de kitabı merak ettim ve sonraki hafta tekrar kitapçıya giderek almaya karar verdim ve kitabı satın aldım.
Kitabın öncelikle tasarımdan bahsetmek istiyorum: Kitap tasarım olarak hoştu.Kapak resmi insanları etkiliyor ve kendine çekiyor. Malum kapak resmi olarak ünlü ressam ve bilim adamını “Leonardo Da Vinci”nin resmettiği, bir o kadar da ressamı kadar ünlü “Mona Lisa” portresi olunca dikkatlerin üstünde olmaması mümkün olmazdı herhalde.Ben de kitabın biraz da kapak tasarımından etkilenerek kitabı almış bulundum.
Şimdi ise fiyatından bahsetmek istiyorum arkadaşlar; kitabın fiyatı biraz yüksek gelebilir.Kitap kitapçılar ve marketlerde 30TL’ye satılıyor ancak internet üzerinden verdiğiniz siparişlerde bu fiyat 24TL’ye inebiliyor.Diğer seçeneklerden bir tanesi ise; eğer Ankara’da oturuyorsanız kitabı çok uygun bir fiyata -5TL’ye- satın alabilirsiniz.Kitabın farklı baskılarından da söz etmek mümkün: kitabın bazı sitelerde cep boyu satılıyor.Cep boy baskıları, normal baskıları oranlar hemen hemen yarı fiyatına daha düşük oluyor arkadaşlar ancak bir de kitabın özel resimli baskıları var bu baskılarda da tahmin edildiği üzere kitabın geçtiği tarihi, turistik ve dini yerlerin resimlerinin yer aldığı bir baskı türü.Bu baskının fiyatı normal baskıya oranla daha da yüksek oluyor 40TL ve civarı fiyatlarda olması lazım.
Neyse arkadaşlar sizleri fazla sıkmayayım ve artık kitabın içeriğinden bahsetmeye başlayalım. Kitabın ana karakteri Robert LANGDON adında Amerika’da Harvard Üniversitesi’nde simgebilim profesörü. Bir seminer vermek için Fransa’ya geliyor.Aynı zamanda aylar öncesinde Fransa Louvre Müzesi müdürü Sauniere ile de bir görüşme yapacak ancak bu görüşme saatlerinde müze müdürü sır bir biçimde öldürülüyor ve polisler tek şüpheli olarak Robert LANGDON’un görüyorlar ve onu sorguya alıyorlar. Olaylar böyle süregeliyor. Kitap içerisinde kültür,sanat,matematik,din ve tarih ile ilgili muhteşem şifreler var kitap sayfa 65’ten sonra kopuyor ve heyecan , aksiyon, gerilim hiç bitmiyor.Kendinizi kitabın içinde buluyorsunuz arkadaşlar ve kitabı elinizden düşüremiyorsunuz.
Şimdi ise kitap ve film arasındaki ilişkiden bahsetmek istiyorum.Bilindiği üzere kitap yayınlandıktan sonra kitabın filmi de çekildi ve başarılı bir yapım olarak önümüze kondu.Filmin yapımcılar arasından kitabın yazarı olan Dan BROWN’da yerini almış. Filmin genel olarak başarılı olduğunu söylemekle birlikte bazı yerlerde kitap ile film arasında farklılıklar olduğunu söylemek istiyorum. Şimdi size aklımda kalan birkaç örneği vermek istiyorum:
1)Kitapta, Robert LANGDON’u , Teğmen Collet bir otel odasından gece vakti almaya geliyordu ancak filmde, Teğmen Collet, Robert LANGDON’u seminerin bitiminde imzalı kitap dağıtırken almaya geliyor.
2)Kitapta, LANGDON, Louvre Müzesi’ne getirildikten kısa bir süre sonra Sophie ona yardım etmek için telesekreter bir konuşma kaydediyor ve ona numarayı araması için bir kağıt veriyor ancak telefonu LANGDON, kıdemli polis Bezu Fache’den ödünç alırken filmde tamamen kendi telefonunu kullanıyor.Bu basit bir ayrıntı gibi gözükse de arkadaşlarım kitabın ilerleyen sayfalarında Fache, LANGDON’u müzeden Sophie’nin çıkardığını ve ona yardım ettiğini bu şekilde anlıyordu filmde bu ayrıntı önemsenmemiş.
3)Kitapta ,Silas’ı Teabing ve onun uşağı tarafından yakalandıktan sonra limuzine bağlanarak konuluyordu.Leigh Teabing,LANGDON ve Sophie şifreyi çözmek için kiliseye girdiklerinde, uşak Silas’ı çözüp onu kurtarıyordu ona öğretmen adına çalıştığını söylerken; filmde uşak öğretmenin kendisi olduğunu söylüyordu.
4)Az önce bahsettiğim maddeden kaynaklanan farklılık, yine bazı değişikliklere yol açıyor; kitapta, uşak Teabing’i bağlayıp limuzinin arkasına koyuyordu ve Silas’ı kandırıp gizli bir telefon görüşmesi yapmasını sağlıyordu ve uşak gidip Öğretmen’e kripteksi teslim edeceğini söylüyordu.Filmde ise; uşak Silas’a Teabing’in gizli bir yerde işini bitireceğini söylüyordu.
5)Çok önemli farklardan bir tanesi; kitapta, Kutsal Kase arayışı boşa çıkıyordu ancak filmde, soyağacından bakarak aslında Sophie’nin Hz. İsa’nın soyundan geldiği ve bulunması gereken Kutsal Kase’nin kendisi olduğunu anlatıyordu ve filmde aslında Sauniere’in onun gerçek dedesi olmadığını açıklıyordu ancak kitapta bundan söz etmiyordu bile.
6)Kitapta, İskoçya’daki erkek kardeşiyle konuşup birbirlerine sarılıyorlardı.Filmde, böyle bir olay geçmedi.
7)Ve son olarak kitapta, Robert LANGDON, Sophie’yi birbirlerinden ayrılırken dudaklarından öpüyordu ve daha sonra görüşmek istiyordu ancak filmde LANGDON, Sophie’yi alnından öptü ve görüşmekten bahsetmedi.
Sizlere biraz da yazardan bahsetmek istiyorum.Gerçekten çok zeki bir insan olduğunu düşünüyorum ancak sadece zekayla bunlar başarılamaz.Araştırmacı,çalışkan,özgüveni yüksek bir insan olduğundan hiç şüphem yok bildiğim kadarıyla eşi de bir sanat tarihçisi ve ressamdır. Kitaplarını yazarken eşinden yardım aldığını duymuştum.Yazarı gerçekten yürekten tebrik ediyor ve başarılarının devamını diliyorum.
Da Vinci Şifresi kitabını 9 günde bitirdim.Gerçekten kitabı büyük bir heyecan,gerilim ve zevkle okudum elimden bırakamadım diyebilirim.Kitabını okuyacak olan arkadaşlara kesinlikle tavsiye ederim.Yazar tarihi,dini,kültür-sanatı ve gerilim ile polisiyeyi bir araya getirmeyi başarmış.Gerçekten takdire şayan bir eser ortaya çıkmış
Da Vinci Şifresi’nin filmini çok beğendiğim söyleyebilirim.Yukarıda da anlattığım gibi film ve kitap arasında birçok farklılık olsa da çok zevk alarak izleyeceğiniz bir film ancak filmi izlemeden önce kitabını büyük bir dikkatle okumanızı öneririm aksi takdirde filmden peki bir şey anlaşılacağını zannetmiyorum.Anlaşılsa da kitabı okuduktan sonra filmi izlemenin keyfi bir başka. Son olarak filmi de kitabı da kesinlikle tavsiye ederim bu kitaptan kısa bir süre yazarın “Melekler ve Şeytanlar” adlı kitabını da okudum ve filme uyarlanışını da izledim onları da yazacağım.Yakın zamanda da “Kayıp Sembol”e başlamayı düşünüyorum.
Buraya yazmama imkan tanıyan ve de yazımı okuyan herkese çok teşekkür ediyorum.
kitabın ilk sayfaları sıkıcı ama kitap mükemmel . kitap okuma alışkanlığımı bu kitap sayasinde kazandım
Kitabın Yazarı : Dan Brown
Kitabın konu ettiği sırrın Hıristiyanlığın temelinden sarsacak bir sır olduğu üzerinde duruluyor. Ama sır hakkında kesin bir görüş yok. Sadece Kutsal Kase’den bahsediyorlar ve bunun gerçekten bir kase olup olmadığından da şüpheliler. Bu bir belge de olabilir diye düşünmekteler. Sır hakkında tahminleri de “Hz. İsa’nın aslında Tanrı’nın oğlu olmadığı”, onun aslında sıradan bir insan olduğu “düşüncesinden yola çıkıyor galiba. Ve güvenilir tarikat üyeleri de bunu ömürleri yettiği müddetçe ve saklayacak ve sırrı açıklama zamanı gelinceye kadar (çünkü sır zamanı gelince açıklanacak) yerlerine geçebilecek kişileri gözlüyorlar ve yetiştiriyorlar. Ama her birinin (bu kişiler 4 kişi) ömrü de beklediklerinden kısa sürüyor. Sırrı ele geçirmeye çalışan Vatikan Piskoposluğu ellerini çabuk tutup bu tarikat üyelerinin yerlerini bulup her birinden sırrın saklı olduğu yeri öğrendiklerini sanıp 4 kişiyi de öldürüyorlar. Ama onlar bu yolda ant içmiş kişiler oldukları için “ser verip, sır vermeyen” kişilerdi.
Her biri de aynı hikayeyi kelimesi kelimesine söyleyince doğru sanıp adamları öldürüyorlar. Ve olaylar son kişi olan Müze Müdürü’nün öldürülmesiyle başlıyor. Müze müdürü sırrın kendisiyle birlikte ölmesine razı olmadığından bir şekilde şifrelerle örülü ipuçları bırakarak ölüyor. Torunu ve bu konuda uzman Langdon şifreleri birer birer, her türlü engellemelere rağmen çözüyorlar. Ama sonuçta hiçbir sır ortaya çıkmıyor. Çünkü bu olay sadece Langdon’un gördüğü bir rüyadan ibarettir.
Sion Tarikatı-1099 yılında kurulmuş olan gizli Avrupa Cemiyeti gerçek bir topluluktur. 1975 yılında Paris’in Milli Kütaphanesi, Sir lsaac Newton, Batticelli, Victor Hugo ve Leonardo da Vinci de dahil olmak üzere, Sion Tarikatı’nın sayısız üyelerinin isimlerini içeren, Les Dossiers Secrets (Gizli Dosyalar) diye bilinen parşömenleri ortaya çıkarmıştır. Opus Dei olarak bilinen Vatikan Piskoposluğu, beyin yıkama, baskı ve “bedensel çile” denen tehlikeli bir ibadet yapıldığına dair tartışmalar yaratan, koyu dindar bir Katolik mezhebidir. Opus Dei’nin New York’ta 243 Lexington Caddesi’ndeki 47 milyon dolara mal olan Dünya Merkez Bürosu’nun inşaatı henüz tamamlanmıştır. Bu romanda bahsi geçen tüm sanat eserleri mimarı yapılar, belgeler ve gizli ayinlar gerçektir.Yüz Temel Eser Özetleri, Kitap Özetleri, Roman Özetleri, Yüz Temel Eser, Özet
Kitap daha ilk sayfalardan itibaren diğer sayfaları merak ettiren bir özelliğe sahip. Bu sürükleyicilik özelliği benim kitabı kısa bir sürede zevkle okumamı sağladı. Kitabının konusunun ilginçliği yanında içerisinde geçen çoğu unsurun gerçekliğini belirtmeleri beğenileri artıyor diye düşünüyorum. İşte kitapta “GERÇEK” başlığıyla belirtilen şunlar; Şifrelerle örülü büyük bir sır… işte insanlar şimdilerde bu sırrın peşinde. Hayatta herkesin bir sırrı ve o sırrı erişilmez kılan bir şifresi yok mu? Bir düşünelim bu hayatta şifrelerle koruduğumuz neler var? ATM kartımız mı? Bu da bir şey… Ama bazılarının bundan daha fazlasını korumaya ihtiyacı var. Devletler, ordular, şirketler sırlarını korumak için büyük paralar harcıyorlar.
Kitabın konu ettiği şifreleri kriptoloji çalışanı ve şifreler hakkında uzmanlığı olan kişi zorda olsa birer birer çözdü. İşte buradan hareketle benim aklıma “nerde kaldı, şifrelerin çözülmezliği” diye bir düşünce belirdi. Bunun düşünürken Internet’te okuduğum bir yazıda Türkiye’nin şifre üreten bir kurumu varmış. UEKAE… ve bu kısaltmayı da sadece Türkiye’de ilgililer biliyormuş. Uluslar Elektronik Kriptoloji Araştırma Enstitüsü. Bu kurum TÜBİTAK’a bağlıymış. En büyük müşterisi de Türk Silahlı Kuvvetleri olmak üzere devletin sırrının saklanmasına ihtiyaç duyulan diğer birimleriymiş. Yani bu kurum modern “Da Vinci Şifreleri” yazıyormuş. Tarih boyunca “güç” kavramı ile kripto (şifre) kavramı hep yan yana durmuş. Gücü pekiştiren hep gizlilik olmuş. UEKAE’de şimdi Türkiye’nin en güçlü resmi kurumlarına hizmet veriyor demek oluyor. Kurumda çalışanlar filmlerdeki gibi bir odada şifre oluşturur. Kötü adamlarda bu şifreleri kırmaya çalışırlar ya hep, işte kurumlardakiler de filmlerdeki gibi özel kişilermiş. Bunlar özel güvenlik kriterline göre seçilip, her çalışan “yaptığı işin gerekleri konusunda bilinçli ve güvenliğe sonuna kadar riayet eden kişi” olarak tanımlanıyormuş. Yine bina güvenliği o kadar önemli ki güvenlik düzeyleri, Milli ve NATO Tesis Güvenlik belgeleri ile tescil edilmiş.
İşte dünya üzerinde bilgilerin yanlış ellere geçmesi korkusuyla oluşturulan ciddi bir “kripto (şifre) endüstrisi” bulunuyormuş. Kişisel güvenlik bir yana, devletler, ordular ve büyük şirketler için bu konu çok mühim. Birde bunun tam tersi mevcut tabi. Devletlerden, ordulardan ve büyük şirketlerden “kötü niyetle” bilgi saklamaya yada onların bilgilerin çalmaya çalışanlarda var…
O halde şöyle denilebilir. Ortada Da Vincinin şifresini yaya bırakacak bir şifre sektörü bulunmakta. Kısacak Dan Brown çok güzel bir iş çıkarmış. Kurgu, anlatım, ayrıntılar çok güzel. Eleştirilerin çoğu bu yönde olumlu karakterdi. Diğer kitapları içinde aynı şeyler söyleniyor. Sırada okuyacağım kitapları onlar oluşturacak gibi görünüyor.
Sırlar ve onu koruyan, saklayan şifreler hayatımızda hep var oldu ve her zaman var olacaktır. Tabi bunları öğrenmeye çalışan kişiler de… Vejetaryenliğin Yararları adlı kitabı bir öneri üzerine okudum. Tabi istemeyerek değil. Vejetaryen insanların ne düşündüklerini, bu yeme alışkanlığını neden benimsediklerini merak ediyordum ve gerçeklerini öğrenmek istedim.
Mesela kitaptan bir bölümü aynen aktarmak istiyorum. “İnsanın Doğal Besini2 başlıklı bölümde:
“İnsanın vejetaryen olmasını güçlendiren kanıtlar sanıldığından daha açık ve hissedilir şekildedir. Her şeyden önce doğaya bir göz atacak olursak, bu mahir kimyagerin yeryüzündeki her varlığın yiyeceğini kılı kırk yaran bir bilimsellik içinde bünyesine uygun olarak hazırlayıp sunduğunu görürüz. Öyle ki bunlar, onun sırları karşısında saygı ve temkinle başımızı eğmek zorunda bırakır bizi. Mesela bir bitki bataklık için, diğer çöl için yaratılırken, bir hayvanın ağzı atlamak, diğerinin dişleri parçalamak için yaratılmıştır. Yani her biri bünyesine ve bedensel gereksinmelerine yaraşır şekilde ve binlerce yüzyıl sürecinde bir yiyeceği kabul etmiştir. Bir kamış bataklıktan alınıp çöle dikilirse derhal kurur; meyve yiyen bir maymuna et yedirilirse çok geçmeden hayvanın kılları dökülür ve hastalanır…
İnsan yapısı itibarıyla yasalar dışında kalan ve diğer canlıların yaşamlarını düzenleyen bir varlık değildir. O da tabiattan doğmuş ve hayvanların evrimi sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu nedenle yakından bağlıdır onlara. Her bakımdan diğer canlılarla karşılaştırılacak olursa, insanın ne yırtıcı, ne de otlayıcı hayvanlara benzediğini görürüz. İnsanın bedeni et yiyecek şekilde yaratılmış olsaydı, yırtıcı hayvanlar gibi vahşi hayvanların peşinden koşup, canlı avı pençe ve dişleriyle parçalayarak ham eti, damarı, siniri, derisi ve kemiği ile birlikte yiyebilmesi gerekirdi. Oysa o kendini, yetiştirilip öldürülen, hazırlanıp pişirilen hayvan kaslarını yemeye ikna etmiştir. Bunların tümü doğaya aykırıdır.”
İşte bu gibi bölümlerden anlaşıldığı üzere kitap yazarı düşüncelerini gayet kesin bir şekilde belirtiyor. Yani “Nuh diyor, Peygamber demiyor.” Etin kesinlikle yenilmemesi gerektiğini savunuyor insan sağlığı için hiçbir faydasının olmadığı birçok zararının olduğunu irdeliyor. Kitabı okuyanlar bari tiksinsin ve et yemeği bıraksın diye de et demiyor da hayvan leşi gibi kelimeler kullanıyor. İlk başta tiksinir gibi olmadım değil ama alışmışız ete karşı hiçbir yoğuma yaratmadı. Ama doğruyu söylemek gerekirse eğer havyanlar kitapta belirtilen eziyetleri görüyorlarsa çok feci bir durum. Hiçbir canlı öyle bir muamele görmek istemez ve hak etmezde. Bu yüzden insanlar bazı konularda gerçekten çok acımasızlar. Kitapta aynen anlattığı üzere;
Ama bunların kurban edilişleri o kadarda kolay gerçekleşmiyor. Öldürmeden önce hayvana vahşice davranıyorlar. Hayvan sürüleri uzak şehirlerden on beş veya otuz gün boyunca sopa veya kamçı darbeleri altında naklediliyor. Hayvanlar yorgunluktan yığılacak olsalar, üvendirelerle kaldırılıyorlar. Kimi zaman birkaç gün yemeden içmeden yakıcı güneş altında yada pis ve kokmuş ağıllarda bırakılıyorlar. Bunlardan bazıları ölüyor. Yada biri doğuracak olsa, sürüden geri kalmasın diye yavrusunu annesinin gözü önünde kesiliyorlar. Hayvancıklar daha yol yorgunluğunu atmadan kamçıyla mezbahaya gönderiliyorlar. Bu pis ve hüzün verici binaya girer girmez yürek sıkıştıran kan kokusu, nemli zemin, her yandan akan taze kan, hayvanların canhıraş feryatları, kendi kanına bulanmış ve seğiren cesetler, iki tarafına leş asılmış yarı canlı cılız atlar, leşleri satın almak için koşuşturan kasaplar,…
Sonra hayvanları zorla birbirinden ayırarak, sürükleye sürükleye bir köşeye götürüyorlar; ayaklarını bağlayıp büküyorlar. Hayvan ayağa kalkmaya yeltense tekmeyle zorla yere yıkıyorlar…” İşte bu gibi bölümler gerçekten yaşanıyor ve yaşatılıyorsa insanlar zevkleri için hayvanlara olmaması gereken eziyeti yapıyorlar demektir. Ama yine de insanlar et tüketiyorlar ve madem insanlar otobur yaratıldıysa neden et tüketiyorlar? Vejetaryenlerin de sayısı bu tespite göre oldukça da az. Tespit derken insanların aslında otobur olarak yaratıldığı görüşü. Buna kanıt olarak da şu satırlar bulunmakta”. …Şimdi insanın sindirim sistemini etobur, otobur ve her şeyi yiyen hayvanlarla karşılaştırarak bunlardan hangisine benzediğini görelim: Her şeyden önce insanın dişleri meyve yiyen iri maymunların dişlerine benzer. Çünkü yırtıcı hayvanlarda kesici dişler çok küçüktür. Köpek dişleri ise bunun aksine kalın ve uzundur. Öğütücü, sivri ve keskindir. Böylece avladıkları hayvanları parçalayıp etlerini parça parça ederek yutarlar… Kısacam meyve yiyenler, maymunlarla aynı seviyede dişe sahiptir ve sadece köpekdişleri belli belirsiz yükselir. Ancak parçalama işlemini gerçekleştiremez…”
İşte bu kitap bu gibi bölümlerde yapılan açıklamalarla sürüp gidiyor. Ve biz insanlar yada et tüketen insanlar için bu kitabın “Asıl olan vejetaryenlik” diye diretmesi yine de bizim için hiç fark etmiyor. Çünkü bizler yine et tüketmeye devam edeceğiz ve tüketiyoruz da.
Tabii ki herkesin görüşlerine, düşüncelerine saygımız da sonsuzdur diye düşünüyorum ben. Ne kadar da et yemeyen biriyle karşılaştığımızda “Aa!! Sen neden et yemiyorsun, çok önemli bir besin kaynağından mahrum kalıyorsun?” desek ve onlar da aynı şekilde “Siz ne diye bünyenize bu kadar zararı olan ve hiçbir faydasını görmediğiniz, en önemlisi bir canlının yaşama hakkını elinden alarak bu gereksiz beslenme tarzını sürdüyorsunuz?” deseler de “Huylu huyundan vazgeçmez misali her iki tarafta diretiyor. Ama bu gruplar arasında bir geçiş yaşanıyor mu? Bunu bilmiyorum.
Ve kitapta bahsedilen etin bir faydasının olmadığı konusunda bizim Türk doktorları hiç öyle demiyor. Temel besin kaynaklarımızdan biri olduğunu ifade ederler. Peki biz hangisine inanacağız? diye bir soru her insanın aklına gelir. Ama ben bu şekilde bir sorunun cevabını bizim inancımıza göre et yemenin bir sakıncasının olmadığını ve bize adanmış bir Kurban Bayramının da var olmasından dolayı gereksiz bulurum. Yani et yemenin hiçbir sakıncasının olmadığı görüşündeyim. Tabi her şeyin bir ölçüsü, dengesi olduğu gibi bunun da ölçülü yapılması gerekir diye düşünüyorum.
Özetle diyebilirim ki kitap kendince kanıtlar öne sürerek ve açıklamalar yaparak kendi yaşayış tarzının doğru olduğunu kesin bir dille belirtiyor. Bazı bölümlerine de katılmadım değil ama önce de belirttiğim gibi “Huylu huyundan vazgeçmez”. Ayrıca vejetaryenler kendi beslenme biçimlerini bir yaşam tarzı yapmışlar. Bizim de bu beslenme yaşam tarzımız.