Divan-i Lugat’it Türk’ü Bulan
Ali Emiri Efendi, Ziya Gökalp ve Talat Paşa
Büyük dil bilgini Kaşgarlı Mahmud’un Divan-ı Lugat-it Türk isimli muazzam eseri, 1910’a kadar adı bilinen, fakat kendisi meçhul bir eserdi. Diğer bir deyişle, o zamana değin, eserin sadece adı vardı, fakat kendisi ortada yoktu. Eser, bugün bütün dünyada biliniyor, hakkında kitap, makale yazılıyor ve üzerinde tartışmalar yapılıyorsa, bunu büyük kitap aşığı, ilim ve kültür sevdalısı Ali Emiri Efendi’ye borçluyuz. Ali Emiri Efendi, Abbasi Halifesine sunulmak üzere Bağdat’ta 1072-1074 yıllarında Kaşgarlı Mahmud tarafından yazılan bu muhteşem eseri, sahaflarda Divan-ı Lugat-it Türk olduğu bilinmeden satılırken, fark etmiş ve satın alarak Türk kültür hayatına kazandırmıştır. Bu sebeple, Ali Emiri Efendi’nin isminin, eserin yazarı Kaşgarlı Mahmud ile birlikte anılmayı her zaman hak ettiğine şüphe yoktur.
Bundan dolayı, Divan-ı Lugat it Türk ile ilgili toplantılarda kendisinden bahsetmenin bir vefa borcu olduğu muhakkaktır. Aslında, Ali Emiri’nin kitabı buluşu ve daha sonra yayınlatışı romanlara konu olacak güzellikte ve kültürün, kitabın önemini somut bir biçimde vurgulayacak olgulara haizdir. Ziya Gökalp ve Talat Paşa’nın kitabın yayınlanmasına yaptıkları tiyatral katkı ise çok ilginçtir. Ayrıca Ali Emiri Efendi’nin hayatı, kitaba verilen değerin ve kitap okumaya ayrılan zamanların bir hayli azaldığı günümüzde, sadece gençlere değil, hepimize kitap sevgisi konusunda, örnek teşkil edebilecek ögelere haizdir.
Bu yazıyı hazırlamada, büyük ölçüde Dr. Muhtar Tevfikoğlu’nun Ali Emiri Efendi isimli eserinden faydalandık. Tevfikoğlu, Ali Emiri Efendi hakkında çeşitli kaynaklardaki bilgileri toplayarak büyük bir hizmeti ifa etmiştir.
Ali Emiri Efendi’nin çocukluğu
1857’de Diyarbakır’da doğan Ali Emiri Efendi, daha küçüklüğünden itibaren okumaya ve araştırmaya meraklıydı. Sekiz on yaşlarında, eski yapılar üzerindeki yazıları okuyup anlamaya çalışıyordu. Ayrıca şiiri de seviyordu. Güçlü bir hafızaya da sahip olan Ali Emiri, dokuz yaşındayken, beş yüzden fazla şairin şiirlerinin yer aldığı Nevadir’ül Asar isimli eserdeki dört bin beyiti ezberlemişti bile. Gençliğinde hat sanatıyla da meşgul olan Ali Emiri bu konuda oldukça başarılı sayılır. Çünkü, yazdığı bazı levhalar Diyarbakır’da camilere asılmıştı.
Hastalık derecesinde kitap okuma sevgisi
Görüldüğü gibi, Ali Emiri çok yönlü bir şahsiyete sahipti. Fakat, kitap okuma merakı her şeyin üstündeydi. Durmadan ve büyük bir iştahla devamlı surette kitap okuyordu. Bundan dolayı daha gençlik yıllarında Doğu Edebiyatı’na ait bir çok kitabı okuyup ezberlemişti. Bu yıllarını kendisi şöyle anlatıyor: “Eğlenmeye merakım yok idi. Üstadımızla gezintiye gittiğimizde, çocuklarla oyun oynarken, ben bir tarafa çekilir kitap okurdum.”
Ali Emiri, özellikle, tarih kitaplarını okumayı çok seviyordu. Bu sevgi o kadar büyüktü ki, bazen uykusunu bile bu uğurda feda ediyordu. Geceleri kitabı okurken, çoğu zaman sabahı ettiğinin farkına bile varmazdı. Uyuduğu zaman da yanındakileri uyutmazdı. Çünkü, uykudan önce okuduğu kitapları, uykusunda yüksekle sesle tekrar ederdi. Okumaları o dereceye vardı ki, vücudu zayıf düşüp hasta oldu. Doktorların kitap okumayı bırakıp gezmeye çıkma tavsiyesini de yerine getiremedi.
Kitap okuma merakı babasının ticari işlerine de zarar verdi. Babası Ali Emiri’yi onbeş yaşındayken, onu çarşıda bir dükkan açarak ticarete hazırlamak istedi. Fakat Ali’nin aklı parada pulda değil, kitaplardaydı. Dükkan içinde de kitap okumasını sürdürdü. Dükkana bir müşteri girdiğinde, “Mal orada. Fiyatı da şudur. Alacaksanız indireyim, yoksa beni boş yere meşgul etmeyin” diye sesleniyordu. Bunun üzerine müşteri de mal almadan gidiyordu. Babası oğlunun ticarete faydadan ziyade zarar verdiğini görünce, onu dükkandan uzaklaştırmak zorunda kaldı.
Ali Emiri kitap okumakla kalmadı, kendisi de kitap yazdı. İlk eseri eski metinler ve mezar kitabelerinden yararlanarak yazdığı Diyarbakırlı Şairler Tezkeresi’dir. Daha sonra bunu başka bir çok eseri takip etti.
Çalışma hayatı memuriyette geçti. Katip ve defterdar olarak Diyarbakır, Selanik, Adana, Leskovik, Kırşehir, Trablusşam, Elazığı, Erzurum, Yanya, İşkodra, Halep ve Yemen’de otuz yıl kadar memuriyet görevinde bulundu. Çok sevdiği kitaplarla daha çok meşgul olabilmek için 1908’de kendi arzusuyla emekli oldu.
Ali Emiri, kitap okumanın yanısıra, kitap toplamaya da aşırı derecede tutkundu. Tarih, edebiyat, biyografi ve bibliyografi sahalarındaki kıymetli kitap ve vesikaları satın almadan duramıyordu. Araştırma heyecanıyla uzak yakın demeden kitap, kitabe ve vesika peşinde koşmaktan büyük bir zevk alıyordu. Hatta onun bazı kitapları elde etmek için uzak diyarlara kendi imkanlarıyla gittiği veya tayinini çıkarttığı da oluyordu. Buralarda bulduğu kıymetli eserleri mümkünse, dişinden tırnağından arttırdığı paralarıyla satın alıyor, mümkün değilse, geceyi gündüze katarak istinsah ediyordu. Bu derecede aşırı kitap merakı yüzünden Ali Emiri evlenip çoluk çocuk sahibi de olamadı.
Emekliye ayrıldıktan sonra Ali Emiri, kalan hayatını İstanbul’da kitapları arasında geçirdi. Akşamları Divanyolu’ndaki Diyarbakır Kıraathanesine gidiyor, dostları ile sohpet ediyordu. Onun bu sohpetlerini Dr. Muhtar Tevfikoğlu şöyle anlatıyor: “Dostları dediğim, öğrencileri, daha doğrusu öğrenci hüviyetine bürünmüş arkadaşları. Ama nasıl öğrenciler? Her biri kendi sahasında tanınmış ilim ve fikir adamı, eser sahibi, kalem erbabları. Sohpet dediğim de bir nevi ders. O yaşlı başlı, kelli felli adamlar öğrenme heyecanı içinde, Emiri’nin etrafını sarmışlar, durmadan bir şeyler soruyorlar. Bazı ilmi meselelerde tereddütlerini gideriyorlar. Bilmedikleri kaynakları öğreniyorlar. Yeni mehazlar elde ediyorlar. Kısacası ondan bir anlamda ders alıyorlardı.”
Divan-ı Lugat it Türk’ü Bulması
Ali Emiri Efendi sahaf Burhan’dan 33 liraya satın aldı. Ancak, Ne sahafın ve ne de eseri satanın onun Divan-ı Lugat it Türk olduğundan haberleri yoktu. Eğer bunun farkına varmış olsalardı, çok daha büyük meblağlara satacakları kesindi. Daha kötüsü, bu eser kitap avcılarının eline geçmiş olsaydı, anında yurt dışına kaçırıp karşılığında bir servet elde etmeleri mümkündü.
Ali Emiri Efendi böyle bir esere malik olduğu için tarif edilemez bir mutluluk içindeydi. Çünkü, bu kitap Osmanlı ulemasının asırlardır peşinde koştuğu “Divan-ı lügat-it Türk”ün ta kendisiydi. Dünyada bir başka nüshası yoktu.
Ali Emiri Efendi kitabı satın aldığında duyduğu sevincini şu şekilde dile getirir: “Bu kitabı aldım; eve geldim. Yemeği içmeği unuttum… Bu kitabı, sahaf Burhan 33 liraya sattı. Fakat ben bunu birkaç misli ağırlığındaki elmaslara, zümrütlere değişmem.”
Büyük bir coşku içinde olana Ali Emiri Efendi kitabını kimseye göstermek istemedi. Hem kitabı kıskanıyor ve hem de kaybolmasından endişe ediyordu. Devrin ünlü simaları Ziya Gökalp ve Fuad Köprülü gibi şahıslar, Ali Emiri Efendi’nin Divan-ı Lugat it Türk bulduğunu işitmiş ve görmek istemişlerse de Ali Emiri Efendi onları kitaba yanaştırmamıştı; Kitabı sadece çok güvendiği Kilisli Rıfat Efendi’ye gösteriyordu.
Ali Emiri Efendi satın aldığında, kitap hırpalanmış ve yıpranmış bir vaziyetteydi. Şirazeleri çözülmüş, formaları dağılmış, sayfaları birbirine karışmış ve numaraları da yoktu. Bu sebeple kitabın eksik mi, tam mı olduğu belli değildi. Ali Emiri Efendi bunun tesipitini Kilisli Rıfat Efendi’ye yaptırdı. Kilisli Rıfat Efendi, iki ay müddetle kitabı üç kere okudu. Sonunda belli olmuştu eser tamdı. Kilisli Rıfat Efendi karışmış sayfaları yerli yerine koydu ve numaralandırdı. Ali Emiri Efendi bu hizmeti karşılığında, Kilisli Rıfat Efendi’ye bir evini hediye etmek istediyse de kabul ettiremedi. Kilisli Rıfat Efendi, eğer illa kendisine bir mükafat verecekse, kitabı yayınlamasının yeterli olacağını söyledi.
Divan-ı Lugat it Türk’ün neşri
Ancak Ali Emiri Efendi kitabı hemen yayınlatmak istemedi. Ali Emiri Efendi bunun için biraz taltif ve takdir bekliyordu. Bu da ona çok görülmemelidir. Zaten atalarımız, marifet iltifata tabidir diye boşuna dememişlerdir. Aşağıda görüleceği gibi, Ali Emiri Efendi dünyalık ve maddi menfaatleri aşmış bir kimsedir. İsteği sadece çevresinden takdir ve saygıdır. Bunu da fazlasıyla hak etmektedir.
Kitabın neşrini en çok da Ziya Gökalp istiyordu. Kilisli Rıfat Efendi’ye şunları söyleyip duruyordu: “Rıfat ben sevda bilmezdim. Fakat bu kitaba tutuldum. Görmek için ne yaptımsa olmadı. Şu kadar var ki, cezmettim bu kitabı hem almalı, hem neşretmeliyiz. Bu hazinenin anahtarları senin elindedir. Gel, bana yardım et. Şu kitabı kurtaralım. Bütün Türklere armağınımız olsun. Haydi bana çaresini söyle!”
Gerçekten de Kilisli Rıfat Efendi çareyi biliyordu. Çare, Sadrazam Talat Paşa’nın devreye girip Ali Emiri Efendi’den kitabı neşretmesini rica etmesiydi. Ama nasıl olacaktı? Talat Paşa, bunun için Ali Emiri Efendi’yi Babıali’ye çağırsa olmazdı veya Ali Emiri Efendi’nin evine gitse yine olmazdı. Bunun için yalnızca bir yol vardı. Ali Emiri Efendi’nin çok yakın dostu ve sık sık görüştüğü Adliye Nazırı İbrahim Bey’in evine yemeğe çağrılması ve yemekler yendikten sonra Talat Paşa’nın arkadaşlarıyla tesadüfen İbrahim Bey’in evine ziyarete gelmesi ve orada Ali Emiri Efendi’ye iltifatlar ettikten sonra, kitabın basımına izin vermesini rica etmesiydi. Ancak, böyle bir şeyi Sadrazam Talat Paşa kabul eder miydi? Ziya Gökalp, İttihat ve Terrakki’nin merkez azasından yakın dostu Talat Paşa’yı buna ikna edebileceğini söyledi.
Böylece, plan tatbik edildi. Tanıştırma esnasında ev sahibinden Emiri adını duyunca, misafirler, başta Talat Paşa olmak üzere, birden ayağa kalktılar, ilk önce Talat Paşa Emiri’ye doğru yürüyerek yanına geldi ve “Hay üstadı muhterem, mübarek elinizi öpmekle kesbi şeref etmek isterim. Müsaade buyurunuz” dedi. Elini tekrar tekrar öptü. Sonra ötekiler de aynısını yaptılar. Ali Emiri Efendi bu sahneyi daha sonra dostlarına anlatırken “ben o gece belki 33 kere estağfrullah çektim. Ben istiğfar ettikçe, onların aşkı artıyor, elimi eteğimi öpmek istiyorlardı. Bu merasimden sonra, hiçbirisi oturmadı. Ayak üstünde durarak el bağladılar. Durdular. Adeta kendimi Kanuni Sultan Süleyman zannediyor, hem de onların bu edibane vaziyetlerinden sıkılıyor, “rica ederim, istirahat buyurun” diyordum Nihayet oturdular. Benden müsaade alarak tarihe, edebiyata dair bir şeyler sordular. Ben de anlattım. Teşekürlerin bini bir para…” diyordu.
Bundan sonra, Talat Paşa Divan-ı Lugat it Türk hakkında bilgi rica etti. Ali Emiri Efendi malumat verdikten sonra Talat Paşa ayağa kalkarak bu muhteşem eserin yayınlanmasına izin vermesini istedi. Ali Emiri Efendi şartlı olarak kabul etti. Ali Emiri Efendi öne sürdüğü şarta göre, kitabı yayına Kilisli Rıfat Efendi hazırlayacaktı. Talat Paşa onun şartını memnuniyetle kabul etti ve ayrıca kendisine yüksek bir memuriyet teklif etti. Ancak, Ali Emiri Efendi reddetti.
Divan-ı Lugat it Türk Sadakası
Kitabın neşir çalışmaları başlar başlamaz, Talat Paşa Ali Emiri Efendi’ye 300 lira hediye gönderdi. Ali Emiri Efendi bu hediyeyi kabul etmeyerek şunları söyledi: “Lütfunuza, kadirşinaslığınıza teşekkür ederim. Fakat parayı kabul edemem. Çünkü, kabul edersem, vatani, milli bir ufacık hizmet mukabilinde para almış olacağım. Bu ise vicdanıma ağır gelen bir şeydir. Bundan dolayı, size teşekkür ile beraber parayı da iade ediyorum. Siz parayı muhtaç olan birkaç namuslu aileye dağıtırsanız, ben size müteşekkir kalacağım gibi Cenabı Hakk da memnun olur. Bu sadakanın adı da Divan-ı Lugat it Türk sadakası olsun.”
Kilisli Rıfat Efendi’nin kitaba gösterdiği muazzam özen
Kilisli Rıfat Efendi kitabı yayına almak için aldı. Almasına aldı, ama kitabı koyacak bir yer bulamadı. Kitabı kaybetmekten müthiş endişe duyuyor, emniyetli yer bulmak için çırpınıyordu. Önce umumi kütüphaneye götürdü. Müdür şiddetle itiraz etti: “Yüzlerce okuyucu gelip gidiyor. Biri alıp giderse ben ne yaparım, alamam” dedi. Bunun üzerine Vefa Okulu’na götürdü. Okulun demir kasası vardı. Müdür Akif Bey “aman aman” diyerek mesuliyeti kabul etmek istemedi. Oradan Maarif muhasebecisine gitti. Muhasebeci Sıtkı Bey de demir kasasına koymayı kabul etmedi. Matbaa-i Amire’nin kasasına koymak istedi. Müdür Hamit Bey, “Ne söylüyorsun. Bizim matbaa ahşaptır. Bir yangın olur da, kitap yanarsa beni astıracak mısın? Kabul etmem, ne yaparsan yap” dedi.
Sonunda Kilisli Rıfat Efendi’nin eseri bir çanta içinde evde saklamaktan başka çaresi kalmadı. Duvara koca bir çivi çakarak oraya astı. Çocuklarını devamlı surette karşısında nöbete dikti. Yangın halinde, önce bu çantanın kurtarılmasını istedi. Geceleri ise çantayı yastığının altına koyarak yattı. Bir buçuk yılda kitabın basımı tamamlandı.
Kilisli Rıfat Efendi’nin kitabın elyazmasından matbaa için hazırladığı defterler, günümüze ulaşmıştır. Millet Kütüphanesi’nin emekli müdürlerinden ve kendisiyle evinde görüştüğümüz Mehmet Serhan Tayşi, bu defterlerin iki cilt halinde ciltlenmiş bir biçimde Arkeoloji Müzesi Kütüphanesi’nde gördüğünü söylemektedir. Onun fikrine göre, Matbaa-i Amire’nin o dönemdeki bu defterlerin tarihi öneme sahip olduğunun bilincindeki sorumluları ciltleyerek kütüphaneye teslim etmiş olmalıdırlar. Böylece, büyük bir duyarlılık örneği sergilemişlerdir.
Divan-ı Lugat it Türk için en veciz değerlendirmelerden birini yine Ali Emiri Efendi yapmıştır: “Bu kitap değil, Türkistan ülkesidir. Türkistan değil, bütün cihandır. Türklük, Türk dili bu kitap sayesinde başka revnak kazanacak.” Bir başka sözünde ise, “Türk dilinde şimdiye kadar bunun gibi bir kitap yazılmamıştır. Bundan sonra da yazılamaz. Bu kitaba hakiki kıymeti verilmek lazım gelse, cihanın hazineleri kafi gelmez.” demektedir.
Ali Emiri Efendi kitaplarını milletine bağışlıyor
Ali Emiri bütün hayatı boyunca büyük fedakarlıklarla topladığı çok kıymetli el yazması kitap ve vesikaları karşılıksız olarak milletine armağan etmiştir. Bunun için Fatih’teki Feyzullah Efendi Medresesi’ni kütüphaneye çevirtmiş ve kitaplarını buraya bağışlamıştır. Bütün ısrarlara rağmen kütüphaneye kendi adını verilmesini reddetmiş ve kütüphanenin adının “Millet Kütüphanesi” olmasını istemiştir. Bu, onun milletine hizmet aşkının en somut bir göstergesidir.
Bugün bile yüzlerce kişinin her gün ziyaret ettiği bu kütüphaneyi Ali Emiri 4.500’ü el yazması, 12 bin kadarı matbu toplam 16.500 kadar kitabı bağışlayarak kurmuştur. Bu kitaplar arasında çok kıymetli kitap ve vesikalar mevcuttur. Divan-ı Lugat-it Türk de onlardan biridir. Zamanında Macar İlimler Akademisi Divan-ı Lugat it Türk’ü satın almak için 10 bin altın teklif ettiğinde, Ali Emiri Efendi hiç tereddüt etmeden reddetmiş ve şu cevabı vermişti: “Ben kitaplarımı milletim için topladım. Dünyanın bütün altınlarını önüme koysalar, değil böyle bir kitabı, herhangi bir kitabımın tek bir sayfasını dahi satmam.”
Buna benzer ve hatta daha cazip başka bir satın alma teklifi de Fransa’dan geldi. Fransızlar Ali Emiri Efendi’ye tüm kitapları için 30 bin altın ve ayrıca onun adına Paris’te bir kütüphane, yüksek maaş, kendisine özel hizmetkarlar teklif ettiler. Ali Emiri Efendi bunu da şiddetle reddetti.
Milletinin kültür mirasının korunmasında böylesine çok büyük hassasiyetler gösteren, her türlü maddi menfaatleri hiç düşünmeden elinin tersiyle iten Ali Emiri Efendi, üç gün süren bir hastalıktan sonra, 23 Ocak 1924’te Fransız hastahanesinde vefat etti. Mezarı, Fatih türbesi avlusundadır. Kendisini Kaşgarlı Mahmud’un doğumunun 1000. yılı vesilesiyle rahmetle anıyoruz. Mekanı cennet olsun! Milletine karşılıksız hizmet eden Ali Emiri Efendi’yi de milletinin sonsuza dek unutmayacağı muhakkaktır.
Abdûlvâhap KARA
Kaynak: http://www.haberakademi.com/default.asp?inc=makaleoku&hid=2086
|» “Dilimizle İlgili Yazılar” Sayfasına Dön! « |
Not: İçerik, internetten alıntılanarak derlenmiştir…
Bu site şuanda benim için en güzel site. Çok beğendim tebrikler.