Dedemin Gizli Defteri

ISBN 978-605-356-172-9

Yayınevi: Bu Yayınevi

Yazar: Ayşe YAMAÇ

Not: Bu kitap bu yayınevinden izin alınarak sitemizde yayınlanmış olup kopyalanıp dağıtılması yasaktır.

DEDEMİN GİZLİ DEFTERİ

Dedem gizli bir hazinenin haritasını mı saklıyordu acaba? Bunu neden sakladığını aklım almıyordu. Dedemin bizden başka kimi vardı ki? Haaa, bir de amcamlar… Olsun, onlar da yabancı değildi. Aklıma ‘Korsanların Hazineleri’ ya da ‘Hazine Adası’ gibi romanlar geliyor, merakım daha da artıyordu. Filmlerdeki hazine sandıkları gözlerimin önünde ışıldıyordu. Ooof, neredeyse çıldıracaktım.
Söylediklerimden hiçbir şey anlamadınız, değil mi? İsterseniz en başından anlatayım:
Okullar yaz tatiline girmişti. Temmuz ayı başında, annemle babam da izne ayrıldılar. Dedemin köydeki evine gittik.
Dedem yalnız yaşıyordu. Babaannemi üç yıl önce, ben birinci sınıftayken yitirmiştik. O zamandan beri, ne denli üstelesek de bizimle oturmayı kabul etmemişti. Dedemi çok seviyordum. Bu yüzden de en çok üsteleyen ben olmuştum. Yine üstelemeye başlayınca, dedem:

—A benim al kızım, bal kızım! A benim gül kızım! Benim evim ocağım burası. Burada anılarım var. Alıştığım çevrem, dostlarım var. Beni köklerimden kopartırsanız yaşayamam ki, dedi.
—Sen ağaç mısın ki köklerinden kopartalım dede, dedim.
Dedemin sözlerine çok gülmüştüm. Pantolonun paçalarına, gömleğinin kollarına bakındım.

Dedem beni kucakladı, bağrına bastı.
—Seni yaramaz seni, dedi. Köklerimi sana gösterir miyim? Onlar gizli.
—Dede, dedim. Benimle dalga mı geçiyorsun? Baksana, artık büyüdüm.
—Büyüdüğün belli al kızım, dedi. Hadi, geç bakalım şu duvara da geçen yıldan beri ne kadar uzamışsın, bir ölçelim.
Dedem, oturduğu odanın duvarına metre çizmişti. Her gittiğimde benim boyumu ölçer, ne kadar uzadığımı söylerdi. Hemen koştum. Oturduğumuz kanepenin ucundaki ölçülü duvarın önüne dikildim. Dedem de geldi.

 

 

—Ooo, dedi. Bu kez çok büyümüşsün. Tam, 115 cm olmuşsun.
—Gördün müüüü, dedim. O zaman, beni kandırmaya çalışma dede.
—Kandırmıyorum gül kızım, dedi. Beni özlediğinizde, siz buraya gelirsiniz. Ben, bu yaştan sonra apartman yaşamına ayak uyduramam. Orası bana hapishane gibi gelir. Burada çıkıp dolaşıyorum. Tarlaya, bağa, bahçeye gidiyorum. Büyük şehirde yapamam.
—Orada da parka gideriz, dede.
—Yok, dedi. Sağol kızım.
Bu konuşma epeyce uzadı aslında, ama yine de dedemin gönlünü edemedim. Köyde geçecek bir aylık tatilin tadını çıkarmaya çalıştım.
Dedemin evi, kocaman bir bahçe içindeydi. Ev, ikişer odadan oluşan iki bölümlüydü. Bir bölümünde dedem kalıyordu, diğer bölümünde de biz kalıyorduk. Amcamlar tatile geldiğinde biraz sıkışacaktık, ama onları da çok özlemiştim. Dedem, yakında geleceklerini söylüyordu.
Benim asıl ilgimi çeken, evden çok bahçeydi. Bahçenin tamamı, yemyeşil çimenlerle kaplıydı. Bir köşede kocaman bir asma vardı. Asma çardak şekline getirilmiş, altına da masa ve sandalyeler konmuştu. Babam da akşamları, burada mangal yakıyordu. Akşamları çok seviyordum; yalnızca mangal için değil, yıldızları doyasıya izlediğim için de…
Biz, Eskişehir’de, bir apartmanda oturuyorduk. Bazen balkona çıkar, gökyüzüne bakardım; ama yıldızları göremezdim. Bu köyde, yıldızlar öyle parlak görünüyordu ki, şaşıyordum. Bu kadar çok yıldızı bir arada, ancak buraya geldiğimde görebiliyordum. Bazı yıldızlar, bana göz bile kırpıyordu. Onları öyle seviyordum ki!

—Bakıyorum, yıldızlardan gözünü alamıyorsun yine, dedi dedem.
—Onları çok seviyorum dede, dedim.
—Annenle baban, yıldızları seveceğini anlamış olmalılar. Yoksa, adını neden “Yıldız” koysunlar?
—Ama dede, dedim. Benim adım Yıldız, onların kendisi…
—Sen de bizim yıldızımızsın gül kızım, diyerek bana sarıldı.
Ah, şu dedem! Her sözüme bir karşılık buluyordu. Çok akıllı adamdı, benim dedem.
Babam mangalı yakmıştı. Mangaldaki közlerin ışığı çevremizi aydınlatıyordu, ama yine de dedem çardağın üstündeki lambayı yakmıştı. Masayı, annemle birlikte hazırlamıştık. Babamsa hem salatayı yapmıştı, hem de etleri pişiriyordu. İyice acıkmıştım. Mangalın üstünden yayılan koku, beni daha da acıktırıyordu.
—Baba, daha pişmedi mi? Çok acıktım, dedim.
—Az kaldı kızım, dedi. Deden nereye kayboldu? Onu da çağırsanız…
Az önce buradaydı. Nereye kaybolmuş olabilirdi ki?
Ben bakayım, diyerek masadan fırladım. Basamakları üçer beşer atladım. Dedemin odasından ışık sızıyordu. Odanın penceresine yaklaştım.

—Dedeeee! Hadi, seni bekliyoruz.
Dedemin elinde küçük bir defter vardı. Bir şeyler yazıyordu. Şaşırdım. Dedemi, daha önce yazı yazarken hiç görmemiştim. Kapıya yürüdüm.
—Dede, ne yazıyorsun?
Dedem, beni görünce defteri kapattı.
—Önemli bir şey değil, dedi. Sen git; ben de hemen geliyorum.
Tamam, dedim ama iyice meraklanmıştım. Gönülsüzce dışarı yürüdüm. Masaya oturduğumda, açlığım baskın çıkmıştı. Dedem de çok geçmeden masamızdaki yerini aldı. Hep birlikte yemeğe başladık.

Dedem, yemeğini çok hızlı yiyordu. Onu yemek yerken görseydiniz, arkasından kovalayan var sanırdınız. Lokmaları, sanki çiğnemeden yutuyordu. Ağzındaki takma dişlerden, şıkır şıkır sesler geliyordu. Yüzünde sakal yoktu, başında da saç… Yalnız, bembeyaz, incecik bıyıkları vardı. Yüzünde fazla kırışık yoktu. Oysa, yetmiş yaşında olduğunu söylüyordu. Yetmiş yaş, benim yaşımın neredeyse sekiz katıydı. Boyu uzundu. Kiloluydu da… Eskiden güreşçi olduğunu söylerdi.
—Neden, yüzüme bakıp duruyorsun kızım? Yemeğini yesene, sesiyle kendime geldim. Onun yemek yiyişine dalmış gitmiştim.
—Dede, dedim. Neden çok hızlı yiyorsun?
Güldü.
—Alışkanlık kızım, dedi. Çabuk yemek yiyip işe hemen başlamak içindi, sanıyorum. Belki de aç kalmamak içindi. Zamanla bu alışkanlığa dönüştü.
Ne demek istediğini tam olarak anladığımı söyleyemem. Onun yüzüne bakmayı bırakıp yemeğimi yemeye koyuldum.
—İlahi baba, dedi annem. Siz de aç kaldıysanız…
—Ah kızım ah! O zamanlar çok yoksulduk. Zaten, en varsılının bile ekmeği sayılıydı. Çok yemek yediğim için işten atıldığımı söylesem, bana inanır mısın? Sonradan Avrupa’ya işçi olarak gittim de durumumuz düzeldi.
Ağzım açık kalmıştı.

—Nasıl dede, dedim.
—Anlattığım gibi, dedi dedem. Duvar ustasıydım. Bu köyden birinin evini yapıyordum. Bir gün yemekte ev sahibi, “Sen çok yemek yiyorsun. Yarın gelme.” dedi. O günü hiç unutmadım.
Babam araya girdi:
—Geçti o günler baba. Şimdi, dilediğimiz gibi yiyebiliyoruz işte. Bırak geçmişi!
Dedem, babamı duymamış gibiydi. Dalıp gitmişti. Ben de önümdeki tabağın ancak yarısını yiyebilmiştim.
Dede, dedim. Sıçradı.
—Ne var gül kızım?
—Benim tabağımdakileri de yiyebilirsin.
Bana sarıldı.
—Sağol kızım, dedi. Şimdi, istediğim kadar yiyebiliyorum. Kimse, az ye, demiyor.
—Yarın kanala gidelim mi?
—Gidelim.
Kanal, köyün dışından geçen bir sulama kanalıydı. Sakarya’nın bir kolu kanallara bölünmüş, köyün tarlalarını sulamada kullanılıyordu. Ben de o kanalda yüzmeyi çok seviyordum. Kanalın suyu çok güzeldi.
Annemle babama döndüm:
—Siz de gelsenize.
—Benim işim var, dedi annem. Siz gidin.

—Benim de, dedi babam. İşimi erken bitirirsem, size katılırım.
—Ne işi baba? Tatile gelmedik mi?
—Tatile geldik, ama dedene yardım etmemiz gerekiyor. Yarın, yonca tarlasına gidip sulama borularını gözden geçireceğim.
—Biz de tarlaya gelelim. Önce borulara bakar, sonra yüzmeye gideriz.
Olur, dedi babam. Dedem de başıyla onayladı. Anneme baktım.
—Bana bakma, dedi annem. Yarın evi temizleteceğim. Yakında amcanlar gelecek.
—Doğru, dedi dedem. Annen başında dursun da Halime Kadın evi bir güzel temizlesin.
Halime Teyze’yi çok severdim. Çok şeker bir kadındı. Durmadan güler, beni de güldürürdü. Yanakları, her zaman kırmızıydı. Bir keresinde,
—Halime Teyze, demiştim. Yanaklarına elma mı yapıştırıyorsun?
Göbeğini hoplata hoplata gülmüştü. Ondan sonra her gelişinde, bana bir elma getirir olmuştu. Köyde elma ağacı çoktu. Halime Teyze de sık sık dedemlere gelirdi. Bir de torunu vardı: Sultan. Benim yaşımdaydı. Her seferinde onu da getirmesini isterdim, ama Sultan gelmezdi. Öyle utangaçtı ki, o yüzden gelmediğini bilirdim. Benimle konuşurken bile başını yerden kaldırmazdı. Durmadan kızarırdı. Yanakları da Halime Teyze’ye benzerdi. Benim saçlarım kısaydı, ama Sultan’ın iki örgülü saçları omuzlarından sarkardı. Benim gibi sarışın da değildi, esmerdi.  Dedemin söylediğine göre, ben babaanneme benzemişim. Annem ve babam gibi kumral olmayışım o yüzdenmiş.
Düşünüyordum. Önümdeki seçenekler çoğalmıştı. Evde kalıp Halime Teyze’yi mi beklemeliydim, yoksa tarlaya mı gitmeliydim? Bu köyde hiç canım sıkılmıyordu. Her zaman yapacak bir şeyler vardı. Neyse, bu konuyu sabaha bırakmaya karar verdim. Halime Teyze Sultan’ı getirirse evde kalacaktım, getirmezse tarlaya gidebilirdim.
Masada biraz daha oyalandım. Yıldızları izledim. En sonunda, göz kapaklarım ağırlaşmaya başladı. Annemin uyarısı ile kalktım:
—Yıldııız! Uyukluyorsun kızım. Haydi, ellerini yıka da doğru yatağa!
Ellerimi yıkayıp dişlerimi fırçalamak bile güç gelmişti bana. Başımı yastığa koyar koymaz uyumuş olmalıyım.
Sabahleyin erkenden kalktım. Halime Teyze çoktan gelmişti. Kahvaltı masası, yine bahçeye kurulmuştu. Herkes masadaydı.
—Ooo, dedi dedem. Geç kaldın gül kızım.
—Beni uyandırmazsanız geç kalırım, diye sitem ettim. Hepinize günaydın. Halime Teyze, hoş geldin. Sultan gelmedi mi?
—Ben gelirken Sultan uyuyordu. Akşamüzeri gelir belki.

Halime Teyze’nin sözlerine sevinmiştim. Böylece hem tarlaya, hem yüzmeye gidebilecek; hem de Sultan’la oynayabilecektim.
Kahvaltımı hızla yaptım. Babamla dedeme yetişmem gerekiyordu. Yoksa, beni bırakıp gidebilirlerdi.
Babam traktörü çalıştırdı. Tekerin üstündeki oturaklardan birine ben bindim, diğerine dedem. Avlunun büyük demir kapısını da Halime Teyze açtı. Yola koyulduk. On beş dakika sonra tarladaydık.
Tarla kocamandı. Her tarafına, büyük plastik borular döşenmişti. Boruların ucundaki su püskürtücülerinden tarla sulanıyordu. Püskürtücülerden birkaç tanesinin çalışmadığını gören babam onları değiştirdi. Tarlanın kenarındaki kavakların altına oturduk. Döne döne yağan bu yapay yağmuru izlemeye koyulduk.
Tarlanın kenarında da kanal vardı, ama bu kanalın tabanı çamurdu. Bu yüzden dedem, buraya girmeme izin vermiyordu. Sabırsızlanmaya başlamıştım. Dedemle babam da konuşmaya dalmışlar, bir türlü benim sabırsızlığımı görmüyorlardı.
Yavaşça yanlarından kalktım. Biraz ilerde soyundum. Mayomu içime giymiştim. Kanalın kenarındaki otlara tutunarak, suyun içine kayıverdim.

<!–nextpage–>

Su biraz serindi. İlk anda ürpersem de çok geçmeden alıştım. Bir aşağı bir yukarı yüzmeye başladım. Bir ara, bacaklarıma kaygan bir cisim değdi. Elimde olmadan bir çığlık attım. Babam, hemen yanımda bitiverdi.
—Çabuk çık oradan!
—Çıkmaya çalışıyordum ama kıyılar kaygandı. Bir türlü çıkamıyordum. Sonunda babam, giysileriyle suyun içine dalıp beni kucakladığı gibi çıkardı. Tam çıkarken gördüm yılanı. Bacaklarıma sürtünen bu olmalıydı. Yılanı görünce, çığlık attığım zamankinden daha çok korkmuştum. Yüreğim, kulaklarımda atıyordu sanki. Babamın boynuna sıkıca sarıldım.
Yılanı, babam da görmüştü.
—Korkma, dedi. O, su yılanı; zararsızdır.
Babam öyle dese de korkum uzun süre geçmedi. Mayom kuruyuncaya kadar güneşte oturdum. Sonra, yonca tarlasının yanındaki tarladan salatalık, domates, biber ve karpuz toplayıp eve döndük. O gün yüzmeye gidemedik. Neyse ki öğleden sonra Sultan geldi de doyasıya oynadık.
Sultan’la birlikte, bahçeye bir oyun evi kurduk. Dedem de bize yardım etti. Dedem önce, eski bir kilimi çadıra dönüştürdü. Kilimin dört köşesine sopalar geçirdi. Bu sopaların ucunu da toprağa gömdü. Kilim, başımızın üstündeydi. Evden, eski bir kilim daha aldık. Bu kilim yüzünden Halime Teyze bize kızdı, ama dedem almamıza izin verdi. Birkaç minderle yastık da kaçırdık.

Sebze kasalarından koltuk yaptık. Evimiz hazırdı. Şimdi, evcilik oynamaya başlayabilirdik.
—Eee, dedi Sultan. Tabağımız, bavdağımız, tencevemiz yok. Yemeğimizi nasıl yapacağız?
—Ben getiririm, diye eve koştum, ama annem kızdı. “Evdeki eşyaların hepsini bahçeye mi taşıyacaksın?” dedi. Çaresiz, geri döndüm.
—Üzülme, dedi Sultan. Biz de tabağımızı, bavdağımızı kendimiz yapavız.
Sultan, “r”leri tam söyleyemez, “v” harfiyle konuşurdu. Bu da konuşmasına çok değişik bir hava verirdi. Ben, onun konuşmasına bayılırdım; ama o utanırdı. Gülümsedim.
—Yine benim konuşmama gülüyovsun, değil mi, dedi.
—Hayır, dedim. Senin konuşman benim çok hoşuma gidiyor.
—Çoğu kişi alay ediyov ama, dedi.
—Okulda mı?
—Okulda, evde, sokakta…
—Aldırma sen onlara, dedim. Ben, senin konuşmanı çok seviyorum.
—Sağol, derken gülümsüyordu.
Nasıl yapacağını düşünerek, şaşkınlıkla Sultan’ın yüzüne bakıyordum.
—Çok kolay, dedi. Şimdi, beni izle.
Onu izlemeye başladım.

Tarladan topladığımız sebzeleri koyduğumuz sepet, oyun evimizin yanındaydı. Üstünde de bıçak vardı. Sultan, bu bıçakla karpuzu kesti. Karpuzun yarısını ikimiz yedikten sonra, kalanını tavuklara attık. Sultan, karpuz kabuklarının içini iyice oydu. Bunlardan tabak yaptı. Sonra da bir salatalığı ikiye böldü, içini oydu. Bunlardan da bardak yaptı. Söğüt dallarının kabuklarını da soyup çatal yaptı. Tabaklarımızın içine salata yaptık. Bardaklarımıza, çeşmeden su doldurduk. Çatalı kullanmak güçtü, ama yine de salatalarımızı yiyebildik. Salatalıkların içini ve karpuzun bir bölümünü verdiğimiz tavuklar da evimizin konukları olmuştu.
Çok eğleniyordum. Daha önce, hiç bu kadar güzel oyun oynamamıştım.
Karnımızı doyurunca, karpuz kabuklarına ip bağlayıp araba yaptık. Bahçede, koştura koştura arabalarımızı sürdük. Arabamın üstüne civcivlerden birini de bindirmeye çalıştım ama olmadı. Hem civciv arabamın üstünde durmuyordu, hem de annesi beni gagalıyordu. Sonunda, arabama onu bindirmekten vazgeçtim.
Keşke, evdeki oyuncaklarımdan birazını getirseymişim! En azından, bebeklerimden birini arabama bindirebilirdim. Bunu Sultan’a ilettiğimde,
—Bebek de yapavız, dedi.
Sultan çok becerikliymiş. Bunu, ben de yeni anlıyordum. Hemen, oyun evimize çekilip bebek yapmaya koyulduk.
Bunun için yine, söğüt dallarını kullandı Sultan. Birazcık ip, biraz da kumaş parçaları işimizi görecekti. Neyse ki bu kez, annem bize kızmadan, istediklerimizi verdi. Sultan, bir kısa bir uzun çöpü, toplama işareti gibi, birbirine bağladı. Uzun çöpün ucuna bir erik sapladı. Sonra da çöpün üstünü bez parçalarıyla sardı. Çok güzel bir bebek olmuştu. Aynı bebekten bir tane daha yaptı. Şimdi, bebeklerimizi arabamıza koyup rahatça gezdirebilirdik.

Arabalarla gezmekten yorulunca, bebeklerimizi ayağımızda sallayıp uyuttuk. Sonra, minderlerin üstüne kendimiz de uzandık. Biz de dinlenmeyi hak etmiştik artık. Dinlenirken de konuşmayı sürdürdük:
—Sultan, böyle oyuncak yapmayı nereden öğrendin?
—Ne vav ki bunda akıllım? Bunu hevkes yapav.
—Benim aklıma bile gelmezdi.
—Senin oyuncaklavın çoktuv da ondan…
Haklıydı. Kutular dolusu oyuncağım vardı. Bugüne dek, bir oyuncak yapmayı aklımdan bile geçirmemiştim.
—İyi ki sen varsın Sultan! Önceleri neden gelmiyordun?
—Annem, sizi vahatsız edevim, diye göndevmiyovdu. Ben de seni iyi tanımıyovdum.
—Şimdi, iyi arkadaş olduk, değil mi? Artık, her gün gelirsin.
—Hev gün gelemem. Annem izin vevdiğinde gelivim. Sen de bize gel.
—Dedeme söylerim. Beni de size götürür.

Sultan, bana iyice alışmıştı. Eskisi kadar kızarmıyor, başını önüne eğmiyordu. Bu durum, benim de çok hoşuma gidiyordu. Artık, onunla her sırrımı paylaşabilirdim.
—Sultan, dedim. Sana bir sır vereyim mi?
—Vev.
—Kimseye söylemek yok ama…
—Söylemem, söz veviyovum.
—Dedem, bir deftere gizli gizli yazı yazıyor. Ne olduğunu çok merak ediyorum.
—Gizli olduğunu neveden biliyovsun? Belki de hesap yapıyovduv.
—Yok. Gizli olmasa, yanına gittiğimde, defteri neden kapatıp saklasın?
—Sakladığını gövdün mü? O zaman, yevini de biliyovsunduv.

—Görmedim. Ben odadan çıkıncaya kadar bekledi. Sonra sakladı.
—Sonva avadın mı?
—Aramadım ama o odaya girdiğimde defteri ortalıkta göremedim.
—Ne yazavsa yazsın! Neden mevak ediyovsun?
—Ne bileyim? O defter hiç aklımdan çıkmıyor.
—Babam da bazen yazı yazav. Ben onun deftevine baktım. Bir süvü sayı vavdı. Tavla için havcadıklarını yazıyovmuş. Deden de öyle yapmasın?
—Hayır. Öyle olduğunu sanmıyorum. Dedim ya, öyle olsa saklamazdı. Bir hazinenin haritasını çıkarıyor falan olmasın!
—Buvada gizli hazine olmaz akıllım! Buvası köy.
—Köylerde de olur. Gizli hazinelerle ilgili pek çok kitap okumuştum.
—Onlav masal ya da voman. Ninem hep masal anlatıv ama buvada geçen biv hazine masalı duymadım.
—…….
—Ne düşünüyovsun?
—Hazineyle ilgili değilse, benimle ilgisi vardır. O defteri bulup okumalıyım.
—Deden sana kızmasın.
—O görmeden okuyacağım ki!
—Deden ya da biv başkası gövüvse…
—Bu yüzden de senden yardım istiyorum.

—Ne yavdımı?
—Sen gözcülük yaparsan, ben de defteri rahatça arayabilirim. Bulduğumda, gizlice okuruz.
—Babaannem bana çok kızav. Bunu yapamam.
—Yaaa! Lütfen! Bunda bir kötülük yok ki!
—Yok da neden gizlice avıyovsun? Dedene söylesen, belki de veviv.
—O zaman heyecanı kalmaz ki! Hem, dedemin de vereceğini sanmıyorum.
—Ya, yakalanıvsak…
—Yakalanırsak, dediğine göre, bana yardım edeceksin.
—Bakalım. Ben bivaz düşüneyim.
—Düşünecek ne var? Sen bu heyecana ortak olmak istiyor musun, istemiyor musun?
—İstiyovum ama…
—O zaman tamam.
—Peki ama bugün olmaz! Babaannem içevde temizlik yapıyov. Annen de içevde. İçevi givemeyiz.
—Tamam. Biz de uygun zamanı bekleriz.
Sultan’ın yüzü, şimdiden heyecandan kızarmış, gözleri parlamaya başlamıştı. Benim de ondan kalır yanım olmadığından kuşkum yoktu. Susmuş, kendi hayallerimize dalmıştık.
Sultan ne düşünüyordu bilmiyorum ama ben, dedemin yazdıklarını düşünüyordum. Acaba, şiir mi yazıyordu? Ben şiiri çok severim de… Aklıma birden, okulda okuduğumuz şiirler geldi:

UÇURTMAM
Ne olur kuleden evler,
Dokunmayın uçurtmama!
Al götür sevgili rüzgâr,
Uçurtmamı bulutlara.
Masallarımı anlatsın,
Ateş yüklü bulutlara.
Dileklerimi taşısın,
Gözü yaşlı çocuklara.
Şiiri yüksek sesle okudum. Sultan, beni şaşkınlıkla dinliyordu. Şaşkınlığını atlatır atlatmaz, sordu:
—Ne güzel şiiv okuyovsun? Sen mi yazdın?
—Yooo, dedim. Bir dergide okumuştum. Sınıfta da okumuştuk. Beğendin mi?
—Hem de çoook!
—Bu şiir, aklıma neden geldi, biliyor musun?
—Neden?
—Dedemin, defterine şiir yazdığını düşündüm de bir an…
—Hahahah! Dedelev şiiv yazav mı akıllım?
—Yazmazlar mı?

—Benim dedem yazmaz. O, gün boyu ağacın altında uyuklav. Akşam da doğvu yatağa!…
—Dedem yazabilir. Ne düşündüm biliyor musun?
—Ne?
—Bir an, dedemi uçurtma uçururken düşündüm. Ne gülünç olurdu, değil mi?
İkimiz birden gülmeye başlamıştık. Dedemin, soluk soluğa, uçurtmayı tepeye çıkarmaya çalışması gözlerimin önünde canlandı. Bunu Sultan’a da anlattım. Kahkahadan kırılıyorduk.
Aklıma, bir şiir daha gelmişti. Dedem acaba, böyle bir şiir yazabilir miydi? Şiiri, Sultan’a da okudum:
GECELER
Karanlığı sevmiyorum,
Ah şu geceler olmasa!
Yüklenip tüm korkuları,
Yatağıma bırakmasa!
Gölgeler korku giyinip,
Çevremde nöbet tutmasa!
Annem elimi bırakıp,
Yatağına gitmese!
Ne olur sevgili güneşim,
Beni korkularda koyma!
Solmasın gülümseyişim,
Işınlarını saklama!

—Şiiv güzel, ama dedelev kavanlıktan kovkav mı akıllım, dedi Sultan. Yazsa bile, böyle biv şiiv yazmaz, sanıvım.
—Nasıl şiir yazar?
—Ne bileyim? Dedenin annesi yok ki, elini tutup yatağına yatıvsın.
— O zaman, sen bir şiir oku bakalım! Belki de senin okuduğuna benzer şiir yazar.
—Aklıma şiiv gelmiyov ki? Zaten, sınıfta da şiiv okumam. Hevkes bana gülev.
—Sen de şu gülme işine çok takmışsın sanırım. Boş ver ya! Gülerlerse gülsünler.
— Biv tane 23 Nisan şiivi biliyovum. Onunla ilgili de yazmaz. Çünkü 23 Nisan, bizim bayvamımız, dedelevin değil.
—Haklısın. Meraktan deli olacağım ya! Acaba ne yazıyordur?
—Deftevi bulduğumuzda bunu da anlavız. Şimdi, biv şiiv daha okuv musun? Ben, şiiv dinlemeyi çok sevevim.
—Düşündüm…düşündüm, en sonunda aklıma bir şiir daha geldi. Onu okumaya başladım:
DİLEK
Evimiz bahçeli olsa,
Kuşlar da konuğum.
Sunsam Güneş Ana’ya,
Buz gibi bir limonata.

Dilek tutsam geceleri,
Bahçedeki çocuk evimden.
Göz kırpsam yıldızlara,
Rüzgâra gülümsesem.
Sonra da kelebek olup,
Çiçeklere karışıversem.

—Çok güzel, dedi Sultan. Eviniz bahçeli değil mi?
—Yooo, ne gezer! Biz, çok katlı bir evde oturuyoruz. Parka gidebilirsek, çiçekleri ve çimenleri o zaman görebiliyoruz. O yüzden, köyü çok seviyorum. Uçsuz bucaksız tarlalar, otlaklar, çiçekler, akarsu; kuşlar, tavuklar, civcivler, kelebekler…hepsi var. Geceleri de doyasıya yıldızları izliyorum. Sonra, sen de varsın. Burada ne güzel oynuyoruz, değil mi?
—Evet. İyi ki geldiniz!
—Sen de iyi ki bana konuk geldin! Yoksa, canım sıkılırdı.
—Ne kadav kalacaksınız?
—Bir ay.
—Ne güzel! Keşke, daha uzun kalsaydınız!
—Bunu ben de isterim ama annemle babamın izinleri o kadar.
—Neyse, o zamana kadav doya doya oynavız.
O sırada, annemle Halime Teyze bizi çağırdı. Yemek yiyecektik. Aç değildik ama onları kızdırmamak için bu çağrıya uyduk.

Yemek sırasında gülüşüp duruyorduk. Halime Teyze ile annem, durmadan gülmemize bir anlam veremiyordu. Oysa ben, dedemin defterinde yemek tariflerinin olduğunu düşünüp kendimi tutamıyordum. Sultan da benim gülüşüme gülüyordu, biliyorum.
Yemekten sonra oyunumuza döndük. Sultan’a, neden güldüğümü anlattım. Bu kez, ikimiz de kahkahalarımızı tutamıyorduk. Oyun evimiz, gülüşümüzle iyice şenlenmişti. Üstelik, bize kızacak kimse de yoktu.
Şimdi sıra, bebeklerimizi yıkamaya gelmişti. Onları, giysileriyle birlikte çeşmenin havuzuna soktuk. Dedem bu havuza “yalak” diyordu. Havuz epeyce büyüktü. Sultan’la ikimiz havuzun içine yan yana uzanabilirdik, yine de yer kalırdı. Buradan, hayvanlar su içiyordu.
Bebeklerimizi kurumaya bıraktıktan sonra, biz de havuza daldık; hem de giysilerimizle… Birbirimize, neşeyle su sıçrattık. Havuzun içinde top oynadık. Tam bu sırada, dedem geldi. Bizi öyle görünce gülmeye başladı. Biz, ona da havuzdan su attık. Dedem de bizim neşemize katılmıştı. Bizi böyle gören annem çığlığı basıncaya kadar, iyice oynadık. Sonra, üstümü değiştirdim. Annem, Sultan’a da benim giysilerden verdi. Halime Teyze Sultan’ın, annem de benim canıma okudu ama değmişti. Havuzdaki oyundan çok zevk almıştık.
Annem, durmadan söyleniyordu:
—Hasta olursan karışmam bak! Kim bilir, havuzda ne kadar kaldınız?
Dedem bizi korudu:

—Bırak kızım, çocuklar doyasıya oynasın! Bu havada insan üşür mü?
—Baba, Yıldız alışkın değil.
—Alışkın değilse, alışır. Bir şey olmaz, merak etme!
—Umarım haklısındır, baba.
Dedem, bir yandan annemi sakinleştirmeye çalışıyor, bir yandan da bize göz kırpıyordu. Dedemi çok seviyordum.
Halime Teyze’nin işi bitmişti. Sultan’ı da alıp evlerine döndü. Sultan’ın durumunu dedeme sormadan duramadım:
—Dede, Sultan neden “r”leri söyleyemiyor?
—Ne bileyim kızım? Dilinde bir sorun vardır.
—Onun konuşmasıyla herkes alay ediyormuş. Sultan çok üzülüyor.
—Kendini bilmez insan çok, diyerek içini çekti dedem.
—Arkadaşları da alay ediyormuş.
—Çocukluk işte, dedi dedem.
—Ailesi, onu neden doktora götürmüyor?
—Yoksulluk kızım, dedi dedem.
—Dede, biz yoksul değiliz, değil mi?
—Çok şükür, artık yoksul değiliz kızım, dedi dedem.
—Öyleyse, onu biz götürelim, dedim.
—İzin vermezler, dedi. Ailesi çok gururludur.

—Dede, izin verseler de onu Eskişehir’e götürsek. Bir süre bizde kalır. Birlikte oyun oynarız. Bu arada da onu doktora götürürüz. Ailesi de anlamaz.
—Göndermezler ama izniniz bittiğinde bir deneriz bakalım. Halime Kadın’ın gönlünü edebilirsek, olur.
—Ben de söylerim Halime Teyze’ye. O, beni sever.
—Her işe burnunu sokar bu baba, diyen annem söze karıştı.
—Onun altın gibi bir yüreği var, dedi dedem. Sonra da beni kucakladı.
—Anne lütfeeen, diye sızlandım. O, benim en iyi arkadaşım.
—Bebek gibi sızlanma! Bunu, zamanı geldiğinde düşünürüz, dedi annem.
—Annen haklı, diyen dedem annemle konuşmaya başlamadan önce, “Bu işi olmuş bil,” diye kulağıma fısıldadı.
Dedeme güveniyordum. Onun çözemeyeceği sorun yoktu.
Sultan gidince ev, birdenbire boşalıvermişti sanki. Dedemin yatağına uzandım. O zaman, ne kadar yorulduğumu anladım. İstemesem de gözlerim kapanıyordu. Dedemle annemin konuşmaları, kulağıma ninni gibi geliyordu.
Gözlerimi açtığımda, içerisi alacakaranlıktı. Bir an, nerede olduğumu anımsayamadım. Sonra kalktım. Pencereden dışarıya baktım. Herkes çardağın altındaydı.

Babam, mangalın başına geçmişti yine. Bu fırsatı kaçırmak
istemedim.
Önce, dedemin yastığının altına baktım. Defter yoktu.
Sonra, yatağın altına eğildim. Orada, iki tane çamaşır
selesi vardı. Dedemin çamaşırları, bu selelerin içinde
duruyordu. Onların arasında olabilir miydi acaba?
Seleye tam uzanıyordum ki merdivenlerde ayak sesleri
duydum. Hemen yatağa çıktım. Gözlerimi kapattım.
—Yıldııız, Yıldız’ım benim! Daha uyanmadın mı?
Bu, dedemden başkası değildi.
—Uyandım dede, dedim.
—Hadi o zaman. Yemek yiyeceğiz. Seni bekliyoruz.
Yataktan kalktım. Dedemin kucağına atıldım.
—Dur gül kızım, dedi dedem. Artık kocaman oldun.
Seni taşıyamıyorum.

Dedem yere çöktü. Bana sıkı sıkı sarıldı. Sonra da el ele tutuştuk. Birlikte bahçeye yürüdük.
—Ooo! Prenses uyanmış, dedi babam.
—Akşama dek hiç yerinde durmadı ki! Dedesinin yatağına uzanır uzanmaz uyudu kaldı, dedi annem.
—Doya doya oynasın kızım, bırakın, dedi dedem. Burada oynamayıp da nerede oynayacak? Kibrit kutusu gibi evlerinizde, çocukların oynayacağı yer mi var? Bahçe bile yok.
—Haklısın baba, dedi annem. Ne yapalım ki koşullar öyle.
—Şimdiki çocuklar doyasıya oynayamıyor, dedi dedem. Ya televizyonun ya da bilgisayarın başındalar. Çocuk dediğin koşup oynamalı, enerjisini harcamalı.
Babam, derin derin içini çekti. Onu gören de oynayamayanın o olduğunu sanırdı.
Ertesi gün, çocuk sesleriyle uyandım. Yataktan fırladığım gibi pencereye koştum. Amcamlar gelmişti. Onların geleceğini biliyordum ama bu sabah geleceklerinden haberim yoktu. Hemen dışarı fırladım.
Amcamın dört çocuğu vardı. En büyükleri, Fırat Ağabey’di. Kocaman delikanlıydı. Onun benimle oynayacağını sanmıyordum. Kızlardan biri benden bir yaş büyük olan Gamze’ydi. Diğeri de Hazal’dı. O da benden bir yaş küçüktü. En küçükleri Sevgi ise, üç yaşındaydı. Eh! Onu da aramızda idare edecektik artık.
Amcamlar, her yıl tatile gelirlerdi. Onları çok severdim. Tatili birlikte geçirirdik. Kızlarla da çok iyi anlaşırdık.

<!–nextpage–>

Önce Gamze’ye, sonra da Hazal’a koştum. Onlarla kucaklaştık. Sonra da amcam, beni kaptığı gibi, ayaklarımı yerden kesti. Sakallarını yüzüme sürdü. Canım yanmıştı ama amcamı özlediğim için sesimi çıkarmadım. Yengemle ve Fırat Ağabey’le de kucaklaştık. Sevgi ise mızmızlanıyordu. Uykusu varmış. Bu yüzden yengem, onu doğruca içeri götürdü.
O gün pek fazla oynayamadık. Belçika’dan üç günde gelmişlerdi. Hepsi de yorgundu. Birer duş alan, kendini yatağa attı. Ben de yine Sultan’ı çağırdım ama aklım Gamze’yle Hazal’daydı. Bu yüzden de oyundan pek zevk almadım. Sultan da fazla kalmadı.
Amcamlar, ertesi sabaha dek uyanmadılar. Ben de o günü nasıl geçireceğimi bilemedim. Gün uzadıkça uzadı. Sonunda, yatmak zorunda kaldım. Uykuya dalmam güç oldu ama sabahleyin kolayca uyandım. İstesem de uyuyamazdım zaten. Amcamların sesi, tüm avluyu dolduruyordu.
Kahvaltımız neşe içinde geçti. İçimizde en mutlu olan da dedemdi, sanıyorum. Çünkü dedemin gözleri bile bugün bir başka ışıldıyordu. Sürekli gülümsüyor, Sevgi’yi de kucağından indirmiyordu.
Oyun evimin konukları, bu kez Gamze ile Hazal’dı. Hazal’la çok iyi anlaşmıştık. Uyum içinde oynuyorduk. Yalnız, Gamze’ye bir şeyler olmuştu sanki! Geçen yılki Gamze gitmiş, durmadan sorun çıkaran bir kız gelmiş gibiydi. Sürekli bizden büyük olduğunu öne sürüyor; her oyunumuzu bozuyor, kendisi kurgulamak istiyordu. Onun istediği şekilde olmazsa da bağırıp çağırıyordu. Bir kez, Hazal’ın saçını bile çekti. O zaman kıyamet koptu işte. Hazal, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Yengemin Gamze’ye kızması, durumu iyice kötüleştirmekten başka işe yaramamıştı. Oyun evimizi ayağıyla tekmeleyen Gamze, eve kapandı. Oyunun tadı iyice kaçmıştı. Hem şaşkın, hem de üzgündüm. Ben de odamıza kapandım. Onların gelişini özlemle beklemiştim ama şimdi hayal kırıklığı yaşıyordum. Oysa, Sultan’la ne güzel oynuyorduk!

Yatağıma uzandım ama bir türlü uyuyamıyordum. Böyle, sık sık uyumaya alışkın değildim ki! Sonunda, getirdiğim kitaplardan birini aldım. Daha önce okuduğum bir kitaptı ama yine zevkle okuyabilirdim. Bu kitabı çok sevmiştim. Büyülü bir kavak ağacının incilerinin sırrını anlatıyordu. Kitabın resimlerini gözden geçirdim. Okumaya başladığımda, ilk kez okurken duyduğum heyecanı duyuyordum. Kitap elimden ne zaman düştü, ne zaman uykuya daldım, anımsamıyorum. Yanağımı okşayan bir elin varlığıyla gözlerimi açtığımda, dedemin gülümseyen gözleriyle karşılaştım.
—Bu ne uykusu, gül kızım? Buraya uyumaya mı geldin?
—Kitap okuyordum dede. Uyuyakalmışım.
—Kalk bakalım! Yemek için sizi bekliyoruz.
—Bizi mi?
—Gamze ile Hazal da yok.
—Dede, Gamze’ye ne olmuş? Bizi sürekli kırıyor. Geçen yıl böyle değildi.
—Büyümüş biraz.
—İnsanlar büyüdükçe kırıcı oluyorlarsa, ben büyümek istemiyorum.

—Aman da dedesinin duygulu kızı! Deden sana kurban olsun! İstemesen de büyüyeceksin.
—Büyüsem de onun gibi olmayacağım.
—O da düzelir, merak etme. Yol yorgunluğundandır.
—Hazal da aynı yolu geldi.
—Her insan bir olmaz yavrum. Hazal’la iyi anlaştınız, anlaşılan.
—Evet.
—Çok sürmez, Gamze de uyar size. Canını sıkma.
—……
—Hadiii! Herkes bizi bekliyor.
—Tamam dede. Kalktım işte.
—Şimdi, Hazal’la Gamze’nin odasına gidelim de onları da çağıralım.
—Hazal’ı çağırırım ama Gamze’yi çağırmam.
—Bak, seninle bir anlaşma yapalım gül kızım. Sen, onlardan önce geldiğin için, ev sahibi sayılırsın. Şimdi, ikimiz ev sahibiyiz, onlar konuk. Konuklarımızın kusuruna bakmayalım, olur mu?
—O zaman, Hazal benim konuğum olsun, Gamze senin. Tamam mı dede?
—Öyle olsun bakalım.
Dedemle el ele, konuklarımızın odasına yürüdük. Ben Hazal’ı çağırdım. Hazal zaten uyanıkmış. Yatağında bebeğiyle oynuyormuş. Dedem de Gamze’yi çağırdı ama Gamze ağlamaya başladı. Hazal’la ikimiz çıktık. Bir süre sonra da dedemle Gamze geldi. Bahçedeki masada yerimizi aldık. Mangalın başına, bu kez babamla amcam birlikte geçmişlerdi.
Gamze’nin yüzü, yemek boyunca asıktı. Ondan başka hepimiz, neşeyle yemeğimizi yiyorduk. Gamze, yemeğini yer yemez sofradan kalktı. O gidince biraz daha rahatlamıştık. Hazal’la yediğimiz tavukların kemiğiyle lades tutuştuk. Uyanık olmam gerekiyordu. Hazal’a kanmaya hiç niyetim yoktu.
—Su ister misin, dedi Hazal.
Onun uzattığı bardağa tam uzanıyordum ki aklıma lades geldi.
—Teşekkür ederim ama aklımda, dedim. Suyu alıp içtim.
Altında oturduğumuz ağaç, erik ağacıydı. Pembe erikler, masanın üstüne düşecek gibi, dallardan sarkıyordu. Uzanıp birkaç tane kopardım.
—Yıkamadan sakın yemeyin, dedi annem.
—Yıkayacağım anne, dedim. Erikleri Hazal’a uzattım:
—Hazal, sen bunları yıka, ben de kendime koparayım.
Hazal erikleri alır almaz, “ladeees!” diye bağırdım. Hazal, erikleri yere atıvermişti ama ben oyunu kazanmıştım.
—Kazandın, dedi Hazal. Sana bir kitap alacağım, diyerek amcama döndü:
—Alırız değil mi baba?
—Alırız kızım, dedi amcam. İstediğin kitap olsun.

Sevincimden yerimde duramıyordum. Bu kez, bir tabak
dolusu erik topladım. Çeşmede yıkayıp masaya bıraktım.
—Afiyet olsun, dedim. Bugün eriği daha çok sevdim.
Hazal önce ters baksa da sonunda gülüverdi. Erikleri
atıştırmaya başladık. Erikler, gerçekten bal gibiydi.
Yemekten sonra, bahçedeki oyun evimizi yeniden
kurduk. Hazal’la yıldızlara bakıp dilek tutmaya başladık.
En parlak yıldızları aramızda paylaştık. Samanyolu,
yıldız bahçemiz oldu. Yıldızlar bize göz kırptılar. O zaman
anladık ki, tuttuğumuz dilekleri onayladılar.
—Sen ne dilek tuttun, dedi Hazal.
—Söylenmez ki, dedim.
Aslında, tatilin uzamasıydı dileğim. Köyde, olabildiğince
çok kalmak istiyordum. Bir de dedemin defterini
bulmak…
—Ben söylerim, dedi Hazal. Köyde yaşamayı diledim.

—Aaa! Ben de…
İkimizin de dileğinin aynı olması, beni pek şaşırtmamıştı aslında.
—Bana biraz Belçika’yı anlatsana, dedim Hazal’a. Okulunuz nasıl? Arkadaşların kimler? Yabancı arkadaşın da var mı? Öğretmenini seviyor musun?
—Öyle çok soru sorma, dedi Hazal. Teker teker sor. Yoksa unuturum.
Sorularımı yineledim. Hazal da anlatmaya başladı:
“Belçika’nın Başkenti Brüksel’de oturuyoruz. Oturduğumuz semt, çoğunlukla Türklerden oluşuyor. Pek fazla yabancı yok. Okulum da evimize yakın.
Orada, sürekli yağmur yağıyor. Güneşi pek az görüyoruz. Her tarafta yemyeşil parklar, bahçeler; çeşit çeşit çiçekler var ama orada, buradaki kadar mutlu değilim. Hava sürekli kapalı olunca, pek dışarı çıkamıyoruz.
Ablamla aynı okula gidiyoruz. O, benden bir sınıf üstte. Onun sınıfında yabancı çocuk çok ama benim sınıfımda yalnızca iki kişi var: Biri Maroken, biri de İtalyan.”
—Maroken ne demek?
—Faslı demekmiş. Babam söyledi.
—İsimlerini de söylesene.
—Maroken arkadaşımın adı Hisham, İtalyan’ın Caterina.
—Hangisi erkek, hangisi kız?
—Hisham erkek, Catherina kız.
—Hangisiyle daha yakınsın?

—Catherina ile yakınız. Hisham pek konuşmaz. Yalnızca, öğretmenin sorduğu sorulara yanıt vermeye çalışır. Onda da pek başarılı olduğu söylenemez. Çoğunlukla tek başınadır.
—Neden acaba?
—Belçika’ya yeni gelmişler. Konuşmakta zorlanıyor. Sanırım ondan.
—Biraz da Catherina’yı anlatır mısın?
—Catherina’yla çok iyi anlaşıyoruz. İkimizi birbirimize çok benzetiyorlar. Kitaplarımızı, oyuncaklarımızı paylaşıyoruz. Onu evimize de çağırdım ama ailesi izin vermemiş. Annemle babam da benim onlara gitmeme izin vermedi. Onlar yabancıymış. İşte bunu anlamıyorum, biliyor musun? Yabancı olsa ne olur, Türk olsa ne olur? İkimiz de insan değil miyiz? Üstelik, Catherina benim en iyi arkadaşım.
—Bizim İngilizce öğretmenimiz de yabancı. İngiliz’miş. Üstelik, çok da seviyoruz onu. Bizden bir farkı yok ki.
—Ben de onu demek istiyorum ya…
—……
—Eskiden, Belçikalı bir komşumuz vardı. Adı, Colette idi. Yaşlı bir kadındı. Bizim dairenin üstünde, tek başına yaşıyordu. Annem, bazen ona yemek götürürdü. Çarşıya çıkacağı zaman da beni ona bırakırdı. O teyze, bana çikolata verirdi. Kocaman bir oyuncak sepeti vardı. Sepeti önüme dökerdi. Dilediğimce oynardım. O, bana hiç kızmazdı. Onu çok severdim. O zaman, daha okula başlamamıştım.

—Sonra ne oldu?
—Çok yaşlıydı, dedim ya. Bir gün alıp götürdüler. Bir daha da görmedim. Annem, onun öldüğünü söyledi. Çok üzüldüm.
—O dairede şimdi kim oturuyor?
—Annemin arkadaşı Saime Teyze taşındı. Onun da çocuğu yok.
—Okulda Türk arkadaşların yok mu?
—Çoook! Aslı, Sanem, Yiğit, Sibel, Sıla, Yasemin, Çiğdem, Müjgan… Bazen, onlar da beni kızdırıyorlar. Catherina’ya “Gavur” diyorlar. Ne demekse…
—Catherina’yı şimdi daha çok merak ediyorum. Keşke bir gün Belçika’ya gidebilsek de onunla tanışsam!
—Ah! Keşke! Ne iyi olurdu. Birlikte çok güzel oyunlar oynardık.
—Ama ben Fransızca bilmiyorum ki!
—Olsuuun! Ben varım ya! Sana çevirmenlik yaparım.
—Heyecanlanmaya başladım. Ne dersin; annemle babama söylesem, izin verirler mi ki?
—Bir deneyelim. Dönüşte birlikte gideriz. Ne güzel olur!
Hayaller kurmaya başlamıştım. Belçika’ya varıncaya dek, yolda pek çok ülke görecektim. Orada Catherina ile tanışacaktım. Hazal’la parklara, bahçelere gidecektim. Onun anlattığı o güzel çiçekleri görecektim. Belki, Hisham’la bile tanışabilirdim. Ben de yabancı olduğuma göre, benimle belki daha iyi anlaşırdı.

Birden aklıma, okulların tatil olduğu geldi; sonra da Sultan’ı Eskişehir’e götürmek istediğim… Canım bir an sıkılır gibi olsa da hayal kurmayı sürdürdüm. Nasılsa, dedemle birlikte ona da bir çözüm bulabilirdik.
—Bizimkiler izin verse bile, orada okullar tatil değil mi? Arkadaşlarınla nasıl tanışacağım?
—Bende Catherina’nın telefon numarası var. Ayrıca, bizim okullar sizinkinden önce açılıyormuş; babam söylemişti. Okullar açılıncaya dek kalırsın. Sizin okullar açıldığında dönersin. Olmaz mı?
—Olur da… Bir izin verseler!..
—……
—Öğretmenini anlatsana biraz da. Nasıl biri? Onu seviyor musun?
—Öğretmenim, annem yaşlarında, sarışın bir kadın. Adı Carola. En çok bizimle o beraber olduğu için onun adını söyledim sana.
—Evet. Onu sevip sevmediğini sormuştum.
—Onu sevip sevmediğimi hiç düşünmedim aslında. Ders anlatır. Bizimle ilgilenir. Oyunlar oynatır. Arada, başka öğretmenler de gelir dersimize. Yani, bir tek öğretmenimiz yok.
—Aaa! İnsan öğretmenini sevmez mi?
—Ne bileyim? Sen seviyor musun?
—Hem de çoook! Benim bir tanecik öğretmenim var ve onu da annem kadar seviyorum.
—Hani, bir de İngilizce öğretmenin vardı?

—Var, ama biz daha İngilizce görmüyoruz. Önümüzdeki yıl göreceğiz. O zaman, o da dersimize girer. Onu da çok seviyorum.
—Tanımadığın öğretmeni nasıl seviyorsun öyleyse?
—O, çok sevimlidir. Bahçede biz oyun oynarken, bizimle birlikte oyun oynar. Bütün çocukların başını okşar; gülümser. Böyle bir insan sevilmez mi?
—Haklısın. Bizim öğretmenler de gülümser ama başımı okşayan hiç olmadı.
—……..
Şimdi de sıra…
Annemin sesi, Hazal’ın sözlerini yarıda kesti:
—Geç oldu kızlaaar! Hadi, yatağa!
Hemen karşı çıktım:
—Anne, gündüz çok uyumuşuz. O yüzden, şimdi uykum yok. Biraz daha oturalım, lütfen!
—Evet, dedi Hazal. Benim de uykum yok.
—Bırak kızım, dedi dedem. Çocuklar, istedikleri zaman uyusunlar. Şimdi tatildeler. Sabah erkenden okula gidecek değiller ya!
—Annem, gönülsüz de olsa “peki” demişti ya, bu bana yetmişti. Babam, amcam ve yengem, kendi aralarında konuşmaya dalmışlardı.
—Şimdi tam sırası, dedi Hazal.
—Neyin?
—Annenlerden izin istemenin.

—Anne, dedim. Tatil dönüşü, amcamlarla yurt dışına gidebilir miyim? Okul açılınca da gelirim.
—Olur mu kızım? Yurt dışına gitmeyi kolay mı sanıyorsun? Önce pasaport gerek, dedi annem.
Babam,
—Daha sonra birlikte gideriz, dedi.
Sızlanmanın ya da üstelemenin bir işe yaramayacağını biliyordum. Hazal’a döndüm:
—Gördün mü? İzin vermediler işte!
Hazal da boynunu bükmüştü.
—Neyse, dedim. Sıra senin sorularındaydı. Neyi merak ediyorsun?
—Senin okulunu, arkadaşlarını, okulda yaptıklarınızı, Eskişehir’deki yaşamını…
Hazal’ın merak ettiği ne çok konu varmış. Hepsini anladım da Eskişehir’deki yaşamımı merak etmesine şaşırdım.
—Geçen yıl, bizde bir hafta kaldığınızı unuttun mu Hazal, dedim. Hatta bir gün, yatağımda birlikte yatmıştık.
—Aaa, evet! Unutmuşum. Olsun, sen yine de anlat, dedi Hazal.
Peki, diyerek anlatmaya başlıyordum ki, dedemin defteri aklıma geldi.
—Boş ver okulu, dedim. Dedemin gizli bir defteri var. Onu arayalım mı?
—Ne defteri, dedi.

—Dedem, bir deftere gizli gizli yazı yazıyor. Ne olduğunu çok merak ediyorum. Birini gördüğünde de defteri saklıyor.
—Nasıl arayacağız?
—Şimdi, herkes burada. Gizlice dedemin odasına girip arasak, kimse anlamaz. Ne dersin?
—Tamam da ya yakalanırsak?
—Birimiz kapıda nöbet tutarız.
—Tamam.
Sessizce kalktık. Herkes, bizim yatmaya gittiğimizi sanacaktı. Dedemin odasına girdik. Hazal, kapıda nöbetçi kaldı. Ben de dedemin çamaşır selesine uzanıyordum ki Hazal koşarak içeri girdi:
—Dedem geliyor, dedi.
Hemen, televizyonu açıp karşısına oturduk.

—Ooo! Televizyonun karşısına geçtiğinize göre, dışarıda sıkılmaya başladınız, dedi dedem.
—Evet, dedik ikimiz birden.
—Bu saatte sizin izleyeceğiniz program yoktur. Doğru yatağınıza, dedi.
Televizyonu kapatıp kalktık. Başımız önde odadan çıkarken, dedem bize sarıldı. İkimizi birden öptü. “İyi uykular küçücüklerim!”dedi.
Bu söyleme her zaman karşı çıkardım ama bu kez sesimi çıkartmadım. Hazal da sessizdi. Konuşsam, yüreğim ağzımdan fırlayacakmış gibi duyumsuyordum. Hazal’ın da benden farkı yoktu. İkimiz de çok korkmuştuk.
Korkumuz birkaç gün sürdü. Defter sözünü ağzımıza bile almaz olduk. Bahçedeki oyun evimizde oyunumuzu sürdürdük. Birkaç gün sonra, Sultan da bize katıldı.
—Deftevi bulabildiniz mi, diye sordu Sultan.
—Hayır, dedim. Her seferinde, yakalanmaktan son anda kurtuluyoruz. Bir süre aramayı düşünmüyorum.
Sultan’ın konuşmasını dinlerken Hazal’ın şaşkınlığı görülmeye değerdi. Onu daha önceden uyarmalıydım. Hazal gülecek, diye ödüm kopuyordu. Neyse ki, kaş göz işaretlerimden durumu anlar gibi oldu da gülmedi. Gamze’nin yanımıza gelmemesiyse, o an için büyük şanstı. Neyse ki o günü kazasız atlatabilmiştik. Sultan gittikten sonra, onun durumunu Hazal’a anlattım. Uyarmayı da unutmadım.
—Tamam, dedi Hazal. Ona gülmem ama çok şaşırdım.
—Biliyorum, dedim. Önceden uyarmayı akıl edemedim.

—Benim için sorun yok da Gamze…
—Ne olmuş Gamze’ye?
—O, Sultan’la alay edebilir…
—Hayır, dedim. Bunu yaparsa dedeme anlatırım. Dedem de ona çok kızar.
—Peki, dedi Hazal. Yine de dikkatli olalım. Bence, Sultan’ı Gamze’den uzak tutalım.
—Olur, dedim ama canım da sıkılmıştı doğrusu. Sultan’ı Gamze’den nasıl uzak tutabileceğimizi düşünüyordum.
Gamze, her gün giyinip süsleniyor, bahçede dolaşırken kulaklıkla müzik dinliyordu. Annem, babam, dedem sık sık onunla konuşuyorlardı. Annemin dediğine göre, Gamze ergenlik dönemine giriyormuş ve bir süre böyle davranması olağanmış.
O sabah dedem,
—Hadi toparlanın, dedi. Kınalı’ya gidiyoruz.
Hepimiz sevinç çığlıkları atmaya başlamıştık.
—Dede, dedim. Kınalı’da piknik de yapacak mıyız?
—Yaparız, ama mangal yakmak yok.
—Neden dede?
—Bahçemizde rahatlıkla mangalımızı yakıyoruz. Ormanda ateş yakmak tehlikelidir. Neden tehlike yaratalım?
Peki, dedik ama canımız da sıkılmıştı. Annemler karpuz, meyve, peynir ve ekmek aldı. Onlarla yetinecektik artık.

İki arabaya doluştuk. Orman, köyün hemen kıyısındaydı zaten. Aslında yürüyerek de gidebilirdik ama hava çok sıcaktı.
—Ormanda yürüyüş yapabilirsiniz, dedi dedem.
Beş dakikaya kalmadan Kınalı’ya gelmiştik. Arabaları girişte durdurup yiyecek torbalarını paylaştık. Orman yolunda yürümeye başladık.
Kınalı, adı gibi kınalıydı gerçekten. Çam ve meşe ağaçları çoğunluktaydı. Çamlar yeşildi ama meşe yapraklarının yeşilden kahverengiye kadar değişen yaprakları vardı. Ağaçların altı, halı gibi çimenlerle kaplıydı. Çimenlerin arasında, her renkten kır çiçekleri vardı. Ağaçların dallarındaki kuşlar, sanki şarkı söylüyordu. Bu kadar kuş sesini, başka hiçbir yerde duymamıştım.
Bir süre yürüdükten sonra, küçük bir derenin kıyısında durduk. Kilim serildi. Herkes kilimin üzerine yerleşti ama benim oturmaya hiç niyetim yoktu. Ormanı gezmek, derenin içinde çıplak ayakla yürümek istiyordum. Ayrıca, anneme çiçek toplamak da geçiyordu içimden.
Ayakkabılarımı ve çoraplarımı çıkarıp hemen suya daldım. Su, ancak diz kapağıma geliyordu, ama çok soğuktu. Ağaçların dalları arasından süzülen güneş ışığı, suyu değişik renklerde ışıldatıyordu. Bu ışık oyunların yakalamaya çalışıyordum. Çığlıklarıma duyarsız kalamayan Fırat Ağabey, Gamze ve Hazal da çok geçmeden suya daldılar. Sevgi de epeyce sızlandı ama annesi bırakmadı.
Suyun içinde epeyce oynayıp birbirimizi de ıslattıktan sonra çıktık. Fırat Ağabey bile oyunumuza katılmıştı. Buna çok sevinmiştim. Hepimiz kilimin üzerine oturduk.

—Fırat Ağabey, dedim. İlk kez bizimle oyun oynuyorsun.
—Oyun yaşını geçtim ama suyu görünce dayanamadım, dedi.
—Niye? Büyükler oyun oynamaz mı, diye sordum.
—Oynarlar mı?
—Dedem bile bazen bizimle oyun oynuyor.
—Dede olunca ben de oynarım.
—Ohoooo! O zamana kadar hiç oyun oynamayacak mısın?
—Oynarım ama kendi arkadaşlarımla.
—Ne oynarsınız?
—Futbol, voleybol, masa tenisi…
—Dedemin bahçesi geniş. Orada da futbol oynayabiliriz. Bizimle de oynar mısın?
—Üç-dört kişiyle futbol oynanmaz ki!
—Köyden arkadaş toplarız. Takım kurarız.
—İyi ya işte! Takımı kurup kendiniz oynayın.
Sesimi kestim. Fırat Ağabey’e kırılmıştım. Küçük olduğumuz için bizimle oynamak istemiyordu.
—Rahat bırakın Fırat’ı, dedi babam. Kendiniz oynayın.
Büyükleri bazen hiç anlamıyordum doğrusu. Oyun oynamanın zamanı mı olurdu? Büyüyünce oynayamayacaksam, büyümesem daha iyiydi.
Bir daha Fırat Ağabey’le ilgilenmedim. Zaten, o da kendi havasındaydı. Kahvaltıdan sonra evden çıkıyor, geç zaman dönüyordu. Neredeyse, onu hiç görmüyorduk. Nasıl olmuştu da bugün bize katılmıştı, anlayamıyordum.

Kurulan sofrada peynir, ekmek ve karpuzla karnımızı doyurduk. Yediklerim bana öyle tatlı gelmişti ki, sanki ekmek de peynir ve karpuz da başka bir tattaydı. Bunu söylediğimde dedem,
—Bu, Kınalı’nın tadı, dedi. Burada her şey bir başka güzeldir.
Dedemin burayı çok sevdiğini anlamıştım. “Burada her şey bir başka güzeldir.”derken, gözleri ışıl ışıl olmuştu. Anlattığına göre, bu ağaçları iki köy halkı birleşip dikmişti. Bu orman, iki köyün ortak eseriydi.
Tam o sırada, başımızın üstündeki dalda bir hayvan sıçradı. Kocaman kuyruğunu görünce, elimde olmadan bir çığlık attım.
—Korkma, dedi dedem. O, bir sincap. Size zarar vermez.
Dedemin sözleri üzerine sincabı yakalamak istedik ama başaramadık. Kahverengi bir tüy yumağı şeklinde, daldan dala zıplayarak uzaklaştı gitti. Arkasından bakakaldık. Sonra da suyun kıyısındaki papatyalardan topladık.
Elimizdeki papatyaları gören dedem,
—Papatyaları çok seviyorsunuz anlaşılan, dedi. Size, papatyalarla ilgili bir masal anlatayım mı?
—Hazal’la aynı anda, “Anlat dede!” diye bağırdık.
Dedem, pek sık masal anlatmazdı. Ormanın havası, onu iyice etkilemiş olmalıydı. Merakla, masalı dinlemeye koyulduk.

<!–nextpage–>

SARIKIZ
Bir varmış, bir yokmuş. Çiçekler güllerle yarışır, geceyle gündüz birbirine karışırmış. Derken, doğaya bahar gelmiş. Yemyeşil çimenler arasında boy boy papatyalar yetişmiş.
Papatyalardan birisi, diğerlerinden farklıymış. Gövdesi ve yaprakları sapsarıymış. Boyu uzun, yaprakları da kocamanmış. Bütün kır çiçeklerine tepeden bakarmış. Gün boyu güneş ışınlarını içer, rüzgârla salınırmış.
Küçük papatyalar gün boyu çalışırlarmış. Bedenlerindeki kokuyu yapraklarına verebilmek için, bir hafta durmadan çalışmaları gerekiyormuş. Bunun için de köklerini daha derinlere uzatıyor, çiy tanelerini özenle içiyorlarmış.
Sarı papatyanın bu işlerle ilgisi yokmuş. Onun tüm yaptığı, rüzgârda yapraklarını savurmakmış. Güzelliğini çevresindekilere göstermekten başka derdi yokmuş. Küçük papatyaların uyarısını da duymazlıktan gelmiş.
Küçük papatyalar, ona Sarıkız adını takmışlar. Bir iki uyarıdan sonra, onunla ilgilerini kesmişler. Kendi işlerine dönmüşler.
Bir hafta sonra, çevreye güzel kokular yayılmış. Küçük papatyalar, işlerini tamamlamanın mutluluğu içinde konuklarını beklemeye koyulmuşlar.
Bir süre sonra, kelebeklerin kanat çırpınışları duyulmuş. Renk renk kelebekler, küçük papatyalara konmuşlar. Onlarla söyleşmeye başlamışlar.

Arıların gelmesi de uzun sürmemiş. Bal arıları da küçük papatyaların baş konukları olmuşlar. Küçük papatyaların neşesine diyecek yokmuş.
Sarıkız, çevresinde olanları ilgiyle izliyormuş. Bir süre sonra, canı sıkılmaya başlamış. Önünden geçen kelebeklere ve arılara seslenmiş. Kendisine de konuk gelmelerini istemiş.
Kelebekler ve arılar, Sarıkız’ın çiçeklerine konmadan uzaklaşıyorlarmış. Sarıkız, bu duruma çok üzülmüş. Yapraklarını büzüp boynunu eğmiş. Sarıkız’la yine kimse ilgilenmemiş.
Bir süre düşünen Sarıkız, küçük papatyaların uyarısını anımsamış. Geç de olsa, çalışmaya karar vermiş.
Bir hafta boyunca çalışmış. Yorgunluktan bitkin düşmüş. Küçük papatyalar da onu şaşkınlıkla izliyorlarmış.
Sarıkız sonunda başarmış. Yapraklarından yayılan koku, onun en büyük ödülüymüş. Mutlulukla gülümsemiş.
Güneşin ilk ışınlarıyla konuklarını beklemeye başlamış. Bu kez, kimseyi çağırmasına gerek kalmamış. Bütün yaprakları arılarla ve kelebeklerle dolmuş.
Sarıkız’ın bu durumunu gören küçük papatyalar, onu neşeyle alkışlamışlar. Yapraklarını Sarıkız’ın gövdesine sürmüşler. Sarıkız da onları sevgiyle okşamış.
Papatyalar, arılar ve kelebekler, şarkı söylemeye başlamışlar. Sarıkız da onların arasına karışmaktan çok mutluymuş. Güneşe göz kırpmış. Rüzgâra öpücük yollamış.

Masal bittiğinde, hepimiz dedemi çılgınca alkışladık. Büyükler bile, masaldan etkilenmiş gözüküyorlardı. Dinlediğim masal, kitaplarda okuduklarımın pek çoğundan daha güzel gelmişti bana. “Acaba, dedem defterine masal mı yazıyor?” diye bir an düşündüm. Deftere olan merakım iyice artmıştı.
Bir süre sonra, kilimin kıyısına bir kaplumbağa yanaştı. İşte bunun kaçma şansı yoktu. Bir süre onu izledik. Kaplumbağayı elimize bile aldık. Onun hemen kabuğuna çekilivermesinden korktuğunu anladık ve uzun süre elimizde tutmadık. Zaten, dedem de buna izin vermezdi.
Akşama dek ormanda yürüyüş yaptık, saklambaç oynadık; dedemin kurduğu salıncağa sırayla binip birbirimizi salladık.
Gamze, o gün hepimizi şaşırttı. Bizimle salıncağa bindi. Bizi sallamadı ama Hazal’la biz onu salladık.
Eve döndüğümüzde iyice yorulmuştuk. Akşam yemeğini yer yemez, doğruca odalarımıza çekildik.
Gamze, ertesi gün de bize katıldı. Oyun evimize geldi. Evcilik oynuyorduk. Bizden çay istedi. Sultan’a da “hoş geldin!” dedi.
Neşemiz yerine gelmişti. Annemin, babamın, dedemin konuşmaları mı işe yaramıştı, yoksa yalnızlıktan mı sıkılmıştı, anlayamadım. Yine de onun bize yaklaşması çok hoşumuza gitti. Hemen, ona çay ve pasta sunduk. Çayımız yalancıktandı, ama pastamız gerçekti. Annem yapmıştı.
—Öööf! Burada çok sıkılıyorum, dedi Gamze.

—Biz çok eğleniyoruz, dedim. Neden bize katılmıyorsun?
—Sizinkiler çocuk oyunu.
—Dün, Kınalı’da bizimle salıncağa bindin ama, dedim. O, çocuk oyunu değil miydi?
—O başka, dedi. Salıncağa her yaştan insan binebilir.
—O zaman sen de büyük oyunu kur; ondan oynayalım, dedim.
Bu önerim hoşuna gitmişti. Gülümsedi. Biz de gülümsedik.
—Bugün sizin oyunu oynayalım, yarına da ben bir oyun düşüneyim, dedi.
Hepimiz onu alkışladık.
—Sen olmayınca oyunumuzun neşesi eksik oluyor, dedim. Sen gelince biz de neşelendik. Artık, daha güzel oyunlar oynayabiliriz.
—Bir şartla, dedi.
Merakla yüzüne bakmaya başlamıştık.
—Bana, “abla” diyeceksiniz.
—İstediğin buysa, ben derim, dedim.
Hazal’la Sultan da bana katıldı. Yalnız, Sultan’ın “Ben de devim,” cümlesini duyan Gamze, kahkahalarla gülmeye başladı. Durmadan da “Bir daha söylesene Sultan,” diyordu.
Hepimiz donup kalmıştık. Kendime geldiğimde, Sultan konuşmaya başlamıştı bile:

—Evet Gamze Abla. Ben de devim, dedim. Sizin gibi konuşamadığımı biliyovum. Alaylava da alıştım. Ne kadav gülmek istiyovsan gülebilivsin.
Gamze, hiç ummadığım bir davranış gösterdi:
—Özür dilerim Sultan, dedi. Birden kendimi tutamadım. Seninle alay etmiyorum. Konuşman, bana çok sevimli geldi.
Rahatlamıştım. Sultan’ın yüzüne baktım; hiç de kızgın görünmüyordu.
—Önemli değil Gamze Abla, dedi Sultan. Ben, böyle konuşuyovum.
O gün, hiç olmadığımız kadar neşeli bir oyun oynadık. Gamze Abla anne oldu, biz de çocukları… Bizi neşeli gören dedem bile, oyun evimize konuk oldu. Ona da pastamızdan ve çayımızdan sunduk.
Akşamüzeri, Sultan evlerine döndü. Ertesi gün de bizi evine çağırdı. Bizimkilere sorduk. Onlardan izin alınca, ertesi günü iple çekmeye başladık. Sultanların evini merak ediyordum.
Sultan gidince Gamze, Sultan gibi konuşmaya başladı:
—Yıldııız, buvaya gelsene!
—Hazaaal, bavdağı niye kıvdın?
—Baba, bana kıvmızı elbise alıv mısın?
Hepimiz, Gamze’ye ters ters baktık. Dedemle de aynı şekilde konuşmaya kalkınca, dananın kuyruğu koptu:
—Dede, kıvılan bavdaklav için kızmıyov musun?

—Kendine gel Gamze! Sultan’ı hepimiz çok seviyoruz. Onunla bu şekilde alay etmen çok ayıp! Senin gibi bir genç kıza da hiç yakışmıyor üstelik!
Gamze, kızarıp başını önüne eğdi:
—Özür dilerim, dedi. Gerçekten alay etmiyorum. Sultan’ın bu şekilde konuşması hoşuma gitti.
—Yine de ayıp ediyorsun. Bir daha böyle bir konuşma duymak istemiyorum!
—Peki dede.
Ertesi sabah kahvaltı masasına, annemin öğütleriyle oturup kalktık:
“Sakın, yaramazlık yapmayın! İzinsiz, hiçbir şeye dokunmayın! Halime Teyze’nizi üzmeyin! Yemek zamanı eve dönün. Güneşte oyalanmayın! Şapkanızı çıkartmayın!..”
Öğütler uzayıp gidiyordu. Yengem de başıyla annemi onaylıyordu. Sonunda dayanamadım:
—Tamam anne, dedim. Sanki, evden ilk kez çıkıyorum. Daha önce de arkadaşlarınıza birlikte gitmiştik. Hiç yaramazlık yapmış mıydım? Seni ne zaman üzdüm? Yeter artık!
Annem, yüzüme kızgın gözlerle baktı. Sonra da gülümseyiverdi:
—Ben uyarayım da…dedi.
—Kızlar, duydunuz değil mi, diyen yengemin sözüne,
—Duyduk anneee, diye bağırdı Gamze Abla. Hazal da başıyla onayladı.

Dedem, bize fıkra anlatmaya başladı. Oysa biz sabırsızlanıyorduk ama dedemin sözünü de kesemezdik. Sonuna kadar dinlememiz gerekiyordu:
—Nasrettin Hoca’yı bilirsiniz. Oğlunu suya gönderirken, bir tokat atmış. “Testiyi kırmadan dön!” diye de tembihlemiş. Olayı gören komşusu, dayanamayıp sormuş: “Hoca, çocuk suya daha yeni gidiyor. Testi de sağlam. Neden tokat atıyorsun?” Hoca gülmüş: “Testiyi kırdıktan sonra, tokat atmanın ne yararı var,” demiş.
—Yani dede, dedim. Annem, testiyi kırmadan mı bizi uyarıyor?
—Aynen öyle, diyerek dedem gülmeye başladı.
—Neyse ki tokat atmadı, dedim.
—Aşk olsun Yıldız, dedi annem. Sana hiç tokat attım mı?
—Anne, ben de Nasrettin Hoca’nın yaptığını yapıyorum. Atmadan önce seni uyarayım da…
—Ah! Bu hazırcevaplığın, dedi annem.
Evden çıkarken, dedem de biz de gülüyorduk. Bir süre sonra, gülüşümüzün yerini merak almıştı. Sultanların evi nasıldı acaba?
İlk sokağı döndüğümüzde, gökyüzündeki yoğun duman dedemin ilgisini çekti.
“Eyvah! Sanırım yangın var,” diyen dedem, bizi geri döndürdü. Aynı anda da köy muhtarlığının çağrı aletinden bir ses duyuldu:
“Kınalı yöresinde orman yangını çıkmıştır. Tüm köy halkının yangın yerinde toplanması, önemle rica olunur.”

Hepimiz donmuş kalmıştık. Hemen eve döndük. Dedem, babam ve amcam, traktöre binip yangın yerine gittiler. Giderken, su bidonlarını da doldurup götürdüler. Bize de merak içinde beklemek kalmıştı.
Aslında, ben de yangın alanına gitmek istiyordum. Orman yangınlarını televizyonda izlemiştim ama yakından görmemiştim. Dedemler telaşla koştururken, bu isteğimi onlara iletemedim. Samanlığın damına çıkıp izlemek istedim. Annem, yengem, Gamze, Hazal ve Sevgi de dama çıktılar. Alevlerin yüksekliği buradan bile görünüyordu. İçim ürperdi. Ormandaki hayvanları, ağaçları ve bitkileri düşündüm. Bedenim yanıyormuş gibi bir duyguya kapıldım. Bir an önce söndürülmesini dilemekten başka, elimizden bir şey gelmiyordu.

Öğle yemeğine dek bekledik ama yangın sönmedi. Alevler daha da çok yayıldı. Gökyüzünün tamamı simsiyah dumanlarla kaplandı. Aldığım nefes, sanki genzimi yakıyordu. Artık, yangını merak etmiyordum, görmek de istemiyordum. Bir an önce sönmesini istiyordum. Uyursam, zamanın daha çabuk geçeceğini düşünüp aşağıya indim. Annemler de indi. Birkaç lokma atıştırdıktan sonra yattım. Gözlerimi kapatıyordum ama gözümün önünde alevler uçuşuyordu. Rüzgâr da şiddetini gittikçe arttırıyordu. Pencereden içeriye sızan uğultular, korkumu daha da körüklüyordu. Bu rüzgârda yangının daha da yayılmasından korkuyordum. Rüzgârın uğultusunu duymamak için, battaniyeyi başıma çektim. Uyumaya çalışacaktım.
Zaman geçiyor, bir türlü uyuyamıyordum. Annem de yanıma uzanmıştı. Onun varlığı, korkumu biraz olsun azaltıyordu. Uykuya dalmak üzereydim ki, traktörün sesini duydum. Annemle aynı anda yataktan fırladık, bahçeye koştuk.
Dedemlerin yüzü simsiyahtı, giysileri de öyle. Hangisinin babam, hangisinin amcam olduğunu anlayamadım. Dedemin uyarısıyla kendime geldim:
—Çabuk! Yanınıza birer battaniye ve su alın. Köyün dışına çıkıyoruz. Yangın köye sıçradı.
Ne diyeceğimi bilemiyordum. Annemler sağa sola koştururken, aklıma tavuklar ve civcivler geldi. Dedeme,
—Dedeciğim, dedim. Ne olursun, tavuklarla civcivlerini de götürelim! Onlar da yanmasınlar.
Dedem, yüzüme baktıktan sonra,

—Siz kendi eşyalarınızı alın. Ben onlarla ilgilenirim, dedi.
Dedemin sözleri, beni birazcık rahatlatmıştı. Odaya koştum. Sırt çantamı aldım. İçinde kitaplarım, boya kalemlerim, defterlerim vardı. Onları bırakamazdım.
Annemler de bir sepet yiyecek, birkaç battaniye ve birkaç bidon su almışlardı. Babam, traktörün kasasını taktı. Yengemle annem, kasaya iki yatak koydu. Dedem de kocaman bir karton kutu yerleştirdi. Kutunun içinden, gıdaklama ve cikcik sesleri geliyordu. Biz arabalara bindik. Dedem de traktörü kullandı. Yola koyulduk.
Yonca tarlasına varınca, hepimiz kasanın üstüne çıktık. Kasayı traktörden ayırdılar. Dedem, babam, amcam ve Fırat Ağabey yeniden yangın yöresine döndüler. Biz de uzaktan, gökyüzüne kızıla boyayan alevleri izlemeye koyulduk. Hemen yanımızdaki kutudan gelen tavuk ve civciv seslerinden, onların da huzursuz olduğunu anlayabiliyorduk.
Yanan orman değil, sanki bizim içimizdi. Hepimiz sessizdik. Sevgi’nin bile sesi çıkmıyordu. Ayrıca dedem, yangının köye sıçradığını da söylemişti. Acaba, kimlerin evi yanıyordu? Şu anda, onlar için de üzülüyordum. Sultanların evinin yanıyor olabileceği de bir an aklıma geldi ama bu düşünceyi kafamdan hemen uzaklaştırdım. Onun üzülmesine dayanamazdım. Oysa bu olasılık her zaman için vardı. Hatta, dedemin evi bile yanabilirdi. Bunu düşünerek bizi köyden uzaklaştırmış olmalıydılar ama bunu düşünmek bile istemiyordum. En iyisi, yıldızlara bakıp dilek tutmaktı. O gece, tek bir dileğim vardı: Yangının bir an önce sönmesi.

Yıldızlara bakarken uyuyakalmışım. Ne kadar zaman uyuduğumu bilmiyorum ama dedemlerin sesiyle uyandığımda ortalık henüz karanlıktı. Konuşulanlara kulak misafiri oldum:
—Çok yazık oldu! Ormanın büyük bölümü yandı. Neyse ki, köyün büyük çoğunluğunu kurtarabildik.
Bu konuşan, dedemden başkası değildi. Bu arada, babamın sesini duydum:
—Halime Teyze’yi gördün mü baba? Durmadan ağlıyordu. Ben denedim ama onu avutmayı başaramadım.
—Nasıl ağlamasın, dedi dedem. Evi, ahırı, bahçesi yandı. Hayvanları güçlükle kurtarabildik.
İşte, duymak istemediğimi duymuştum. Sultanların evi yanmıştı. Sultan, şimdi çok üzgün olmalıydı.
Hemen yataktan doğruldum:
—Dede, dedim. Sultanların evi mi yandı?
—Evet kızım, dedi.
—Şimdi onlar nerede?
—Muhtarın evindeler. Çok üsteledim ama buraya getiremedim. Neyse, sabah olunca eve döneriz. O zaman, bir kez daha söylerim. Bizi kırmayacaklardır.
—Evet dede. Sultanlar da bizimle otursun, ne olur!
—Tamam kızım, dedi dedem. Bir çözüm bulacağız. Sen üzülme.
—Nasıl üzülmem dede? Sultan, benim bu köydeki tek arkadaşım. Halime Teyze’yi de çok seviyorum. Kim bilir, şu anda ne durumdalar?

—Çok üzgünler kızım. Yalnız onlar mı? Hepimiz üzgünüz. Yalnız onların evi de değil üstelik; köyde üç ev daha yandı.
—Onlar neredeler?
—Dedim ya, hepsi muhtarın evindeler. Yarın da köy konağına yerleştirilecekler. Sonra da hep birlikte, yanan evleri yeniden yapacağız.
Ne diyeceğimi bilemiyordum. İçim sızlıyordu. Yeniden yatağa uzanıp Sultan’ı düşünmeye koyuldum.
Güneşin doğuşuyla birlikte eve döndük. Dedemin, babamın, amcamın ve Fırat Ağabey’in yüzleri, kömür karasına bulaşmış gibiydi. Onlar, sırayla banyoya girdiler. Ben de bahçede dolaşmaya başladım.
Bahçedeki çimenlerin üstü, kalın bir kül tabakasıyla kaplanmıştı. Rüzgâr, yangının bütün külünü neredeyse bizim bahçeye boşaltmıştı. Bu pislik, günlerce temizleneceğe benzemiyordu. Güç de olsa bahçenin temizlenebileceğini biliyordum ama ya yanan evler ve orman ne olacaktı?
Kahvaltı sofrasında, her zamanki neşemizden eser yoktu. Herkes, sıradan bir işi yaparcasına, sıkıntıyla kahvaltısını etti. Kahvaltıdan sonra dedem,
—Yıldız, Gamze, Hazal siz evde kalın, Sevgi’ye bakın. Biz, evleri yanan köylülere gideceğiz. Bakalım, onlar için ne yapabiliriz? Belki, birkaç kişiyi eve getirebiliriz, dedi.
Her zaman, her olaya karşı çıkan Gamze bile, bu kez sesini çıkarmadı. Başımızı sallayarak dedemi onayladık. Büyükler çıktılar. Biz de kahvaltı sofrasını toplamaya giriştik.

Aklım Sultan’daydı. Dedem, onu bize getirseydi keşke!
Bahçeye çıkmayı canım istemiyordu. İstesem bile, o kül yığını içinde ne yapabilirdim ki? Kalkıp televizyonu açtım. Televizyonda, yurdun değişik bölgelerindeki orman yangınları gösteriliyor, binlerce hektarın yandığından söz ediliyordu. Televizyondaki haber ve görüntüler, içimi biraz daha kararttı. Sonunda kapattım. Sevgi’nin sökülüp takılan oyuncaklarıyla, ona ev, bahçe ve ağaç yapmaya başladım. Birden, aklıma değişik düşünceler geldi:
—Gamze Abla, dedim. Bir anda dünyadaki bütün ağaçlar yok olsa da plastikten ağaçlar ve çiçekler yapmak zorunda kalsak, ne olurdu?
—Saçmalama, dedi Gamze. Olur mu öyle şey?
—Neden olmasın? Baksana, her tarafta yangınlar var. Ağaçlar da sonsuz olmadığına göre…
—Yeterince canımız sıkıldı Yıldız, dedi. Biraz da güzel konulardan söz etsek…
Aklıma, dedemin defteri geldi. Eğer arayacaksak, şimdi tam zamanıydı.
—Dedemin defteri, dedim.
Üçümüz birden ayaklandık. Dedemin odasına girip yatağın altındaki seleleri çıkarttık. Elimizi çamaşırların arasına sokuyorduk ki, dışardan gürültüler gelmeye başladı. Hemen, seleleri yerlerine itip oturma odasına geçtik. Sevginin oyuncaklarıyla oynamaya başladık. Bir iki dakikaya kalmadan, bizimkilerle birlikte Halime Teyze ve Sultan içeri girdi.
Sultan’ı, neredeyse tanıyamayacaktım. Üstü başı isten görünmüyordu. Yine de koşup ona sarıldım. İyi olup olmadığını sordum. Geçmiş olsun dileklerimi söyledim.
—Sağol, dedi Sultan.
Gözleri ağlamaktan kızarmıştı. Biraz daha konuşsa, yine ağlayacak gibiydi. Ben de daha fazla üstelemedim. Yalnızca elini tuttum, sevgiyle sıktım.
Halime Teyze’nin de ondan kalır yeri yoktu. Durmadan içini çekiyordu. Sonunda annemle yengem, onlara bir sofra kurdu. Halime Teyze’yle Sultan’ı, güçlükle sofraya oturtabildik. Annem de onlarla oturdu da birkaç lokma yemelerini sağlayabildi.
Halime Teyze’yi hiç böyle görmemiştim. Yanaklarındaki elmalar sanki birdenbire soluvermişti. Her zaman gülen gözlerine üzgün bakışları yakıştıramıyordum. Sonunda dayanamadım:
—Halime Teyze, dedim. Seni böyle görmeye alışmamışım. Ne olursun, biraz gülümse!
—Yıldız haklı, dedi dedem. Cana geleceğine mala gelsin. Ev ocak yeniden yapılır. Size bir şey olmadı ya!..
—Yıllarca verdiğim emekler yok oldu Kaymakam, dedi Halime Teyze. İçim yanıyor.
Dedeme, köyde “Kaymakam” derlerdi. Ben de dedemi uzun süre kaymakamlık yaptı sanmıştım. Meğer, köyde tek gazete okuyan dedem olduğu için öyle bir isim takmışlar. Belki bunun başka nedenleri de vardı ama ben bilmiyordum. Köyün minibüs sürücüsü, dedemin gazetesini ve ekmeğini her gün getirirdi.
—Hepimizin içi yanıyor ama ne yapalım; oldu bir kez, dedi dedem. Bundan sonra geleceğe bakacağız. Koskoca köy, üç dört ailenin evini yapamayacak mı?
—Sağolun, dedi Halime Teyze. Yapılır yapılmasına da yaşadığımız bu acılar kalır.
—O acıları da hepimiz yaşadık, dedi dedem. Koca köyün ormanı da gitti Halime Kadın. Evleri hemen yaparız ama orman hemen yerine konmaz ki! Çobanların bunca dikkatsiz olmasını aklım almıyor!
—Düşüncesizlik işte, dedi Halime Teyze. Yangın çıkacağını bilseler, yaktıkları ateşi iyice söndürmezler miydi?
—Kaç kez uyardık oysa, dedi dedem.
—Evet, dedi Halime Kadın. Ormanın yeniden eski durumuna gelebilmesi için yıllar gerekir. Ona da bizim ömrümüz yetmez.
—Bizim yetmezse çocuklarımızın ömrü yeter ama bunu gönülden isterlerse…
—İstemezler mi, dedi Halime Teyze. Yemyeşil ormanın yerini kapkara küller, yanmış kütükler aldı. Bunu kim ister?
—Telef olan onca yabani hayvan…
—Onlara yürek dayanmaz, dedi Halime Kadın. Benim Aladana’nın yalnızca kuyruğu yandı da durmadan bağırıyordu.
—Çok acı.
—Bizden yaralı var mı?

<!–nextpage–>

—İki korucu ile bir itfaiye eri dumandan zehirlenmiş. Onları hastaneye gönderdik. Başka sorun yok.
—Buna da şükür, dedi Halime Teyze.
Sultan, durmadan yere bakıyordu. Sonunda, onu dışarı çıkarabildim.
—Kendine gel Sultan, dedim. Böyle üzülerek ne yapabilirsin?
—Elimde değil, dedi. Civcivlevimle Kavatavuk da kümesle bivlikte yanmış, biliyov musun?
Ne diyeceğimi bilemiyordum. Sultan, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı. Bense, yalnızca onun elini tutabiliyordum.
Sonunda, Sultan sakinleşti.
—Üzülme, dedim. Bizim civcivlerin bir kısmını size veririz. Yeniden tavuklarınız olur.
Başını salladı ama önerim onu mutlu etmeye yetmedi. Çeşmenin başına oturduk. Havuzun küllü suyuna bakıp düşüncelere daldık.
—Annenler nerede, diye sordum.
—Köy konağının biv odasını bize vevdiler. Evimiz yeniden yapılıncaya kadav ovada kalacakmışız. Komşulav da biv süvü eşya getivdi. Annemlev onlavı yevleştiviyovdu. Dedem de muhtavın evinde yatıyov. Onun iyice hasta olmasından kovkuyovum.
—Üzülme, iyileşir.
—Dedeni kıvmamak için geldik. Yoksa, gelecek duvumda değildik. Deden, senin çok üzüldüğünü söyledi.
—Üzülmez miyim? Sen benim, köydeki tek arkadaşımsın.

Konuşmamızı, annemin çağrısı böldü. Annem, Sultan’ı banyoya sokup iyice yıkadı. Çıktıktan sonra da benim giysilerimle giydirdi. Halime Teyze de yıkandı ama annemin giysi önerisini geri çevirdi. O giysilerin köy ortamına uygun olmadığını söyledi. Haklıydı da. Annem, sürekli pantolon ve kısa kollu penyeler giyerdi; Halime Teyze ise uzun etek ve uzun kollu kazaklar…
Bir süre sonra, Halime Teyze ve Sultan ayrıldı. Dedem de onlarla gitti. Akşama dek bekledik ama dedemi hava kararmadan göremedik. Geldiğindeyse, yemek bile yemeden, yıkanıp odasına kapanmıştı.
Ertesi gün, annemlerle amcamlar bahçeyi temizlediler. Sulayıp süpürdüler ama külü bütünüyle yok edemediler. Yine de eskisinden temiz olmuştu.
Dedem, her sabah erkenden çıkıyordu. Çıkarken yanına biraz ekmek ve su alıyor, hava kararıncaya dek de dönmüyordu. Dedemin bu durumuna alışmıştık. Bir süre sonra da Kınalı’yı unutup oyunlarımıza daldık. Gamze, Hazal ve ben, birlikte güzel oyunlar oynamaya başlamıştık. Ara sıra Sultan da geliyordu ama onun eski neşesi yoktu. O gelince, Kınalı’yı yeniden anımsıyorduk.
Dedemle birlikte, babam ve amcam da her sabah gitmeye başladılar. Onlara ara sıra Fırat Ağabey de katılıyordu. Sonunda annem, evleri yanan köylülere ev yapmaya gittiklerini söyledi. Buna sevinmiştim. Sultanlar, evlerine yeniden kavuşacaklardı.
Dedemin gazetesi yine her gün geliyordu ama dedem gazetelerin yüzüne bile bakmaz olmuştu. Gazetelerin bazı sayfalarını biz okuyorduk, bazı sayfalarını da annem. Biz, çoğu bölümünü okumuyorduk. Çünkü, dedemin gazetesinde fazla resim yoktu. İşimiz bittiğinde de gazeteleri oyun evimizde kullanıyorduk. Bazen masa örtüsü yapıyorduk, bazen satıcı külahı.
Dedemin her sabah çıkıp her akşam üzgün bir yüzle eve dönmesine alışamamıştım. Bir akşam, dedemi kapıda karşıladım. Yüzü güneşten iyice kararmış, sanki biraz da kırışmış gibiydi.
—Dede, dedim. Seni artık eskisi gibi göremiyoruz. Geç geliyorsun. Geldiğinde de bizimle hiç konuşmuyorsun. Bize dargın mısın?
—Size hiç darılır mıyım gül kızım, dedi. Yalnızca yorgunum.
—Böyle her gün nereye gidiyorsun dede?
—Kınalı’ya, yavrum.
—Orada ne yapıyorsun?
—Yangından kalan artıkları temizliyorum. Baharda yeniden ağaçlandırmak için hazırlık yapıyorum.
—Tek başına mı?
—Hayır. Tek başıma beceremem ki! Bana yardım eden arkadaşlar var.
—Beni de götür dede. Sana yardım ederim.
Yanıma çöktü. Beni kucağına sıkı sıkı bastırdı.
—Çok yorulursun gül kızım, dedi. Sana göre işler değil.
—Olsun, dedim. Bana göre işler de vardır.
—Peki, dedi. Yarın seni de götürürüm. Sızlanmak yok ama tamam mı?
—Tamam, dedim.
Sevinçten uçuyordum. Hemen Gamze ile Hazal’a müjdeyi verdim. Onların da gelmek isteyeceğini düşünmüştüm. Yanılmamışım. Hazal da hemen dedemin yanına koştu. Gamze önceleri biraz gönülsüzdü ama sonra o da dayanamadı.
—Sizinle nasıl baş edeceğim ben, diyen dedem, banyoya yürüdü.
Ertesi sabah erkenden kalktık. Dedem, traktörün kasasına üç minder koydu. Bizi de minderlerin üzerine oturttu. Annemler de yiyecek sepeti hazırladı. Onu da kasaya koyduk. Şapkalarımızı da aldıktan sonra, dedem traktörü çalıştırdı.
Düğüne gidiyor gibiydik. Öylesine neşeliydik ki durmadan şarkı söylüyor, el çırpıyorduk. Bu neşemiz, Kınalı’ya varıncaya kadar sürdü. Traktörden inip de Kınalı’nın yangından sonraki durumunu görünce, tüm neşemiz uçup gitmişti.
Yanlış yere gelmiş olmalıydık. On beş gün önce gezdiğimiz, oyunlar oynadığımız, deresinde çıplak ayakla dolaştığımız yer burası olamazdı!
Traktörden sessizce indik. Sepeti dedem, minderleri de Gamze ile Hazal aldı. Bana da kilim kalmıştı. Dedemi izlemeye koyulduk.
Geçtiğimiz yerlerde ne ağaç, ne de çimen vardı. Yangının kalıntısının peyce temizlendiği belliydi. Yalnızca, her tarafa kara bir örtü serilmiş gibiydi. Önümüzdeki tepeye çıkınca, neye uğradığımızı şaşırdık. Gözlerimizin önüne serilen görüntüde ormandan eser yoktu. Kara kütükler, yarısı yanmış dallar ve kül yığınlarına şaşkınlıkla bakıp kalmıştık. Kuş sesleri bile yoktu.
Dedemin neden bu kadar üzgün olduğunu şimdi daha iyi anlıyordum. Dedem, tepenin üzerindeki temizlenmiş bölgede durmamızı istedi. Kilimi bulunduğumuz yere serdik. Sepeti ve minderleri de kilimin üstüne bıraktık.  Dedemi izlemeye hazırlanıyorduk ki, dedem bizi durdurdu:
—Şimdilik, siz oturun. Buradan beni izleyebilirsiniz. Yanmış ağaçları kökledikten sonra, sıra dalların taşınmasına gelecek. Siz de o zaman gelirsiniz.
Başımızı sallayıp dedemi onayladık. Minderlerin üzerine çöküp dedemi izlemeye koyulduk.
Dedem, tepenin hemen altına bıraktığı kazmasını eline aldı. Az ilerideki yanmış kütüğün dibini kazmaya koyuldu. Biraz sonra kütük, yan tarafa devrildi. Dedem, bir başka kütüğe doğru yürüdü.
Bizi ne zaman çağıracağını merak ediyorduk. Çok geçmeden, beklediğimiz çağrıyı aldık. Yokuş aşağı koşarak dedemin yanına vardık.
—Bana yardım etmede kararlı mısınız? Üstünüz başınız kirlenecek, yorulacaksınız da, dedi.
—Olsun, diye bağırdık. Kararlıyız dede.
—Benden günah gitti, diyerek güldü dedem.
Dedemin gülmesini özlemiştim. Birdenbire, yüreğim sıcacık oldu. Dedemin gösterdiği dalları toplamaya ve hepsini aynı yere yığmaya başladık.
Bir saat kadar çalışmıştık ki dedem “tamam” dedi. Eşyalarımızın yanına dönmeden önce, bizi derenin yanına götürdü. Elimizi, yüzümüzü yıkamamızı istedi.
Dere, bütün güzelliğini yitirmiş gibiydi. Arasından sızacağı dallar olmayınca, güneş de ışık oyunları yaratamıyor, doğrudan suyun üzerine vuruyordu. Suyun kenarındaki çimler de küllerle kirlenmişti.

Sessizce elimizi yüzümüzü yıkayıp eşyalarımızın bulunduğu yere döndük. Yiyecek sepetimizi çıkarıp karnımızı doyurmaya başladık.
Yemekten sonra dedem, bizi eve getirdi. Kalmak için yaptığımız tüm oyunlar boşa gitmişti. Güneşin altında hasta olacağımızı söyledi. Gölgesinde oturacağımız tek bir ağaç bile kalmamıştı çünkü.
Eve döndüğümüzde, annemleri evde bulamadık. Üçümüz birden banyoya girip yıkandıktan sonra üstümüzü değiştirdik. Oturma odasına, kanepelerin üstüne uzandık. Annemlerin sesiyle gözümü açtığımda, ne kadar zamandır uyuduğumu bilmiyordum.
—Neredeydiniz anne, diye sordum.
Aynı anda Gamze ile Hazal da uyanmıştı.
—Halime Teyze’lerin evini döşemeye gitmiştik, dedi annem.
—Nasıl? Onların evi yapıldı mı?
—Evet, bitti. Babanlar, kaç gündür orada çalışıyorlardı. Biz de evden birkaç parça eşya alıp gittik. Şimdi, çok güzel bir evleri oldu.
—Sultan’la Halime Teyze sevindiler mi?
—Sevinmezler mi? Size selam yolladılar.
—Biz de gitsek, olur mu? Daha önceki evlerini de görememiştik.
—İyice yerleşsinler de gidersiniz. Şimdi çok işleri var.
—……
—Siz neler yaptınız? Deden sizi çalıştırmadı mı yoksa, diye sordu yengem.
—Çalıştık, dedik. Gelip banyomuzu bile yaptık.

—Bunlar iyice büyümüş, diyen annem bana sarıldı. Sonra da dedemi sordu.
—Dedem bizi bıraktıktan sonra, yeniden ormana döndü. Anne, görsen öyle kötü olmuş ki!
—Gördüm kızım, dedi annem. Dayanılacak gibi değil. Dedeni anlıyorum.
—Arkadaşlarının da olduğunu söylemişti ama ben kimseyi göremedim. Dedem yalnız çalışıyordu.
—Bugün herkes, yeni yapılan evlerdeydi. Deden o yüzden yalnızdır. Yarın onlar da giderler. Belki, şimdi bile gitmişlerdir.
—Dedem, neden yeni yapılan evler için kalmadı?
—Onun yerine biz gittik ya…
Günlerdir ilk kez, o akşam yine mangal yakıldı bahçede. Dedem de bize katıldı. Neşeyle yemeğimizi yedik. Birden, aklıma bir konu geldi:
—Dede, dedim.
—Efendim gül kızım, dedi.
—Hani, benim köklerim burada, demiştin ya.
—Evet.
—Kınalı’daki ağaçlardan mı söz ediyordun?
Babamla annem gözüme baktı. Ters bir söz söylediğimi anlamıştım. Dedem, yine sessizleşivermişti. Başımı önüme eğdim
—Evet kızım, dedi neden sonra dedem. Köklerim yandı ama yeniden yeşerecek
Annem, babam ve amcam hemen konuyu değiştirip yoncalardan söz etmeye başladılar. Yoncalar biçilmiş ve kurumuştu; balya yapılması gerekiyordu. Ertesi gün tarlaya, balya makinesi girecekti. Biz de hep birlikte tarlaya gidecektik.
Konunun değişmesi, dedemin yüzünü de değiştirmişti. Hemen, yonca, balya, satış ve pazarlama üstüne bir konuşma başladı. Ben de yavaşça masadan sıyrıldım. Bir daha, Kınalı konusunu kesinlikle açmayacaktım.
Sabahleyin, gün doğmadan önce kalktık. Bu kez uyanmam güç olmuştu ama annem uyanıncaya kadar başımdan ayrılmadı. Güç bela kahvaltımı ettim. Traktöre bindiğimde gözlerim tam açılmamıştı.
Tarlaya varıp da balya makinesini görünce, gözlerim açıldı. Daha önce yüzdüğüm ve yılandan korktuğum kanalı görünce, büsbütün uyanıverdim. Bu kez, kanaldan uzak durmaya kararlıydım. Doğruca, tarlanın bir ucundaki salkım söğüdün altına yürüdüm. Dedemin oraya bıraktığı minderin üzerine çöküp balya makinesini izlemeye koyuldum. Gamze ile Hazal, bu kez gelmemişlerdi. Sanırım uyanamamışlardı.
Bir süre sonra, boş oturmaktan canım sıkılmaya başladı. Tarlanın kıyısından papatya topladım, ağustos böceklerinin şarkısını dinledim, Karıncaların çalışmasını izledim; ama zaman bir türlü geçmiyordu. Balya makinesi yoncaları tellerle bağlıyor, babamla amcam da traktörün kasasına yüklüyordu. Kasa dolunca eve gidecek, samanlığa boşaltıp döneceklerdi. Ben de gitmeye karar verdim.
—Ne oldu, dedi dedem. Gelmek için pek hevesliydin. Çabuk sıkıldın.
—Yalnız olunca canım sıkıldı dede, dedim.
—Peki git bakalım, dedi dedem.

Babam traktörü kullanıyordu. Onun yanına, tekerleğin üstündeki oturağa oturdum. Amcam da karşıma oturdu. Ağustos böceklerinin sesini bastıran motor gürültüsü arasında eve döndüm. Bu kez, geziden zevk almamıştım.
Geldiğimde, Gamze ile Hazal daha kalkmamıştı. Babamla amcam, kasayı boşaltmaya başladı. Ben de elimi yüzümü yıkayıp yarım kalan uykuma döndüm.
Hazal’ın gıdıklamasıyla uyandım.
—Kalk, Sultanlara gideceğiz, diyordu.
Hemen yerimden fırladım. Kahvaltı masası, yine bahçeye kurulmuştu. Benimki ikinci kahvaltıydı ama yine de epeyce yedim. Bu kez neşem yerindeydi; Sultanlara gidebilecektik sonunda.
Annem, ben, yengem, Gamze, Hazal ve Sevgi, hep birlikte yola düştük. Hazal’la biz el ele tutuşmuştuk Sekerek, önden gidiyorduk. Gamze, annemlerle birlikte, yavaş yavaş geliyordu. Yengem, kucağına Sevgi’yi almıştı. Annem de eline büyükçe bir torba almıştı. Sanırım, içindekileri Halime Teyze’ye götürüyordu.
Sultan, bizi avlunun dışında karşıladı. Yüzündeki üzüntü gitmişti. Bize gülümsüyordu. Onu böyle gülerken görmek, benim içimi de sevinçle doldurdu. Koşup ona sarıldım. Benden sonra da Hazal sarıldı.
—Hoş geldiniz, dedi Sultan. Avtık, yepyeni biv evimiz var. Eskisinden bile güzel oldu ama dedem yine de iyileşemedi.
İyileşir, üzülme, dedim ama ben de üzülmüştüm. O yangından sonra Sultan’ın dedesinin bir daha yürüyemediğini duymuştum.

—Sultan, dedim. Bunlar senin.
—Bunlav da ne?
—Öykü kitaplarım, boya kalemlerim ve yeni bir resim defteri.
—Bunlavı bana mı veviyovsun?
—Seninkilerin yandığını düşündüm de…
—Çok teşekküv edevim. Evet, hepsi yanmıştı.
Sultan boynuma sarılmıştı. Birkaç kitap, kalem ve defterin onu böylesine mutlu edeceğini düşünmemiştim doğrusu. Babama söyleyip Sultan için yeni kitaplar aldırmalıydım.
—Aaa! Gamze Abla da gelmiş.
Sultan’ın “abla” diyerek kendisine koşması, Gamze’yi çok mutlu etmiş olmalıydı. Çünkü o da gülümseyerek Sultan’a sarılmıştı. Çok az gülümsediği için, bu durumda Hazal’la birbirimize bakıp güldük. Durumdan herkes hoşnuttu. Bu arada Gamze, hepimizi şaşırtan bir davranışla çantasını açıp içindeki aynasını Sultan’a uzattı.
—Bunu al. Baktıkça beni anımsarsın.
—Sağol, dedi Sultan. Seni anımsamam için buna bakmama gevek yok ki! Unutacağımı sanmıyovum.
—Olsun, dedi Gamze. Sen, yine de al.
Gamze, eşyalarını kimseye vermezdi. Kazara Hazal birine dokunacak olsa, kıyameti kopartırdı. Şaşkınlığımız bu yüzdendi.
—Ama bu haksızlık, dedi Hazal.

Hepimiz, Hazal’a bakmaya başladık.
—Ben, Sultan’a bir şey getirmedim. Aklıma gelmedi, dedi.
Hepimiz birden gülmeye başladık.
—Sen de sonra verirsin, dedik.
—Beni utandıvmayın, dedi Sultan. Sizden biv şey istemiyovum ki!
—Biliyoruz, dedim. Sen bizim arkadaşımızsın. Bunlar yalnızca armağan.
Sultan, kızararak başını önüne eğdi.
—Benim size vevecek biv avmağanım yok, dedi.
—Buna gerek yok, diyerek ona sarıldık. Hepimiz mutluyduk. Sultan’ı da gülümsetmeyi başarmıştık sonunda.
Ne zaman geldiğini anlamamıştım ama arkamı döndüğümde Halime Teyze’yi gördüm. Yüzüne baktım, yine gülümsüyordu. Hepimiz içeri girdik. Büyükçe bir avlunun bir kıyısına yapılmış tek katlı evin kiremitleri ışıldıyor, duvarlardaki kireç badana da bembeyaz gülümsüyordu sanki.
Evin ve ev halkının gülümseyen yüzleri, sabahki sıkıntımı alıp götürmüştü. Şimdi, bu bahçede, birlikte oyun oynayabilirdik. Bu günün sıkıcı geçmeyeceği kesindi.
Eve bitişik yapılan önü açık oda ve yanındaki ahır gözüme çarptı. Önü açık odaya “hayat” diyorlardı. Oraya kilim serilmiş, kilimin çevresi minderlerle ve yastıklarla donatılmıştı. Herkes oraya geçip oturdu. Hazal’ın annesini de ilk kez o zaman gördüm.

Annesi, Hazal’a çok benziyordu. Başındaki örtüden saç rengini göremedim ama onun da yanakları kırmızıydı. Zayıf, uzun boyluydu. Halime Teyze gibi uzunca bir etek giymişti. Kucağında da küçük bir çocuk vardı.
—Kardeşin mi, diye sordum.
—Evet, dedi Sultan. Adı, Emiv.
Onları bırakıp bahçenin öbür ucuna çekildik. Samanlığın yan tarafına güneş gelmiyordu. Oraya eski bir minder koydu Sultan. Hepimiz, minderin bir kıyısına oturduk. Evcilik oynayacaktık ama Sultan, gözünü elindeki kitaplardan ayırmıyordu. Ayrıca, oyun araçlarını nasıl bulacağımızı da bilmiyordum. Sultan’ı güç durumda bırakmamak için de soramıyordum.
—Sultan, dedim. Kitapları sonra okursun. Bize gidelim mi? Biliyorsun, orada oyun evimiz var. Annemler burada otursun. Biz de orada oynayalım.
—Ninem izin vevivse oluv, dedi Sultan.
—Bu işi bana bırak, diyerek koştum.
Halime Teyze izin verdi de bizimkiler biraz sorun çıkarttı. Eve tek başımıza gitmemiz uygun olmazmış. Yolda köpek kovalayabilir, ya da başımıza kötü bir olay gelebilirmiş.
—Bir şey olmaz, dedi Halime Teyze. Köyde başıboş köpek yoktur. İzin verin çocuklara.
Annem, gönülsüz de olsa, anahtarı uzattı. Üçümüz birden evin yolunu tuttuk.
—Kızlar, dedim. Bu bir fırsat, biliyor musunuz?
—Ne fırsatı, diye sordu Gamze.
—Dedemin defterini bulmak için…

—Gerçekten, dedi Gamze. Hızlanın bakalım.
El ele tutuşup koşmaya başladık. Hepimiz heyecanlanmıştık. Eve vardığımızda, hepimiz soluk soluğaydık. Heyecandan, kapıyı bir türlü açamıyordum. Sonunda, Gamze anahtarı elimden aldı, kapıyı açıverdi.
İçeri girdiğimizde, avlunun öbür kapısının açık olduğunu gördük. Avlunun karşılıklı iki kapısı vardı. Babamlar, o kapıdan traktörü sokmuşlar, yine yonca balyalarını boşaltıyorlardı.
Bütün heyecanımız sönmüştü. Oyun evimize oturduk. Canımız oyun oynamak da istemiyordu. Babamla amcamın bir an önce gitmesini istiyorduk.
—Onlav gidinceye kadav evcilik oynayalım, dedi Sultan.
—Evcilikten bıktık, dedi Gamze. Sessiz sinema oynayalım.
—O nasıl oynanıyor?
Gamze, oyunun kurallarını anlattı. Sultan boynunu bükmüştü.
—Ben hiç sinemaya gitmedim ki, dedi.
—Olsun, dedim. Televizyonda film izlemedin mi?
—İzledim.
—O zaman, televizyondan film seçeriz.
Herkes onayladı. Sultan’la ikimiz bir takım, Hazal’la da Gamze bir takım oldu. Oyuna önce onlar başladılar. Biz de onların işaretlerle anlattığı filmi tanımaya çalışıyorduk.
Oyuna öyle dalmışız ki, dedemin sesiyle yerimizden sıçradık:

—Yine oyuna dalmışsınız bakıyorum, dedi dedem. Çok susadım. Hanginiz bana su getirecek?
—Ben getiririm dede, diyerek mutfağa koştum. Dolaptan su şişesini, raftan da bardağı alıp geldim.
Dedem suyunu içtikten sonra,
—Su verenlerin çok olsun gül kızım, dedi.
Bu sözü anlamamıştım ama kızlara takıldım:
—Dedemin sözünü yerine getirmek isteyen var mı? Bana suyu kim dolduracak, diyerek şişeyle bardağı uzattım.
—Akıllım, dedi Sultan. Deden, ilevde çok çocuğun olsun da sana su vevsin, anlamında bunu söyledi. Daha önce hiç duymadın mı?
—Duymadım, dedim ama utanmıştım. Dedem, gülerek uzaklaşıyordu.
—Kızlar, dedim. Bırakın şakayı! Dedemin defterini yine arayamadık.
—Babamların gittiğini anlayamamışız, dedi Hazal. Oyuna dalmışız.
—Neyse, dedi Sultan. Başka zaman avavsınız. Tatil daha bitmedi ki!
—Evet ama bu gidişle arayamayacağız. Baksanıza, her zaman bir engel çıkıyor.
Oyunu bırakmıştık. Herkes, kendi kabuğuna çekilmişti.
—Salıncak kuralım mı, dedi Gamze.
—Nereye kuracağız?
—Garaja.
Garaj, Sultanların hayatı gibiydi. Üzeri kalın ağaçlarla kapatılmış, onun üzerine de kiremit döşenmişti.

—Biz kuramayız ki, dedim.
—Dedeme kurdururuz, dedi Gamze.
Hep birden, “Dedeeee!” diye bağırmaya başladık. Dedem, bornozuyla dışarı fırladı:
—Ne var kızlar, dedi. Telaşlandığı belliydi.
—Yok bir şey dede, dedim. Bize salıncak kurar mısın, diye soracaktık.
—Hay Allah iyiliğinizi versin! Yüreğimi ağzıma getirdiniz. Giyinip geliyorum, dedi.
On dakika sonra, dedem salıncağımızı kurmuştu bile. İlk sırayı kimin alacağını tartışmaya başladık.
—Çekiliş yapalım, dedi Hazal.
—Çekilişe gerek yok. Ben büyüğüm, ilk sıra benim, dedi Gamze.
—Olmaz, dedim. Hazal da hepimizden küçük. O zaman, ilk sıra Hazal’ın olsun.
—Kavga etmeyin, dedi Sultan. Benim aklıma biv fikiv geldi.
Hepimiz, merakla Sultan’ın yüzüne bakmaya başladık.
—Mani uyduvalım, dedi.
—O ne demek, diye üçümüz birden atıldık.
—Şiiv gibi, dedi. İstevseniz, önce ben başlayayım. Kimin manisi güzel oluvsa, ilk olavak o binsin.
—Hadi bakalım, dedi Gamze. Bu fikir senden çıktığına göre, en güzel mani de senin olacak demektir.
—Ovası belli olmaz, dedi Sultan.
—Hadi Sultan, dedim. Önce sen söyle ki, biz de nasıl olduğunu öğrenelim.

Peki, diyerek manisine başladı:
Biv kızım akça pakça
Mindevim iki pavça
Salıncağa binince
Çıkavım bulutlava.
Sultan’ı hepimiz alkışladık. Gamze hemen atıldı:
—Sen, akça pakça bir kız değilsin ki; esmersin, dedi.
İşte, bu doğruydu. Gülüştük.
—O zaman, siz de bana kavşılık vevin, diyerek güldü Sultan.
Düşünmeye başladık. Ne kadar düşünsem de benim aklıma hiçbir sözcük gelmiyordu. Gamze’nin maniye başlamasıysa, hepimizi şaşırttı:
İyice bakın kızlar,
Akça pakça mı Sultan?
Hoşlanmaz salıncaklar
Söze yalan katandan.
Hem güldük, hem de Gamze’yi çılgın gibi alkışladık.
—Bu kadavını beklemiyovdum doğvusu, dedi Sultan. Sıva senin. Hadi bakalım, seni ben sallayacağım.
Gamze’nin keyfine diyecek yoktu. Sultan Gamze’yi sallarken, biz de mani düşünüyorduk. Hazal’ın sesli düşünmesi, benim de sözlerimi unutmama neden oluyordu.
—Hazal, dedim. İçinden düşünür müsün? Aklıma gelenlerin hepsini unutuyorum.

<!–nextpage–>

 

Peki, diyen Hazal yüzünü astı. Bahçede dolaşmaya başladı. Şimdi sesi, daha yüksek geliyordu.
Gamze, epeydir sallanıyordu.
—Yetev, dedi Sultan. Şimdi de sen beni sallayacaksın. İlk maniyi ben bulmuştum. Hazal’la Yıldız, daha bulamadılav.
—Buldum, diye bağırdım. Önce beni dinleyin. Benimki Sultan’ınkinden güzelse, sıra benim demektir.
Gamze salıncaktan indi. Hazal da koşarak yanımıza geldi. Altı çift göz yüzüme bakıyordu. Birden, aklımdaki bütün sözler uçup gidiverdi.
—Unuttum, dedim. Neredeyse ağlayacaktım.
—Olsun, dedi Sultan. Bivaz düşün. Şimdi aklına geliv.
Unuttuğum mani, aklıma yeniden geldi. Araya başka söz karıştırmadan, hemen söylemeye başladım:

Yaz geldi hava sıcak
Dedem kurdu salıncak
Salıncağa binince
Beni kim sallayacak?
—İşte bu kadav! Bak, nasıl da güzel söyledin!
Sultan’ın sözleri, gururlanmama neden olmuştu. Kendimi, büyük bir başarıya imza atmış gibi duyumsuyordum.
—Hadi, dedi Sultan. Sıva sende. Seninki benimkinden güzel oldu.
Salıncağa bindim. Beni, Hazal sallamaya başladı. O sırada, onun da mani düşündüğünden kuşkum yoktu. Birden ipi bıraktı.
Ah! Salıncak salıncak
Aklımı kaçıracak
Aklıma söz gelmiyor
Bak, şimdi ne olacak?
Şaşkınlıktan salıncaktan düşecektim neredeyse. Hazal hepimizi şaşırtmıştı. Salıncaktan inip yerimi Hazal’a verdim. Onu sallamaya başladım.
Yeterince sallanmıştık. Bu oyundan da sıkılınca, yeniden oyun evimize döndük. Sultan, evlerine gitmek üzere kalktı. Onu kapıya kadar uğurladık. O sırada annemler de geldi, yemek hazırlıklarına başladılar. Biz de onlara yardım ettik.

Manilerle yaptığımız atışma, aklıma dedemin defterini getirdi yine. Dedem, defterine mani mi yazıyordu yoksa?
Kendimi tutamadım, gülmeye başladım.
—Hayrola Yıldız, dedi annem. Yine, kendi kendine ne gülüyorsun?
—Hiiiç! Aklıma bir şey geldi de…
Annem, cık cık çekerek başını salladı. Sonra da yengeme dönüp,
—Çocuk olmak ne güzel, dedi. Hiçbir dertleri tasaları yok.
—Haklısın, dedi yengem. Keşke, biz de hep çocuk kalabilseydik!
Büyükleri anlamıyordum doğrusu! Çocukların dertlerinin olmayacağını da nereden çıkarıyorlardı? Sıkıntılarımız onlardan farklıydı belki; bunu kabul ediyordum. Bir de onlar, bizim de sıkıntılarımız olabileceğini kabul etselerdi ya!..
Öğle yemeği için epeyce geç olmuştu. Çok acıkmıştım. Sabırsızlığımdan, masaya götürdüğüm bardakların ikisini düşürüp kırdım. Dedem,
—Üzülme kızım, dedi. Can kırılacağına cam kırılsın.
Annem, ters ters bakmakla yetindi. Keşke, annem de dedem gibi anlayışlı olsaydı! Bardakları isteyerek kırmamıştım ki.
Sonunda yemeğe başlayabildik. Yemeğin tam ortasında annem,
—Kızım yavaş, dedi. Arkandan kovalayan mı var?
—Ne yapayım anne? Çok acıktım.

—Hani, geçen gün bana, neden hızlı yediğimi sormuştun, dedi dedem. Şimdi sen, benden de hızlı yiyorsun.
Dedemin de annemle aynı görüşü paylaşması, beni utandırmıştı. Yavaş yemeye başladım; ama birdenbire bütün isteğim yok olmuştu. Her zaman çok sevdiğim karpuzdan bile birkaç dilimi güçlükle yedim. Masadan kalkıp oyun evimize koştum. Kendimi minderlerin üzerine attım. Çok yorulmuş gibiydim. Gözlerim kapanmak üzereyken, Hazal’la Gamze geldi. Hazal da yanıma uzandı, ama Gamze kalmadı. Bir süre sonra onun içeriye girdiğini gördüm. Az sonra da bizi çağırdı:
—Çabuk buraya gelin!
Hemen koştuk. Televizyonda, birisi kumdan resimler yapıyordu. Sonra silip yeniden yapıyor, çok güzel desenler oluşturuyordu.
—Biz de yapalım mı, dedi Gamze.
—Yapalım, diye bağırdık.
Dedemin bahçesinde kum çoktu; hem de televizyondaki ressamın kullandığı gibi incecik kum…
Oyun evimizin yanına çöküp televizyonda izlediğimiz gibi resimler yapmaya çalıştık. Hazal’la ikimizinki güzel olmuyordu; ama Gamze çok güzel resimler yapıyordu. Hiç birini de bozmuyordu. Birini bitirip diğerine geçiyordu. Oyun evimizin çevresi ördek, tavşan, kız, deniz ve ağaç resimleriyle dolmuştu. Hazal’la biz de hayran hayran izliyorduk.
Gamze’yi özenle inceledikten sonra, yeniden denemeye karar verdim. Önce bir ev, sonra da ağaç resimleri yaptım. Bahçenin çevresini de çitle çevirdim. Bu kez, kendi yaptığım resmimi beğenmiştim.

—Hazal, Gamze Abla bakın, diye seslendim.
Gamze Abla, “Güzel olmuş,” dedi. Yalnız, bir iki düzeltme yaptı. Ağaçlarımın üstüne de kuş resimleri ekledi.
Hazal birdenbire tepinmeye, resimlerimizi ayağıyla bozmaya başladı. Çok şaşırmıştım. Hazal, hiç böyle bir davranış göstermezdi. Biz ona şaşkınlıkla bakarken, bu kez de tepine tepine ağlamaya başladı. Gamze çok kızmıştı. Bağırmaya başladı:
—Ne oluyor sana? Deli misin? Resimlerimizi neden bozdun?
—Ben yapamıyorum, diye ağlamasını sürdürdü Hazal.
“Eyvah! Şimdi fırtına kopacak, Gamze Hazal’ı dövecek,” diye beklerken, Gamze ayağa kalktı.
—Gel, sana da göstereyim. Birlikte yapalım, dedi.
Ağzım bir karış açık kalmıştı. Onları izlemeyi sürdürdüm.
Bir süre, birlikte resim yaptılar. Gamze, onun yaptığı her resmi düzeltiyor, bazen de elinden tutup kendisine yaptırıyordu. Sonunda, Hazal’ın da yüzü gülmeye başlamıştı.
Onları kendi haline bırakıp bozulan resmimi yeniden yapmaya koyuldum. Hazal’a çok kırılmıştım.
Bir süre sonra Hazal, yanıma gelip benden özür diledi. Kırgınlıktan hoşlanmadığım için konuyu fazla uzatmadım. Yine, birlikte oynamaya başladık.
Ertesi gün, Sultan yine bize geldi. Yanında bir kitap getirmişti. Merakla kitaba bakmaya başladım. Bu kitap, benim verdiğim kitaplardan değildi.

—Hoş geldin Sultan, dedim.
—Hoş bulduk Yıldız, dedi. Gamze Abla ile Hazal nevede?
—Şimdi gelirler.
—Bakın, size ne getivdim?
—Bir kitap…
—Evet. Bu kitabı daha önce okumuş muydun?
Bakayım, diyerek kitabı aldım. Daha önce okumadığım bir kitaptı. Kapağındaki resimler çok güzeldi. Bunu Sultan’a da söyledim.
—Ben okudum, dedi Sultan. İçindeki öykülev de kapağındaki resimlev kadav güzel. Babam, dün pazava gitmişti. Bana ovadan almış.
—Ben de okuyabilir miyim?
—Ben, bivlikte okuyalım, diyecektim. Böyle daha güzel olmaz mı?
—O zaman, Hazal ile Gamze’yi çağırayım, diyerek koştum.
Gamze, kanepeye uzanmış televizyon izliyordu. Hazal da yatakta dönüp duruyordu.
—Günaydın, dedim. Hadi gelin; Sultan geldi.
—Ama daha kahvaltı etmedik, dedi Hazal.
—Ederiz canım, dedim. Kahvaltı daha hazır değil.
İkisi de beni izledi. Sultan’a “Hoş geldin” dediler; ama böyle erkenden gelmesine de şaşırmışlardı. O sırada, annemin sesi duyuldu:
—Kızlaaar! Hadi gelin, kahvaltı hazır!
Sultan’ı da güçlükle masaya oturtabildik. Dedemin dışında, hepimiz masadaydık.

—Anne, dedim. Dedem nerede?
—Deden erkenden çıkmış, dedi. Sanırım Kınalı’ya gitti.
Bu arada, Sultan,
—Kusuva bakmayın, dedi. Ben bivaz evken gelmişim.
—Olsun, dedi babam. Burası, senin de evin sayılır. İyi ki geldin!
Annem, yengem ve amcam da babamı onayladılar. Sultan’ın mutlu olduğunu yüzünden anlayabiliyordum. Gülümsüyordu.
—Biz, dedi. Çok evken kalkavız.
—Köyde yaşam erken başlar, dedi babam. Biz geç kaldık.
—Tatildeyiz canım, dedi amcam. İş zamanı biz de erkenden kalkıyoruz.
Sultan’a kahvaltı ettiremedik; yalnızca bir bardak meyve suyu içti. Biz de kahvaltımızı bitirince, izin isteyip masadan kalktık. Oyun evimize geçtik.
—Hep aynı oyunlavı oynuyovuz, dedi Sultan. Bugün de kitap okuyalım mı? Sonva da okuduklavımızı oyunlaştıvıvız.
—O nasıl olacak, dedi Gamze.
—Bizim öğvetmen sınıfta yapıyovdu. Önce okuyalım, sonva nasıl yapacağımızı konuşuvuz.
—Ben de biliyorum, dedim. Biz de okuduğumuz öyküleri sınıfta oyunlaştırıyorduk.
—Kim okuyacak, dedi Gamze Abla. Ben, Türkçe’yi okumakta zorlanıyorum.

—Ben de, dedi Hazal.
—Ben okuyabilirim, dedim.
—Sultan okusun, dedi Gamze. Gülüşünden, bir yaramazlık düşündüğü belli oluyordu.
—Olmaz, dedi Sultan. Benim okumama gülevsiniz.
—Hayır, gülmeyiz, ama ben okuyacağım, dedim. Gamze’nin Sultan’ı üzebilecek olmasını engellemek istiyordum.
Gönülsüz de olsa, peki, dediler.
Kitabın kapağındaki resme bir kez daha baktıktan sonra, sayfaları çevirip ilk öyküyü okumaya başladım.

BEYAZ DÜŞLER
Gökyüzünde yoğun bir hazırlık vardı. Bulutlardaki su tanecikleri, en güzel gelinliklerini hazırlıyorlardı. Gittikçe soğuyan hava, onların daha hızlı çalışmasına neden oluyordu. Bu durum, onları daha da heyecanlandırıyordu. Aylardır, bu günü beklemişlerdi.
Damla, su taneciklerinin en küçüğüydü. Öylesine sessizdi ki, varlığı pek farkedilmezdi. Hafif bir esintide bile sağa sola savrulurdu. Kimi zaman, bulutun en ucuna kadar savrulduğu bile olurdu. Böyle zamanlarda, gökyüzünün sonsuzluğundan içi titrerdi. Bu sonsuzlukta yitip gitmekten korkardı.
Herkesin çalışmasını heyecanla izliyordu. O da gelinliğini hazırlamak istiyordu. Yeryüzü yolculuğuna başlaması gerektiğini biliyordu ama öyle küçüktü ki!.. En sonunda, büyük bir damlaya tutunmaya karar verdi. Bu amaçla, hazırlıklarını sürdüren arkadaşlarına yardım etmeye başladı. Nasıl olsa, birine tutunmak zorunda kalacaktı. Bütün arkadaşlarını da çok seviyordu. Hangisine tutunacağı, o kadar da önemli değildi.
Kimin yardıma ihtiyacı varsa oraya koşuyordu. En sonunda, buluttaki bütün tanecikler Damla’yı farketmişti. Onun özverili çalışmasını gülümseyerek izliyorlardı.
Birkaç ay önceki yolculuğunu anımsadı. Yağmur olarak yeryüzüne inmişti. Orada Parlak’la tanışmıştı. O da bir yağmur damlasıydı. Gerçekten, adı gibi ışıl ışıldı. Damla’nın çok hoşuna gitmişti.
Neşeli bir oyuna başlamışlardı. Ağacın güneş görmeyen dallarına, meyvelerine saklanıyorlardı. Birbirlerini bulduklarında ise kahkahalarla gülüyorlardı.

Derken, hava iyice ısındı. Oyunlarındaki neşe yitiverdi. Sıkıntılı bir bekleyiş içine girdiler. Sıcak, bedenlerini ele geçirmişti. Birbirlerine doyamadan buharlaşıverdiler. Her biri, ayrı bir bulutta konakladı. Bir daha da birbirlerini görmediler.
Damla, Parlak’ı çok özlemişti.
Çevresine bakındı. Arkadaşlarının hepsi, yolculuğuna başlamıştı. Hepsinin çağrısına gülümseyerek teşekkür etmişti. Yolculuk başladığında, en yakınındakine tutunacağını söylemişti. Oysa şimdi, yakınında kimse kalmamıştı. Şimdi ne yapacaktı?
Ağlamaya hazırlanıyordu ki, bedenindeki değişimleri farketti. Şaşkınlıkla baktı kaldı. Çünkü, o da arkadaşları gibi giyinmişti. Kucağında bembeyaz düşler vardı. Bunun nasıl olduğunu düşünmeye zaman bulamadan, yeryüzü yolculuğu başladı. Son anda, ”Teşekkür ederim Doğa Ana,”diye fısıldayabildi.
Damla’nın yeryüzü yolculuğu çok güzel başlamıştı. Kelebekler gibi uçuyordu. Çevresinde, kendisine benzeyen pek çok kar tanesi vardı. Hepsinin yüzü, mutluluktan ışıl ışıldı. Onlara bakarken, çok güzel göründüklerini düşündü. Kendisi de öyle olmalıydı. Yalnız, çevresinde bunu sorabileceği kimse yoktu. Çevresi kar taneleriyle doluydu ama birbirlerinin yanından geçerken ancak el sallayabiliyorlardı. Çevresindeki kar taneleri, sürekli değişiyordu. Bir o yana, bir bu yana savrulup duruyorlardı.
Sonunda yolculuk bitti. Damla, bir ağacın dalına kondu. Kendisine benzeyen sayısız kar tanesiyle birlikteydi. O sırada bir rüzgâr çıktı. Çevresindekilere tanışma fırsatı bulamadan, ağacın altına doğru savruldu. Orada kaldı. Hava kararmak üzereydi. Geceyi geçirmek için, herkes bir yer hazırlamaya çalışıyordu. Bu yüzden, kimseyle konuşamadı. Ağacın dibine yerleşti. Geceyi orada geçirecekti. Gözlerini kapattı. Uzun yolculuğun yorgunluğundan kurtulmak için, hemen uykuya daldı.

Sabahleyin, günün ilk ışıklarıyla uyandı. Her yer bembeyaz, ışıl ışıldı. Güneş ışınları, bu beyazlığın üzerinde oynaşıyordu. Beyaz düşlere kendi renklerini de katmak için yarışıyorlardı. Sıcak değillerdi. Beyaz düşleri eritmek değil, onları yalnızca renklendirmek istiyorlardı.
Damla, çevresine bakındı. Önce, gördüğü güzellik karşısında dili tutuldu. Sonra yüzüne bir gülümseme, yüreğine de mutluluk yayıldı. Çevresini incelemeye koyuldu.
Tek katlı, küçük bir evin bahçesindeydiler. Bahçe de küçüktü. Evin çevresi, çatısı, her yer beyaza bürünmüştü. Çatıdan duman çıkıyor, bu beyazlığı selamlıyordu sanki.
Damla, evin küçük penceresinden, dışarıya bakan bir çift göz görür gibi oldu. Cam içerden buğulandığı için, bundan emin değildi. Belki de hayal gördüğünü düşünüyordu ki evin kapısı açıldı. Yedi sekiz yaşlarında iki çocuk, iyice giyinmiş olarak dışarıya fırladı. Bahçe, bir anda cıvıltıyla doldu. Çocukların bahçedeki beyaz örtüyle paylaştıkları neşe, Damla’yı da sardı. Gülümseyerek onları izlemeye koyuldu.
Anladığı kadarıyla, birinin adı Sevgi, diğerininki Barış’tı. İkiz olmalıydılar. Birbirlerine çok benziyorlardı. Aynı boydaydılar. Kabanları, şapkaları, atkıları ve eldivenleri bile aynı renkti.
Çocuklar, bahçedeki karlarda yuvarlandılar. Kartopu oynadılar. Sonra da kardan adam yapmaya giriştiler.

İşte ne olduysa, o zaman oldu. Ağacın dibindeki karları da toplayan çocuklar, bahçenin ortasına bir kardan adam yaptılar. Damla da o kar tanelerinin içindeydi.
Damla, kardan adamın sol göğsünün üzerindeydi. Çevresinde kimler olduğuna bakınırken, onu gördü. Aynı anda da bir çığlık attı:
—Parlaaak!
—Damlaaa!
İkisi yan yanaydı. Sevgiyle kucaklaştılar. Aylarca süren özlem, şimdi sona ermişti. Bembeyaz düşleri, yalnız çocuklar için değil, kendileri için de taşımışlardı. Mutluluklarına diyecek yoktu.
Öykü bittikten sonra, herkes bir süre sessiz kaldı. Sonra Gamze,
—Çok güzelmiş, dedi. Ben çok beğendim.
—Ben de, diye Hazal’la aynı anda bağırdık.
—Bunun için evkenden size geldim ya, dedi Sultan. Ben, dün gece kitabı bitivdim. Çok hoşuma gitti. Sizlevle de paylaşmak istedim.
—Keşke kış olsaydı, dedi Gamze. O zaman, bu öyküyü oyunlaştırmak daha kolay olurdu.
—Yine de yapabiliviz, dedi Sultan. Kav vavmış gibi düşünelim.
—Kızlar, dedim. Dedem, defterine öykü yazıyor olmasın?
—Bu da nereden çıktı, dedi Gamze. İşi sulandırma. Önce oyunumuzu oynayalım; sonra onu düşünürüz. Zaten, şimdi defteri arayamayacağımıza göre…

Tamam, dedim ama aklım yine deftere kaymıştı. Keşke, dedem böyle öyküler yazıyor olsaydı!
Öyküyü oyunlaştırmak pek de kolay olmadı. Kar tanesi olmak çok güçtü. Üstelik, herkes Damla olmak istiyordu Sonunda, ikişer ikişer oynamaya karar verdik. Önce Gamze ile Hazal oynadı; sonra da Sultan’la biz. Oyuna katılamayan iki kişi de diğer kar taneleriymiş gibi davrandı. Oyun bittiğinde çok eğlenmiştik. Son zamanlarda yaşadığım en güzel gündü. Sultan’a teşekkür ettik. Sultan giderken, kitabı okumamız için bize bırakıp daha sonra alacağını söyledi. Buna en çok ben sevinmiştim.
Akşam olmadan kitabı bitirmiştim. Gamze’yle Hazal’a vermek istedim. Önce hangisinin okuyacağı üzerinde bir kavga kopmaz mı? Sırayla okuyun, çekiliş yapalım, dedim ama dinletemedim. Oturma odasına geçip televizyonu açtım. Sonunda Gamze kazanmış olmalı ki, Hazal’ın ağlayışı oturma odasına kadar geliyordu. Akşam yemeğine bile güçlükle indiler.
Yemek sessiz geçti. Gamze, yemeğini hızlı hızlı atıştırıyor, bir an önce kitaba dönmek istiyordu. Hazal ise sızlanmasını sürdürüyordu.
—Sızlanıp durma, dedi Gamze. Az kaldı. Yarın da sen okursun.
Hazal, omuzlarını silkeleyerek burnunu çekti. Dedemin okşamalarına bile yanıt vermedi. Yemekten sonra da gidip yattı. Ben de televizyonun karşısına geçtim.
Annemle yengemin çağrısı, dışarı çıkmama neden oldu:
—Biz, evleri yeniden yapılan komşulara gidiyoruz. Gelmek ister misiniz?

—Geceleyin mi gideceksiniz?
—Ne var bunda? Korkacak mıyız?
—Dedem de mi geliyor?
—Deden, baban, amcan, yengen… Yani hepimiz gidiyoruz.
—Ben gelmeyeceğim. Belki televizyon izler, belki de resim yaparım.
Gamze de gelmeyeceğini söyledi. Hazal, zaten yatmıştı.
—Yaramazlık yapmayın, dedi annem.
Ben oturma odasındaydım, Gamze ile Hazal da kendi odalarında. Birden aklıma, dedemin defteri geldi. Tam zamanıydı. Onu şimdi bulamazsam, başka zaman arayacak fırsatım olmayabilirdi. Hemen içeri geçtim. Dedemin yatağının altındaki çamaşır selelerini çıkartıp çamaşırların arasına bakmaya başladım.
Heyecandan ter içinde kalmıştım. Ellerim titriyor, yüreğimin çarpıntısını duyabiliyordum. Bir yandan da kulağım sesteydi. Sinek vızıldasa, korkudan yerimden sıçrıyordum. Birden, elim deftere değdi. Bir süre dışarıya kulak verdikten sonra, defteri çıkarttım.
İşte, tatilin başından beri aradığım defter elimdeydi! Dışardan bakıldığında, pek bir özelliği yokmuş gibi görünüyordu. Sıradan bir okul defteri gibiydi. Kapağı kaldırdığımda, çizgisiz bir sayfa üzerinde dedemin el yazısıyla karşılaştım.
İlk sayfa, babaannemin ölümüne ayrılmıştı. Ona olan özlemini dile getiriyordu. Hemen, sayfayı çevirdim. Bu sayfayı okumaya hakkım yoktu. Sonraki sayfalar da babaannemin yokluğu üzerine yazılmış gibiydi.

Her sayfanın başına tarih atılmıştı. Anladığım kadarıyla bu bir günlüktü. Başka bir yazı bulamayacağımı düşünerek sayfaları hızlı hızlı çeviriyordum ki, kendi adımı gördüm. O sayfayı baştan sona okudum:
Bugün, Yıldız kızımın sesini duydum. Telefonda “dedeciğim” diyen sesi, kulaklarımda yankılanıp duruyor. Ah! Ne çok özlemişim onu!
Yalnızlığın çok güç olduğunu söylerlerdi de inanmazdım. İnsanın bunu anlaması için yaşaması gerekiyormuş. Yıllarca çocuklarımın ve eşimin sesiyle cıvıl cıvıl olan şu koca ev, şimdi sanki yaşamıyor. Duvarlar üstüme üstüme geliyor. Çocuklarımın ya da torunlarımın biri bari yanımda olsaydı! Biliyorum, olamazlar; herkesin yeri, ailesinin yanı.
Benim gitmemi, onlarla birlikte oturmamı istiyorlar. Yıldız’ım da bugün bu konuda üsteledi. Gidemem ki! Herkesin kurulu bir düzeni var. Onları rahatsız edemem, düzenlerini bozamam. Sonra bu ev, bu köy ne olacak? Bu köyün havasını solumadan, dostlarımla söyleşmeden, anılarımı tazelemeden akşamı edebilir miyim?
Yaz tatilini iple çeker oldum. Çocuklarımın, torunlarımın sesi bahçeyi doldurduğunda, bu ev yeniden yaşamaya başlıyor. Ben de ancak o zaman yalnızlığımdan sıyrılıyor, yaşıyorum. Yediğim her lokmanın, içtiğim her yudum suyun tadını, ancak o zaman alabiliyorum.
Ah, Yıldız’ım! Yine, dedene neler yazdırdın, gördün mü?”

Sayfanın sonuna geldiğimde, okuduklarımdan çok etkilenmiştim. Dedemin yaşadıklarını, bize olan sevgisinin büyüklüğünü şimdi daha iyi anlıyordum.
Bir başka sayfa, bizim geldiğimiz günle ilgiliydi:
“Yıldız’ım geldi, Yıldız’ım! Evim, yıldızlar gibi ışıldadı. Oğlumu, gelinimi ve torunumu ne çok özlemişim!…”
Son sayfa, Kınalı’daki yangına ayrılmıştı:
“Köklerim yandı, yüreğim yandı, Kınalı’m yandı! O ağaçların altında Hacer’le yaşadığımız anılar, üzerinde yuvarlandığımız çimler, birlikte diktiğimiz fidanlar da yandı. Ben de onlarla birlikte yandım. Kınalı’m kınasını yitirdi, ben de yaşama sevincimi.
…..
Kınalı’yı yeniden kınalamak, boynumun borcu oldu artık. Sana söz veriyorum Hacer’im; Kınalı’yı yeniden kınalamadan yanına gelmeyeceğim. O zamana kadar da bu deftere tek sözcük yazmayacağım. Bu sayfanın ucu, bu yangının unutulmaması için, hep yanık kalacak.”

<!–nextpage–>

Sayfanın ucu gerçekten yakılmıştı. Hacer, ninemin adıydı. Okuduklarım, beni çok etkilemişti. Sessizce defteri yerine koyup çamaşırları düzelttikten sonra seleyi eski yerine yerleştirdim. Yeniden oturma odasına döndüm. Televizyonun karşısındaki kanepeye uzandım, ama gözlerimdeki yaşlar, önümü görmemi engelliyordu.
Kendi kendime söz verdim: O defteri okuduğumu kimseye söylemeyecektim. Keşke ben de okumasaydım;

yalnızca merak etseydim! Kendimi, dedemden bir şeyler çalmış gibi duyumsuyordum. Ne yapıp edip dedemi Eskişehir’e götürmeliydim. Bunu nasıl yapacağımı bilmiyordum ama deneyecektim.
Tatilin sonuna yaklaşmıştık. Sonraki birkaç günü resim yapmakla, Gamze, Hazal ve Sultan’la oynamakla geçirdim. Dedemin defterini unutmuş olacaklardı ki kimse sormuyordu. Bu da beni rahatlatıyordu.
Sultan’ı Eskişehir’e götürüp tedavi ettirmek istememiz de şimdilik suya düşmüştü. Dedem çok çabalamış ama ailesi izin vermemişti. Yarıyıl tatilinde Sultan’la ailesi bize gelecekler, Sultan’ı kendileri doktora götüreceklerdi. Bu karara uymaktan başka şansımız yoktu. Yine de üzülmüştüm. Sultan’la, Eskişehir’de, okullar açılıncaya kadar birlikte olmayı umuyordum.
Neşe içinde kahvaltı ediyorduk. Tatilin son günlerini olabildiğince değerlendirmek istiyorduk. Dedemi bir an bile yalnız bırakmak istemiyordum. Oyunlarımıza onu da katmak için çaba gösteriyordum ama bunda pek başarılı olamıyordum. Dedem, zamanının çoğunu Kınalı’da geçiriyordu.
Tatilin sonuna gelmemiz, Gamze ile Hazal’ı da üzüyordu. Sultan da her gün gelmeye başlamıştı. Onun da üzgün olduğu belliydi. Bu durum, oyunlarımıza da yansıyor, eski neşemizi bulamıyorduk.
Tatilin bitmesine bir gün kalmıştı. Kahvaltı sofrası sessizdi. Birden, kendimi tutamadım.
—Dede, dedim. Kınalıyı yeniden kınalamaya ne zaman başlıyorsunuz?

Dedem yüzüme öyle bir baktı ki utancımdan yerin dibine girecektim sanki! Defterini okuduğumu anlamıştı.
—Ondan önce, seninle biraz konuşmamız gerek sanırım, dedi.
Bahçede, dedemle yürümeye başladık. Dedem bana, yaptığımın ne denli çirkin bir davranış olduğunu anlatıyordu. Söyleyecek söz bulamıyordum.
—Özür dilerim dede, dedim.
Dedem, bir süre daha konuştu. Sonra, samanlığı düzenleme işine döndü.
Çok utanmıştım. Gün boyu, dedemin boynuna sarılıp pek çok kez özür diledim. Sonunda beni bağışladı, kucaklayıp öptü.
Gamze ile Hazal, dedemle ikimizin konuşmalarını ve gün boyu onun peşinde olmamı anlamamışlardı. Dedeme,
—Yıldız’ı bizden çok seviyorsun dede, diyorlardı.
Dedem, o akşam bizimle oturdu. Hepimizi aynı derecede sevdiğini söyledikten sonra, bize masal anlattı. O yaz dedemden dinlediğimiz son masal olduğunu bildiğimiz için, daha bir özenle dinledik:
DİLBAZ
Bir varmış, bir yokmuş. Dil yok, dilbaz çokmuş. Öyle bir dilbaz varmış ki, diğerlerine pabucu ters giydirirmiş. Bu dilbaz, bildiğimiz dilbazlardan değilmiş. Az eder, öz eder, bir çuval söz edermiş. Sonunda da istediğini elde edermiş. Neler yokmuş ki onda? Yarısı yalan, yarısı dolan… Dinleyen de dinlemeyen de pişman.

Dilbaz, yine söze durmuş. Herkes çevresine dolmuş. Ben de çöktüm yanlarına. Kulak verdim yalanlarına. Dinledikçe şaştım kaldım. Başka dünyalara daldım.
Dilbaz ile anası, bir bostanda bekçilik ederlermiş. Bir sabah anası, Dilbaz’ı erkenden uyandırmış:
—Kalk oğlum, demiş. Bir sepet üzüm topladım. Pazara götür de sat. Evde ekmek kalmadı. Biraz un, bir kalıp da sabun al. Önce ekmek yapayım. Sonra da seni bir güzel yıkayıp paklayayım. Yoksa, kirden kokacaksın.
—Olur ana, demiş Dilbaz. Pazar dediğin on adımlık yer. Ben, tez gider gelirim. İstediklerini de getiririm.
—İstersen, demiş anası. Sen bostanı bekle. Ben gidip geleyim.
—Olmaz ana, demiş Dilbaz. Ben artık büyüdüm. El, bize ne der? Sonra, bana herkes güler. Kimseyi kendime güldüremem. Anası çalışırken oğlu yatıyor, dedirtmem.
—Dilli oğlum, dilbaz oğlum! Şu tatlı dilin var ya! Anan sana kurban olsun, demiş anası.
Dilbaz, sepeti koluna takmış. Yola düşmüş. On adımlık dediği yol, uzadıkça uzamış. Sepet de gittikçe ağırlaşıyormuş. Sonunda, yol kenarındaki bir ağacın gölgesine çökmüş. Niyeti, biraz dinlenmekmiş. Bir salkım üzüm almış. Bir iki derken, salkımın tümünü yemiş. Üzümün tadı damağında kalmış. Bu açlık, bu susuzluk için derken, sepette tek bir salkım üzüm kalmış. Karnı da davul gibi olmuş. Oturduğu yerden kalkamamış. Anasına ne diyeceğini düşünmeye koyulmuş.
O sırada, uzaktan bir at arabasının geldiğini görmüş. Kalkmış, yola dikilmiş. Arabanın içinde, yaşlıca bir adam varmış. Adam iyi giyimliymiş. Cep saatinin zinciri, uzaktan bile ışıldıyormuş. Dilbaz’ın gözleri kamaşmış.
Araba, Dilbaz’ın tam önünde durmuş. Arabacı,
—Ne istiyorsun oğlum, demiş. Bu sıcakta, bu ıssız yolda ne işin var?
— Kasabaya gidiyordum dede, demiş Dilbaz. Üzüm satacaktım.
Arabacı, sepete bir göz atmış. Sepetin dibindeki bir salkım üzüme bakmış. Gülmeye başlamış:
—Bu üzümü mü satacaksın? Oğlum, bir salkım üzümü kim alır?
—Bu öyle bir üzüm ki, alıcısı hazır, demiş. Bu üzümün her tanesi, yiyeni bir yaş gençleştirir.
Arabacının gözleri büyümüş:
—Öyleyse ben alayım, demiş. Kaç para istiyorsun?
—Tane başına bir altın, demiş Dilbaz.
Arabacı gülmüş:
—Şaka mı ediyorsun, demiş. Bir üzüm tanesinin bir altın ettiği nerede görülmüş?
—Dede, demiş Dilbaz. Bu üzümü sen alamazsın. Zaten, alıcısı hazır… Sana dede, dediğime bakma. Ben, aslında senden de yaşlıyım Her yıl yediğim üzümler, beni böyle gençleştirdi. Şimdi, on iki yaşında bir çocuk oldum. Daha fazla küçülmenin gereği yok. En iyisi pazara varayım. Bu üzümü alıcısına bırakayım. Beni, kasabaya kadar götürür müsün?
Arabacı düşünmüş. Bu işe aklı yatar gibi olmuş. Her üzüm tanesinde bir yaş gençleşmek düşüncesi çok çekici geliyormuş.

—Tamam, demiş. Kasabaya kadar yorulmana gerek yok. Ben alacağım.
—Olmaz, demiş Dilbaz. Ben, alıcıya söz verdim. Sözümden dönmem.
—Oğlum, üzümün bağı sizde değil mi? Döner, bir salkım daha alırsın, demiş arabacı.
—Alamam, demiş Dilbaz. Bu bağ, yılda yalnızca bir salkım üzüm verir. Onu da sana verirsem, öbür alıcıya ayıp olur.
—O zaman, ben ondan fazla veriyorum, diyerek söylenmiş arabacı. Tane başına iki altın…
Gönülsüz gibi görünen Dilbaz, öneriyi kabul etmiş. Üzüm tanelerini saymış. Bir kese altını almış. Yine de arabacıya,
—Beni kasabaya kadar götür de alıcıdan özür dileyeyim, demiş.
Arabacı, onu arabasına almış. Kasabanın ortasında indirmiş. Sevinerek evinin yolunu tutmuş.
Dilbaz, önce bir hamama uğramış. Güzelce yıkanmış. Sonra da hem kendine, hem de anasına güzel giysiler almış. Evin yiyeceğini de düzmüş. Bir at arabası kiralamış. Köyüne dönmüş.
Dilbaz’ı böyle gören anası, düş gördüğünü sanmış. Bu kadar parayı nereden bulduğunu sormuş.
—Kasabanın orta yerinde, demiş Dilbaz. Fakir fukaraya altın dağıtıyorlardı. Bir kese de bana verdiler.
Anası, Dilbaz’a inanmış. Bir ay kadar, bolluk içinde yaşamışlar. Bir ay sonra anası, Dilbaz’ı karşısına almış.
—Haydi Dilbaz, demiş. Kasabaya gidiyoruz. Evde yiyecek kalmadı. Para dağıtılan yeri bana da göster.

Dilbaz, ne dediyse anasını kandıramamış. Birlikte kasabaya gitmişler. Kasaba meydanına dikilmişler. Çok geçmeden, önlerinde bir araba durmuş. Arabadan, özel giysili iki adam çıkmış. Anası ile Dilbaz’ı, karga tulumba, arabaya tıkmışlar.
Araba, çok geçmeden, büyükçe bir konağın önünde durmuş. Anasıyla Dilbaz’ı konağın beyinin önüne çıkarmışlar. Beyi karşısında gören Dilbaz’ın bacakları titremiş. Ne yapacağını bilememiş.
—Beni kandırmıştın, demiş Bey. Üzümleri yiyeli bir ayı geçti. Bir yaş bile gençleşemedim. Şimdi, beni kandırmanın ne demek olduğunu sana göstereceğim.
Dilbaz, dil dökmeye başlamış. Çok gençleştiğini, aynaların yalan söylediğini… saymış dökmüş. “Gençleşmeseniz, sizi tanımaz mıydım? Söylemeseniz, üzümü sizin aldığınızı bilemeyecektim.” diye de eklemiş.
Bey bir kasılmış. Boy aynasının karşısına geçmiş. Kendisini uzun uzun incelemiş.
—Yine de, demiş. İstediğim bu değildi. Ben, daha da genç olmak istiyordum. Şimdi, altınlarımı geri istiyorum.
—Altınlarınızı harcadık, demiş Dilbaz. Yalnız, size söz veriyorum: Her yıl, o bağın üzümünü yalnızca size getireceğim. Bu kez, altın da istemiyorum. Yıldan yıla nasıl da gençleştiğinize siz bile şaşacaksınız.
Bey düşünmüş. Elindeki kırbacı şaklatarak, bir aşağı bir yukarı dolaşmış.
—Tamam, demiş. Beni kandırırsan, cezan çok ağır olur. Şimdi, arabacım sizi evinize bıraksın. Böylece, evinizi de öğrenmiş olur. Elimden kaçamazsınız.

Dilbaz, derin bir soluk almış. Anasıyla birlikte arabaya kurulmuşlar. Eve varır varmaz, anasına olanları anlatmış. Anası kızmış, kükremiş ama başka çare bulamamış. Tası tarağı topladıkları gibi, o bağ evinden ayrılmışlar. Bir daha da o çevrede Dilbaz’ı gören olmamış.
Dilbaz ise, başka yerlerde dilbazlığını sürdürmüş.
Dilbazların dilleri
Kelepçeli elleri
Şimdi buradan geçti
Görmediniz mi?

Masal bittiğinde dedemin boynuna sarıldım. Onu o kadar çok seviyordum ki! O, benim bilge dedem, kaymakam dedemdi. Gamze ile Hazal da sarıldı.
Ertesi gün erkenden kalktık. Artık, tatil bitmişti. Amcamlar da aynı gün yola çıkıyorlardı. Eşyalarımızı arabaya yerleştirirken çok üzgündüm. Buradan nasıl ayrılacağımı, dedemi nasıl bırakacağımı düşünüyordum. Neyse ki dedem söz vermişti. Kışın, bir aylığına bize gelecekti. Baharda da bazı hafta sonları biz gelecek, Kınalı’ya fidan dikecektik.
Sultan da bizi uğurlamaya gelmişti. Hepimize tek tek sarılıp ertesi yazı iple çekeceğini söyledi. Kışın Eskişehir’e geleceğini de sözlerine ekledi.
Herkesle vedalaşıp arabaya bindik. Arabanın arka camından dedeme bakıyordum. Dedem, gözlerindeki yaşları gizlemeye çalışıyordu. Benimse, gözyaşlarımda yanık bir sayfa dalgalanıyordu.
-SON-

 

 

 

 

 

 

Sınavlara Hazırlık Arama Robotu
YGS & LYS TEOG KPSS TUS KPDS Ehliyet Sınavı PMYO JANA

Seçim esnek olup ilgili alanları seçiniz, Örneğin ehliyet sınavı için branş olarak matematik seçmeyiniz :)