Hesap Böyle Verilir – 1
(Hüseyin Nihal ATSIZ)
– Nihâl Atsız, 1943 –
Bu yazıyı yalnız Türkler için yazıyorum. 1931'den beri Türkçülüğe ait yazılar yazdığım için Türkçü efkar-ı umumiyenin şahsım üzerindeki düşüncelerinin bence çok büyük bir değeri vardır. Samimiyetimden şüphesi olan en genç Türkçü bile, bana açıkça sorduğu zaman, hesap vermekten çekinmem. Hatta genç Türkçülerin benim hakkımdaki iyi niyetli tenkitlerini de ne kadar iyi karşıladığımı beni tanıyanlar görüp denemişlerdir. Onun için, benim samimi Türkçülüğümü inkar eden, ülküyü şahsi ihtiraslarım için kullandığımı iddia eden yersiz hücumlara cevap vermeği borç bilirim.
Beş ikinci-teşrin 1942'de çıkmağa başlayan Gök Börü dergisinde “Hesap Veriyoruz” başlığını taşıyan, fakat iyi hesap veremeyen bir yazıda hemen hemen bütün yazı yazan Türkçülere ve bu arada bana yöneltilen hücum ve hicivlere karşılık vermek için kalemi elime alıyorum.
Cihat Savaş Fer imzasını taşıyan, fakat Reha Oğuz Türkkan tarafından yazıldığı pek belli olan bu yazıda birçok Türkçü batırılmış ve ortada samimi Türkçü olarak yalnız Reha Oğuz Türkkan bırakılmıştır. Türkçülüğü büyük bir manevi zarara sokup solcuları sevindiren ve Türkçüler üzerinde pek fena bir intiba uyandıran bu yazının özü şudur:
1- Reha Oğuz Türkkan'ın çevresinde 1935'de toplanmış olan ülkücüler kendilerine “Bozkurtçular” diyerek ortaya atılmışlar ve ölmüş olan Türkçülüğü diriltmişlerdir.
2- Eskiden Türkçü diye tanınan kimselere başvurarak yardım dilemişlerse de, ben de içlerinde olduğum halde, herkes çekinmiş. Hatta ben onların çıkaracakları dergide eski şiirlerimin başka bir imza ile neşrine razı olmuşum (yani onların dergisinde imzamın bulunmasından korkmuşum).
3- Nihayet bunlar dergilerini çıkarıp Türkçülüğü muzaffer kılınca hepimiz bu nimetten istifadeye koşarak, Bozkurtçuların reklamları sayesinde meşhur olmuşum.
4- Ben, iradesi zayıf ve şeflik malihülyasına saplanmış birisi olduğum için bir gün İsmet Rasin'in otomobili ile yaptığımız bir gezintide onlara şef olmayı teklif etmişim.
5- Türkçülüğün Bozkurtçular eliyle muzaffer olduğunu gören Orhan Seyfi ile Yusuf Ziya da Reha Oğuz'un teşvik ve yardımı ile Çınaraltı dergisini çıkarmağa başlamışlar.
6- İsmet Rasin, Bozkurt'a menşei şüpheli paralar bulduğu ve Türk ırkından olmadığı için aralarından çıkarılmış.
7- Ben, Bozkurtçular sayesinde meşhur olduktan sonra aralarından çekilmiş ve bana şeflik vermedikleri için onlara düşman olarak Ankara'ya aleyhlerinde ihbar yapmış ve Bozkurt'un çıkmasına sebep olmuşum.
8- Nurullah Barıman Bozkurt'un parasını yediği için atılmış.
9- Şimdi Türkçülük bu zararlı şahıslardan temizlendiği için artık yolunda hızla yürüyecekmiş.
Bin bir gece masallarına benzeyen bu yazının, Cihat Savaş Fer imzasını taşımasına rağmen Reha Oğuz tarafından yazıldığı bellidir demiştim. Cihat Savaş'ı tanıyanlar onun yazı yazmayacağını bildikleri gibi içinde “ilkin” gibi Reha'nın daima kullandığı kelimelerin ve “bizimle” yerine “bizle” demek gibi yanlışların bulunduğunu görenler de yazının Reha'ya ait olduğunu anlamışlardır. Daha dün Reha tarafından övülen birçok Türkçünün bugün hep birden yine onun tarafından hicvedildiğini okuyanlar ise bu yazıda yalnız şahsi duyguların hakim olduğunu elbette kestirmişlerdir.Çünkü bu kadar Türkçünün birden fena olmasına imkan olmadığı gibi hepsinin birden Reha tarafından kadro harici edilmesi de şüphesiz aklın alacağı şey değildir. Hakikat şudur ki, kendisiyle birlikte çalışmak kabil olmadığı için İsmet Rasin, Atsız, Orhan Seyfi, Yusuf Ziya, Nurullah Barıman, Sami Karayel gibi Türkçüler Reha Oğuz'la ilgilerini kesmişlerdir. “Aramızdan çıkardık” demek için ortada bir şirket veya cemiyetin bulunması icap ederdi. Böyle bir şey olmadığı için “aradan çıkarmak” değil, “ilgiyi kesmek” bahis mevzuu olabilir. Fakat eğer muhakkak “aradan çıkarmak” fiili mevcutsa bunun bir “çokluk” tarafından bir “ferd”e tatbik edilmesi zaruri olur ki bu takdirde aradan çıkarılanın birçok Türkçü karşısında tek kalmış olan Reha Oğuz olması gerekir.
Emek ve zaman harcayarak yazdığım bu satırlara acımakla beraber isnadları reddetmek mecburiyetinde bulunduğum için bütün bu ileri anlatmak ve Türkçü efkar-ı umumiyeye bu meselenin iç yüzünü göstermek artık benim için bir vazife haline gelmiştir. Gereken yerlerde şahit ve vesika göstererek istemeye istemeye bazı şeyleri açığa vuracağım için esef duyuyorum. Fakat buna mecbur edildiğim için de her halde mazurum:
1938 yazında idi. Bir gün Maltepe'deki evime bir genç gelerek benimle (benle değil) görüşmek istediğini söyledi. Çantasında birçok kağıt, dosya, yazılar olan bu genç, kendisini “Orhan Türkkan” diye tanıttıktan sonra cebinden bir kağıt çıkararak bana uzattı ve: – “Hala bu fikirde misiniz?” diye sordu. Kağıda baktım: Vaktiyle “Atsız Mecmua”'da çıkan manzumelerimden birinin son dörtlüğü idi ki:
Hey arkadaş! Bu yolda ben de coşkun bir selim;
Beraberiz seninle!.. İşte elinde elim.
Seninle bu hayatın gel beraber gülelim
Ölümüne, gamına, tipisine, karına.
mısralarından ibaretti. Aktörce hareketlerden hoşlanmadığım için bu “numara” hiç de hoşuma gitmedi. Arkası ne gelecek diye düşünerek ve samimi duygularıma makes olarak: -“Evet, hala bu fikirdeyim” diye cevap verdim. Tiyatro başlıyordu. Karşımdaki genç “öyleyse konuşabiliriz” diyerek çantasını açtı. Bir yandan da anlatmağa başladı. Dedi ki:
– “Türkçü bir mecmua çıkarcağız. Türkçülüğü yaymak için bir cemiyet kurduk. Mecmua bu cemiyetin organı olacak. Sizden de yardım istiyoruz.”
– “Nasıl bir cemiyet? İçinde kimler var? Kaç kişisiniz? Reisiniz kim?” diye sordum.
– “Cemiyetimiz gizlidir. Seksen kişi kadar varız. Reisimiz Avni Motun'dur.” Diye cevap verdi. Avni Motun adını ilk defa işittiğim gibi daha yeni gördüğüm bir gencin gizli bir cemiyetten dem vurmasını nasıl karşılayacağım da belliydi. Kendisine, cemiyet azasını teşkil eden seksen kişinin kimler olduğunu sordum. Ankara'daki yüksek tahsil ve lise talebeleri olduğunu söyledi.
– “Mecmua çıkarmak için yüksek tahsil mezunu bir yazı müdürü ister; onu nereden bulacaksınız?” diye sordum. Bunun üzerine, Ankara Lisesi'nde edebiyat öğretmenleri olan Fevziye Abdullah'ın yazı müdürlüğünü üzerine aldığını söyledi. Çok değerli bir edebiyat öğretmeni olan Fevziye Abdullah'ı tanıyordum. Onun da cemiyetten olup olmadığını sorup menfi cevap alınca bana bahsolunan şeylerde hakikate uymayan birçok noktalar bulduğunu anladım.
Orhan Türkkan, kendisini ve sözlerini şüphe ile karşıladığımı görünce kendilerinin, vaktiyle çıkardığım “Atsız Mecmua” ve “Orhun”'dan milli feyz aldıklarını, kendi çıkaracakları “Ergenekon”un da “Atsız Mecmua” ve “Orhun” yolunda gideceğini söyleyerek dil dökmeğe başladı ve çantasından çıkardığı kağıtlara bakarak programlarını anlattı. Bu, yaman bir programdı. Felsefe, içtimaiyat, ruhiyat, tarih, şiir, roman, siyaset ve her şey vardı. Yüzlerce eser yazacaklardı. Binlerce satacaklardı. Şunu bunu yapacaklardı. Velhasıl birçok fiillerin istikbal sigalarını tasrif ederek bana bir hayli projelerden bahsetti. Sonra “şu yazıyı nasıl buluyorsunuz” diyerek çantadan çıkan bir yazıyı uzun uzun okudu. Herhalde kendisinin pek hoşuna gittiği anlaşılan bu yazı hiçbir fikri değeri olmayan alelade bir edebiyattı.
Uzun konuşmaların sonunda benden yazı istediği zaman henüz kendilerini tanımadığımı, yazı vermek için de dergilerini görmemin şart olduğunu söyledim. O zaman:
– “Atsız Mecmua'da çıkmış olan eski manzumelerinizi dergimize alabilir miyiz?” diye sordu. “Alabilirsiniz” dedim. İlk görüşmemiz böyle bitti.
Bir müddet sonra Avrupa şehirlerinin birisinden bir kart aldım. “Reha Oğuz Türkkan” imzasını taşıyordu. Reha, bana gelen Orhan Türkkan'ın kardeşiydi. Ankara'ya geldikten sonra da mektuplar yazmağa, “Ergenekon” hakkında izahat vermeğe, Türkçülük için ne şekilde çalışmağa hazırlandıklarından bahsetmeğe başladı. O da gizli cemiyet teranesinden dem vuruyor, büyük projelerden söz açıyordu. Halbuki ben gizli cemiyetin de, onun reisi diye tanıtılan Avni Motun'un da bir hayal mahsulü olduğunu anlamıştım. Çünkü meşhur Kun yabgusu “Mete”nin adının daha doğru söylenişi olan “Motun”u bizden başka birkaç Türkiyatçıdan başka kimse bilmiyordu. Bunu ısrarla ileri atan da Hüseyin Namık Orkun'du. Belliydi ki Hüseyin Namık'la temasta bulunup ondan da yazı almağa çalışan Reha Oğuz Türkkan, bu adı ondan duymuş ve muhayyel bir Avni'nin sonuna ekleyerek esrarengiz bir şahsiyet yaratmıştı. Maksat da esrarlı bir hava meydana getirerek gençlerin ilgisini çekmek ve Avni Motun'un mutlak vekaletini alarak onun adına söz yürütmekti.
Nihayet 10 İkinci-teşrin 1938'de aylık “Ergenekon” dergisinin ilk sayısı çıktı. Daha önce benden, tanıdığım Türkçülerin adreslerini istemişler, ben de göndermiştim. Ergenekon'un ilk sayısından onlara da onar, yirmişer tane yolladıklarını, benim adımı vererek kendilerini reklam ettiklerini, Ergenekon'u satmaları için de birer mektup yazdıklarını sonra öğrendim. Kendilerine gizli bir cemiyet azası süsü veren bu gençlere karşı o zamana kadar duyduğum şey yanlı bir güvensizlikti. Fakat Ergenekon'un ilk sayısındaki “Tarihin ve Tekamülün Amili” adlı yazıyı görünce, kendisini dahi sanan pek toy bir genç karşısında bulunduğumu anladım.
Bu ilk sayıya benim eski manzumelerimden birini almışlar ve altına “Bozkurt” diye imza atmışlardı. Bu manzume evvelce imzamla çıkmış olduğu için benim olduğunu herkes biliyordu. Onun için buna aldırmadım. Yoksa şimdi Gök Börü'de iddia olunduğu gibi onların dergilerine yazı yazmaktan çekindiğim için başka bir imza ile çımasını istemiş değildim. Bilakis onlar benim manzumemin altına kasten “Bozkurt” imzasını atarak kendi lehlerine propaganda yapıyorlar, “Atsız bizim cemiyetimizdendir, fakat kendi imzasını koymağa şimdilik mezun olmadığı için Bozkurt imzasıyla yazıyor” diye rivayetler çıkarıyorlardı. Bunları epey sonra öğrendim ve anladım ki bu plan, yani benim manzumemin Bozkurt imzasıyla çıkması, dostlarımı “işte Atsız da Bozkurtçudur” diyerek kendi aralarına almak için hazırlanmış bir inandırma vesilesidir.
Fakat Ergenekon ilk sayısındaki şaheser asıl bu değildi. Bu “Tarihin ve Tekamülün Amili” başlıklı yazı idi. Bunu Reha Oğuz yazmış ise de başka bir gencin imzasını atmıştı. Sebep be bu yazının Reha Oğuz'u göklere çıkaran bir methiye olmasıydı. Bu yazı o kadar garip bir yazı idi ki onu okuyan ve benim tavsiyemle kendisine satmak için on tane mecmua gönderilen bir arkadaş, paketi açmağa bile lüzum görmeden mecmuaları olduğu gibi geri göndermişti. Hakkı da vardı. Çünkü bu yazıda mühim keşfiyat yapılıyor ve lise mezunu bir genç ilmi ve tarihi baştan başa değiştiriyordu. Bakın, bu şaheserden size bazı satırları aynen alıyorum:
Bu önsözü yazmamı rica eden Oğuz'un mektubunu alınca, bir an düşündüm: Avrupa'da bile akisler uyandıracak olan bir eseri takdim edecektim! Ve işte, ey garplı ve şarklı bilginler, size bağırıyorum: Gelin! Türklüğün er meydanı hepinize açık! Savaşın! Fakat bu mert Türk çocuğunun, kanından aldığı asaletle ifade ettiği bu hakikati okumazsanız, dar görüşlü olmaktan hiçbir zaman kurtulamazsınız. Cehaletin, inanmamalığın, inatçılığın ve gururun kötü siyah rengine bulanmayın. Ve bu eseri, Oğuz, Türk ırkına olduğu kadar, cahillere ve bilginlere de hediye etti. Var ol, Oğuz! Sen bu eserle , uzun asırlar, hiç unutulmayacaksın. Bugün seni anlamak istemeyenlerin çocukları, yarın bu eserini hürmetle okuyacaklar ve acıyacaklar babalarına. Ne acı bir acıma! Ne acı bir akıbet! Onu bilmek istemeyenlerin çocukları bildi. Onu anlamak istemeyenlerin çocukları anladı.
Oğuz Türkkan adlı bir yiğit “Tarihin ve Tekamülün Amili” adlı bir eser yazdı. Bu mevzuda bir eser yazabilmek ve bundan çıkan hakikati ispat edebilmek için doktor, profesör veya ordinaryus profesör unvanları bile azdır. Bu bahislerde mütehassıs olanlar gayet iyi bilirler: Avrupa'nın ve Amerika'nın en derin bilgili dahileri bile, tarihin amilini bulamamış veya yanlış yollara sapmışlardır. Halbuki Oğuz'un ne muhterem bir göbeği, ne saygı değer bir ak sakalı, ne asırlık bir yaşı, ne de doktor , profesör gibi bir sıfatı vardır. Ona kim inanacak? Onu kim okuyacak? Bakın, ey değerli okuyucu kardeşler, Oğuz mektubunda ne bedbin konuşuyor:
“… Hiç okunmayacak! Kimse okumayacak! Gençlik ve halk ciddi mevzulardan hoşlanmadığı için; aydınlar okumağa alışmadıkları için… Hatta bu bahiste mütehassıs geçinenler bile okumayacak! Hakları da yok değil! Meşhur değilim, halbuki bu mevzuları halledemeyen Avrupalı bilginler meşhuru alemdirler…. Hayır! Hayır! Hikmet! Beni değil çıkardığım neticeyi; adımı değil , bulduğum hakikati tanıyın! Bu tek hakikati sevin! Ona gerçek olduğu için bütün kuvvetinizle inanın. İnanın! Irkınızın ülküsü o olursa, dünyanın birincisi olmak için asırlarca beklemeğe lüzum kalmaz. Fakat inanabilmek için de okumak, anlayarak, hazmederek okumak lazım! Fakat kim okuyacak? Öyle ise kimse inanmayacak! Türk, ırkının ülküsünü tanımayacak. İşte bunun için üzülüyorum” Oğuz, şuurla düşünmeğe başladığı yaştan beri, felsefeye sarılmıştı.
Bunun için pek çeşitli olan birçok ilimlere merak sardı: Lengüistik, mitoloji, arkeoloji, jeoloji, klimatoloji, paleontoloji, antropoloji, etnoloji, etnogrofi, felsefe, ruhiyat, tarih, preistuvar, sosyoloji,kozmogoni, hukuk, edebiyat, iktisat tarihi, güzel sanatlar tarihi ilh…
Fakat bu taşlar ne kadar esaslı, ne kadar çok olursa, inşa edeceği bina o kadar sağlam olurdu. Bunun için çok okuması lazımdı.Anormal okuyanlardan bile fazla okudu, gözlerini körletircesine okudu. Başka hiçbir şeyle meşgul olmadı. Gece gündüz okudu. Hepsinden bilgi edindi. Hatta o kadar kıymetli tutulan Avrupalı bilginlerden bile fazla okudu. Sen, Oğuz, fevkalade çalışma ile kanından gelen o müthiş kudretle düşünerek, zekanı işleterek, bu işi başardın. Okudun, düşündün,öğrendin… Hakikatı bütün çıplaklığı ile ortaya koydun! Var ol Türkkan!
İşte bundan sonra Oğuz'a yepyeni bir çığır açılmış oldu. Felsefede materyalistken spirütüalist oldu. Ferdiyetçi iken, beynelmilelci oldu. Sanki gözünün bağı sihirli bir el tarafından aniden çözülüvermişti.Yürüdüğü yanlış yolu dehşetle gördü. Bu yolun sonunda (materyalizm,ferdiyetçilik= menfaatçilik,milliyetsizlik yolunun sonunda) hem o fert için, hem de o ferdin mensup olduğu cemiyet için korkunç bir uçuruma düşmek vardı. Oğuz, ruhuyla ve tabiatle yaptığı bu müthiş didinmeden sonra, gözünü kör eden, yolunu şaşırtan bağı çözüp çıkardı. Fakat ırkdaşları hala, gözler kapalı, felaketten habersiz, uçuruma doğru yürüyorlardı. Bu eser onlar için yazılmıştır.
Oğuz Türkkan, hakikati gördükten ve inandıktan sonra, ırkdaşlarını düşündü. Her okuyanın muhakkak inanması, ikna olması için hakikatı birer meydana sererek yazdı. İlkin kitap yazmak istiyordu.
* * *
İşte Hikmet Tanyu imzasıyla çıkmış olmasına rağmen Reha Oğuz'un kendi kendisini öven, göklere çıkaran; doğunun ve batının bilginlerini hiçe sayarak liseden henüz çıkmış olduğu halde on, on beş ilim sahasında bilgiçlik taslayan yazısı böyle tuhaf bir yazıydı ve Reha Oğuz da yazı hayatına böyle tuhaf bir makaleyle başlıyordu. Hele aynı Ergenekon'un ilk sayısında onun felsefe tarihi yazmaya muhtelif rejimleri ilmi bakımdan münakaşa etmeğe kalkıştığını görünce pek tecrübesiz, fakat heveskar bir genç karşısında olduğumuzu anlamış ve bir mektup yazarak kendisine nezaketle bu yazıların kötü tesirini harbe vermiştim. Mektup, tesirini yaptı: Ergenekon'un ikinci sayısında (sf. 25) şöyle bir tavzih çıktı:
DİKKAT
Geçen sayıki Tarihin Amili adlı tefrikanın ön sözü hepimiz üzen bir şekilde çıkmıştır. İstanbul'da tashihleri yaptırdığımız genç arkadaş coşkunluğunu tesiriyle yazıya –kendiliğinden- birçok yeni parçalar ilave etmiş. Bu yüzden ön söz, adi bir methiye şeklini almıştır. Bu sırada ben Avrupa2da bulunduğum için, bu vaziyetten haberdar olamadım. Yoksa katiyen bu methiyeci yazıyı tefrikanın başına koydurmazdım. Ergenekon basılıp elime geçtiğinde, pek çok üzülerek hayret ettim.Önsöz, bu arkadaş tarafından o kadar tahrif edilmiştir ki, yazının sahibi Hikmet Tanyu bile kendi yazısını tanıyamadı. Bu dalkavukça önsöz, okuyucularımız üzerinde çok kötü tesir yapacağından mesul arkadaşa lazım gelen ihtarı yaptık. Hepinizden ricam: Geçen sayımızın önsözünü mazur görün ve muhteviyatını unutun.
R.O. Türkkan
Bu tavzihe dikkat edenler, niçin Hikmet Tanyu tarafından değil de Reha Oğuz tarafından özür dilendiğini pek güzel anlarlar. Bundan başka bir musahhihin, tashih ettiği makaleyi tanınmayacak şekilde değiştirmesi de aklın alacağı bir mazeret değildir. Zaten bu şekilde neşriyatın da daha çok devamına imkan kalmamış, 1939 yılının ilk ayında çıkan üçüncü sayısından sonra Ergenekon kapatılmıştı.
Kaynak: Nihal-Atsız.Com