Konuşmalar – 3
(Hüseyin Nihal ATSIZ)
Bugünün milletleri öğretim ve eğitim dolayısıyla, yayınlar sebebiyle eski çağlarla göre çok aydın topluluklardır. Bunun için bu milletleri uzun bir süre demokrasi dışında yönetmeye imkân yoktur. İnsan, yaratılış bakımından bir çok davranışlarında hürriyeti kötüye kullanmayacak insanlar yetiştirmek, kötüye kullanmak istidatında olanları sert tedbirlerle önlemektir.
Görünüşe göre milletler bunun çarelerini aramaktadırlar. De Gaulle idaresi Fransa’da otoriter bir demokrasi yaratmış ve bu idare, İkinci Cihan Savaşı’ndan sonra iyice çökmüş olan Fransa’yı kalkındırmıştır.
İspanya ve Portekiz’deki idareler bu ülkelerde demokrasiden doğan anarşileri önlemek için kurulmuş, fakat Fransa’da görülen başarıyı kazanamamıştır. Çünkü Fransa’ya göre geri olan bu iki ülkedeki rejimler birçok hürriyetleri kısmakta ve halkı memnun edememektedir.
Latin Amerika’daki iki devlet, Meksika ve Arjantin de uzun süredir böyle bir denemenin içindedir.
Asya’da Pakistan, kendi şartları içinde başarılı bir deneme yapmaktadır.
27 Mayıs 1960’ta Türkiye’de idare ve başlangıçta böyle bir gidiş tutturur gibi olmuş, sonra bundan vazgeçmiştir.
Milletler olgunluğa ve yüksekliğe doğru yönelmişlerdir. Rejimler birer vasıtadır. Bir rejim bir milleti yükselttiği nisbette tutulur. Zarar vermeye başlayınca bırakılır.
Türkiye demokrasiyi, demokraside hastalık belirtileri görüldüğü bir sırada kabullendi. Bu sebeple gayet dikkatli ve uyanık olmaya, hastalık belirtilerinin tedbirlerini almaya mecburdur.
Demokrasinin icabı olarak verilen hürriyeti bazı azınlıklar ve akımlar Türkiye’yi parçalamak veya yok etmek için kullanmaya kalkarsa ve bu tahribatı önlemeye eldeki mevzuat kâfi gelmezse yeni tedbirler almak, çareler bulmak devletin görevidir. O zaman demokrasiye aykırı bazı davranışlara bile başvurabilir. Meselâ bugünkü Anayasaya rağmen, düzeni korumak, iç kavgaları önlemek düşüncesiyle Atatürk Kanunu ve Tedbirler Kanunu gibi bazı kanunlar yürürlülüktedir. Anti demokratik diye bu kanunlar kaldırılırsa belki hukuk bakımından parlak bir iş yapılmış olur ama memleketin düzeni de alt üst olur.
On Altıncı Yüzyılın ünlü şeyhülislâmı Ebussud, ki o zamanın Adalet Bakanı ve Yargıtay Başkanı demekti, devletin temelini sarsmamak, milletin sağlığını korumak için şeriatın bazı hükümlerini tevil yoluna giderek fetvalar vermekten çekinmemiştir. O kadar ileri görüşlü bir devlet adamıydı.
Bugün Türkiye düşmanı fikirlerin başında kürtçülük gelmektedir. Kürtçüler doğu illerimizde ayrı bir devlet kurmak davası ardındadırlar. Bitlis Senatörü Ziya Şerehanoğlu’nun Amerika’ya kaçarak orada kürtlük davası için çalıştığını gazeteler (mesela Kayseri’de çıkan “Milli Ülkü” gazetesinin Temmuz 1967 tarihli 224. Sayısı) yazdı. Bu adamın, maksatlarını gizliyerek Senato’da kaldığını, Büyük Millet Meclisi’nin hayatî meseleleri konuştuğu gizli toplantılara katıldığını, hatta bu adamın bakan veya Başbakan olduğunu düşünelim. Türkiye için bundan büyük tehlike olur mu?
Türk olan Doğu’da Kürtçe konuşan insanlar bulundukça yabancıların kötü niyetleri eksik olmayacak, bunlar Kürtleri kışkırtarak Türkiye’nin başına gaile açacaktır. M.B hükümeti kurulduğu sırada dost (!) Amerikalıların bilimsel tecrübe(!) için hazırladıkları Kürtçe alfabeyi yaymak müsaadesi istemeleri nelerle uğraşmaya mecbur olduğumuzu göstermektedir.
İkinci düşman fikir komünizmdir. Dünyanın bir çok yerlerinde artık özel bir milliyetçilik haline gelmeye başlayan komünizm bizim memleketimizde hâlâ aşırı bir Moskofçuluk şeklindedir.
Türkçülüğe düşmandırlar. Mazide olduğu gibi bugün de bütün Türkler’in tek devlet halinde birleşmesi ülküsüne karşı derhal cephe alırlar. Moskofların oradaki Türkler’i kalkındırdığını iddia ederler. Amerika emperyalisttir ama Rusya değildir. Nazım Hikmet büyük bir millî şairdir v.b…
Moskofların Türkistan Türkleri’ni kalkındırdığına inanmak, kasabın kesmek için beslediği kuzuyu sırf kuzuyu sevdiği için semirttiğine inanmakla birdir. 1926’da 4.000.000 olan Kazaklar’ın 1966’da yani 40 yıl sonra neden 3.500.000 kişi oldukları açıklanamamıştır. Türkiye Türkleri 1927’de 13.500.000 kişi oldukları halde 1967’de 32.000.000 olmuşlar yani 40 yılda %135 nispetinde artmışlardır. Aynı nispette artıkları takdirde Kazaklar’ın 9.500.000 olmaları gerekirken 3.500.000 kişiye düşmüşlerdir. İşte yüksek komünist kültürün ve komünizmin milletleri kalkındırma çabasının parlak bir örneği…
Nâzım Hikmet’in milli şair olduğu hakkındaki inatçı yayınlar da ayrı bir hezeyandır. Onu Namık Kemâl’le ölçüştürmek, ikisinin de yurt dışına hürriyet aşkıyla kaçtığını ileri sürmek mizah edebiyatı için bulunmaz malzemedir.
Namık Kemâl, Sultan Aziz’in otoritesinden kaçarak yurt dışına çıktı. Fakat Fransa’ya vardığı zaman: “İşte şimdi gerçek vatanıma geldim. Beni Fransa yaratmıştır” demediği gibi, adının sonuna ne bir Maurois, ne de bir Marchand eklemedi. Namık Kemâl Türk’tü. Konya’lı Bekir Ağa’nın soyundan geliyordu.
Nâzım Hikmet ise: “Asıl vatanıma geldim. Beni Stalin yarattı” diye, hırsızlığını kahramanlık diye anlatan Çingene misali övündü. Verzanski diye bir İslâv soyadı alarak dedesinin vatanı olan Polonya’nın tabiiyetine geçti ve Bizim Radyo adlı komünist radyosundan Türkiye aleyhine yayın yaptı. Çünkü kanı Türk değildi. Şuuraltında Polonyalılık yaşıyordu. Cibiliyetinin iktizasını yaptı.
Nâzım Hikmet ve yoldaşlarının Türkiye’yi Moskova’ya bağlanmak isteyen uşaklar olduğu bugün gün ışığına çıkmıştır. Bir vatan haininin yurtsever diye kabul ettirmeye çalışmak da vatan ihanetidir. Hainliği başka mesele ama büyük ozandır diye direnmek de boşunadır. Eski Hurûfi şairler gibi basmakalıp tekerlemeler sıralamak ancak zevk hastalarının hoşuna gider. Türkiye’ye hasret mısraları yazmasını temcid pilavı gibi vatanseverliğine tanık diye gösterenler şunu unutmasınlar ki kırk yıllık orospunun ömründe bir kere iffetten bahsetmesi nasıl onun namuslu kadın olması demek değilse vatanını satan bir hainin doğduğu yere hasretle bakması da onun yurtseverliğine delil olamaz.
1924 mübadelesinde Türkiye’den kovulan Rumlar da doğdukları yerlerin hasretini görüştükleri Türkler’e acıklı dillerle ifade ediyorlar.
Bunlar da mı Türk yurtseverleri?…
Ahlâka değer veren milletler, kendi öz sanatkarlarını bile bazen reddetmekten çekinmemişler. On Dokuzuncu Yüzyılın ahlâkçı İngilizleri büyük edebiyatçı Oscar Wilde’nin İngiltere’ye gömülmesini kabul etmemişlerdir. Çünkü Oscar Wilde ahlâksızdı. Buna karşılık Nâzım Hikmet’i nerdeyse milli bir kahraman haline getirmek isteyen düzenbazlar; yarın bir Türk panteonu yapılırsa onu ilk aday olarak göstermekten çekinmeyeceklerdir.
Bir memlekette vatan hainleri övülürse, eserleri basılıp piyesleri oynanırsa, liselerde ve fakültelerde onların eserleri ders konusu olarak öğrencilere verilirse, edebiyat öğretmenleri açıktan açığa bu hainlerin propagandasını yaparsa artık tedbir almak zamanı gelmiştir.
Geçici bir zaman için sevdiği bazı şeylerden nefsini mahrum edemeyen bir hasta nasıl ebediyen mahrum kalmaya mahkum olursa milletler de bazı haklarından kısa bir süre vazgeçmek fedakarlığını göze alamazlarsa o hakları büsbütün kaybedebilirler.
Kötü niyetliler Anayasanın bazı maddelerini millet aleyhinde kullanmak imkanı buluyorsa o maddeleri berkitmek, kötüye kullanılacak şekilde açık yönlerini kapatmak Millet Meclisinin görevidir.
Anayasalar elbette bir ülkede yaşayanların hepsini bir millet sayar. Başka türlü olmasına zaten imkan yoktur. Buna karşılık o ülkede yaşayanların da devlete karşı görevleri vardır. Baş görev devletin resmî dilini anadil olarak konuşmaktır. Bu memlekette daha Türkçe’yi bilmeyen ve Türklüğü kabul etmeyerek kendisine Kürt diyen insanlar varken, bunların okumuşları Kürtçülük davası ve Kürt devleti hayali ardında iken, gerçekleri dile getirip dikkati çektiğimiz için bize cephe alanların bulunması gafletin devamını göstermektedir.
Reşit Ülker adlı mebusla Selâhattin Cizrelioğlu adlı senatörün “Konuşmalar”ı çok aleyhte tefsir etmeleri memleketteki dramdan habersizliklerini gösteriyor. Yazdıklarımda yalan ve yanlış var mı, ona cevap versinler:
1- Türkiye’de Milli Güvenlik Kurulu’na kadar gelmiş bir kürtçülük akımı yok mu?
2- İhsan Nuri adında Kürt asıllı bir yüzbaşının, Atatürk zamanında, bazı Kürt neferleri de kandırarak Ağrı dağına çekilip isyan bayrağını açtığı, Kürt bayrağı yaptığı ve o zaman yarı yarıya Türkiye ile İran idaresinde bulunan Ağrı dağlarının coğrafî durumundan faydalanarak büyücek bir askeri harekâta sebep olduğu, bu yüzden Türkiye tarafından İran’a güneyde biraz toprak verilerek buna karşılık İran sınırı içinde bulunan Ağrı Dağı bölümlerinin Türkiye’ye katıldığı doğru değil midir?
3- Bitlis Senatörü Şerefhanoğlu buradan kaçarken Amerika’daki kürtçülük faaliyetlerine katılmadı mı?
4- Doğan Kılıç adında, Amerika’da yetişmiş ve Milli birlik zamanında kürtçülükten dolayı tevkif olunmuş Alevî bir Kürt, Elbistan’da Alevîlik perdesi arkasında kürtçülük yaparak büyük olaylara sebep olmadı mı?
5- “Deng” ve “Yeni Akış” adlı aylık dergiler apaçık kürtçülük yapıp kürtçe yazılar, manzumeler yayınlamadılar mı?
Bizim mebusla senatör bu olaylar sırasında Yemlîhâ uykusu uyuyorlardı. “Yeni Akış” zehirli yayınları yaparken susuyorlardı. Biz gerçekleri ortaya koyunca arslan kesildiler. Benim hakkımda kovuşturma istediler. Kendilerine müjdeyi vereyim : Aleyhimde kovuşturma başlamıştır. 20 Eylül’de, ilk duruşma yapılacaktır. Yalnız ben de onlara bir soru sorayım?
Sayın Reşit Ülker ve Sayın Selâhattin Cizrelioğlu! Siz solcu veya Kürt müsünüz? Bu telaşınız neden? Hele Cizrelioğlu, zatı âlîniz sol eğiliminiz var mı? Tahsiliniz nedir? Ben 1940’ta Mussolini’ye “Davetiye” adlı manzumeyi yazarken siz yine bugünkü gibi kahraman mıydınız? Bana faşist diye iltifat buyuruyorsunuz. Milliyetçilere faşist diyenlerin komünistler olduğu hakkında bilginiz var mı? Gazete okuyor musunuz?
Mukadder bir sorunun cevabını da vereyim: Koskoca hükümet dururken bu tehlikeleri görmek sana mı kaldı diyecekler. Devlet başında bulunanların, milletin aşağı yukarı en yüksek seviyeli insanları olduğu zamanlar geride kaldı. Yüksek makamlar, ileri seviyeli demokrasilerde insanların özledikleri yerler olmaktan çıktı. İsviçre’de bir yıllık cumhurbaşkanlığını bazı kimselere artık rica ile kabul ettiriyorlar. Bizde de devlet ve hükümet başlarında bulunanların millet fertlerinden daha iyi düşündüklerini gösterecek hiçbir belirti kalmamıştır. Daha fenası, yüksek makamdakilerin artık uluorta tenkit edilmesidir. Devlet Başkanı Sunay; “Anayasa sosyalizme kapalıdır” dediği için bazı hukuk profesörlerinin hücumuna, bir solcu yazarın da küstah bir hakaretine uğradı.
Böyle bir ortamda benim de hükümeti uyarmak hakkım ve görevimdir.
Şeyh Said isyanının çıkacağını hükümete ilk önce Dündar adında bir köy öğretmeni haber vermiş, fakat uyarmasına aldırılmamış, üstelik kendisine ait olmayan işlerle uğraşmaması ihtar edilmişti. Fakat gelişen olaylar bir köy öğretmeninin durumu, hükümetten daha iyi değerlendirdiğini ortaya koymuştur. Ben de hayatında lise öğretmenliğine kadar çıkarak Dündar’dan biraz daha yüksek bir sosyal seviyeye erişmiş bir Türk olarak hükümeti uyarıyorum: Bayar – Menderes ekibinin düştüğü yanlışlığa düşmeyiniz. İktisadî kalkınma ile her şey bitmez. İktisadî kalkınma aldatıcı da olabilir Bayar – Menderes ekibi barajlar, fabrikalar, limanlar, yollar yaptı. Manevî kalkınmayı ihmal ettikleri için bir gecede düştüler. Menderes geldi diye koyun, sığır, deve kesenler, oğlunu kurban etmeye çalışan partizanlar, Demokratlar Yassıada’ya sürülürken gık bile diyemediler. Manevî yönleri zayıftı. Onlara yalnız maddî refah ve kazanç fikri aşılanmıştı. Bu sebeple Demokratların düşmesini önlemek hususunda bir teşebbüsleri olmadı. Çünkü maddî kazançları olmayacaktı.
Şimdi de Adalet Partisi hükümeti aynı yoldadır. Fabrika, baraj, yol, okul, hepsi iyi… Fakat manevî yükselme? Millî ülküyü tahribe çalışan öğretmenler, millî yapıyı yıkmaya çalışan kitaplar, piyesler, filimler ne oluyor? Bunlar arada bir görülen nesneler de değil. Sistemli ve ısrarla boyuna devam ediyor.
Hükümet, seçim kanunundaki millî bakiye usulünü değiştirmek gibi kendine hemen hiçbir faydası dokunmayacak konularla uğraşacağına Anayasanın aksayan tarafları dahil bütün kanunların gediklerini tıkayacak hayırlı teşebbüslere girişse, diğer partilerin güvenilen unsurlarıyla da iş birliği yaparak Türkiye’yi millîleştirse olmaz mı?
Türkiye baştanbaşa millîleşmezse ilerde yeni bir parçalanmanın daha şartları hazırlanıyor demektir. Osmanlı diye kendimizden asla ayırmadığımız Arnavutlar ve Araplar Balkan ve Birinci Cihan Savaşları’nda bize ihanet ederek, ordumuzu arkadan vurarak ayrıldılar. Petrol bölgelerimizde gözü olan devletler şimdi de Kürtlere aynı rolü oynatmak istiyorlar.
Bu ciddi bir tehlikedir ve Türkiye’de kürtçülük yaparak devleti ve milleti bölmeye çalışmak düpedüz vatan ihanetidir. Bunlar en sert şekilde ezilmelidir. Sosyalizm ve sosyal adalet maskeleri altında Moskofçuluk yaparak Türkiye’yi kızıllara katmak isteyenlerle bunlar aynı yön ve aynı doğrultuda yürüyen hainlerdir, bunlara karşı devlet, hükümet, millet, üniversiteler, savcılar, adliye, basın, partiler, gençlik, öğretmenler, dernekler, sendikalar hep birden uyanık ve çok titiz bulunmaya mecburdur.
Memleketi parçalamak isteyen, Kürt devleti kurmak için kürtçülük yapmak isteyenlere karşı millî birliğimizi savunarak uyarma görevimi yaptığım için 1-3 yıllık hapis isteğiyle mahkemeye verilmemi şahsıma yapılmış bir teşekkür sayıyorum. İnsanları 1944 ten beri lâyık oldukları şekilde değerlendirmiş olduğum için başka bir şey de beklemiyorum.
Türkiye’ye çıkarlarımla değil, yalnızca atalarımın kanı, millî ülkü ve şerefimle bağlı olduğum için millî bir tehlikeyi önlemenin yollarını özetleyerek gösterdim.
Bu benim görevimdi. Bu görev sonuna kadar devam edecektir.
Ötüken, 1967, Sayı: 43
Kaynak: Nihal-Atsız.Com