Hesap Böyle Verilir – 2
(Hüseyin Nihal ATSIZ)
İşte tam bu sırada iki nokta şiddetle dikkatimi çekti ve şüphelerimi arttı. Bu iki nokta şunlardı:
1) İzmir'de bazı Türkçü gençlerin epey zamandan beri “Kızıl Elma” adında bir dergi çıkarmayı tasarladıklarını işitmiştim. Bu gençlerin Reha Oğuz Türkkan'la ve onun gizli cemiyeti (!) ile hiçbir ilgisi yoktu. Fakat böyle olduğu halde Reha Oğuz, Türkçülerden birisine gönderdiği mektupta “kendi cemiyetlerinin İzmir şubesi tarafından Kızıl Elma adlı bir derginin çıkarılmak üzere olduğunu” yazdı. Demek ki memlekette parlayan her Türkçülük kıvılcımını kendi eseriymiş gibi göstermek sevdasında idi.
2) Bana yazdığı mektuplarda bir karışıklık vardı: Kardeşi Orhan Türkkan için bazı mektuplarında “ağabeyim”, bazılarında da “küçük kardeşim” diyordu.
Bunlardan başka bu sırada Ankara'dan aldığım mektuplar şüphelerimi bir kat daha arttırmıştı. Çünkü bu mektuplardan birisi Ankara'dan Rıza Nur, Zeki Velidi ve Atsız isimlerini istismar ederek bu üç Türkçüyü kendi cemiyetlerinin (!) mensubu imiş gibi gösterdiğini bildiriyordu. Hakikaten- sonradan öğrendiğime göre- Reha, böyle propagandalar yaparak bütün tanınmış Türkçüleri kendi mevhum cemiyetlerinin azası gibi gösteriyor, böylelikle kendi etrafında bir topluluk yapmağa uğraşıyordu. Kendisini kimse başkan diye tanımayacağı için bir de Avni Motun adında esrarengiz bir reis uyduruyor ve ondan alınan direktiflerle bu müthiş gizli cemiyetin faaliyeti (!) başlıyordu. O zaman Ankara'da bulunan Ziya Özkaynak'tan aldığım bir mektup, Reha'nın – burada anlatmağa lüzum görmediğim- pek çocukça bir takım planlar yaptığını da bildirdiğinden, kendisine yine bir mektup yazarak bu hareketlerinden vazgeçmesini, aksi takdirde, dergilerinde eski manzumelerimin dahi neşrine müsaade etmeyeceğim gibi mecmualarını da kimseye tavsiye etmeyeceğimi bildirdim. Bunun üzerine aşağıdan alan bir mektupla cevap verdi ve yakında İstanbul'a gelerek benimle görüşeceğini bildirdi. Kendisi gelmeden önce de Mühendis Mektebi talebesinden olan arkadaşı Cihat Savaş Fer'i bana göndererek yeniden yazı istetti.
Kendilerine evvelce Sivas'taki “Yıldız Dağı” dergisinde çıkmış olan (1Mart 1939 tarihli dokuzuncu sayı, sayfa altı) “Adsız Şiir” adlı manzumeyi verdim. Fakat yiğitlikten dem vurmalarına rağmen bunu basamadılar ve “Yakarış” adlı ilk bölümüyle iktifaya mecbur kaldılar. Kapatılan Ergenekon yerine bu sefer “Bozkurt” adında bir dergi çıkarıyorlardı. İlk sayısı 1939 mayısında çıkan dergileri için birçok Türkçülere başvurarak yazı istediklerinden Bozkurtta San'an, Abdülkadir İnan, Nejdet Sançar, Hüseyin Namık Orkun ve Fethi Tevet'in de yazıları vardı. Reha'nın ruhi hastalığı olmasaydı dergi pek ala yürüyüp tutunacaktı da… Çünkü 1929 haziranında çıkan ikinci sayısına Besim Atalay da yazı vermiş, böylece kadro biraz daha kuvvetlenmişti. Fakat Bozkurt dergisi ikinci sayıdan sonra yine kapandı ve aşağı yukarı bir yıl çıkamadı. İşte bu sırada tatil mevsimi geldi ve Reha ile tanışmamız kabil oldu. O, benden çok Nejdet Sançar'la mektuplaştığı için yine onun vasıtasıyla beni görmek istiyordu. Nejdet Sançar da Sivas'tan Istanbul'a gelmiş ve Maltepe'de kalmağa başlamıştı.
Nihayet bir gün, aldığı mektup üzerine Maltepe vapur iskelesine giderek Büyükada'dan gelen Reha Oğuz'u evine getirdi. Reha o günkü görüşmemizde kendisine yaptığım tenkitlere tevazu ile cevap veriyor ve dediklerimi kabul etmiş görünüyordu. Bu konuşmamızda ne kadar gayr-ı samimi olduğunu tabiidir ki, anlayamamıştım. Bilhassa hayali olduğuna inandığım “Avni Motun”'u bana şöyle anlatmıştı: Avni Motun, Reha'nın ana cihetinden akrabası imiş. Onlara ilk Türkçülük sevgisini o vermiş. Hatta bahis mevzuu olan 70-80 genci bir cemiyet halinde toplayan ve onlara Türkçülük telkini yapan Avni Motun'muş. Fakat bu 70-80 gencin hepsiyle temas etmez, yalnız altı tanesiyle görüşürmüş. Bu altı kişi de Avni Motun'dan aldıkları dersleri ötekilerine öğretirlermiş. Araklarında büyük bir disiplin varmış. Gençlerin Avni Motun'a güveni büyükmüş. Fakat iki yıl önce Avni Motun ölmüş. Onunla bizzat temasta bulunan altı kişi, ölümünün öteki azalardan saklamışlar. Çünkü ölümünü duyarlarsa belki dağılırlarmış. Şimdi Reha Oğuz, Avni Motun'un adına söz söyleyerek o gençleri idare ediyormuş.
Bazı Osmanlı padişahlarının ölümünü andıran bu hikayeye tabii inanmadım. Fakat Türkçülükte hevesli göründüğü için de “belki zamanla kusurlarını düzeltip doğru yola girer” dedim. Ailesini, ırkını sordum. Baba cihetinden Kastamonulu, ana cihetinden Azerbaycan'da Genceli olduğunu söyledi. Bana pek mufassal bir şecere verdi: “İsterseniz nüfus kütüklerinden tahkik edebilirsiniz” dedi. Bu da boş bir sözdü. Bizde nüfus teşkilatı pek yeni olduğu için biz, nüfus kütüklerinden ancak büyük babalarımızı öğrenebilirdik. Daha ilerisini şifahi aile rivayetlerinden öğrenmeğe mecburduk. Pek hayalperest olan Reha, ihtimal ki Ziya Gökalp'ın “Kızıl Elma” adlı hikayesinin tesirinde kalarak kendisinin böyle bir şeceresi olduğuna inanmış ve buna başkalarını da inandırmak istemişti. Fakat bütün bunlar olmasa bile kendisini fazla reklam edişi, hatta kendisi hakkında başka imza ile methiye yazışı ve dergiye herkesin dikkatini çekecek şekilde oklar nidalar, istifhamlar koyuşu Türk ahlakına hiç de uygun değildi.
Gittikten sonra Nejdet Sançar'la kısa bir konuşma yaparak samimi gözüktüğü müddetçe yazı ile ona yardıma karar verdik. Bilhassa Türk tarihine ait birçok şeyler sorarak not etmesi, öğrenmek istediğine delil gibi gözüküyordu. Bu sebeple de “belki düzelir” diyerek Bozkurt dergisine yardımı kararlaştırdık.
1940 mayısında Bozkurt'un üçüncü sayısı çıkarken dergiye Hamza Sadi Özbek ve İsmet Rasim gibi iki genç Türkçü de yazı yazmışlar dergiyi biraz daha kuvvetlendirmişlerdi. Biraz sonra Profesör Zeki Velidi'nin ve gençlerden Nurullah Barıman'ın da yazı yazmağa başladığı Bozkurt, Sami Karayel'in yazı müdürlüğü ile çıkmağa ve oldukça iyi bir tesir yapmağa başlamıştı. Reha'nın bahsettiği muhayyel 70-80 gencin hiçbirisi yüksek tahsil mezunu olmadığı için Sami Karayel'in yazı müdürlüğünü kabule mecbur olmuşlardı. Gayet cesur ve yaşlılığına rağmen yumruğu kuvvetli bir adam olan Sami Karayeli kendilerine salık veren de bendim. Esasen artık Avni Motun disiplinli seksen genç gizli cemiyet teraneleri de söylenmez olmuş, anormal hava azalmıştı. Yalnız Reha'nın ötede beride, bilhassa Ankara'da beni över gibi gözükürken bir yandan da gözden düşürmeğe uğraşan hareketlerini duyuyor, fakat buna pek aldırmıyordum. Övülmeğe ihtiyacım yoktu. Onun için Reha'nın “Atsız iyidir, ateşlidir, yalnız muvazenesizdir.” yollu propagandaları beni yüksündürmüyordu.
Zamanla bu da geçer diyordum. Fakat bu sırada Bozkurt'un 1940 ağustosunda çıkan beşinci sayısında Reha Oğuz'un “Gürcülerin Irkı Hakkında” diye yazdığı makalede Gürcüleri Turan ırkından göstermesi bizim Türkçülük ve ırkçılık prensiplerimize aykırı olduğu için itiraz ettim. Hele o makalede Reha'nın kendi şeceresi hakkında verdiği malumat evvelce verdiği şecereye uymadığı için şüphem arttı. Aşırı ırkçılık yapmağa kalkan, hele ırkı koruma kanunu diye bir kanun projesi hazırlayarak melez Türk çocuklarının üç yaşından aşağı olanlarını idam etmeğe kalkan Reha'nın Gürcüler hakkında bu yazısı kendisi hakkındaki bir takım rivayetlere hak verdirecek mahiyetteydi. O zaman bende evvelce uyanıp da sonra Reha samimi gözüktüğü için küllenen şüpheler yeniden ateşlendi. Bu şüphe beni biraz vakit harcayarak bu esrarengiz işlerin (!) iç yüzünü öğrenmeğe sevketti. Evvelce kendisine Avni Motun'un kim olduğunu sorduğum zaman “söylemeğe mezun değilim” diye cevap veren Cihat Savaş Fer'e bir emrivaki yaparak Avni Motun'un muhayyel bir şahıs olduğunu itiraf ettirdim.
Ankara'daki yetmiş seksen kişilik gizli ve disiplinli cemiyetin de Reha Oğuz Türkkan ile kardeşi Orhan Türkkan'dan ve Cihat Savaş Fer'den ibaret bir heveskar triyomvirası olduğunu öğrendim. Fakat Reha, yaratılışındaki başkalıkla her şeyi esrar perdesi altında göstermeğe kalkmış olduğundan Ankara'daki Türkçü gençlere kendi cemiyetlerine girmeği teklif ediyor, “Atsız sizin cemiyetinizde midir?” diye soranlara evet cevabını veriyor, o gençler bun u bana sordukları zaman “cemiyetimizin nizamnamesi gereğince size bunu söylemeğe mezun değildir” diyerek onları şaşırtıyordu. Böylelikle kendisi büyük bir cemiyetin başkanı ve Rıza Nur, Zeki Velidi gibi yaşlı bilginler de olduğu halde birçok Türkçüyü kendi emrindeki memurlar gibi göstermeğe çabalıyordu. Fakat kısa görüşüyle hakikatlerin nasıl ortaya çıkacağını hesaplayamıyordu. Hesaplayamazdı da… Çünkü pek süratle yükselmek, yüksek mevkilere çıkmak istiyordu. Bu istek, önünü görmesine engel olan bir perdeydi. Aynı zamanda kendisinin mühim bir şahsiyet olduğunu sanıyor, kah Yalova'da Reis-i cumhurla mülakat yaparak Türkiye'nin niçin savaşa girmediğini sordum diyor, kah üçüncü ordu müfettişi Kazım Orbay'a giderek hükümeti dinlemeden doğuya taarruz etmesi için telkin yapacağını söylüyor, yakında çıkaracağı gündelik bir gazetenin kırk bin lira sermayesini bulduğundan bahsediyor, bunların arkasından da –kahramanlığını göstermek için olacak- kışın Kastamonu dağlarına giderek ayı avlayacağını anlatıyordu. Kahramanlık sözü ağzından hiç düşmüyordu. Bana gönderdiği bir mektupta “artık rahat rahat şehit olabiliriz” diye yazıyordu. Fakat bir yandan askerliğini boyuna tecil ettiriyordu.
Garip değil mi? Reha, yaşının otuzu doldurmak üzere olmasına rağmen henüz askerliğini yapmamıştır. Yalnız yüksek öğretim talebesinin geçirdiği askeri kamplara gitmiş ve bütün askerliği bu kamp hayatından ibaret kalmıştır. Daha en kutlu milli vazifesini bile yapmamış olan bu tecrübesiz gencin hepimizi, bütün Türkçüleri küçülterek kendisini yükseltmeğe çalışması ne acıklıdır! Bir kere bu Reha Oğuz'u tam Türk saysak bile o öz bir Türkçü değil, önce bir materyalist ve beynelmilelci iken Türkçülüğe sonradan dönen bir muhtedidir. (Ergenekon dergisinin ilk sayısındaki itirafa göre) Böyle olduğu halde, Türkçülüğe sonradan dönen bu genç nasıl oluyor da hiçbir zaman Türkçülükten başka bir ülküye sarılmamış olan bizleri çürütmeğe kalkabiliyor? O, Türkçülüğe ve Türklüğe ait birçok bildiklerini bizden ve bu arada bilhassa benden öğrenmiştir. “Gök Börü”nün Bozkurt demek olduğunu bile ona ben öğrettim. Bunları övünç diye değil, bir hakikati Türkçü efkar-ı umumiyeye anlatmak için söylüyorum. Yoksa o, değil Türk tarihini ve Türkçülüğü, okullarda yıllarca okuduğu Türkçe'yi bile bilmemektedir. “İkna olmak”, “bizle ahbap oldular”, “hıyanetlik etti” gibi Ermeni vatandaşlarımızın kullandığı ifadeler Reha'nın yazılarında bol bol geçer.
Şimdi Türkçülüğe sonradan dönen Reha'nın, Gök Börü'de “İsmet Rasin'i, Çınaraltıcıları, Barıman'ı ve Atsız'ı aramızdan attık” diyerek yaptığı iddianın teşrihine geliyorum:
1- İsmet Rasin ile Reha'nın anlaşamamasının sebebi, Reha'nın iddia ettiği gibi, İsmet'in “Bozkurt'a menşei meçhul paralar bulması ve Arnavut olması” değildir. İsmet'in metin ahlakını ve ailesini bilenler onun Türk olduğunu pek kolay kestirebilirler. Kendisine şecere düzmeğe mecbur olmayan İsmet, hiçbir şey olmasa bile, tarihimizin ebedi övünçlerinden biri olan Pilevne müdafaası şehitlerinden birinin torunudur. Bundan başka İsmet'in yüzüne bakmak da ırkı hakkında bir hüküm vermek için kafidir. Çünkü İsmet'in yüzü Türk yüzüdür. Şahsi meselelerden dolayı kızdığımız her insanın ırkından olmadığını söylersek doğru bir iş yapmış olmayız. Reha Oğuz eski arkadaşlarından Hikmet Tanyu ile bozuştuktan sonra onun Abaza olduğunu ilan etmişti. İsmet Rasin'e kızınca da ona Arnavut diyor. Bu yoldan gidilirse zararlı çıkacak olan yine Reha'dır. Çünkü ana cihetinden atalarını bağladığı Gence'nin Kendek köyü halis bir Ermeni köyü olduğu gibi gerek Reha, gerekse kardeşi Orhan'ın yüzleri de tıpkı Ermeniye benzer. Reha'nın evvelce sık sık gidip geldiği bir müessesenin memurlarından biri adını bilindiği Reha'nın gelip gittiği müessese sahibine anlatmak için “Ermeni geldi”, “Ermeni gitti” demeği mutat edinmişti. Keza, Reha birçok yazılarında ve mektuplarında İstanbul Ermenileri gibi “ikna olmak”, “hıyanetlik etti” , “bizle ahbap oldular” gibi tabirler kulanı. Keza, Yusuf Kadıgil'e kendisinin Gürcü olduğunu da bir gün söylemiştir. Fakat bunlara bakarak nasıl biz kendisine Ermeni demiyorsak o da gayrı ilmi bir ansiklopedinin kaynağı meçhul ibaresine dayanarak İsmet'e Arnavut dememelidir.
İsmet'in ataları Prizren'lidir. Bu kasaba ise Rumeli'de bir Türk kasabasıdır. İçinde tek tük Arnavut civar köylerden gelmişlerdir. İstanbul'da bu kadar Prizren'li vardır. Hiçbiri Arnavutum demez. Hepsi de Türküm der. Prizren kasabasını iyi bilen Erkilet Paşa da kasabanın Türk kasabası olduğuna tanıklık etmektedir. Hakikatte Reha'nın, İsmet Rasin'e düşmanlığı, İsmet'in Bozkurt'a yazı yazmağa başlamasından sonra, fikri kuvveti dolayısıyla Reha'yı gölgede bırakmasından dolayıdır. Türkçeye hakim olan ve üç yabancı dil bilen İsmet Rasin kuvvetli mantığı, zekası ve ilmi ırkçılık üzerindeki derin bilgisiyle birdenbire ön safa geçmiş, bu da Reha'nın kıskançlığını ve sonunda düşmanlığını çekmiştir. İsmet'in Arnavut olduğunu iddia etmesi bundandır. Halbuki İsmet tam bir ülkücü ve fedakar bir arkadaştı. Reha'nın menşei meçhul dediği paraları, zengin bir aileye mensup olduğu için, cebinden veriyordu. Bozkurt, İsmet Rasin sayesinde onun çizdiği programla canlanmıştı. Hatta Reha'nın Bozkurt'a yazdığı bir yazı için aleyhine dava açılınca İsmet Rasin bunu kendi üzerine alarak Reha'yı cezadan kurtarmıştı. Fakat Reha bunları düşünmeden yapma bir Arnavutluk bahanesiyle İsmet'le bozuştu. Darıldılar. İsmet ayrıca çalışmak üzere çekildi. Birbirleri aleyhine hiçbir şey söylememek için benim hakemliğimde söz verdiler. Bu sözü bozan da Reha Oğuz oldu. İşte, İsmet'i attık demesinin sebebi budur.
2- Reha Oğuz, Çınaraltı sahipleri olan Orhan Seyfi ile Yusuf Ziya'yı da aralarından çıkardıklarını söylüyor. Bu büsbütün tuhaftır. Çınaraltıcılar zaten onların arasında değildi ki çıksınlar. Ziya Gök Alp'ın şakirdleri olan Çınarlatıcıların Türkçülük tarihinde epeyce hizmetleri vardır. Dergilerinin adı da Ziya Gök Alp damgasını taşımaktadır. Ziya Gök Alp'tan feyz almış olan şairlerin Reha'dan bir şeye öğrenmeye ihtiyaçları yoktur. Hakikatte Reha'nın onlara düşmanlığı da yine şahsi bir sebepten ileri geliyor: Bozkurt'un kapalı bulunduğu sırada Reha Oğuz, Çınaraltıya üç makale vermişti. Çınaraltıcılar bu üç makalenin ikisini pek zayıf buldukları için basmadılar. Üçüncüsünü Reha'nın ısrarı ve ricası üzerine –o da biraz düzelterek ve birçok yerlerini çıkartarak- bastılar. Halbuki bütün Türkçülerin yazıları Çınaraltı'nda çıkıyordu. Onlar çıkarken, kendisini bütün Türkçülerden üstün gören Reha'nın yazılarını neşretmemek herhalde kendisince büyük bir suçtu. İşte Çınaraltıcılara düşman olmasının, onları jurnalcilikle itham etmesinin sebebi budur. Halbuki ben onu kaç kere Çınaraltıcıların yanında gördüm: Pek müeddep oturuyordu. Söze pek karışmıyordu. Yusuf Ziya'ya ve Orhan Seyfi'ye pek saygılı ithaflarla kitaplar hediye ediyordu. Böyle olduğu halde Gök Börü'de onlar için “… Hakiki maksatlarını bilmekle beraber kalemlerini beğeniyor, Türkçülüğe onlardan fayda umuyorduk” diyor. Demek ki Reha onlarla konuşurken de samimi değildi. Bu samimi olmayışın hoş bir şey olmadığını şimdi her halde kendisi de anlamıştır.
3- Nurullah Barıman'ı “Bozkurt'un parasını şahsına harcamakla itham etmesi “ de doğru değildir. Bu da kıskançlıktan doğmaktadır. Bozkurt'un sahibi Nurullah Barıman olduğu için dışarıdan gönderilen mektupların onun adına gelmesi, Bozkurt idarehanesine uğrayan genç Türkçü talebelerin önce Barıman'ı araması, kendisini gençliğin şefi olduğuna inanmış Reha'nın hoşuna gitmemiştir. Yarının şefi olduğuna inanmış Reha, kendisini gelip geçmiş bütün Türkçülerden üstün görürken, daha genç olan Barıman'a itibar edilmesini tabii çekemezdi. Bozkurt, on ikinci sayıdan sonra adeta yeniden çıkarken tamamı ile, Barıman'ın borç olarak bulduğu sermayeye dayanıyordu. Böyle olduğu halde Barıman'ın kendisinden daha itibarlı bir mevki temin etmesini çekemeyen Reha Oğuz, “mevsuk bir kaynaktan duyduğuna göre Bozkurt'un hükümetçe kapatılacağını”, kendilerinin daha önce davranarak kapatması gerektiğini Barıman'a söylemiş, Barıman da: “Öyleyse borçlarımızı ödeyecek parayı bul da işi tasfiye edelim” demiştir. Halbuki Reha'nın bu sözü doğru olamazdı. Hükümet Bozkurt'u kapatacak olsa Reha bunu nereden duyacaktı? Hükümet dairelerinde casusları mı vardı? Barıman'ın para bulma teklifi üzerine Reha Oğuz bunu güya kabul etmiş, fakat para yerine senet vermek istemiştir. Barıman bunu kabul etmemiş, Reha Oğuz ise dergiyi kapatmak ve yerine gündelik bir gazete çıkarmak için direnmiştir. Barıman: “Sen Bozkurt'un birkaç yüz liralık borcunu veremiyorsun. Nasıl olur da on binlerce liralık sermaye isteyen gündelik bir gazeteyi çıkarabilirsin?” diye sorunca Reha şaşırmış, cevap verememiştir. Halbuki onun maksadı dergiyi kapatarak Barıman'ı “dergi sahibi olmaktan doğan itibar”dan uzaklaştırmak, sonra, kendisinin sahip olacağı bir dergi çıkararak aradığı şöhreti, nüfuzu, itibarı bulmaktı. Çünkü o sırada yüksek tahsilini de bitirmiş ve kendi başına dergi çıkaracak hale gelmişti. Barıman Bozkurt'u kapatmayıp da Reha bunda ısrar edince nihayet iş tatsız bir hal almış ve Barıman, Reha Oğuz'u arkadaşı Cihat Savaş'la birlikte Bozkurt'tan çıkarmıştır. Reha Oğuz'un eşyalarını alarak pek üzgün bir halde Bozkurt idarehanesinden çıktığını görenler şimdi onun “Barıman'ı attık” demesine hayli gülmüştür.
4- Şimdi benim hakkımda yazdıklarına geliyorum. Bunlara madde madde cevap vereceğim:
a) Reha Oğuz benim için “davasında samimi, fakat şeflik malihülyasına kapılmış” diyor ve bir gün İsmet Rasin'in otomobili ile gezinti yaparken kendilerine şeflik teklifinde bulunduğumu iddia ediyor. Bu iddia doğru değildir. Benim böyle bir teklifte bulunmadığıma, o gezintiye iştirak eden İsmet Rasin ve Nurullah Barıman, yaratılışımın böyle bir teklifte bulunmağa elverişli olmadığına da bütün beni tanıyanlar şahittir. Reha'nın şefi olmanın da bana şeref temin etmeyeceğini herkes takdir eder. O gezintide Reha benim, Bozkurtçu olmam için ısrarlı teklifler yaptıysa da kabul etmedim. Nurullah Barıman'la İsmet Rasin de şahittir ki “hem sizden yaşlı olduğum hem sizi kafi miktarda tanımadığım için Bozkurtçu olamam. Siz de yazıyla yaptığım yardımı kafi görün” dedim.
b) Reha Oğuz benim için “iradesi zayıf ve hislerine mağlup” diyor. Hislerime mağlup olsam Reha'nın benim için yazdıklarına başka türlü cevap verirdim. Bununla beraber “iradem kuvvetlidir, hislerime mağlup değilim” diye kendimi müdafaa edecek değilim. Hüküm vermeği beni tanıyanlara bırakıyorum. Bizzat kendisi bir gün bana: “Başka birisi sizin uğradığınız haksızlıklara uğrasaydı iradesi sarsılarak vatana ihanet etmeğe kadar giderdi” demiştir. Bilmem bu sözünü hatırlayacak mı? Hatırlayanlar mevcuttur.
c) Benim için: “ilkin, yeniden başlattığımız Türkçülük hareketine katılmaktan çekinmiş, sonra korkulacak bir şey olmadığını görerek aramıza olanca coşkunluğu ile girmişti” diyor. Bu da doğru değildir. Ben Türkçülükte onlardan hayli kıdemli bir insan sıfatıyla, adı sanı duyulmamış çocukların arasına tabiidir ki giremezdim. Hele bu çocuklar kendilerini bana ilk hamlede gizli bir teşkilat diye takdim ederlerse… Reha benim şüphelerime korkaklık diyorsa aldanıyor. Hiçbir zaman kahramanlık iddiasında bulunmadım. Bulunmaktan da utanırım. Çünkü kahramanlığın savaş alanlarından başka yerlerde yapılacağına inanmam. Böyle olmakla beraber korkak olmadığımı da beni tanıyanlar bilir. Madem ki ben korkaktım, niçin Reha Oğuz bana hediye ettiği kitabın başına “En Yiğit Türkçüye” diye yazdı? Niçin Bozkurt'un altıncı sayısında “Türkçüleri tanıyalım” diye neşrettiği yazıda beni “dürüst ve yiğit bir Türkçü” diye vasıflandırdı? Demek Reha Oğuz o zaman bana karşı da samimi değildi. Beni o yazısında feragatli bir insan olarak tanıtan Reha'nın şimdi muhteris olarak tasvir etmeğe kalkması herhalde Reha'ya iyi not verdirecek bir hal değildir. Umarım ki bu yanlışı kendisi de anlayacaktır.
ç) Reha, benim meçhul bir insan olduğumu, ancak kendi reklamı sayesinde ün kazandığımı iddia ediyor. Fakat aynı Reha, Bozkurt'un altıncı sayısındaki makalesinde benim, Türkçülüğe, Ziya Gök Alp'tan sonra en büyük hizmeti yaptığımı yazmıştı. Bu iki aykırı ifadenin acaba hangisi doğru? Yahut hiçbiri doğru değilse Reha niçin bu hareketi yapmağa mecbur kaldı? O zaman öyle, şimdi böyle yazmak tabiye ise, Reha da tasdik eder ki, bu bir Türk'e yakışan bir tabiye değildir. Beni iyi tanıyanlar merdümgiriz olduğumu bilirler. Böyle bir insanın reklama ihtiyacı olmadığı da meydandadır. Birkaç kişi tarafından tanınıyorsam bu Atsız Mecmua ve Orhun sayesinde olmuştur. Bu da bir meziyet değildir. Çünkü her yazı yazan, okuyucular tarafından tanınır. Reha tanınmağa fazla değer verdiği için tanınmamış bir insan olduğumu ve kendisinin reklamı sayesinde tanındığımı ileri sürmekle mazurdur. Esefle söylüyorum ki Reha'da “tanınmak isteği” bir hastalık derecesindedir. Bu yüzden Nurullah Barıman aleyhine açtığı davada kendisini “Ülkümüzün banisi” diye vasıflandırmıştır. Biz ise ülkümüzün neferleri olmakla öğünüyoruz.
d) Reha Oğuz benim için “Bir mektupla Ankara'ya aleyhimizde ihbar yaptı.. Bu darbe öldürücü oldu. Bu mektup üzerine Bozkurt'a izin vermediler.. Bozkurt'a bilahare ancak mucize kabilinden izin alabildik” diyor. Bu da doğru değildir. Netekim beni iyi tanıyanlar bu rivayete inanmamışlardır. Demek ki benim defterimde “Beyaz Ruslardan para almak” ve “Hitler'in ajanı olmak” rivayetlerinin yanında bir de bu bulunacakmış. Burada yine Reha Oğuz'daki hafızanın çok zayıf olduğunu söylemeğe mecburum. Çünkü bu meselenin yüksek mevki sahibi resmi bir şahidi var ki o da matbuat umum müdürü Selim Sarper'dir. Mesele şudur: Bir gün matbuat umum müdürü Selim Sarper'in, kapatılmış olan Bozkurt'a yeniden izin vermek için Çınaraltı ve şahsım aleyhinde neşriyat yapmağı şart koşmuş olduğuna dair garip bir haber duydum. İnanmadım. Çünkü tanışmadığım halde Selim Sarper'in benim hakkımda hiç de fena düşünceler beslemediğini uzaktan işitiyordum. Hakkımda iyi niyet beslemese bile mühim bir mevkideki resmi bir şahsiyetin öyle bir teklifte bulunmayacağı tabii idi. Bunun için 10 ikinciteşrin 1941 tarihinde Selim Sarper'e bir mektup yazarak böyle bir rivayet duyduğumu, buna inanmamakla beraber bu “Alemi imkan” da her şeyin olabileceğini, eğer doğru ise sebebini bildirerek beni aydınlatmasını rica ettim. Netice umduğum gibi çıktı: Selim Sarper, 13 ikinciteşrin 1941 tarihiyle verdiği samimi bir cevapta böyle bir şeyin bahis mevzuu olmadığını bildirdi.
Reha Oğuz, benim Selim Sarper'e yazdığım mektubu görmüş olduğu halde maalesef bunu sanki jurnalmiş gibi anlatarak bazı arkadaşlara mektuplar yazmıştır. Ben bu mektuplardan üç tanesini, Hamza Sadi Özbek'e, Nurullah Barıman'a ve şair Cemal Oğuz Öcal'a yazılanları gördüm. Aynı meseleyi üç ayrı şekilde yazmakla Reha Oğuz çok gafil hareket etmiştir. Hamza Sadi Özbek'e yazdığı mektupta “Selim Sarper aynen suretini almama müsaade etmedi. Sadece 3-4 defa okudu ve okuttu” diyerek mektubun kopyasını değil ancak mealini yazdığını bildirdiği halde Nurullah Barıman'a ve Cemal Oğuz Öcal'a gönderdiği mektuplarda aynen kopyasını gönderdiğini iddia ediyor. Halbuki Selim Sarper mektubujn kopyasını vermediğine göre Reha'nın doğru söylemediği ortaya çıkıyor ki aynı meseleyi üç ayrı kimseye üç ayrı şekilde yazması bunun itiraz kabul etmez bir delilidir. Ben, hüküm vermeği okuyuculara bırakarak üç mektubun suretlerini yan yana koymakla iktifa ediyorum:
– I –
Reha'nın Hamza Sadi Özbek'e yazdığı 6.2.1942 tarihli mektupta benim, Selim Sarper'e yazdığım mektubun meali olarak gösterilen satırlar:
Muhterem Efendim,
Bozkurt sahiplerinden Nurullah Barıman, Bozkurt'un intişarına şart olarak, Çınaraltı ve benim aleyhimde bulunmalarını şart koştuğunuzu, bu suretle Türkçüleri aralarında mücadeleye sevketmek istediğinizi, fakat sizi caydırmağa muvaffak olduklarını söylemiştir. Sizi de Türkçü bildiğimden bu acayip dedikoduya inanmıyor ve size bir fikir vermek için naklediyorum.Fakat bu dünya bir imkanı alem olduğundan böyle bir şey var ise neden bu şartı koşmak lüzumunu hissettiğinizi irşad maksadıyla lütfen izah eder misiniz? Bilvesile gıyabi saygılarımı sunarım.
– II –
Reha'nın Barıman'a yazdığı 13.11.1941 tarihli mektupta benim, Selim Sarper'e yazdığım mektubun kopyası olarak gösterilen satırlar:
N. Barıman Bozkurt'un tekrar çıkarılması için sizle görüşürken ona Çınaraltıyla mücadeleyi ve benim aleyhimde yazmalarını şart koşmuşsunuz. Gayeniz Türkçüleri birbirlerine düşürüp zayıflatmakmış! Gene Barıman ilave etti. Biz Selim Beğ'le münakaşa ettik ve onu ikna ettik. Sizi Türkçü tanıyorum. Lütfen bunun sebebini anlatır mısınız?
– III –
Reha'nın, Cemal Oğuz Öcal'a yazdığı 8.5.1942 tarihli mektupta benim, Selim Sarper'e yazdığım mektubun aynen kopyası olarak gösterilen satırlar:
Muhterem Efendim,
Yakında yeniden intişarına tavassut edeceğinizi duyduğumuz Bozkurt'u çıkartanların nasıl kimseler olduğunu bilmeniz için size bu mektubu yazıyorum. Bozkurtçular ve bu meyanda sahibi Nurullah Barıman Bozkurt'un intişarına şart olarak Çınaraltı ve benim aleyhimde bulunmalarını şart koştuğunuzu, bu suretle Türkçüleri aralarında mücadeleye sevketmek istediğinizi, bu bakımdan sizin Türkçüler için zararlı bir şahsiyet olduğunuzu söylemişlerdir. Sizi de Türkçü bildiğimden, bu maksatlı dedikoduya inanmıyor ve size ait bir fikir vermek için naklediyorum. Fakat bu dünya bir imkanı alem olduğundan böyle bir şey var ise, neden bu şartı koşmak lüzumunu hissettiğinizi irşad maksadıyla izah eder misiniz? Bilvesile gıyabi saygılarımı sunarım.
Esefle söyleyeyim ki, Reha Oğuz, beni gözden düşürmek için Türkçü arkadaşlara bu şekilde mektuplar yazmış, o mektupların benim elime geçeceğini düşünmeden bana bir takım isnatlarda bulunmuştur. Diyelim ki tarafımdan Selim Sarper'e yazılan mektubu görmek başkalarınca mümkün olmasın. Ya üç kişiye üç ayrı şekilde yazılan bu suretler (!) nedir? Maalesef bu durum Reha'nın çok aleyhinedir.
Yukarıdaki satırlarda “sizle görüşürken “kelimelerine dikkat edenler bu ifadenin bana değil, Reha Oğuz'a ait olduğunu elbette anlamışlardır.Onun mektuplarında ve makalelerinde bu yanlış çok geçer. Sonra “Bozkurt'u çıkartanların “tabiri de Reha'ya aittir. O, “çıkarmak” fiilli yerine “çıkartmak” fiilini kullanmaktadır. Netekim Gök Börü'nün üstünde de “Çıkartan: R. Oğuz Türkkan” yazılıdır. Ailesi baba cihetinden Rumeli'nin bugün Yunanistan'da kalan bölümlerinden olduğu için ora ahalisi gibi malum fiilleri çok defa müteaddi olarak kullanmaktadır. Ve nihayet “imkanı alem” terkibine bakanlar da benim böyle pek acemice bir dil yanlışı yapmayacağımı teslim ederler.
* * *
Reha'nın Cemal Oğuz Öcal'a yazdığı uzun mektupta benim aleyhimde pek çok hicivler var. Türkçü efkarı umumiyeye bir fikir vermek için bazı parçalarını aşağıya alıyorum:
… Bir gece Selim'den telefon. Hayretle şunları dinledim:
– Oğuz, sana Yusuf Ziya'nın anlattıklarını nakletmiş, inanmadığını söylemiştin. Fakat işte bugün Atsız'dan aldığım bir mektupta aynı şeylerle karşılaşıyorum. Okuyayım dinel, dedi ve beni hayretlere düşüren jurnal mektubu okudu.
“Atsız”ın yiğit, merd, şövalye tanıdığım Atsız'ın böyle bir mektup yazacağını kafam bir tülü almadığı için, şaşırdım. Atsız'ın ağzından naklen Yusuf Ziya bir mektup yazmış filan zannettin. Ben böyle şaşkınlıklar içinde yüzerken, Selim devam ediyordu:
– Dostluğa layık olmayan dedikoducu insanlar olduğunuza inandım. Bugünden itibaren aramızda ancak resmi münasebet vardır.
Ben hayret içinde:
– Atsız yazmadı, değil mi? diye bağırdım.
– Atsız'ın mektubu!
– İnanmıyorum.
– Gel, gör! Dosya burada!
Gece saat dokuz buçuktu. Hemen otomobile atladım. Sarper'e gitti. Dosyayı açtı. Atsız'ın mektubunu gösterdi. Gözlerime inanmayarak üç dört defa arka arkaya okudum. Sonra da suretini aldım…
Bu da doğru değildir. Hamza Sadi Özbek'e yazdığı mektuba göre hani Selim Sarper mektubun suretini alınmasına müsaade etmemişti? Bundan başka benim bir tek mektubumla dosya tutulmayacağı gibi resmi daireler de gece saat dokuz buçuğa kadar açık değildir. Hele mektubun biraz daha aşağısında Selim Sarper'le münakaşa ettiğini, sözlerini dinletemeyince öfke ile kapıyı vurup çıktığını, eğer o dakikada karşısına Çınaraltıcılar yahut ben çıksaymışım bizleri öldürebileceğini yazmasını hiç de doğru bulmadım. Ben Reha'nın daima tabanca taşıdığını biliyorum ama bunu bir süsü sanıyordum. Yoksa bu broşürü bir davetiye diye kabul edeceğini düşünerek korkar ve bunları yazmazdım…
Kaynak: Nihal-Atsız.Com