ISBN 978-605-356-144-6
Yayınevi: Bu Yayınevi
Yazar: CAHİT KAYA
Not: Bu kitap bu yayınevinden izin alınarak sitemizde yayınlanmış olup kopyalanıp dağıtılması yasaktır.
Gözlerimi açtığımda başucumda bir sürü insan gördüm. Ne olduğunu anlayamadım. Ben neredeydim? Niye yataktaydım? Başucumda konuşan kişiler kimdi?
İzlediğim çizgi filmler gözümün önünden geçmeye başladı. Yoksa hayatının film şeridi gibi gözlerinin önünden geçmesi böyle bir şey miydi? Bu gördüklerim başroldekiler miydi, yoksa figüranlar mı?
Çevremdeki kişileri korkuyla izlemeye başladım. Beyaz önlüklü, beyaz kepli bir abla, “Çocuk kendine geldi,” dedi.
Tanıdık bir ses girdi araya. “Mehmet’im, oğlum, iyi misin? Affet oğlum beni! Affet, ne olur!” diyordu.
Annemdi bu. Ağlamaktan kızarmış gözlerle bakıyordu bana.
Ne olduğunu, neyi, niçin affedeceğimi anımsamıyordum.
Beyaz önlüklü genç bir adam geldi. Başucumdakiler geri çekildi. İri yarı, uzun boylu, gözlüklü biriydi. İki parmağını göstererek, “Bu kaç?” diye sordu.
Önce şaka yaptığını sandım. Birkaç kez sorunca ister istemez, “İki,” dedim. Utanmıştım. İlkokul dörde giden bir çocuğa sorulacak soru muydu bu?
Beyaz önlüklü abla gülümseyerek saçlarımı okşadı. “Çok yakışıklı olacak doktor amcası,” dedi.
O zaman, beyaz önlüklü adamın doktor, kepli olan ablanın da hemşire olduğunu anladım. Demek bir hastane odasındaydım. Çevremi yeniden izlemeye başladım. Sol koluma serum iğnesi takılıydı.
Doktor adımı, yaşımı ve okulumu sordu. Hepsini söyledim.
“İyi, iyi… Bir sorun yok,” dedi.
Gözlerimle odadan çıkana dek doktoru izledim. Bu arada üç yataklı odada yalnız yattığımın ayrımına vardım.
Kısa saçlı hemşire elimi tuttu. Gülümseyerek bakıyordu. O anda gözlerle ve yanaklarla nasıl gülüneceğini anladım. ‘Gözleri gülüyordu’ sözünü daha önceden duymuş, nasıl gülündüğünü hep merak etmiştim. Ben de sevdiğim kişilere bu hemşire gibi gülecektim bundan sonra.
Elimi hiç bırakmasın diye içimden dua ediyordum. Elini sıkmaktan parmaklarım acımıştı. Yatağımın kenarına oturdu, bir eliyle yüzümü okşamaya başladı.
“Şimdi polis amca gelip sana birkaç küçük soru soracak. Korkma, çekinme,” dedi. “Anladın mı Mehmet?”
Kalkacak gibi oldu, koluna yapıştım: ‘Beni tek başıma bırakma’ der gibi gözlerine bakıyordum.
Kapıdan uzun boylu, asık yüzlü bir polis girdi. “Kafana kim vurdu?” diye sordu bana.
Sol elim hemşirenin elindeyken, sağ elimle alnımı yokladım. Bandajla sarıldığını anladım.
“Somyanın altına seni kim soktu?” dedi polis.
Hemşireye bakıyordum, ‘ne diyeyim’ der gibi.
Hemşire, “Polis amcadan korkma. Anlat gördüklerini,” dedi.
Polis sordukça beynimde şimşekler çaktı. Gözümün önünden hızlı bir biçimde geri sarılan film şeridi gibi geçmeye başlamıştı olanlar.
* * *
Annem, “Baban beni aşağıda bekliyor. Yine kızacak bana. ‘Evden çıkamıyorsun’ diyecek. Kahvaltını bitir. Kapıyı kimseye açma, zile basarlarsa bakma. Çalarsa telefonu bile açma,” demişti.
Sağa sola koşturuyor, dışarı çıkmak için acele ediyordu. Ayakkabılarını giyip çıkardı, odaya koştu, ne aldı bilmiyorum, tekrar giyip çıkardı, bu kez de mutfağa koştu.
“Ben de geleceğim, yalnız kalmaktan korkuyorum,” dedim.
“Kocaman çocuk oldun, otur oturduğun yerde! Ne yapacağımı unutturuyorsun,” diye söylendi annem.
Üstümden kapının kilitlendiğini duydum. Peşinden gitmek için kapıya koşamadım. Birdenbire bacaklarımdaki güç boşalıverdi. Ayakkabılığın yanına çöküp kaldım. İçin için ağlamaya başladım. Ağlayınca başka ses duymuyordum. Böylece korkum azalmış oluyordu.
Ne kadar geçti, bilmiyorum, “Kilidi ben açarım,” diyen bir ses duydum kapının diğer tarafından. Gözümü o tarafa diktim. Biraz sonra biri geldi ve kapıyı açmak için uygun anahtarı aramaya başladı. Paspasın üstündeki ayakkabılarımızı düzelttiğini, kapıya vurduğunu duyuyordum. Demek ki annemin evden çıkmasını bekliyormuş. Belki de bir hırsızdı. Beni kaçırmaya mı geliyordu, evi soymaya mı? Annemin takıları vardı. Babam söylenip dururdu anneme, “Hırsızlara davetiye çıkarıyorsun,” diye.
İşte şimdi gelmişlerdi. Evde yalnız olduğumu biliyorlardı.
Kocaman çocuk olmuştum, ağlamamalıydım. Evde yalnız kalmaya alışmalıydım. Bir filmde izlemiştim, evde yalnız kalan çocuk hırsızları içeri sokmuyordu. Bizim evde öyle çok araç gereç yoktu, ama öğretmenim, benim için her zaman, “Çok akıllı çocuk,” derdi. Akıllı olduğumu herkese gösterme vakti gelmişti.
Hemen yerimden fırladım. Düzenli yerde aranan nesne kolay bulunurdu. Öyleyse evi bir güzel dağıtmalıydım. Saklanmak benim için de daha kolay olurdu. Gelen hırsızsa, böylece takıları bulamazdı.
Annemin yatak odasına koştum. Dolapların gözlerindeki tüm giysileri, eşyaları yerlere saçmaya başladım. Kendisinden önce başka bir hırsızın eve girdiğini sanıp kendi acemiliğine kızarak çekip gidecekti. İnanmasa bile aradığını bulamayacaktı.
Giysi dolabındaki tüm eşyaları odanın içine saçıp ortalığı darmadağın ettim. Annemlerin yorganlarını ve çarşaflarını öyle bir altüst ettim ki, babam iki gün uğraşsa odayı böyle dağıtamazdı. Ayrıca hırsız, saatlerce uğraşsa bile annemin takılarını bulamayacaktı. O zamana dek ailem eve gelir, polisi arardı.
Sessizce dış kapının yanına gittim. Hırsız henüz açmayı başaramamıştı. Dışarıdaki sesleri dinlemeye başladım. Ne olduğunu anlayamadığım konuşmalar geliyordu. Aslında ne dediklerini anlardım, ama yüreğimin atışı net duymama engel oluyordu.
Ayakkabıları ortalığa saçtım. Üst gözlerde bir sürü kutu vardı. Salondan bir sandalye getirip üzerine çıktım ve kutuları da boşaltmaya başladım. Birinin içinde küçücükken giydiğim iki-üç çift ayakkabı gördüm. Annemin takılarını bunun içine koyarsam hırsız hayatta bulamazdı. Ne kadar takı varsa getirip bir daha hiç giymeyeceğim ayakkabılarımın içine doldurdum.
Salondaki eşyaları dağıtmak beni çok uğraştırdı. Vitrinin içini boşaltmak kolay oldu da, koltukları sağa sola çekmek çok yordu.
Kendi odamı dağıtırken kapının zili çalmaya başladı. Anlaşılan hırsız kapıyı açamamıştı ve beni kandırıp içerideki anahtarla kapıyı açtırmaya çalışıyordu. Ne kadar akıllı olduğumu bilmiyorlardı tabii. “Mehmet, kapıyı aç,” dedi. Adımla seslendiğine göre bizi günlerdir izleyen birileri olsa gerekti. Kırmızı Başlıklı Kız’daki hain kurt gibi sesini değiştirmeye başlamasını bekliyordum.
Tıpkı düşündüğüm gibi konuşmaya başladı: “Mehmet, oğlum, ben merdivenleri temizleyen teyzenim,” dedi. Su alacakmış, kovayı boşaltacakmış. Temizlikçi kadının sesi nasıldı, anımsamıyordum. Annem yokken kapıyı açar mıydım hiç?
‘Kapıyı kırmadan içeri giremezsiniz’ diye bağırmak geçti içimden, ama korktuğumu anlamasınlar, yerimi bilmesinler diye sesimi çıkarmadım.
Telefon çalmaya başladı. Telefonla beni kandırmaya çalışacaktı. Hiç açar mıydım telefonu? Açılmayınca telefonun çalması kesildi. Kapıyı kırmaları gerekiyordu. Derken kapıya küt küt vurmaya başladılar.
Apartmanda komşular varken kapıya nasıl vururlar, anlamıyordum. Kapıyı çalmıyor, baltayla kırıyorlardı. Kapı kırıldı kırılacaktı. Mutfağa koştum. Neye bastım bilmiyorum, yüzü koyun yere kapaklandım. Kafamı dolabın kapağına nasıl vurduğumu anlayamadım. Alnımda büyük bir acı duyuyordum. Acıyan yere elimi bastırdım, avucumdan kan akmaya başladı. Olur böyle şeyler, düşman yapmadı, kendi kendime yaralandım, diye düşünüyordum. Ayağa kalktım. Onlarla hâlâ savaşabilirdim. Tüm bıçakları tezgâhın üstüne sıraladım. Sağ elime büyük, sol elime de küçük bıçağı alarak pusuya yatmaya karar verdim.
Salondaki üçlü koltuğun altını boşaltmıştım. Hafiften kaldırıp içine girdim, sırtüstü yattım. Ellerimi göğsümde çaprazlama tutuyordum. Koltuk açılır açılmaz, rakibimin boyuna posuna bakmadan, ava yeni çıkan aslan yavrusunun bir mandanın üzerine atlaması gibi hırsızın üzerine atılacaktım. Bakalım o zaman kaçmak için kapıyı bulabilecek miydi? Onların o hâli gözümün önüne gelince gülümsedim. Soluğumu tuttum ve sessizce beklemeye başladım. Ne kadar bekledim, bilmiyorum. Gözümü hastanede açtığımı anımsıyorum.
Annem kapıyı açar açmaz çığlığı atmış. Apartmandaki herkes bizim eve toplanmış. Annem, “Mehmetim, ne oldu sana?” diye bir o odaya, bir bu odaya koşmuş. Mutfaktaki kan lekelerini ve dizili bıçakları görünce oraya yığılıvermiş. Komşular parmakizleri silinmesin diye hiçbir yere dokunmamış.
Babamdan önce polis ve acil servis gelmiş eve. Önce annemi ayıltmışlar. Polis kan lekelerini izleyerek eliyle koymuş gibi bulmuş beni. Doktor soluk alıp verdiğimi görünce solunum cihazı takmış. Sedyeyle aşağı indirmişler. Polis babamla annemi sorgulamak için götürmüş.
Annem, “Ben çocuğuma zarar verir miyim hiç? Bırakın oğlumun yanına gideyim. Eşim bankadan geldi. Hastaneden benim için randevu almıştık. Bir saat sonra geleceğim için çocuğu yanımda götürmemiştim,” diye yalvardıysa da, karakola götürüp ifadelerini almışlar. Sonra da yalvarmalarına ve çığlıklarına dayanamayıp onu da hastaneye getirmişler.
Olanları polise anlattığımda hâlâ hemşirenin elini tutuyordum. İfademden sonra babamı da serbest bırakmışlar. Odaya koşarak girmesi, bana sarılıp ağlaması bugün gibi gözümün önünde… Babamı ilk kez ağlarken görmüştüm.
O günden sonra ailem beni yalnız bırakmadı. Meğerki yalnızlık korkusu varmış bende. Bunu da böylece öğrenmiş olduk.
Deniz iki saattir ödev yapıyordu. Son soruya gelmişti. Okumanın yararlarını yazınız, diyordu soruda. Kolay bir soruydu bu, ama ne yazacağına karar veremiyordu. Annesi içeriden seslenerek çabuk olmasını istedi.
Aslında bu sorunun cevabı okuduğu parçada vardı, ama o farklı bir yanıt vermek istiyordu.
Okumayı bilmezsek kitap okuyamayız, diye düşündü. Öğretmenleri bilinen örnekleri vermelerini istemiyordu.
Ne yazacağını düşünürken, annesi yeniden seslendi. Yemekten sonra yapayım, diye düşünerek eşyalarını öylece bıraktı.
Evdekiler yemeğe başlamıştı.
Deniz’in babası, “Ödevlerini bitirdin mi?” diye sordu.
“Son sorudayım.”
“Neymiş o?”
“Okumanın önemini bir örnekle açıklayınız.”
“Kitap ve gazete okumazsak, dünyada olup bitenleri bilemeyiz,” dedi babası.
“Büyükannem okuma yazma bilmiyor, ama her şeyden haberi var,” dedi Deniz.
“Aynı şey değil,” dedi babası. Sonra da bitirdiğinde ödevini getirmesini istedi. Her zaman çocuğunun ödevlerini gözden geçirir, eksiklerini gösterirdi.
Deniz, yemeğini hızlı hızlı yemeye başladı. Biraz sonra televizyonda çok sevdiği bir dizi başlayacaktı. Ödevini bitirip izlemek istiyordu. Ödevini bitirmeden başka iş yapmayı sevmezdi. Birkaç kez, “Geri kalanını da sonra yaparım,” demişti de unutmuştu.
Babaannesi, “Torunumun çalışkan olduğu yemek yeyişinden belli,” dedi. “Baksanıza, kurt gibi yiyor. Tu tu tu tu maşallah! Annesi de yemekleri çok güzel yapmış.”
“Babaanne, tükürmesen olmuyor mu? Yemek başındayız,” dedi Deniz.
“Yavrucuğum, tükürmüyorum, tuuu diyorum.”
Babaannesi ketçaplı makarnayı çok severdi. Bolca ketçap kattı, iyice karıştırdı, sonra da çatalını sağa sola döndürerek doldurduğu makarnayı ağzına attı. Atar atmaz da elini kolunu deliler gibi sallamaya başladı.
Kadının kalp krizi geçirdiğini sanan adam, “Anne!” diyerek telaşla ayağa fırladı ve salladığı kollarını tuttu. Masaya çarpmasıyla sürahi ve bardaklar şangur şungur yere devrildi.
Yaşlı kadın, ağzındakileri çıkarmak istedi, ama oğlu kollarını öyle sıkı tutmuştu ki, kendini kurtaramadı. Hepsini çiğnemeden yutayım deyince de yemekler boğazına takıldı. “Öhöhğ-öhöhğ!” diye öksürmeye başladı.
Deniz’in babası, “Annem gidiyor!” diye bağırıyordu. Kadını kucaklayıp koltuğa yatırmak istedi. Babaanne kendini daha fazla tutamayarak ağzındaki tüm makarnaları adamın üstüne püskürttü. Adamın yüzü gözü ketçaplı makarna olmuştu.
<!–nextpage–>
Biraz rahatlayan babaanne hemen su istedi. Adam musluğa koşmak isteyince dökülen makarnalara basıp kaydı. Düşmeyeyim derken masaya tutunmak istedi. Eli yoğurt tabağının kenarına çarptı. Bütün yoğurtlar olduğu gibi karısının üstüne döküldü.
Deniz, çok sevdiği babaannesine bir şey oluyor diye korkudan hem tepiniyor, hem de ağlıyordu.
Babaanne suyu içince kendine geldi. “Ellerimi tuttunuz, bırakmadınız! Az kalsın öldürecektiniz beni!” dedi.
Baba, “Kalp krizi geçiriyorsun sandık,” diye yanıt verdi.
“Kalp krizi geçirenin elleri mi tutulur?” diye kızdı babaanne.
“Ne bilelim anne. Hiç kalp krizi geçiren görmedik ki.”
“Hem siz benim acıyı sevmediğimi bilmiyor musunuz? Niye koydunuz o acılı ketçabı sofraya?”
“Anne, üzerinde kocaman ‘acılı’ yazıyor, görmedin mi?”
“Oğlum, benim okumam yazmam mı var?” dedi kadın, kızgınca.
Deniz şaşkın şaşkın bakıyordu. “Buldum! Buldum!” diye bağırarak odasına koştu.
Babasıyla annesi birbirlerine bakıp gülmeye başladı.
“Neyi bulmuş?” dedi babaanne şaşkınca.
“Okumanın yararını,” dedi baba.
Çocuklar Arif dedenin tek eşekli küçücük arabasına “Takatuka” diyordu. Bu adı kimin koyduğunu kimse bilmiyordu. Sorulduğunda, “Eşeğin ayaklarına çakılı nalların çıkardığı sesten olabilir,” derlerdi. Eşeğinin adı Halkalı’ydı.
Sabahleyin ve akşamüstü çocuklar birbirlerine seslenir, “Takatuka’ya gidelim,” derdi. Anne ve babalar da çocukları sorulunca, “Takatuka’ya gittiler,” diye cevap verirdi.
Tahtadan yapılma büyük kapı gıcırtıyla açıldı. Çocuklar bağrışarak o tarafa koştu. Umut, üzerine gelen eşeği görünce korktu ve duvar kenarına kaçtı. Deniz, korkmamasını söyledi. Bir şey yapmayacağını göstermek için eşeğin yüzünü ve alnını okşadı. Sonra da Halkalı’yla konuşmaya başladı:
“Yeni bir arkadaş geldi. Onu da arabana bindirir misin?” diye sordu eşeğe. Halkalı, denilenleri anlamış gibi başını aşağı yukarı salladı.
“Başını sallıyor, binebilirsin diyor,” dedi Deniz. Sonra Arif dedeye de sordu: “Umut da Takatuka’ya binebilir mi?”
“Annesi ve babası izin verdiyse binebilir,” dedi adam. Ardından, “Hoş geldin,” diyerek Umut’un başını okşadı.
Arif dede kısa boylu, zayıf, yetmiş beş yaşında, sevimli bir dedeydi. Şapkasını başından hiç çıkarmazdı. Ceketini yazın sıcak günlerinde bile giyerdi.
Halkalı’yı arabaya koştu. Çocukların binmesini bekledi. Binemeyenleri bindirdi. Kendisi de bindi. Çocuklar “Dehhh!” dedi. Araba hareket etti.
Halkalı, dizginler başka yöne çevrilmediği sürece bağa giderdi. Her günkü gibi yine bağın yolunu tuttu.
Köye gelen çocukların tek eğlencesi Takatuka’ya binmekti. Anne babaları başka yere gideceği zaman, “Biz gitmek istemiyoruz,” diye diretirlerdi.
Arif dede köye ilk kez gelen Umut’a sordu:
“Sizin Takatuka’nız var mı?”
“Babam sıfır araba aldı. Otomatik vitesli, bilgisayarlı, kartlı. Düğmeye basınca çalışıyor,” dedi Umut.
Diğer çocuklar güldü. Arif dedenin ne diyeceğini iyi biliyorlardı.
“Bu arabanın bilgisayarı tam otomatik. Birinci özelliği, sesle çalışması. Dur deyince durur, git deyince gider. Sağa dön, sola dön deyince döner. Karşısına bir engel çıkınca da kendisi durur.”
“Söyle bakalım, sizin arabada da bu özellikler var mı?” diye sordu tüm çocuklar.
Umut şaşırmıştı. Kendi arabaları son modeldi. Babası, “Bundan üstün araba yok,” demişti. Arkadaşlarının şaka yaptığını düşündü.
Deniz, Umut’un inanmadığını görünce, “Çüşşş!” dedi. Diğer çocuklar da, “Çüşşş,” dedi hemen.
Halkalı durdu. Çocuklar hep birlikte “Dehhh!” dedi.
Halkalı kafasını sallayarak ağır ağır yol aldı.
Umut şaşırmıştı.
Deniz, “Sizin arabayı bir çocuk kullanabilir mi?” diye sordu.
“Kullanamaz,” dedi Umut.
“Bu arabayı hepimiz kullanabiliyoruz. Sen bile kullanabilirsin. Gel, kullan.”
“Ama benim ehliyetim yok.”
“Merak etme. Bu arabanın bilgisayarı çok akıllı, kaza yapmana engel olur.”
Arif dede, “Seni sevdim. Senin için Takatuka’yla sizin arabayı değişebilirim. Yalnız, üste para isterim,” dedi.
“Hani değişmiyordun,” diye itiraz etti diğer çocuklar.
“Umut sizden küçük olduğu için onunla değiştireceğim. Hem arabaları da yeniymiş,” dedi yaşlı dede.
“Umut, çok şanslısın, dede seni çok sevdi,” dedi Deniz. “Hepimiz istedik de bizimle değişmedi. Takatuka’yı.”
Umut, söylenenlere çok şaşırmış, ama inanmamıştı.
Bağa giden yol ayrımına gelmişlerdi. Bir ağızdan, “Halkalı sağa dön!” dediler ve araba sağa döndü. “Doğru git, bizi bağa götür,” dediler, eşek de bağ yoluna doğru devam etti. Kapının önüne varınca hep bir ağızdan, “Dur!” dediler. Halkalı kimseyi sarsmadan yavaşça durdu.
Çocuklar arabadan sevinçle atladı.
Arif dede, Halkalı’yı elma ağacının gövdesine bağladı. Çocuklar iki küçük sepet alarak sebzeliğe daldı. İlk gittikleri yer salatalıkların olduğu bölüm olurdu. Yine öyle yaptılar. Herkes beğendiği salatalığı kopardı.
Umut eğildi, bir salatalığı çekti, kopmadı. Deniz koparmasına yardım etti. Kuyunun başına koştular. Küçük bir dalgıç motoru vardı. En büyükleri Deniz olduğu için düğmeye o bastı. Motor çalıştı. Başparmak kalınlığında su atıyordu. Salatalıkları yıkayıp yemeye başladılar. Çünkü sebzeler yetişirken kimyasal ilaç kullanılmamıştı.
Ellerini yüzlerini yıkadılar, kuyunun buz gibi soğuk suyundan içtiler.
Arif dede kalktığında çocuklar sepetleri kaptı. “Taşıma sırası bende,” diyenler sepetleri aldı.
Çocuklar fasulyeleri dallarıyla, yapraklarıyla koparıyordu. Arif dede onlara hiç kızmazdı. “Yanlış yapa yapa doğrusunu öğrenecekler,” derdi. Çocuklar Halkalı’nın yanına gitti.
Arif dede, çocuklar yanında olmadığı zaman sıcak bastırmadan gelir, işini bitirip köye geri dönerdi. Çocuklar geç kalkıyordu. Arif dede de kahvaltılarını yapsınlar diye geç geliyordu.
Beş yıl önce hastalandığında, doktor kalp damarlarından ikisinin tıkalı olduğunu söylemişti. Kalp ameliyatı olmuştu. Kendisini fazla yormamasını istemişti doktor. O da bağa gelip gitmek ve ufak tefek şeyleri taşımak için bir eşekle küçücük bir araba almıştı. Eşeğin ön ayaklarının üzerinde kurdele gibi beyaz bir şerit olduğundan, çocuklar ona Halkalı demişti. Adı da Halkalı kaldı. Arif dede, çocuklar çok seviyor diye geliş gidişlerini onlara göre ayarlıyordu.
Domates, biber, salatalık ve fasulye toplayarak küçücük sepetlerini doldurdular.
Çocuklar, elma ağacına bağlı olan Halkalı’nın yetişemediği elmaları koparıp eşeğe veriyorlardı. Kocaman elmaları bile kütür kütür yemesini sevinçle izliyorlardı.
Arif dede, çocuklara, “Gidiyoruz!” diye seslendi.
Çocuklar, ilmik atılan ipi hemen çözdü. Halkalı’yı kuyunun başındaki küçük oluğa getirdiler. Hepsi birden ıslık çalmaya başladı. Islık çalınca eşeğin suyu daha çok içtiğini Arif dede söylemişti.
Arabaya bindiklerinde hep birlikte, “Deh!” dediler. Halkalı, köyün yolunu tuttu.
Arif dede, Umut’a, “Burayı sevdin mi?” diye sordu.
“Çok güzel, çok sevdim. Sağ ol dede, beni de arabaya aldığın için.”
“Ne demek aslanım! Annenle baban izin verdiği zaman hepinizi bindiririm.”
“Bu arabayı ben de kullanabilir miyim?”
“Hepimiz kullanıyoruz, sen de hemen öğrenirsin,” dedi Deniz.
“Kaza yapmaz mıyım?”
“Kesinlikle yapmazsın. Sen yapsan bile Halkalı yapmaz. Senin yanlışlarını düzeltir. Bunun bilgisayarı sizin arabanın bilgisayarından çok üstün.”
Deniz dizginleri çekti ve arabayı duvar yönüne çevirdi. Halkalı kafasını kaldırıp “Aai, Aai!” diyerek durdu.
Çocuklar, “Yanlış yaptığımızı söylüyor,” dedi.
Deniz, dizginleri uçurum yönüne çevirdi. Halkalı yine durdu. Kafasını sağa sola salladı.
Hepsi birlikte, “Yanlış komut vermeyelim diye bizi uyarıyor,” dedi.
Umut, “İpi bıraksak kendiliğinden köye gider mi? Evi bulabilir mi?” diye sordu.
Dizginleri arabanın budağına taktılar. Yönlerini arkaya çevirdiler. Hiçbiri yola bakmıyordu. “Deh! Dehh! Bizi eve götür!” dediler.
Umut korkarak Halkalı’yı izliyordu. Yoldan çıkmadığını görünce sevindi. Birdenbire, “Kabul ediyorum, Arif dede, kabul ediyorum!” diye bağırdı.
Hepsi şaşırmıştı.
Arif dede, “Neyi kabul ediyorsun?” diye sordu.
“Takatuka’yı bizim arabayla değiştirmeyi kabul ediyorum. Sen sözündesin, değil mi?” dedi Umut.
Arif dede üzgündü. Umut, yapılan şakayı gerçek sanmıştı. Çocuğun hayallerini yıkmak istemedi. Sonra bir çaresini bulur, gerçeği anlatırız, diye düşündü.
Deniz, “Umut, çok şanslısın. Dedemiz seni çok sevdi. Ne kadar istedik de bize vermedi,” dedi yine.
Çocuklar gülüp oynuyordu. Köye ne zaman geldiklerini anlayamadılar. Evin önüne gelince arabadan indiler. Umut koşarak evine gitti. Deniz arkasından seslendi, ama onu duymadı.
Biraz sonra babasını elinden tutmuş getiriyordu. Taka-tuka’yla kendi arabalarını değiştirmek istiyordu.
Arif dede, Takatuka’nın hızlı gidemeyeceğini, yağmurda ıslanacaklarını, soğukta üşüyeceklerini söyledi. Babası kent trafiğine giremeyeceğini anlattı. Hiçbir söz Umut’u inandıramadı. Umut, hem kendi kullanacağı için hem de kaza yapmayacağı için Takatuka’dan vazgeçmiyordu.
Arif dede, “Sizin arabayı kullanamam, kalp hastasıyım. Bağa nasıl gidip sebze getiririm sonra?” dedi.
Bu söz Umut’u takastan vazgeçirdi, ama bir koşulu vardı: Her yaz köye geldiğinde Takatuka’yı kendisi kullanacaktı.
Kırkını, ellisini geçmiş, emekliliğimize beş-altı yıl kalmış biz memurları bir araya topladılar. Bilgisayar kullanmayı öğreteceklermiş. Şaşırdık. Bu yaştan sonra ne gereği var? Gençlere öğretin. Biz bu zamana kadar bilgisayarla mı hesap kitap yaptık? Bir kurşunkalem, bir silgi, bir defter neyimize yetmiyor, diye düşündüm. İstemeye istemeye de olsa başladık derse.
Öğretmen Hanım, “Fareyi tutun,” dedi.
“Biz kedi miyiz?”
“Bu yaştan sonra fare yakalayabilir miyiz?” diye yanıt verdik.
Konuşmalar ve gülüşmeler duyuldu. Bilgisayarın dümeninin adına fare diyorlarmış meğer. Nasıl da bulmuşlar?
“Herkes bir pencere açsın,” dedi öğretmenimiz.
“Soğuk girer,” dedik bu kez de.
“Üşürüz,” sesleri yükselmeye başladı arkadan.
“İmleç,” dedi öğretmen. Birbirimize baktık. “Fareyi tutun, imleci sürükleyin, aşağı alın, tıklayın…”
“Tıklıyoruz ses gelmiyor, kapı açılmıyor.”
Öğretmen hanım düzeltti, “Kapı değil, pencere,” diye.
Kibar hanım. İnce ve yumuşak bir sesi var. Biz onun annesi babası yaşındayız. Hatta dedesi yaşında olanlarımız bile var. Söylemesi ayıp, içlerinde en yaşlı olan benim. Emekliliğim geçeli beş-altı yıl oluyor. Geç evlendim sayılır. Çocukların biri üniversitede okuyor, diğeri evli. Bir de torunum var. Cin gibi akıllı maşallah.
“Bizim emekliliğimiz gelse bir gün bile çalışmayız,” diyor tanıdıklar bazen. “Niye ayrılmıyorsun?”
Paraya gereksinimim olmasa çalışır mıyım? Üniversitede çocuk okutmanın ne demek olduğunu bilmiyorlar.
Biri de öbür yandan hemen başlar, “Bizim mahallede bir Ahmet dayı var. En düşük aylıkla çalışıyor. İki çocuğunu üniversitede okutuyor,” demeye.
Bu sözler bazen ağırıma gidiyor. Ben emekliye ayrılırsam aldığım parayı sana mı verecekler? Sahiplendiğim bir koltuğum da yok ki ben ayrılınca siz oturasınız. Yeni memur da alınmıyor. Ayrılırsam benim işimi de kendileri yapmak zorunda kalacak. Hani, “Ben yaşlandım, emekliliğim geldi,” diye kaytarsam; kızdığımda, “Ayrılıveririm,” desem neyse… Gençlerden daha çok çalışıyorum. Onlardan erken geliyor, geç gidiyorum.
Müdür Bey kaç kez, “Şimdiki gençlerde sizin kuşaktaki çalışkanlık olsa bu ülkede sorun kalmazdı,” dedi.
Öğretmen hanım, “Yazının üstüne hızlı hızlı iki kere tıklayın,”dedi.
“Tıklayın” deyince ne anlarsınız? Sağ elinizi yumruk yapar, işaret parmağınızla başparmağınızı birleştirip vurursunuz. Ben de onu yaptım. İki saattir başımız şişti. Nereye, nasıl tıkladığımı ben de bilmiyorum, ama kızgınlıkla kapı çalmaya benzemiş biraz. Çıkan “Çat!” sesiyle kendime geldim. Herkes bana bakıyordu, ne diyeceğimi bilemedim. Çıt yoktu sınıfta.
“Başlarım sizin bilgisayarınıza da, eğitiminize de,” türünde bir tıklama olmuş galiba. Başımı önüme eğdim, ne diyeceğimi bilemedim. Acaba kırıldı mı, bozuldu mu, diye bilgisayara baktım. Durup dururken bir de bilgisayar borcuna girmenin âlemi yoktu. Bir kazancımız olmayacaktı zaten, bari zararımız da olmasın.
Öğretmenden özür üstüne özür diledim. “Tıklayayım derken fazla kaçtı…”
Öğretmen hanım, gerçekten saygılıymış. “Olur bu tür yanlışlıklar,” diyerek beni teselli etti. Sonra da, “Dosya açın,” dedi.
Biz koca koca dosyaları karıştırmayı, üst üste yığmayı iyi biliriz. Ama ortalıkta dosya yoktu ki açalım! Biraz bilenler hiç bilmeyenlerle dalga geçti. “Dosyaları getirin. Yan odadalar…”
Hepimiz ders dinlemeyen, anlamayan birer öğrenci gibi olmuştuk.
Öğretmen hanım bilgisayarın çok yararlı olduğunu göstermek için internete nasıl gireceğimizi gösterdi. Hepimiz o an aklımıza gelen ilk sözcüğü yazdık: Muz, elma, armut, ayı, gemi, at, kurt…
Ben armut yazdım. Bir sürü armut çıktı karşıma. Çeşit çeşit, renk renk…. Nasıl yetiştirileceği, nerelerde yetişiği, hatta nasıl yenileceğini bile yazıyordu ekranda.
Herkes yanındakinin bilgisayarına bakıyordu, “Seninkinde ne çıktı?” diye.
Artık öğrenciler ödev yapmak için kitap aramayacak, kütüphaneye gitmeyecekmiş. Milli Kütüphane bilgisayarın içindeymiş. Bugüne dek öğretmen olan, doktor olan bilgisayarla, internetle mi oldu sanki, diye düşünüyordum. Çocukları kandıracaklar. Para kazanacaklar.
Bir sürü çocuğun elinde bilgisayar var. Hepsi de oyun oynuyor. Bilgisayarı olmayanlar ellerine üç kuruş para geçince hemen internet yuvalarına koşuyor.
Bir akşam eve geç geldim. Bizim torun ortalıkta yoktu. İnternet kafedeymiş. Öyle dedi annesi. Onu çağırmaya gittim. İnternet kafeye girdiğimde ne göreyim? Küçücük bir dükkân, herkesin önünde bir bilgisayar. Bazıları hayali yaratıklarla dövüş yapıyor. (Biz hayali yaratıklarla ilgili masallar dinlerdik büyüklerimizden. Bunları da bizden küçüklere ballandıra ballandıra anlatırdık.) Bazıları da top oynuyor. Biz böyle miydik? İki kişi bile olsak sokakta, okulun bahçesinde tek kale maç yapardık. Koşar, terlerdik. Acıkır, susardık. Bunların önünde, beygirlerin yem torbası gibi, koca koca kâğıtların içinde patates kızartmaları. Ne zaman, nasıl bir yağla kızartıldığı belli değil. Şimdiki çocuklar şişman oluyormuş. Olurlar tabii, daha neler olacak göreceğiz.
Öğretmen hanım dinlenceye çıkarken, “Artık öğrenciler ödevlerini daha kolay yapacak,” dedi. Bir tıklamayla tüm ödevler karşılarına gelecekmiş. Ödev siteleri bile varmış. Hepsi de hazır ödevlermiş. Çocuklar siteye giriyor, ödevi kopyalıyor, yapıştırıyormuş….. Öğretmen bizi bilgisayarın faydalarına inandıracak ki, çocuklarımıza bilgisayar alalım. Hiç kanar mıyım?
Biz devlet memuruyuz. Bilime, tekniğe karşı değiliz. Bilgisayarın yararlı olduğunu anlarsak niye almayalım çocuğumuza? Çocuğu bırak, kendimize bile alırız. Naylon araç gereçler, doğal ürünlerin tahtını yerle bir etti. Bilgisayar da kitabın tahtını yıkacakmış.
Ödev olayı gerçek miydi, değil miydi acaba? Nasıl oluyordu ki bu iş? Hazır ödevler var mıydı sahiden? Varsa bile oradan al, ben yaptım diye öğretmeni kandır. Olmaz öyle şey! Ben de bir göreyim şu ödevleri dedim, kendi kendime.
Ne yazacağımı da bilmiyordum. Ben de aklıma takılan birkaç şeyi yazmaya başladım.
Plastik ve naylon zararlı diyorlar şimdilerde. Naylon gömlek eskimiyor, görmüyor, üstelik ucuz da. Yün gömleklerimi her yaz güvelere yediriyorum. Yün gömlek ve kazak deyince, “İnternetten şunların fiyatına bakayım,” dedim. Yün giysiler zenginlerin giysisi olup çıktı. Biz nasıl alalım? Bir yün gömlek, on naylon gömlek fiyatında.
İstanbul kaç yılında alındı yazdım, hemen 1453 cevabı karşıma geldi. Bunlar alışılmış sorulardı. Ben de daha karışık ve zor sorular yazmaya başladım. Her yazdığıma bir karşılık alıyordum.
Bazen yanlış yazıyordum, Bunu mu demek istediniz diyordu. Kendi köyümün adını yazdım. Yazdığınızdan emin misiniz diye sordu. Köyümün adını bilmez miyim ben? Bilmezmişim. Meğer yanlış yazmışım. Doğrusunu yazdım. Bunu mu demek istediniz diye sordu bilgisayar yine. Ağzım açık kaldı. Bizim köyle aynı adı taşıyan yüzden fazla köy varmış ülkemizde. Hepsini sıralayıverdi.
<!–nextpage–>
Bundan daha yararlı ne olabilir ki? Hemen bir bilgisayar almalıyım, diye düşündüm. Biraz daha araştırayım, dedim sonra da. Ben garanticiyimdir, şans oyunlarına hiç inanmam. Bin düşünür, bir karar veririm. Olumsuz yönlerini düşünmeye başladım. Bugüne dek bilgisayar hakkında duyduklarımı aklımdan geçirdim.
“Sağlık açısından zararlı,” diyorlardı. O kadar olacak. Fazla yediğinde şeker, yağ ve ekmek de zararlıdır hem. Her şeyin kararını insan bilecek. Sen kendine hâkim olamıyorsan teknoloji ne yapsın?
Topkapı Sarayı yazdım. Sayfalarca yazı ve fotoğraf gözümün önüne seriliverdi. Daha önce bir kez gittiğim için bildiğim yerdi saray. “Bakalım doğru mu gösteriyor? Gerçekten de gezip gördüğüm yerler mi? Yoksa kandırıyorlar mı?” diyerek incelemeye başladım. Hepsi de benim gördüğüm yerlerdi hakikaten. Altlarında açıklayıcı bilgiler de vardı üstelik. Bunları ben de bilmiyordum. Sarayda bakıp geçmiştik. Altlarında, çevrelerinde açıklayıcı bir bilgi yoktu ki. Bu kadar gerçeği görüp de bilgisayara karşı olmak insafsızlık olurdu.
Bizim torun da, “Ah, bir bilgisayar alsak, notlarım ne biçim yükselir. Dedem bilgisayar öğreniyor, ama ben öğrenemiyorum,” diyordu. Bilgisayarı olsa teşekkür yerine takdir getirirmiş. ‘Alet çalışır, el övünür’ derler ya, işte öyle…
Aslında alım gücümüz de fena değildi. Çocuğa bir bilgisayar alalım, diye aklımdan geçirmeye başladım. Ara sıra biz de yararlanırız. Gidemediğimiz, gidemeyeceğimiz yerlere gitmiş gibi oluruz, doya doya bakarız.
Bilgisayarlar iyice yaygınlaşınca mektup, gazete hatta kitap bile tamamen ortadan kalkacakmış. Binlerce ağaç, kâğıt olmaktan kurtulacakmış. Aletin doğaya faydasına bakın hele! Ağaçlar kurtulunca orman, orman kurtulunca da doğal yaşam kurtulacak.
Ödev yazıp tıkladım. En açık, en güzel ödev yazdım sonra. En güzel manzaralar, görüntüler burada diye bir ibare çıktı ekranda. Yazının üzerine geldim, el imi çıktı, ben de tıkladım. Tıklamaz olaydım! Açık deyince bilgisayarın bile aklına başka şeyler geliyor. Açık kadın ve erkek fotoğrafları! Gözlerim fal taşı gibi açıldı. Birileri gördü mü, görmedi mi diye çevreme baktım. Herkes kendi bilgisayarına bakıyordu. Utandım. Herkesin içinde soyunmak gibi bir durumla karşı karşıya kalmıştım sanki. İyi ki kimse görmemişti. O sayfayı hemen kapadım. Sayfa kapatıldığına kızar mı? Bu sayfa kızdı. İki yeni sayfa aynı anda önüme geldi. Yemin ederim ki ben tıklamadım. O ikisini kapadım, dört beş tanesi daha açıldı. Kimseler görmesin diye bilgisayarın ekranına yapıştım. Ben kapadıkça, “Sen misin kapatan?” dermişçesine, dolu gibi yenileri yağmaya başladı.
Yanımdakilere göz ucuyla şöyle bir baktım. Neyse ki herkes kendi bilgisayarıyla meşguldü. Kapamakla başa çıkamayacağım, dedim kendi kendime. Kırmızı butonun açma-kapama düğmesi olduğunu öğrenmiştik. Hemen ona bastım. Kapanmadı. Yanlış düğmeye mi bastım acaba, diye düşünerek tekrar bastım, ama yine kapanmadı. Kimseye de bir şey söyleyemiyordum. Önüme gelen düğmeye basmaya başladım. Hiçbirinde tık yoktu. Basmadığım düğme kalmadı. Ben de hepsine aynı anda bastım. Utanmasam aletin üzerine de oturacaktım. Bir saattir her dediğimi yapan düğmelerle yanlış yazdığımda Bunu mu demek istemiştiniz diye beni uyaran bilgisayar, çıplak kadınları görünce her şeyi unutmuş gibiydi. Aklı başından gitmişti sanki.
“Bilgisayarın gözü kulağı var” diye duymuştum. Ne yaparsak görüyor, ne konuşursak duyuyormuş. Hatta konuşmalarımızı kaydediyormuş, saklıyormuş bir yerlere.
Kimselere duyurmadan elimi ağzıma götürdüm, üzerine abandım ve kısık sesle, “Bilgisayar, elini ayağını öpeyim kapat şunları! Dost var, düşman var. Demezler mi ‘Bizim güvendiğimiz kişi nelere bakıyor’ diye? Hem de herkesin içinde! Çevrede bayan arkadaşlar var, öğretmenimiz var. Öğretmenin yüzüne nasıl bakacağım? Ne olur kapat şunları. Senin hakkında söylediğim tüm olumsuz sözleri geri alıyorum. Sen çok anlaklısın, çok bilgilisin! ‘Çocuğuma bilgisayar almayacağım’ diye içimden geçirmiştim bir ara, yoksa ona mı kızdın da beni cezalandırıyorsun? Beni bu sorundan kurtar, en kısa zamanda bir bilgisayar alacağım,” dedim.
Göz ucuyla ekrana şöyle bir baktım. Bir de ne göreyim? Görüntüler azalacağına giderek artıyor! İçimden, Bu sorundan bir kurtulayım, bir daha elimi sürersem iki olsun, diye geçirdim. Onu eve sokmayı bile düşünmüyordum. İçimden geçenleri anladığı için mi yalvarmalarımı kabul etmiyordu yoksa? Bu kadar da anlaklı olabilir miydi bu mendebur cihaz acaba?
O an aklımdan geçen şey, ekranı kapıp dışarı çıkmak oldu. Okuldan çıkarsam gerisi kolaydı. Ekranı arabanın bagajına atardım, sonra da doğruca…
Doğruca… Doğruca televizyoncuya gidemezdim ki! Tanıdık bilgisayarcı da yoktu. Güpegündüz hiç tanımadığım bir adamın dükkânına kucağımda bu görüntülerle giremezdim ki? Aklımda düşünceler, görüntüler akıp gidiyor, dönüp dolaşıp aynı yere geliyordu. Çıkmaz bir sokağa giriyordum ve arkamdan köpekler geliyordu sanki.
O sırada öğretmen hanımın sesini arkamda duymayayım mı? Dinlence bitmiş, kadın sınıfa geri gelmişti.
Bittim ben, dedim kendi kendime. Can havliyle ekrana sarıldım. Bırakır mıyım hiç? Yan gözle sağıma soluma baktım: Herkes ayağa kalkmıştı. Bize böyle öğrettiler, öğretmen gelince ayağa kalkılır. Öğretmenin büyüğü küçüğü olmaz. Bayan bizden on beş, yirmi yaş küçük olabilir, ama öğretmen öğretmendir.
Ekranı kucakladım, kaçacaktım sınıftan. Fırsat bu fırsat, diyerek çektim ekranı. Ama gelmedi. Ben çektim, bilgisayar da çekti. Gözü kulağı var, anladık da, eli de varmış meğer meretin. Tuttu, bırakmadı.
Öğretmen hanım, “Ne oluyor arkadaşlar!” diye bar bar bağırdı. Neyse ki güç anlarda işin içinden sıyrılmak için aklım her zaman bir yol bulurdu. Elektrik çarpıyormuş gibi tepinmeye başladım. Ekranla dans ediyorduk âdeta. O da ne? Gözlerime inanamıyordum. Kursta kaç öğrenci varsa hepsi ekranı kucaklamış, tepiniyordu. Bu elektrik sadece beni değil, herkesi çarpmıştı sanki.
Genç öğretmen, “Şalter! Şalter! Şalter…” diye bağırarak sınıfın içinde koşturup durdu. “Şalter nerede? Biri kapasın!”
Keskin bir “şak!” sesiyle elektriklerin kesildiğini anladım. Derin bir soluk aldım. Tir tir titriyordum. Yavaşça ekrandan ayrıldım. Yan gözle baktım: Hiçbir görüntü yoktu. Ekranı yerine koydum.
Öğretmen hanım, çarpılan var mı, yok mu diye tek tek bakıyordu bize. Herkesin yüzü kıpkırmızıydı.
Ekrandan fazla uzaklaşamıyordum. Şalter kaldırılırsa ekranı yeniden kucaklamam gerekebilirdi.
Bilgisayardan az çok anlayan, fakat belgesi olmadığı için bizim gibi kursa gelen bir arkadaş, “Ödev sitelerine bakıyordum, virüs geldi, kapatamadım,” dedi. “O esnada bir sürü açık saçık fotoğraf geldi.”
Bir sürü virüs varmış meğer. İnternetin koca bir deniz olduğunu öğrenmiştim. Üstelik korsanları bile varmış.
Öğrencilerin internette en çok aradığı sözcük “ödev”miş. Üçkâğıtçılar, olmayacak sitelere ödev yazıp çocukların başka yerlere bakmasını sağlıyormuş.
Demek ki internette de bilgisayarda da virüs varmış. Hem de çeşit çeşit virüs. Çok da bulaşıcıymış. Ya çocuklarımız virüs salgınına kapılırsa?
Aman Allah’ım! Küçücük çocuklar onlar! Ne yaparız öyle bir şey olursa? Çocuklarımızı korumalıyız. Ama nasıl?
Elimi yüzümü yıkama bahanesiyle sınıftan çıktım. Dersten kaçacaktım. Bir baktım ki, herkes peşimden geliyor.
Babamı direksiyonun başına zorla oturttuk. Bir eliyle burnunu, bir eliyle de direksiyonu tutuyordu.
Annem abarttığını söyledi.
Bense arka koltukta oturduğum hâlde koku falan duymuyordum. Bagaja koyarken biraz kokmuştu, kabul. Ama sallantıda patlamasınlar diye üzerlerine ikişer-üçer poşet geçirip ağızlarını da iyice bağlamıştım.
Babam camları açtı. Başka zaman olsaydı, “Üşüyorum, donuyorum!” diye kıyameti koparırdım. Şimdi ne yaparlarsa yapsınlar sesimi çıkarmıyordum, çıkarmayacaktım da.
Babam sonunda patladı: “Dayanamıyorum, aşağı atacağım!” diyerek arabayı sağa çekti. “Elimi nasıl süreceğim, onu da bilmiyorum ya,” dedi arabadan inerken.
Annem hemen peşinden atladı. Burnunu eliyle kapamadan babama yalvarmaya başladı. “Biricik aslanımızın gönlünü koymayalım,” diyerek babamı vazgeçirmeye çalıştı.
“Aslan dediğin çöp biriktirmez, çöple uğraşmaz,” dedi babam.
Annem ne zaman benim biraz da olsa haklı olduğumu anlasa, babamın tepesine çıkardı. Önce sesini yükseltir, suratını asar, sonra da sessizce otururdu. Bakışlarından ben bile korkardım. Dokunsalar ağlayacak gibi yapıp başımı öne eğdim ve annemin duyacağı biçimde iç çekmeye başladım.
Annem, “Şunun şurasında bir saatlik yolumuz kaldı, sık dişini,” dedi. “Çöpçüler her gün tonlarca çöpün başında. Demek ki zamanla alışıyorlar. Burun genelde farklı kokuları beyne iletiyormuş. Aynı koku sürekli gelirse iletmiyormuş. Buna da ‘alışmak’ diyorlarmış. Biraz sonra biz de bu kokuyu duymayacağız.”
Babamın sert bakışları üzerine annem, “Haklısın, kokmaya kokuyor da, bir saat sonra atacağız. Köye varınca da arabayı güzelce yıkarız,” dedi.
Babam gözlerini devirerek, dişlerinin arasından, “Öyleyse sen yıkarsın!” dedi.
Annem derin bir soluk alıp verirken, başını sallayarak, “Yıkarım,” diyebildi.
On beş gündür evdeki çöpleri balkonda, poşetlerin içinde biriktiriyordum. Bugün de onları amcamın çiftliğine götürüyordum.
Babam, oflaya puflaya yeniden direksiyonun başına geçti. Öyle bir kalkış yaptı ki… Bir önce, bir arkaya fırladım. Koltuklar olmasa camdan dışarı uçacaktım. Bagajdan gümbür gümbür sesler geldi. Çöplerin kokusunu bu kez ben bile duydum. Arabayı böyle sallarsan elbette çöplerin içi dışına çıkar, diye düşündüm.
Bir an önce çiftliğe varmak için gaza basıyordu babam. Sürücülüğüne güvendiğim için ses çıkarmadım. Koltuğuma iyice sindim.
Başka zaman olsa annem yavaş gitmesini söyler dururdu. “Durdur arabayı, ineceğim, yürüyerek gideceğim!” der, bunun gibi sözleri artarda sıralardı. Babamın kıkır kıkır güldüğünü görünce de, “Kiminle konuşuyorum bilmem ki!” diyerek küserdi. Babam ister istemez yavaşlardı. Annem beş on dakika küslüğü devam ettirir, sonra başlardı yeniden konuşmaya.
Amcam emekliye ayrılınca köyün yakınlarında büyük bir tarla satın almıştı. O zaman araziyi görmeye gitmiştik. Çiftlik yapacaktı burayı. Çevresini çevirip, içine ev yapıyorlardı.
Her önüne gelen, “Şehirde yaşayan, köy yerinde yaşayamaz, sıkıntıdan patlar. Bu işler merak, bakalım ne zaman bıkacak,” diyordu o zamanlar.
Fakat her telefon edişinde amcamın sesi daha da gür çıkmaya başlamıştı. “Kendimi yeniden dünyaya gelmiş gibi duyumsuyorum. Çok önceden bu işlere başlamadığıma pişmanım,” diyordu. Sözgelimi bir zeytin ağacının çok ürün vermesi için yirmi yıl geçmesi gerekiyormuş.
Yengemin babası hastalandığında bir hafta boyu çiftlikten uzak kalmışlardı. Çiftlikteki tavuk, horoz, kedi, köpek, koyun, keçi senin hastan olduğunu bilmezdi ki. Yem ve su isterlerdi. Köyden biriyle anlaşmıştı. Kendisi olmadığı zaman çiftliğe o bakıyordu.
Aradan iki yıl geçti. Şimdi gitsek çiftliği tanıyamazmışız. “Çok şey değişti,” diyor amcam.
Değişir tabii. Amcam emekli ziraat mühendisi, yengem emekli gıda mühendisi. Çiftliği, çiftlik işlerini onlardan daha iyi kim bilebilirdi ki? Başka işleri de yoktu. Akşama dek çiftlikte ufak tefek şeylerle uğraşıyorlardı. Babam, “Ağabeyim boş durmaz. Ufak tefek iş dediğine bakma, akşama kadar çalışır,” diyordu. Çünkü çalışmayı, doğayı, özellikle de doğal yaşamı seviyormuş amcamlar.
Amcam, çocukluk hayalini gerçekleştirdiğini söylüyordu. Daha yapacak çok şeyler varmış. Her gidişimizde çiftliği değişmiş görecekmişiz. İki yıl önce gördüğümüz boş tarlada neler neler varmış şimdi. Yardımcı bir aile bile tutmuş.
Amcamın çiftliğinde atlar yokmuş. At olmayan çiftliğe ben çiftlik mi derim? Büyüyünce ben daha büyük çiftlik alacağım. Kartal gibi uçan bir atım olacak benim. Her akşam onunla bir saat dolaşacağım. Ben amcamdan daha çok kişi çalıştıracağım. Çünkü hem çiftliğim büyük olacak, hem de en iyi ve en hızlı atlarla en akıllı ve en güçlü köpekleri besleyeceğim.
Babam kokudan bir an önce kurtulmak için gaza bastıkça basıyordu. Annem, çöpler için bana söz gelmesin diye sesini çıkaramıyordu.
Polisin siren sesiyle kendimize geldik. Babam ayağını gazdan hemen çekti, hafifçe frene dokundu. Hız sınırının altına düşmek istiyordu.
Polis arabası önümüze geçti. Polis, kolunu camdan dışarı çıkardı ve anlaşılmaz işaretler yaptı. Bu işaretleri ilk kez görüyor ve anlamlarını bilmiyorduk.
Annem, “Hızlı gittiğin için uyarıyor,” dedi.
Babam başladı hızlı gitmediğini anlatmaya. Hızlı gitseymiş polis kendisini geçebilir miymiş? Hem hız kontrolü böyle olmazmış. Kontrollerde polis arabası yol kenarında dururmuş. Önce uyarı işaretleri olurmuş. Bir polis de sağı göstererek durmalarını söylermiş. Olsa olsa polis arabası çalmış hırsızlar ya da film çevirenler olabilirmiş bunlar. Belki de bir kamera şakası.
Annemle babam tartışmaya başladı.
Babam durmayınca, polis arabasındakiler daha da sert hareketler yaptı. Birkaç kez de kornaya bastılar. Yalan yok, korkmaya başlamıştım. Babam önümüzde yavaşlayan polis aracının ne yapmak istediğini anlayamadı. Arkadan çarpmamak için gaza basarak solladı ve normalde gitmesi gereken hıza çıktı. Arkadan siren sesi duyuldu. Yüreğimiz ağzımıza geldi. Plakamızı anons ettiler, sağa çekmesini istiyorlardı.
Annem, “Duralım,” dedi. Babam umursamadı.
İki-üç kez plakamızı tekrar ettiler. Sonunda babam istemeye istemeye arabayı sağa çekti.
Maviyle kırmızı arasında gidip gelen ışıklarıyla polis arabası önümüzde durdu. Uzun boylu bir polis memuru, kollarını denizde yüzer gibi iki yana sallayarak yaklaştı. Arabanın önünde durdu. Yüzünü buruşturdu ve bize kuşkulu biçimde bakmaya başladı.
“Dur işareti yaptık, niçin durmadınız?” diye sordu.
Camdan dışarı çıkardığı elini yukarıdan aşağı indirdi. Birkaç saniye elini aşağıda tutup hareketi yeniden yapmak, “Sağa çekin ve durun” demekmiş.
Babam üzgün biçimde, “Kusura bakmayın, işaretlerin ne anlama geldiğini bilemedik. Hatta hanımla ne anlama geliyor diye tartıştık. ‘Yavaş ve dikkatli gidin’ diyorsunuz sandık,” dedi.
Babama yaklaşarak ehliyet ve ruhsat istedi. Burnunu tutarak ehliyeti ve ruhsatı aldı. Kaçar gibi uzaklaştı.
Babam, “Bir bu eksikti!” dedi. “Çöpler olmasaydı hızlı gitmezdim. Kim bilir kaç para yazacaklar.”
Zavallı annem beni korumak için, “Olan oldu. Neyse, öderiz,” dedi.
Babam daha önce aşırı sürat yapmaktan bir kez ceza yemişti. Annem, “O parayla beş kilo et alsaydık, döke saça yeseydik olmaz mıydı?” demişti o zaman.
Babam fazla konuşmazdı. Annemin yirmi-otuz sözüne o sadece tek bir karşılık verirdi. Kızdığı zaman ters ters bakmakla yetinirdi. O sözler bana söyleniyor gibi anneme karşılık verirdim. “Şuna bak, adam olmuş da babasını kayırıyor,” derdi annem. Annemin babama söylendiği gibi ben de başlardım anneme söylenmeye. Hayret, annem de bana hiç ses çıkarmazdı.
Annem beni çok seviyor ve kolluyor. Üzmemek için karşılık vermiyor, diye düşünürdüm. Babam da anneme karşılık vermediğine göre, o da annemi çok seviyor, üzmemek için karşılık vermiyor kanısına varırdım.
Polisler, bir süre aralarında konuştu. Diğer polis de arabadan indi. Bize doğru gelmeye başladılar. Yaklaşır yaklaşmaz silahlarını çekip, “Eller yukarı, kıpırdamayın!” dediler.
Biri silahı anneme, diğeri de babama doğrultmuştu. Bir elleriyle de arabanın kapılarını açtılar.
Babam, “Hızlı gitmemizin cezası bu mu?” diye sordu.
Titreyen annem, “Bizim bir suçumuz yok,” dedi.
“Kim işledi suçu?” diye sordu sert bakışlı memur.
“Biz bir şey görmedik,” dedi annem.
Uzun boylu olan, “Yavaşça dışarı çıkın!” dedi.
Ellerim havada, olanları hayretle izliyordum arka koltuktan.
“Ellerinizi arabanın üstüne koyun!” diye bağırdı polisler.
Babamın üzerini, omuzlarından paçalarına dek aradılar. Ellerimi ne yapacağımı bilemiyordum. Kollarım kopmuştu havada tutmaktan. Aşağı indirirsem çok kızarlar diye korkuyordum. Bir filmde gördüğüm gibi ellerimi başımın üstünde birleştirdim. İçimden, Beni de arayın, diyordum.
Annemin çantasına baktılar. Uzun boylu olan polis, “Arabada ne var?” diye sordu.
Babam, “Çöp var,” dedi.
Çöp sözünü duyunca, garip biçimde birbirlerine baktılar, dudak büküp anlaşıldı biçiminde baş salladılar.
Annemle babamı arabadan üç dört metre uzaklaştırdılar. Elleri arkada, yüzükoyun yere yatırdılar.
Ellerimi aşağı indirdim. Kapıyı açtığım gibi annemlerin yanına fırladım. Polisin önüne geçtim. “Ben yaptım! Tüm suç benim!” dedim.
Uzun boylu polis bana gülümsedi. “Ne biliyorsan anlat bakalım,” dedi.
“Anlatacağım.”
“Yalan söylersen hemen anlarım. Yalan söyleyen çocukların kulakları kızarır.”
Yalan konuşmayacağıma göre sorun yoktu.
Bagajın kapağını açan memur burnunu tutarak, öksürerek üç dört metre uzağa kaçtı. Bir eliyle midesini, bir eliyle de ağzını tutuyordu,
“Poşetlerde ne var?”
“Çöp var. Hepsinde çöp var,” dedim.
Ağzını eğerek, küçümser ve dalga geçer biçimde, “Ne çöpü bunlar? İnsan çöpü mü?” diye sordu.
“Hepsi insan çöpü… Bizim çöpümüz.”
Hızlı hızlı soruyordu. “Poşetlere kim doldurdu?”
“Ben doldurdum.”
“Kim kesti?”
“Babam kesti.”
“Annen ne yaptı?”
“Annem küçük küçük doğradı.”
“Baban mı doldurdu poşetlere …”
“Poşetlere ben doldurdum.”
“Sen de işin içindesin yani…”
“Ben istediğim için küçük küçük kestiler.”
Annem yattığı yerden seslendi. “Onlar insan değil.”
Polis, “Karışmayın!” diye öyle bir gürledi ki, korkumdan altıma kaçıracaktım.
Polis, “Sorduklarıma yanıt vermeye devam et,” dedi. Aynı soruları yeniden, hızlı hızlı sormaya başladı.
“Poşetlerde ne var?”
“Çöp.”
“Kimin çöpü?”
“Bizim çöpümüz.”
“Kim kesti?”
“Babam kesti.”
“Kimi kesti?”
“Beni kesti.”
“Neyle kesti?”
“Bıçakla kesti.”
“Hayatını kaybeden kişiyi tanıyor musun?”
“Tanıyorum.”
“Kimdi?”
Birdenbire kendime geldim. Ne hayatını kaybetmesi? Kimi tanıyor muydum?
“Kim ölmüş?” diye saf saf sordum.
“Babanın kestiği adam…”
“Adam değil.”
“Çocuk muydu?”
“Kocamandı karpuzlar. Karpuzun büyüğü tatlı oluyor. Bitiremediğimiz için yarısını çöpe attık. Annem ‘Bu kadar büyük alma, yenmiyor, çöpe atıyoruz’ dedi. Babam iki kez küçük karpuz aldı. Onlar da saman gibi çıktı diye hiç yemedik. Bunun üzerine, ‘Yiyebildiğimizi yeriz’ diyerek kocaman karpuzları yüklenip geliyordu.”
“Başka ne kesti?”
“Kavun kesti.”
“Onları sormuyorum.”
“Annemin kestiklerini mi soruyorsun?”
“Evet. Annen ne kesti?”
“Geri kalan hepsini annem kesti.”
“Neyle kesti?”
“Bıçakla kesti.”
Babam dişlerinin arasından konuşmaya başladı: “Açın bakın çöplere! Yanlış anlıyorsunuz,” dedi.
<!–nextpage–>
“Konuşmayın!” diye seslendi polis. Sonra yeniden bana dönüp, “Annen ne kesti?” diye sordu.
Evde nelerin kesildiğini düşünmeye başladım. Yemek yaparken çok değişik sebzeler kesiliyordu. Aklıma gelenleri heyecanla sıralamaya başladım:
“Poşetlerde ne var?”
“Çöp var.”
“Ne çöpü?”
“Kavun, karpuz, domates, yemek…”
“Et var mı?”
“Var.”
“Kemik var mı?”
“Var, var. Yarısı kemik. Kemikler kokmuyor. Kavunlar çok pis kokuyor. Üç dört poşet üst üste geçirdim.”
“Niye geçirdin?”
“Akmasın, kokmasın diye.”
“Çöp torbalarında ne eti var?”
“Tavuk eti var.”
“Ne kemiği var?”
“Tavuk kemiği var.”
“Büyük kemik yok mu?”
“Olmaz olur mu?”
“Büyük kemikler kimin kemiği?”
“Büyük kalın kemikleri mi diyorsun?”
Polis ipucu yakalamış gibi sevinerek, yumuşak biçimde, heyecanla, “Hah! O kemikler kimin kemiği?” diye sordu.
Kimin kemiği? Düşünmeye başladım. “Ne kemiği” dese, “İnek kemiği” diyeceğim, ama “Kimin kemiği” diyor…. Bir an dalmışım.
Polis, “Korkma evladım, gördüklerini anlat. Sana kimse zarar veremez. Biz seni herkesten koruruz,” dedi.
“Düşünüyorum.”
“Neyi düşünüyorsun?”
“Kasabın adını.”
“Kasapla ne işin var?”
“Kasap kesti de…”
Polisin gözleri parladı.
“Kesmesi için kasap mı çağırdınız?”
“Çağırmadık. Babam getirdi.”
“Kasabı alıp eve mi getirdi?”
“Kemikleri kasapta kırdırıp getirdi.”
“Kasap akrabanız mı?”
“Değil.”
“Babanın arkadaşı mı?”
“Bilmiyorum.”
“Baban çuvalla mı taşıdı?”
“Poşetle taşıdı.”
“Siyah poşet mi?”
“Kasabın poşeti…”
“Kemikleri kasaba nasıl götürdü?”
“Kemikleri kasaptan eve getirdi.”
“Kimin kemikleri?”
“Bir ineğin kemikleri…”
Polis donmuş gibi durdu. Gözlerini gökyüzüne dikti. Derin derin soludu. Sonra da, “Bu ineği önceden görmüş müydün?” diye tuhaf bir soru sordu.
“Amcamın çiftliğinden gelirken yolda inekler gördüm, bu kemikler o ineklerin mi bilemem.”
Beni sorguya çeken polis saçını başını yoluyordu.
“Annem de kemik suyu yapıveriyor. Kemik suyuyla çorba mis gibi kokuyor. Hele kemik suyuyla pişirilmiş pilav kaşıklamaya doyulmaz.”
Bana sorular sorup duran polis, arkadaşına seslendi: “Aç poşetleri bakalım.”
Babam yattığı yerde tepinmeye başladı. “Açmayın!” diyordu.
Polis, “Çöpte karşılaşacaklarımızdan mı korkuyorsun?” diye sordu.
“Açmayın! Açmayın! Dışarıda açın!” dedi babam. “Arabanın içi hepten leş gibi kokacak!”
Ayrıca belli ki çöplerin bagaja dökülmesinden korkuyordu.
Polis, “Çöpleri babanın gözünün önünde açalım da, sakladığı şeyi iyice görsün,” dedi.
Poşetleri getirmeye beni yolladı. Kendisi ağzını, burnunu mendille kapadı. Uzaktan emirler veriyordu.
Poşetleri yırtmadan indirmeye çalışıyordum. İki-üç tane kalmıştı. Birisini kaldıramadım. Ben çekerim, o gelmez; ben çekerim o uzar. Bir yere mi takıldı anlayamadım. Elimle altına ve yanına baktım, ama bir yere takılmamıştı. Polis oyalandığımı zannedip kızar diye korktum. Var gücümle bir kez daha asıldım. İyi asılmışım ki, gerisin geri yere düştüm. Boş poşet elimdeydi.
“Numaracı seni! Dalga mı geçiyorsun benimle!” dedi polis. Bu sözle diğer poşetleri boşaltmak için ayağa fırladım. Bagaja bakınca poşetin içindekilerin nerede olduğunu anladım.
Koku bana da çok pis gelmeye başlamıştı. On beş gündür mutfakta ve balkonda çöp biriktiriyordum, ama hiç bu kadar kokmamıştı. Burnumun direği kırılacak sandım. Öğürmeye başladım.
Polisin biri küçük bir kamerayla çekim yapıyordu.
Poşetleri annemle babamın yanına taşıdım.
Polis, “Çabuk aç,” dedi. “Babanın gözünün önünde aç! Kayıt yapıyoruz. İçinde bir şey çıkarsa bizi suçlamasın!”
Poşetleri nasıl bağladıysam, bir türlü çözülmüyorlardı. Güçlükle birini çözdüm, altından ikinci poşet çıktı.
Poşetler ne kadar sağlammış! O kadar uğraştım, ama bir türlü yırtamadım. Ben de arabadan tornavida getirdim. Bastırdım, bastırdım ama girmedi. Gerçek çöp poşetlerine koymuştum. Ne kadar sağlam olduklarını şimdi daha iyi anlamıştım.
Polis bastırmadığımı sanıyor, küplere biniyordu. Ama kamera kayıtta olduğu için öncekinden daha kibar davranıyordu.
“Evladım, yüklen üzerine, bastır şöyle.”
Toprağa çivi saplar gibi yükleniyordum, ama delemiyordum poşetleri. Çivi bile batmazken, koku neresinden çıkıyordu, anlayamıyordum.
Arkadaşına, “Kapa kamerayı!” diye bağırdı polis.
Numara yaptığımı sanarak, hışımla geldi. Elimdeki tornavidayı aldığı gibi, “Böyle batıracaksın!” diyerek, dizlerimin altındaki poşete var gücüyle sapladı.
O an bir gümleme sesi duydum. Yalnızca çöp doldurmuştum içine. Niye patladığını anlayamamıştım. Annem veya babam başka ne koymuş olabilirlerdi ki?
Bu patlamadan sonra bizi kesin içeri atarlar, diye düşündüm.
Derken polisin yüzünü gördüm. Öyle korktum ki, anlatamam. Patlayan poşetten fırlayan çöpler yüzüne gözüne yapışmıştı. Meğer poşetin içinde metan gazı birikmiş. Bastırınca da, çöpler polisin üstüne fırlamış.
Sonunda babam, “Anlatacaktık ama dinlemediniz ki,” dedi. “Poşetlerde sadece çöp vardı. Bildiğiniz çöp!”
“Çöpleri neden taşıyorsunuz yahu! Aklınızı mı yitirdiniz?” dedi yüzü gözü kirlenen polis.
Elimde başka bir çöp poşetiyle polisin yanına geldim. Kendini arabaya atıp kapıyı kilitledi. Herhâlde bunun da patlamasından korkuyordu. Aracın çevresinde dört döndüm. Bir yandan da çöpleri niçin topladığımı, bağıra bağıra anlatıyordum.
Annemle babam karşı çıktığı hâlde on beş gündür çöp biriktiriyordum. Amcamın doğal ayıklama makinesi varmış. Bu çöpleri çok iyi değerlendiriyormuş. Doğaya zarar vermeden geri dönüşümünü yapıyormuş. Annemle babama söylemememi sıkı sıkı tembih etmişti amcam. Sürpriz yapacaktık.
On beş gündür kokusuna katlanarak biriktirdiğim çöpleri amcama götürecektim. Bu çöplerin nasıl mis kokan çiçeğe, içmesine doyamayacağımız bembeyaz süte, sert kabuklu yumurtaya, boğazı yakmayan bala, rengârenk meyvelere dönüştüğünü gösterecekti o da bize.
O an polis telsizine gelen duyuruyu ben de duydum.
“Üç gündür kayıp olan çocuklar arazideki boş bir evde bulundu. Sağlık durumları iyi… Hastaneye kontrol için götürüldüler.”
Haberi duyunca polisler derin bir oh çekti ve gülümseyerek arabadan indiler. Annemle babamdan özür üstüne özür dilediler. Belli ki kaybolan o çocuklarla bizim arabadaki çöp poşetleri arasında bağ olduğunu sanmış, şimdi de yanıldıklarını anlamışlardı.
Tüm suç amcamındı. Çöpleri yeniden değerlendirme konusunda bana şaka yapmıştı. O şakayı yapmasa ben de çöp biriktirmeyecektim. Çöp olmayınca babam hızlı gitmeyecek, hızlı gitmeyince de polis durdurmayacaktı.
“Doğal ayıklama sistemi diye bir şey yok mu?” diye sordum polislere.
Gülerek, “Köylerin hepsinde var,” dediler. “Doğal ayıklama, öğütme, dönüştürme sistemiyle çöpleri işliyorlar.”
“Kentlerde daha çok çöp var, bu sistemi kente niçin kurmuyorlar?” dedim.
Polislerden biri gülümseyerek, “Kârlı olmadığı için kentte yapılmıyor. Çevreyi kokutur, gürültü olur,” diye açıkladı.
Diğer polis konuşmaya başladı: “Çöplerin kent dışına taşınması çok pahalı olur. Köy yerinde bu işler küçük çaplı.
Herkes kendisi yaptığı için sorun olmuyor. Çöplerin zamanında, çok iyi ayıklanması gerekiyor. Bazen doğal ayıklama sistemini bozacak çöpler de atılıyor kentte.”
Demek ki amcam yalan söylememişti. Benim çöplerin içinde de ayıklama sistemini bozacak şeyler var mıydı acaba, bilemiyordum.
“Amcamın dediği çöpleri biriktirdim: yemek artıkları, sebze, meyve kabukları…”
Polis, “Sen en güzel çöpleri biriktirmişsin. Herkes senin gibi bilinçli olsa ülkemizde aç kalmaz,” dedi.
Koltuklarım kabardı, yan gözle babama baktım. Annem gülümsüyordu.
Hızlı gittiği için babama ceza bile kesmediler.
Çöpleri yol kenarına atmaya karar verdim. Babam çevreyi kirleteceğimi söyleyerek attırmadı. Çevrede milyonlarca böcek oluşurmuş.
Çöplerden tiksinen, yanına bile yaklaşmayan babam, hepsini bagaja doldurdu. Amcama götürecekmiş. Çöplerin nasıl işlendiğini görmek istiyormuş. Amcamın elinde hazır çöp olmayabilirmiş.
Babam arabayı çalıştırdı. Acele etmeden amcamların çiftliğinin yolunu tuttuk. Arabaya binerken sinirli, gergin olan babam artık çok rahattı. Evden çıktığımızda bir eliyle burnunu, diğer eliyle direksiyonu tutuyordu. Şimdi sanki arabada çöp yokmuş da gül taşıyormuşuz gibi yavaş yavaş gidiyordu. Müziği bile açmıştı.
Kaç gündür kokmayan çöpler kokmaya başlamıştı. Babam aldırış etmediğine göre, belki de koku ön koltuğa gitmiyordu.
Babamın aklından geçenleri bilemiyordum. Bir planı olmasa çöpleri gerisin geri bagaja doldurmazdı. Benim yüzümden kavga ederlerse üzülürdüm. Birkaç kez sordum: “Çöplerden yiyecek yapılır mı? Yapılsa bile bu yiyecek yenir mi?”
“Amcan yapıyorum dediyse yapar. Kendisi de yer,” diye gülümseyerek konuştu babam.
Babam gülümsediğine göre tartışma çıkmayacaktı. Buna sevindim.
* * *
Korna sesiyle çiftliğe geldiğimizi anladım. Bahçe kapısını tanımadığım bir adam açtı. Bize garip biçimde bakmaya başladı. Yüzünü buruşturuyordu.
Bize doğru gelen başka bir adam gördüm. Amcam mı, değil mi diye bakmaya başladım. İşçi tulumları içindeki amcamı ilk başta tanıyamadım. Tanıyınca da koşmaya başladım. Amcam eğildi, boynuna sarıldım. Hoş geldin demeden, “Ne bu koku? Altına yaptın desem, kocaman adamsın,” dedi.
Arabanın yanına götürdüm. Amcam yaklaşmak istemiyordu. Çalışanlar bile bahçenin en uzak köşesine kaçmıştı.
Babam bagaja yaslanmış, amcamın yanına gelmesini bekliyordu.
Amcam, “Eşyaları sonra taşırız, gelin bir soluklanın,” dedi.
Babam el işaretiyle ‘gel gel’ yaparak amcamı yanına çağırdı. Renk renk tavuklar sanki onları çağırmışız gibi çevremizi sardı. Hepsinin biçimi ve rengi farklıydı. Bazılarının üzerindeki renkleri saymaya kalksam saatlerimi alırdı. Kırmızı ve tonları, sarı, kara, ak, kül… Boyunlarında da sekiz-on çeşit renk vardı.
İki koyun yanlarında gözlerinin çevresi ve burnu kara kuzularıyla, iki oğlak ise apakça, kıvır kıvır tüyleri olan yavrularıyla yanımıza geldi. Ellerimizi yalıyorlardı.
Bahçenin uzak köşesinden kulaklarını dikmiş iki koca köpek saldırıya hazır biçimde bize bakıyordu.
Olduğum yerde durarak çevreye göz gezdirmeye devam ettim. Kocaman bir bahçenin ortasında açık yeşil, tek katlı, uzunca bir ev… Bahçenin her yanı yemyeşil çayır… Amcam az bile övmüştü burayı.
“Araba kokuyor, siz kokuyorsunuz. İçeride ne var?” dedi amcam.
“Ağabeyimin çiftliğine elimiz boş mu gelecektik? Yeğenin sana armağan getirdi,” dedi babam.
Amcamın yüz ifadesi değişti. ‘Ne oluyor’ der gibisinden bana baktı.
Babam, “Aç bagajı da boşalt armağanları,” dedi.
Amcam bagajın kapağını açar açmaz içerden yaylı bir yumruk yemiş gibi geri fırladı. Burnunu tutarak yardımcısını çağırdı.
“Senden başkasının el sürmesini istemeyiz. Sana getirdik,” dedi babam.
“Ne var bunların içinde? Çiftlik için bir şeyler getirdiniz, anlıyorum da, merak ettim.”
“Yiyecek için hammadde getirdik, hammadde. Özel üretim. Bu kalitede hammaddeyi başka bir firmada bulamazsın. Oğlan, amcasının çiftliği için internetten araştırarak üretti,” dedi babam.
Amcam, “Yeğenim, çok merak ettim, ne hammaddesi, nasıl yaptın? Niye bu kadar zahmete girdin?” diye sordu.
Babam, “Çocuğumun bir tanecik amcası var. Amcasının çiftliği için on beş gün uğraşarak üretti,” dedi.
“Sizi de uğraştırmıştır, yormuştur, bilirim yeğenimi.”
Yengem mutfaktan yeni gelmişti. “Huyu da amcasına çekmiş, kafasına koyduğunu yapar,” dedi.
Amcam poşetleri zorla indirdi bagajdan. Annem uzağa, çok uzaklara götürmesini istedi. “Kokusundan evde bile durulmaz,” diyordu.
Amcam taşırken birini tellere taktı, kurtarayım derken patlattı. Çevreye bir koku yayıldı ki, sormayın gitsin. Tavuklar ve koyunlar bile kaçıştı.
Amcam, “Tavuklarımı, koyunlarımı zehirlemesin?” diye sordu.
Babam, “Bana bir şey olmadı ya, size hiçbir şey olmaz,” dedi.
“İlaç mı, suni gübre mi?” dedi amcam.
“Sizin gibi doğal tarımla uğraşan çiftçilere suni gübre getirmek hakaret olur. Kaliteli, doğal gübre getirdik.”
Annem anlattı çöpleri nasıl, niçin biriktirdiğimi. Amcam güldü, düşündü.
“Bu çöpler çok bozulmuş. Bunlar da ayıklanır. Çok çabuk ayıklanır, ama yiyeceğe dönüşmesi zaman alır,” dedi amcam. “Yeğenim, bunlardan mis kokulu gül, rengârenk çiçek üretsek daha güzel olur. Ne dersin?”
Uzaktan bizi dinleyen babam, “Ne yaparsanız yapın ama arabayı hemen tertemiz edeceksiniz. Arabam gül kokacak, mis kokacak,” dedi. Sonra da, “Çöp kokusu üzerime sindi, ne oturabilirim ne de bir lokma yiyebilirim,” diyerek banyoya koştu.
İş bize düşüyordu. Amcam küreğini aldı, güllerin ve çiçeklerin diplerine bir karış derinliğinde, bir kürek genişliğinde upuzun bir ark eşti. Ben de çöp torbalarını taşıdım. Onları birer metre arayla toprağa koyup kürekle patlattık. Çöplerin içinden çıkanları görünce kokunun kaynağını daha iyi anladım.
Amcam, “Yeğenim, eline sağlık. Öyle güzel bir gübre getirmişsin ki, bir gün sonra çiçeklerin rengi değişir,” dedi.
“Yiyecek?” dedim.
“Acele etme, yemekten sonra çıkan çöplerle doğal dönüşümün nasıl olduğunu gösteririm,” dedi.
Yine bana şaka yapıyordu. Bakalım altından ne çıkacaktı?
Bahçenin çevresine bir metre eninde, boydan boya bir çiçeklik yapılmıştı. İçinde dikenli, otsu bir sürü çiçek vardı. Buranın adı “çiçeklik”miş. Koyunlar, keçiler, tavuklar zarar vermesin diye örgülü telle boydan boya çevirmişlerdi.
Arkadaşlarıma birer demet gül veya adını bilmediğim çiçeklerden götürmeyi düşünmüştüm. Çöpler, gülleri de kokutacağı için artık götüremeyecektim. Çöpleri dökmeden toplasaydım bu kez güller, çiçekler solardı. Birkaç hafta sonra yeniden gelmeyi düşündüm. Babamı ikna etmenin yolunu o zamana kadar bulurdum nasıl olsa.
İşimiz bittikten sonra elimizi yüzümüzü yıkamak için bahçedeki çeşmeye gittik. Çeşme, çiftlik girişinin sağ üst köşesindeydi. Burası aynı zamanda park yeriydi. Amcam arabayı buraya çekti.
Buradaki sular bahçenin alt yanındaki depoda birikiyormuş. Su, güneş enerjisiyle çalışan motorlarla en son bölmedeki tepeciğe attırılıp doğal arıtma sistemiyle temizleniyormuş. Bu suyla yazın bahçe sulanıyormuş. İşimiz bittikten sonra her yanı gezdirecekti.
Babamı sevindirmek için arabayı yıkamaya başladık. Arabadaki çöp kokusunun bir kutu şampuanla ancak çıkacağını düşünüyordum. Ama burada sabun çok az, deterjan hiç kullanılmıyormuş. Koku arabada kalacak, babam da günlerce söylenip duracaktı. Amcama kalırsa, eskisinden daha güzel kokacaktı. Şampuansız nasıl yapacak bilemiyordum. Sabun ve şampuan otlara, bitkilere zarar veriyormuş. Hele çamaşır suyu, dibine döküldüğü koca çınar ağacını bile kurutuyormuş.
Bir teneke kaynatılmış kül suyu getirdi. Arabayı bununla yıkadık. Pamuklu bezle de sildik. Pırıl pırıl parlamaya başladı. Amcam çok yorulmuşa benziyordu. Her yanından su gibi ter akıyordu. “İki yıldır bu kadar yorulmamıştım,” dedi.
Yengemler sofrayı hazırlamaya başlamıştı. Çardağın her yanı ağaçtan yapılmıştı, ve baştan aşağı kırmızıyla boyanmıştı. Sarmaşıklar yeşil bir örtü gibi etrafını sarmıştı.
Yengem, “Yemekler hazır,” diye seslendi.
Koku üzerimize sinmiştir diye banyoya koştum. Evin giriş kapısında annem ve babamla karşılaştım. Her banyo dan sonra bana, “Yüzün gözün açılmış,” diyerek takılırlardı. Bu kez de ben, “Tanıyamadım sizi, yüzünüz gözünüz açılmış, mis gibi kokuyorsunuz. Sıhhatler olsun,” diyerek banyoya koştum.
Babam, amcamın mavi eşofmanlarını, annem de yengemin ince, uzun elbiselerinden birini giymişti. Hem çöp kokusundan, hem de toz topraktan kurtulmuştu.
Annem, “Yemekler soğuyacak, acele et,” diye birkaç kez seslendi arkamdan.
Banyo yapmam uzun sürmedi. İki kez sabunlanıp hemen çıktım.
Yengem çocuklarının giysilerinden bir şeyler ayarlamıştı bana. Giyinmem için bekliyordu. Burak ağabeyimin kırmızı eşofmanlarını giydim.
“Çiftliği ne zaman gezeceğiz yenge?” dedim.
“Yemekten sonra birlikte gezeriz,” dedi.
“Doğal ayıklama, öğütme, üretme sistemi çiftliğin neresinde?” diye sordum.
Bir an önce görmek istiyordum. Yemekten önce gösterseler daha iyi olurdu. Yemeğimizi de rahat rahat yerdik. Babam yemekte kesin yarım saat konuşurdu. Hele yoldaki maceralarımızı anlatmaya başlarsa akşam olurdu.
Çardağın altına kurulmuş sofraya koşarak gittim. Amcamla babam masaya karşılıklı oturmuş, beni bekliyorlardı. Amcam beni görünce ayağa kalktı.
“Yeğenim, gel sarılalım, hoş gelmişsin. Gül gibi kokuyorsun,” dedi.
“Amca, çöp ayıklama…”
“Önce yemekleri yiyelim.”
Her çocuk gibi sevdiğim yemeği yer, sevmediğimden bir iki kaşık alır, bırakırdım. Annem, az yediğimden şikâyet ederdi. Arkadaşlarının çocuklarının yemek yiyişine imrendiğini söylerdi. Hele benim sevmediğim yemeği yiyen bir çocuk görürse, bir yıl her sofra başında yemek duası gibi anlatırdı.
Masanın üzerine örtü bile serilmemişti. Sofrada en büyük kusurum üzerime dökmemdir. Annem mutfakta bile önüme kocaman bir örtü serer. Ayıp olmasın diye dökmeden yemeye çalışacaktım artık.
Sofraya şöyle bir baktım. Piknik sofrası gibi olmuştu. Belki bahçede olduğumuz için böyle yapmışlardır, diye düşündüm.
Ortalıkta mangal yoktu. Izgara yaptılar desem yanık et kokuları da gelmiyordu. Yalnız, sofranın başında kocaman bir tepsi vardı. Herhâlde etleri kızartıp soğumasın diye tepsiye doldurmuşlardı.
Sizin de anlayacağınız gibi, sofrada et olmasını istiyordum. Özellikle kemiklerin nasıl ayıklandığını, öğütüldüğünü, ne işe yaradığını görmek istiyordum çünkü.
Sofrada hiç ekmek olmaması ilgimi çekti. Amcamlar diyet yapıyordu galiba. Oysa bizim için koymaları gerekirdi. Belki de fırından yeni çıkacaktı. Amcam diyordu ya, ‘Her şeyimizi kendimiz üretiyoruz’ diye.
Herkesin önünde tabak, kaşık çatal, bardak vardı. Cam şişeler ayranla doluydu. Bekliyorduk. Herkes sofraya oturmadan servis yapmıyorlardı.
Annemi bekliyormuşuz. Babamla ben banyoyu kirli bırakmışızdır diye temizlikle uğraşıyordu kesin.
Annemin gelmesiyle servis başladı. İlk olarak bana verdiler. Önce konukların çocuklarına, sonra da konukların büyüklerine verilirmiş. “Söz büyüğün, su küçüğün,” dedikleri gibi yemeğin de önce küçüğün olduğunu hatırlattı amcam. Çocuklar açlığa dayanamazlarmış da ondan. Bu kez çocuk olduğum için sevindim.
“Yemeğin baş konuğu kim?” diye sordu babam.
Baş konuk sözünü ilk kez duyuyordum. “Neymiş, kimmiş?” diye sordum.
Meğer baş konuk benmişim. Yemeğin ilk verildiği kişiymiş. Bunu da öğrenmiş oldum.
Pupulama doldurulmuş bir tabak et… Bu kadar yemeği kim yiyecek anlayamadım. Üzerinde parmak gibi ince ince etler… Ne eti olduğuna baktım. Alışkanlık, önce görüntüsüne, sonra kokusuna bakarım. Tabağın büyük olması iyiydi, yarısını yemeyiverirdim. Çöp çıkardı böylece. Bakalım ne yapacaklardı?
Hâlâ ekmek yoktu sofrada. Görmemişlik yapmıyordum. Ekmeksiz sofra olmayacağına göre unutmuşlardır, amcamın aklına gelir diye bekliyordum. Kokusunu içime çekiyordum, görünüşünü inceliyordum. Etlerin ne eti olduğunu anlayamadım.
Amcam, “Köy tavuğunun eti çiftlik tavuğuna benzemez,” dedi.
Tavuk köyde farklı mı oluyordu? Anlayamadım. İki kanadı, iki ayağı olduğu gibi eti de aynıdır herhâlde, diye düşündüm. Amcam köyde oturuyor ya, övünecekti illâ. Bir de kendi yetiştirmişti tabii. Bunları düşünürken güldüm.
<!–nextpage–>
Amcam, niçin güldüğümü sorunca, “Tadının farklı olduğunu anladık, eti niçin farklı olsun ki?” dedim.
“Denize gidip yanan insanla gitmeyeni görünce ayırt edebilir misin?” dedi.
Bundan kolay ne vardı? “Rengi kararmış olan denize gitmiştir,” dedim. “Köydeki tavuklar güneşte yandığı için mi etleri siyah oluyor?”
Bu kez de, “Sporcuların kaslarıyla masa başında akşama kadar oturan insanın kasları aynı mıdır?” diye sordu.
“Köydeki tavuklar spor mu yapıyor?” diye sordum.
Hepsi gülmeye başladı.
“Hem de ne biçim spor yapıyorlar, bir görsen.”
Amcam, “Yine şaka yaptığımı düşünüyorsun, değil mi?” dedi.
‘Evet’ anlamında başımı salladım. Ağzım doluydu.
Amcam, “Çık çık çık…” diye sesler çıkardı.
Çardağın çevresi tavuk doluydu. Çatala taktığı kocaman bir lokmayı, uzağa fırlattı. Yirmi-otuz tavuk ekmeği kapmak için koşturdu. Birkaçı kaza yapıp yarıştan koptu. Kapan tavuk bahçede dört dönmeye başladı. Diğer tavuklar peşindeydi. Yorulup gagasındakini yere bırakınca lokmayı başka biri kaptı. Bu kez de onun peşinden koşmaya başladılar. Biri yoruldu, başını eğdi ve iki-üç tanesi gagasındaki lokmayı parçalayarak kaptı.
Horozlar bağırarak koştu. Tavuğun gagasındakini kapmaya çalışmadılar.
Horozun biri kaçan bir tavuğu yakaladığı gibi üstüne atladı. Bir anda çevresini beş-altı horoz sardı. Kaç horozun kavgaya karıştığını sayamadım. Gaga gagaya, kanat kanada bir savaş başladı.
Dövüşün bir lokma yiyecek yüzünden olduğunu sanmıştım. Kavga etmesinler diye bir-iki parça lokma da ben attım. Yine tavuklar kapıştı, horozlar oralı bile olmadı. Savaş meydanını bırakıp kaçmayı erkekliğe yediremediler. Tanımadıkları kişiler çiftliğe gelince kavga kızışıyormuş. Amaçları, dosta düşmana kendilerini göstermekmiş. “Çiftliğin sahibi benim” anlamındaymış. En güçlü horoz, kümesteki tüm tavukların sahibi oluyormuş.
Ben de saf saf, “Diğer horozlara tavuk kalmıyor mu?” diye sordum.
Komiklik bunun neresinde anlayamadım. Herkes güldü.
Amcamın bir ıslığıyla iki köpek birden dövüşen horozlara doğru saldırdı. Horozların hepsi bir yana kaçıştı. Bu, amcamın horozları ayırma ve barıştırma yöntemiymiş.
“Bunlar akşama dek böyleler,” dedi yengem. “Tavuktan fazla horoz var. Ya tavukları kovalıyorlar ya da birbirlerini.”
Doğal ayıklama, dönüştürmede de haklı olacağını biliyorum ya, bakalım nasıl?
Tabaktaki etleri çatalla alarak yemeye başladım. Altında ete benzemeyen bir şeyler vardı. Ne yemeği olduğunu soracaktım, ama utanıyordum.
Babam, “Çocukluğumdan beri tirit yememiştim,” dedi. “Yenge, eline sağlık. Çok güzel olmuş.”
“Tirit mi bu?” diye ağzımdan kaçıverdi.
Hepsi gülmeye başladı.
Amcam, “Beğenmedin mi?” diye sordu.
Annem, “Bir lokma bile almamış,” dedi.
Herkes çatalı takıp takıp yiyordu.
Böyle yeneceğini anladım. Yufkalar kıvrılmış kıvrılmış, lokum gibi kesilmişti. Üzerine tavuk yahnisi dökülmüştü. Ben de başladım çatalı takarak yemeye.
Et suyunu iyice çekmiş kocaman dilimler ağızda eriyiveriyordu. Boğazımdan nasıl geçiyordu anlamıyordum. Damağımda eziliyorlardı.
“Anne sen de tirit yapmasını biliyor musun?” dedim.
“Ooo! Yeğenim beğendin mi?” dedi amcam.
“Çok güzel olmuş amca.”
“O zaman her ay buraya geleceksin.”
“Annem yapamaz mı?”
“Yapamaz. Yapması için çiftlikte yaşaması gerekir. Bu yemek köy yemeğidir.”
Amcam yine şaka yapmaya başlamıştı. Bunu gülümseyerek konuşmasından çıkarıyordum. Babam da gülüyordu. Ciddi olsa gülmezlerdi.
“Annem beceriklidir. Hele ben istersem, ne yapar eder, istediğimi yapar,” dedim.
“Sen öyle san. Annenin becerikliliği yetmez. Bir defa bu ürünleri bulamazsın.”
Herkes gülümseyerek, başını sallayarak amcamı onaylıyordu.
“Amcacığım, marketlerde hepsi var. Değil mi anne?”
“Tirit yapılacak tavuklar özel beslenir. Özellikle yumurtadan kesilmiş tavuk olacak. Yumurtlayan tavukta yağ olmaz. Yağ olmayınca da tirit olmaz,” dedi annem.
“Biz yağlı sevmiyoruz amcacığım.”
“Yağlı tavuk olmazsa böyle lezzetli tirit olmaz.”
Anneme yardım ister gibi baktım.
“Amcan doğru söylüyor oğlum. Yıllar önce birkaç kez denedik; köydeki gibi olmadı. Baban dese inanmam da, ben de sevmedim yaptığım tiridi,” dedi annem.
Konuşurken tabağımdakiler bitivermişti. Babama baktım, ben konuşurken tabakları mı değiştirdi diye. Babamınkiler de bitmişti. Yengem ikinci servisleri yapıyordu. Tabağımı ağzına kadar doldurdu. Yarısını yiyemem, çöpe atarım, diye düşünüyordum, ama hepsini yemiştim. Neyse, bu dolduracağı tabağın belki de hepsini çöpe atardım.
Yengem, doldurmak için tabağımı aldı, sesimi çıkarmadım. Gözüm babamdaydı. Başka yöne bakmıyordum. Çok konuşanın karnı doymazmış. Sağa sola bakmadan çatalı taktığım gibi ağzıma atıyordum. İki dakikada hepsini yedim. Tabağın dibindeki suları da kaşıkla içtim. Bitirince geri yaslandım. Herkes bana bakıyordu. Ne olduğunu sordum.
Amcam, “Bir ay sonra tirit yemeye geliyor musun?” dedi.
Amcamın bu sözü üzerine gözlerim parladı. “On beş gün sonra gelsek olmaz mı?” dedim.
Amcam gülümseyerek bana baktı. Herkes gülüyordu. Benden bu cevabı beklemiyorlarmış. Yemeği beğenmem amcamla yengemin çok hoşuna gitmiş.
Babam, “Her hafta gelelim oğlum. Amcanın bir sürü tavuğu var,” dedi.
Amcama çöpleri sordum. Eve girdi, bir poşet çöple geri geldi. Değişik bir ıslık çaldı. Uzaktan bizi izleyen iki köpek koşarak çardağın önüne geldi ve kuyruk sallamaya başladılar. Bana birkaç tavuk kemiği verdi. Köpeklere atmamı söyledi. Attığım kemikleri yere düşmeden havada yakaladılar.
İki dakikada iki tavuk kemiği temizlenmişti bile. Köpekler ‘başka yok mu’ diye gözümüzün içine bakıyordu. Amcam, “Kentte olsaydık bu kemikleri çöpe atacaktık,” dedi.
“Bizim mahallede bir sürü kedi köpek var. Onu sorarsan bizim çöpler de temizleniyor,” dedim. Yumurtaya, süte, ete, bala, sebzeye meyveye nasıl dönüştüğünü anlatmasını istedim. Amcam bu kez gülmeden konuşmaya başladı.
Her fabrikada bir bekçi, her sürüde de bir çoban köpeği olduğunu anlattı. Bu köpekler olmasaymış, tilki ve sansarlar tavukları; çakal ve kurtlar da koyunlarla keçileri yermiş. Tavukların yumurta yapmasında da, koyunlarla keçilerin süt vermesinde de bu köpeklerin bir etkisi varmış. Köpeklerin yaşaması için de ete gereksinim varmış.
Biz gelmeden önce kestiği kavun karpuz kabuklarını getirdi. Onları ince ince doğrayıp koyunlara ve keçilere verdik. Bunların gübresiyle kütür kütür yediğimiz salatalıklar, kan kırmızı karpuzlar, şeker katılmış gibi tatlı olan ince kabuklu kavunlar yetişiyormuş.
Amcam bunları anlatırken çöplerle bal arasında bağlantı kuramamıştım. Meğer arılar sebzelerle meyvelerin çiçeklerinden bal yapıyormuş.
Biraz sonra çiftliği gezmeye başladık. Evin bahçesi kare biçimindeydi. Arkasında bölmeli bölmeli kocaman bir kümes vardı. Tavukları, evin çevresindeki sineği böceği; akrebi, solucanı yesinler diye besliyorlardı.
Örgülü tellerle ayrılmış kare biçimdeki arka bahçe, koyun ve keçilerin yeriydi. Toprağın altında yere gömülü, iki bölmeli kocaman bir havuz varmış. Evdeki kirli sular, bu havuzun bir bölmesinde, çatıdaki ve bahçedeki yağmur sularıysa diğer bölmesinde toplanıyormuş. Yazın, güneş enerjisiyle işleyen motorlarla yağmur suları sebzelerin diplerine, kirli sular da uzak köşedeki yapma tepeciğe veriliyormuş.
Tepeciğin altına killi toprak sermiş amcam. Üstüne ince, kalın kumlar, en üstüne de bir metreden fazla toprak yığmış. Tepeciğin üzerine de iki kavak, iki söğüt fidanı dikmiş. Kirli sular burada arıtıldıktan sonra borularla yağmur sularının toplandığı depoya gidiyormuş.
Dikdörtgen biçimindeki en büyük bölmede çeşit çeşit ağaç vardı: Zeytin, nar, badem, kayısı, incir, limon, yenidünya, cennet elması, dut, armut, kiraz ve adını unuttuğum nice ağaç… Hepsi birbirine benzeyen asmalar vardı bir de. Üzümleri farklıymış. Çekirdeklisi, çekirdeksizi, akı, karası… Zeytin ağaçları çoğunluktaydı. Evin zeytini, yağı çıkmalıymış.
Evin yanındaki bölüm sebze yeriydi: domates, patlıcan, biber, bamya, börülce… Sebzeliğin yanıysa küçük bir tarlaydı. Yiyecekleri ve unu buradan elde ediyorlarmış.
Son bölme ilgimi en çok çeken yer oldu. Girişin sağında beş-altı kovan arı vardı. Burası meraymış. Ekilip biçilmiyormuş. Arılar, çiçeklerin balını aldıktan sonra buraya koyunlar ve keçiler bırakılıyormuş. Arılara zarar verir diye tavuklar buraya sokulmuyormuş. Balın tadına da akşam bakacakmışız.
Tepecik yemyeşil otlarla kaplı… En tepede dört tane çam fidanı, suyun biriktiği yerde iki tane de söğüt ağacı… Tepeciğin altındaki killi toprağı saplı çanak gibi yaymış. Fazla sular sapında birikip depoya gidiyormuş.
Tepeciği gezerken gözlerime inanamadım. Kocaman bir havuz… Hem de yüzme havuzu. Dar ve uzun… Sıcaklarda kuyudan doldurup yüzüyorlarmış.
“Torunlarım geldiğinde deniz diye tutturdu. Ben de havuz yaptım,” deyince yengem onu yalanladı: “Kendisi de hiç içinden çıkmıyor ki!”
“Çok sıcaklarda deponun suyu bitince kuyudan su basıyorum havuza. Su birkaç gün dinlensin diye bekletiyorum. Bekletirken de tozumu atmak için birkaç kez girdim.”
Ertesi akşam istemeyerek de olsa amcamın çiftliğinden ayrılırken annemin bir elinde süt şişesi, diğer elinde yoğurt güveci; babamın elinde bir çerçeve bal vardı. Benim kucağım mahalledeki tüm arkadaşlara yetecek kadar çeşit çeşit çiçekle doluydu.
Amcam, “Bahçemizdeki çiçekler hiç bu kadar güzel kokmamıştı,” dedi.
Gözlerimin önünde kendime ait kocaman bir bahçe oluşmuştu.
Arabanın kapılarını açtığımızda çiçek karışımı bir koku bizi karşıladı. Koltukların üzerine serpilmiş otları ilk kez görüyordum.
Annemle babam hiç şaşırmadı. Bunlar gece otlarıymış. Yeni gelinler yastığının altına koyarmış.