ISBN 978-605-4017-14-0
Yayınevi: Bu Yayınevi
Yazar: HÜSNAN ŞEKER
Not: Bu kitap bu yayınevinden izin alınarak sitemizde yayınlanmış olup kopyalanıp dağıtılması yasaktır.
Sayın
Sulhi Dölek…
Biliyorum, hiç tanımadığınız bir çocuktan aldığınız bu mektup, sizi çok şaşırtacak. Adresimi nereden buldu, beni nereden tanıyor? Diye bir sürü soru soracaksınız kendinize. Tüm bu sorularınızın yanıtını, mektubumu okuyup bitirdiğiniz zaman almış olacaksınız.
Siz beni tanımıyorsunuz ama ben sizi tanıyorum. Nereden mi? Televizyon dizileri için yazdığınız senaryolarınızdan ve kitaplarınızdan tanıyorum. Çocuklar için yazdığınız, birbirinden güzel kitaplarınızdan bazılarını okudum: Her Şeyi Bilen Çocuk, Kahkaha Tarlası, Kestane Şekeri, Arkadaşım Dede…
Siz benim, kırmızı yanaklı, hafif tombik, kumral bir çocuk olduğumu bilmiyorsunuz.
Ama ben, sizin bıyıklı olduğunuzu biliyorum. Üstüne kar taneleri düşen, kısa kıvırcık saçlarınız var.
Siyah ile beyaz rengin kucaklaştığı top sakalınız, yüzünüze çok yakışıyor.
Benim gözlerim, şahin gibi keskin, deniz gibi
mavi.
Ama siz, tel çerçeveli bir gözlük kullanıyorsunuz. Dünyaya ve çocuklara bakan gözleriniz sevgi dolu.
İçindeki çocuğu, bedeniyle birlikte büyütmeyen, ender yetişkinlerden biri de sizsiniz.
Siz kimseye, özellikle de çocuklara tepeden bakmayan birisiniz. Ve en önemlisi de içinizde yaşattığınız çocukla konuşuyor, şakalaşıyor, onun duygularına önem veriyorsunuz.
Belki de bu yüzden, çocukları birçok yetişkinden daha iyi anlıyorsunuz. Belki de rengârenk dünyamızı yansıtan o güzel kitapları yazabilmenizin sırrı, içinizdeki bu çocuk.
Ben, sizin ünlü bir yazar olduğunuzu biliyorum. Ama siz, benim de yazar olmayı çok istediğimi bilmiyorsunuz. Hem de sizin gibi başarılı bir yazar
olmak istiyorum. Sizi daha iyi tanıyabilmek ve sizinle ilgili bilgilere ulaşabilmek için, çok hoşlandığım bir kızın, sinemaya gitme önerisini geri çevirerek kütüphaneye gittim.
Çocukluk yıllarında neler yaşadığınızı okuyunca, çok duygulandım. Yazar olacağınızı, daha çocukken biliyormuşsunuz.
İlkokul ikinci sınıfa geçtiğiniz yaz, babanız, boya işlerini yaptığı bir muhasebe bürosundan, eski yıllara ait birkaç defter almış. Ders çalışırken, karalama
defteri olarak kullanmanız için size getirmiş. Kullanılmış sayfaları söküp atmışsınız. Kalan boş sayfalara da daha o yaşlarda, başı sonu belli olmayan öyküler yazmışsınız. Sonra bu defterler, soğuk bir kış gününde soba tutuşturmak için kullanılmış.
Sizinle ilgili bu anıyı okuduğumda, elimdeki defterin yırtık ve kıvrılmış sayfalarından çok utandım.
Sanki o an yanımdaydınız. Kaşlarınızı çatmış, çok ayıp, der gibi bana bakıyordunuz. Hemen, kıvrık sayfaları, elimle ütüler gibi yapıp düzelttim.
Çocukluğunuz, İstanbul’un kenar mahallelerinde, yoksulluk içinde geçmiş. Birçok yetişkinin, çocuklarına karşı duyarsız olduklarını daha o yıllarda
öğrenmişsiniz.
Belki de bu yüzden çocuklara karşı herkesten daha içten, daha anlayışlısınız. Eskiden bankalar, küçük cep ajandaları verirmiş.
Ergenlik yıllarınızda, o küçük defterlere kısa günlükler tutarmışsınız.
Dört yıldır, ben de sizin gibi günlük tutuyorum. Son bir yıldır da kısa öykü denemeleri yapıyorum. Ailem “Böyle saçma şeylerle uğraşacağına, derslerine
çalış, doğru dürüst bir meslek sahibi ol.” diyor.
Uzun yıllar çalışmak zorunda kalacağım mesleğimi bile onlar seçiyor. Sanki benim hayatımı onlar yaşayacaklar.
Böyle zamanlarda hiç sesimi çıkarmıyor, bir kenarda sessizce oturuyorum. Konuşmalarını dinliyor, onları seyrediyorum. Öyle komikler ki…
Annem, başarılı bir iş adamı olmamı istiyor. Onu, lüks arabalarla gezdirip, yalılarda ağırlayacakmışım.
Babam ise “Benim puanım tutmadı, hukuk fakültesine giremedim. Oğlum avukat olsun.” diyor.
Dedem, doktor olmamı istiyor. Onları ücretsiz tedavi edecekmişim. “Sizden hayır yok, bana torunum bakacak.” diyor.
Babaannem, sağlık yardımı alabileceğim bir işte çalışmamı istiyor. Yaşadığım sürece, her ay düzenli olarak maaş almam çok önemliymiş. “Devlet memuru ol da ne iş yaparsan yap.” diyor.
Dayıma göre, bankada ya da borsada çalışmalıymışım. O zaman bir koyacak, beş alacakmış. En yüksek faiz oranlarından, vadeli hesaplar açacakmışım
ona. Parası benim çalışağım bankada olursa, geceleri huzur içinde uyuyabilecekmiş. Dayım biraz cimri bir adamdır. Ama o, bunu kabul etmiyor.
“Ben tutumlu bir adamım, asla cimri değilim.” diyor.
Dayımın bu sözlerini duyan karısı,
“Hani paran yoktu? Yoksa var da bankada mı saklıyorsun?” diye, sinirden hop oturup hop kalkıyor.
Bayramlarda ya da önemli günlerde bir araya geldiğimizde, ileride seçeceğim meslekle ilgili ciddi tartışmalar yaşanıyor.
Yine gelecekteki mesleğimin şaka yollu konuşulduğu bir gün, yengem her kafadan bir ses çıkmasına çok sinirlendi. Ellerimden tutup, beni odanın ortasına çekti. Gözlerimin içine bakarak, ciddi bir ses tonuyla;
“Söyle bakalım Volkan? Büyüyünce ne olmak istiyorsun?” dedi.
Aynı anda odada bulunan herkesin yüzü, bana doğru döndü.
O an ne diyeceğimi bilemedim. Hangi mesleği söylesem, diğerleri onun istediği mesleği seçmediğim için kırılacaktı. Ben de herkesin gönlü olsun diye, çok politik bir yanıt verdim.
“Annem için iş adamı, babam için avukat, dedem için doktor, babaannem için devlet memuru, dayım için bankacı, kendim için de yazar olacağım.”
Sözlerim bittiğinde, dayım sırtıma vurarak. “Yazar olman için büyümene gerek yok. Verdiğin yanıt, senin şimdiden yazmaya başladığını gösteriyor.
Sen çoktan yazar olmuşsun be yeğenim.” dedi.
Dayımın bu sözlerinden sonra, hepsi birden kahkahalarla gülmeye başladılar. Mesleğim ile ilgili yaptıkları konuşmaların ve tartışmaların, benim için ne
kadar komik olduğunu anlamışlardı. Onlar ne derse desin, ben bildiğimi okuyacaktım.
Ama sizin gibi iyi bir yazar olabilmem için daha fırınlar dolusu ekmek yemem gerektiğini biliyorum: aşılacak çok uzun ve engellerle dolu bir yolum var.
Ben henüz on bir yaşında, altıncı sınıfa giden bir çocuğum. Tüm çocuklar gibi benim de büyüklerin sevgisine, şefkatine. yardımına ve yol göstericiliğine
ihtiyacım var. Biz çocuklar, tek başımıza ya da el ele verdiğimizde, sizin de yardımınızla en zor şeyleri bile başarabiliriz. Kötü ve çirkin olanları, iyi ve güzele dönüştürebiliriz. Ama biz çocukları kimse dinlemiyor ve anlamıyor.
Yazmaya çalıştığım öyküleri ve kurduğum hayalleri birileriyle paylaşmak istiyordum. Bağırmadan, azarlamadan beni kim dinler? Bana, kim yol gösterir?
Diye, günlerce uzun uzun düşündüm.
Birden aklıma siz geldiniz.
Kitaplarınız çocuk gerçeğine öyle uygun ki… Yazdığınız öyküleri ve romanları büyük bir zevkle okumuştum.
Bizim gücümüze, düşüncelerimize, duygularımıza güveniyordunuz. Beni anlasa anlasa, çocuk yazarı olan, Sulhi Dölek anlar dedim. Yalnız kafama
takılan bir şey var?
Sanki size “Sayın Sulhi Dölek” ya da “Çocuk Yazarı Sulhi Dölek” diye seslenirsem, aramızda kurmaya çalıştığım yakınlığı yok edeceğim.
İzin verirseniz size, Sulhi amca diyebilir miyim?
Lütfen…
Dedim bile… Sulhi amca… Oh!.. Rahatladım…
Seni çok seven bir okuyucun olarak, bu mektubu şimdi daha içten, daha açık ve daha samimi bir dille yazabilirim.
Ah! Sulhi amca ah! Keşke ben de senin gibi iyi bir yazar olabilseydim. O zaman kafamdan geçen her şeyi, bu kadar dağınık yazmaz, daha kısa ve öz sözcüklerle aktarabilirdim.
Mektubumun bir an önce sana ulaşmasını istiyorum.
Önce kısaca kendimi tanıtacak, sonra da koşarak postaneye gideceğim.
Sevgili Sulhi amca, bir zamanlar radyoda TRT’nin yayınladığı, tarihteki önemli kişileri tanıtan bir program varmış.
“Beennnnn kimimmm” diyen davudi sesin ardından, kişi kendini, özelliklerini, neler yaptığını anlatır, kim olduğunun dinleyiciler tarafından bilinmesini istermiş.
Annemin dediğine göre, bir süre sonra radyodaki ses, kim olduğunu yine kendisi söylermiş. “Ben Fatih Sultan Mehmet’im” ya da “Ben Mimar Sinan’ım.” dermiş.
Fatih Sultan Mehmet ya da Mimar Sinan’la ilgili anlatabileceğim çok şey var. Ama “Sen kimsin?” diye bir sorulsa, kendimle ilgili ne anlatabilirim bilmiyorum…
Yine de bir deneyeyim.
Benim adım Volkan…
Soğuk bir kış günü, ailemin hiç beklemediği bir günde, hem de yılın son günü olan 31 Aralık’ta dünyaya gelmişim.
Arkadaşlarının evinde, yılbaşı gecesi için hazırlık yapan ailem, annemin sancıları başlayınca, daha doğuma bir hafta var diye telaşlanmamışlar. Annemi
yatağa yatırıp, “Sen biraz dinlen” demişler. Ama ben ısrarla, “Yeter artık, bu karanlık yerde çok sıkıldım.
Yılbaşı kutlamalarına ben de katılmak istiyorum.” dercesine, annemin karnını, tekmelemeye devam etmişim.
Babam, “Biraz daha dur yavrum, hele şu yılbaşı gecesi geçsin o zaman doğarsın.” dese de, sancılar sıklaşınca annemi hastaneye götürmüş.
Hastane personelinin çoğu, o gece yılbaşı kutlamalarındaymış. Babam, doktor bulabilmek için panik içinde bir o yana, bir bu yana koşturup durmuş.
Annem. “Eğlenceyi hiç kaçırmayan, sabırsız ve inatçı bir çocuk olacağın ilk günden belliydi.” der.
Sürpriz yapmayı herkes gibi ben de çok severim. İlk sürprizimi de doktorun söylediği tarihten çok daha önce dünyaya gelerek yapmışım. İkinci sürprizim ise cinsiyetim olmuş.
Annem, hamileliği boyunca erik yemiş. Bu yüzden bebeklerinin kız olacağını düşünmüşler. Tulumlar, patikler, ceketler, yatak takımı hatta verecekleri
isim bile hazırmış. Doktor amca, “Gözünüz aydın, nur topu gibi bir oğlunuz oldu.” deyince hepsi çok şaşırmış. Tam bir hafta, bana yeni bir isim aramışlar.
İki yaşına gelinceye kadar pembe renkli giysiler giymek neyse de… İyi ki düşündükleri ismi bana vermemişler. Sizce. “Ayşegül” ismi bana yakışır mıydı?
Şimdi sıra, birazcık da evimizi ve ailemi tanıtmaya geldi. Biz, üç odalı bir evde yaşıyoruz. Kocaman bir parka bakan iki balkonumuz var.
Annem bir zamanlar çalışıyormuş ama şu an ev hanımı. Kumral tenli, kısa saçlı, biraz şişmanca biri. Dayım nasıl cimriliğini kabul etmiyorsa, annem de
kilolu olduğunu kabul etmiyor.
“Ben şişman değil, balık etliyim.” diyor. Babam annemin bu sözlerine gülüp geçiyor. Onu kızdırmak için, “Unutma hanım, balina da bir balıktır.” diyor.
Annem, hamur işlerini çok seviyor, özellikle de kıymalı böreği. Bir de yaprak sarmasına dayanamaz.
Bu yüzden bizim eve ne zaman gelirseniz gelin, çayın yanında mutlaka ya kek ya kurabiye ya da börek vardır.
Babam, özel bir şirkette muhasebeci olarak çalışıyor. Yıllardır aynı iş yerinde çalıştığı için, hem arkadaşları hem de patronu tarafından sevilen biri.
Aslında, benim ve ailem hakkında pek fazla bir şey anlatmak istemiyorum Sulhi amca. Çünkü ben de senin gibi yaşanmış anılardan yola çıkarak, günlük
olayları ve gerçek kişileri yazmayı seviyorum. Bu yüzden yazdığım öyküleri okurken, beni, ailemi ve arkadaşlarımı daha iyi tanıyacaksın.
Öykülerim konusundaki eleştiri ve önerilerini, bir de iyi bir yazar olabilmem için neler yapmam gerektiğini, bana yazarsan çok sevinirim.
En iyisi konuyu daha fazla dağıtmadan, yazdıklarımı bir an önce toparlayayım.
Sevgili Sulhi amca, mektubumun eline geçip geçmeyeceğini bilmiyorum. Çünkü ev adresine bir türlü ulaşamadım. Tam umudumu yitirmiştim ki kitaplarınız geldi aklıma.
Hemen, Yeşil Bayırın ilk sayfasını açtım. Hani şu. Kültür Bakanlığı Çocuk Romanları Yarışması’nda birincilik alan kitabınız. İşte aradığım şey oradaydı…
Nihayet size ulaşabileceğim bir adres bulmuştum. Mektubumu, kitabınızı basan yayınevinin adresine gönderiyorum. Zarfın üstüne, kırmızı kalemle, “Sulhi
Dölek’e verilmesi” diye bir not yazdım. Umarım, yayınevi çalışanları, bu mektubu sana ulaştırırlar.
Sevgili Sulhi amca… Şu an, kim bilir neredesin? Çok sevdiğin çocuklar için neler yazıyor, onlar için kim bilir ne güzellikler düşünüyorsun?
Belki yeryüzünde, belki de gökyüzündesin. Belki bana yüreğim kadar yakın, belki de yıldızlar kadar uzaksın?
Sana yazdığım bu mektubu, belki okuyacak, belki de hiç görmeyeceksin.
Yarınlar bana neler getirir ya da benden neler götürür bilmiyorum. Bildiğim tek şey kalemimin kâğıtla öpüştüğü, sözcüklerimin Sulhi Dölek için kâğıda
döküldüğü şu dakikalarda, çok mutlu olduğum. Yine biliyorum ki gelecekte benim çocuklarım hatta torunlarım bile senin kitaplarını okuyacak ve
benim gibi çok sevecekler. Bitip tükenmek bilmeyen savaşlardan kurtulan çocukların, onlara değer veren, dünyayı çocukların değiştirebileceğine inanan büyüklere ihtiyacı var.
Ve biz çocuklar dünya döndükçe, seni ve senin gibi çocukların yanında yer alan büyükleri asla unutmayacağız.
Bir gün, bir yerde, bir şekilde karşılaşırsak eğer, kendimi tanıtacak, “Size o mektubu ve öyküleri gönderen çocuk, bendim.” diyeceğim. “Ben sizin kitaplarınızla büyüdüm.
Sevgiyi, cesur olmayı, ayaklarımın üzerinde güvenle durmayı, sizin satırlarınızdan öğrendim.” diyeceğim.
Sonra o kalem tutan, öpülesi ellerinize sarılacağım. Belki de bu yazdıklarımın dışında, sizi gördüğümde koşarak kucağınıza atlar, top sakalınızı çekiştirerek, yanağınıza sıcacık, sevgi dolu, kocaman bir öpücük kondururum. Artık son noktayı koyup, bu mektubu postalama mın zamanı geldi Sulhi amcacığım. Ama şunu bilmeni istiyorum: Nerede olursan ol, sen her zaman kalbimde, benimle birlikte yaşayacaksın.
Şimdilik hoşça kal diyor, sonsuz sevgilerimi gönderiyorum. Volkan NOT: Gönderdiğim öyküleri okursan çok sevinirim.
Yazar olduğumda öykü gönderen olursa, sizin gibi, ben de ona yardımcı olacağım. Size söz veriyorum, iyi bir yazar olabilmesi için, elimden gelen her
şeyi yapacağım.
EK: Dört öykü
Biriktirici, ne demek biliyor musunuz? Ben bilmiyordum. Anneme ne olduğunu sordum.
“Sözlüğe bak, ne olduğu orada yazar.” dedi.
Sözlüğü açtım ve baktım: Aynen şöyle yazıyordu:
“öğrenme, yarar sağlama gibi sebeplerle bazı nesneleri bir araya getirmek, koleksiyon yapmak.”
Biriktirme işlemini yapan meraklı kişilere de “Biriktirici” ya da “Koleksiyoncu” deniyormuş. Biriktirici sözcüğü, benim daha çok hoşuma gitti.
Evet, ben bir biriktiriciyim. Birçok insan, değişik şeyler biriktiriyor. Bazı insanlar da çöp biriktiriyor ama bunu size önermem. Biriktirilecek o kadar çok
şey var ki… say say bitmez: Saat, pul, tablo, para, kitap ayraçları, peçete, parfüm şişesi, mektup kâğıdı, kibrit kutusu, poşet, plak, -Sunay Akın- gibi oyuncak, eski kitaplar, dergi…
Ben, yaşanmışlıklarımı defterlerde bir araya getiriyor, geçmişte kalan günlerin koleksiyonunu yapıyorum.
Yani anılar, biriktiriyorum… Belki yukarıda yazılanların çoğunu duymuşsunuzdur. Peki, hiç anı biriktiren birini duydunuz mu?
Ben bu konuda ilk ve tekim…
Sakın herkesin anısını biriktirdiğimi, düşünmeyin. Sadece kendi anılarımı biriktiriyorum.
Neden mi? Söyleyeyim:
Büyüdüğüm zaman, çocukluğumu, kurduğum hayalleri, arkadaşlarımı, çevreme yaşattıklarımı ve yaşadıklarımı unutmak istemiyorum.
Hepiniz şu meşhur “Kral Çıplak” masalını duymuş ya da okumuşsunuzdur.
Duymayan ve okumayanlar için bir kere de ben anlatayım.
“Bir varmış, bir yokmuş… Tek düşüncesi şık giyinmek olan, kibirli bir kral varmış. Şık giysilerinin, ne kadar çok olduğunu göstermek için, her saat başı üstünü değiştirirmiş.
Kralın bu gösteriş merakı, hükümdarlığının sınırlarından taşmış.
İki dolandırıcı, onun bu kendini beğenmişliğinden yararlanmak istemiş. Bu işi nasıl yapacaklarını, uzun uzun düşünmüşler. Sonra sarayın kapısına dayanmışlar. Krala; ‘’biz çok başarılı iki dokumacıyız. Yıllarca uğraştıktan sonra, çok ince, hatta nerdeyse görünmeyen bir kumaş dokumaya yarayan, kimsenin bilmediği bir sistem geliştirdik.
Bu kumaşın görülmesi o kadar zor ki onu yalnızca akıllı olanlar görüyor. Aptallar ve bulunduğu mevkii hak etmeyenler, onu kesinlikle göremiyor. “demişler.
Kral çok meraklanmış. Ondaki giysiden başka kimsede olmayacak diye çok sevinmiş. İkisine birer kese altın verip, onları derhal bu kumaşı dokumaya başlamakla görevlendirmiş.
Birkaç gün sonra kral, çok güvendiği baş vezirini yanına çağırmış. “Git, kumaş dokuma işi nasıl gidiyor bak” demiş. Yaşlı vezir dokuma tezgâhına eğilmiş, kumaşı görmeye çalışmış. Ama hiçbir şey görememiş. Olmayan kumaş görünür mü? Dokumacılardan biri: “Nasıl baş vezirim?
Tam kralımıza layık, değil mi?” deyince, adamın alnında soğuk terler birikmiş. “Onlar görüyor, ben göremiyorum.
Demek ki aptalın biriyim ben” demiş. Görevinden almasın diye de krala, yalan söylemiş. “Muhteşem bir kumaş kralım, hele renklerini bir görseniz… Şahane, “demiş.
Kral iyice merak etmeye başlamış dokunan kumaşı.
Birkaç gün sonra, o da kumaşı görmek için, iki dolandırıcının yanına gitmiş. Ama baş vezir gibi o da ne kumaşı ne de renkleri görebilmiş. Bir an paniğe kapılmış, bayılacak gibi olmuş. Sonra kral olduğunu hatırlayınca rahatlamış.
“Nasıl olsa kimse bu kumaşı göremediğimi ve aptalın biri olduğumu bilemez. ” demiş. Dokumacılara da, “Çok güzel olmuş.” deyip birer kese daha altın vermiş.
Zavallı kral çevresindeki herkesin, kumaşı yalnızca kendisinin göremediği düşüncesiyle, tıpkı onun gibi numara yaptığını bilmiyormuş.
Sonunda dokumacılar, kumaşın bittiğini söylemişler. Ve bu kumaşla, krallara layık bir giysi dikmişler. Dikerken de durmadan. “Şahane oldu. Çok yakıştı kralım. Şu renklere bakın…” diye, krala iltifat elmişler. Ve bir gün, kralın görünmez elbisesi bitmiş. Baş vezir, halkın dileğini dillendirmiş. “Kralım, herkes bu olağanüstü giysiyi duymuş, görmek istiyor, “demiş. Bu kumaşı yalnızca akıllı olanların görebileceğini duyan halk, aslında
kimlerin aptal, kimlerin hak ettiği görevde olmadığını merak ediyormuş. Kral önce tereddüt else de sonunda tören arabası hazırlanmış. Kral, halkının karşısına yeni giysileriyle çıkmış. Araba ilerledikçe, kalabalıktan tuhaf bir uğultu yükselmeye başlamış. Herkes kralın çıplak olduğunu görmüş ama kimse bunu söylemeye cesaret edememiş.
Hiç kimse, aptal olduğunu ya da görevinin gerektirdiği nitelikte olmadığını, başkalarının bilmesini istememiş. Bu yüzden herkes, iki dolandırıcının istediği gibi davranmış.
“Harika bir kumaş… Hiç böylesini görmemiştim. Şu renklere bakın.” diyerek, yanlarındaki kişilere ne kadar akıllı olduklarını göstermişler. Ardındaki kişiler, var olmayan giysinin kuyruğunu tutarken kral da kasıla kasıla halkın arasında dolaşıyormuş.
Ta ki; bir çocuk gerçeği haykırana kadar…
“Kral çıplak… Kral çıplak…”
Babaannemin, hastalandığım zaman bana anlattığı masallardan biri de buydu. Masalın sonunu, hep aynı sözlerle bitirirdi:
“Aslında çocuk, herkesin gördüğünü görmüş ama onların söyleyemediği şeyi söylemişti. Sen de o çocuk gibi, her zaman gerçeği söyle Volkan’ım. Hiç
yalan söyleme.”
Dedemi ve babaannemi çok özledim. Biriktirdiklerimin arasında, onlarla ilgili öyle çok anım var ki…
Yaşadıklarımın hiçbiri unutulmayacak. Ben unutsam bile, okuduğum her satır beni geçmişe götürecek.
Hepsini tekrar tekrar, en canlı haliyle anımsayacağım. Yetişkin biri olduğumda, biriktirdiğim bu çocukluk anılarının bana çok yararı olacak. Ne zaman ihtiyacım olsa onlardan güç alacağım.
Masaldaki bu küçük çocuk gibi, her zaman dürüst olup kimseden korkmadan gerçeği söyleyeceğim.
Çocukluk anılarını neden mi biriktiriyorum?
Çünkü büyüdüğümde kalbimin, bir çocuğun kalbi gibi, saf ve temiz kalmasını istiyorum.
Anı biriktiricisiyim çünkü mutsuz ve umutsuz günlerimde bu anılarıma dönecek, yaralarımı saracağım. Bu güzel düşünceyi, her yılbaşı akşamı, bol sayfalı bir anı defteri armağan eden, annem aşıladı bana. Sayfaları çocukluk anılarıyla dolu, sayısını bilmediğim kadar çok defterim oldu.
Bazen canım sıkıldığında, anı defterimi elime alır, rastgele bir sayfa açar, okurum. Tıpkı; dokuz aylıkken yaşadığım bu anıyı, şimdi okuduğum gibi.
“Kedilerle ilk tanışmam, dokuz aylıkken olmuş. Hem de ne tanışma!…
Annem, eski mahallesinde oturan çocukluk arkadaşı Meral teyzeyi ziyarete gitmiş. Arkadaşı beni ilk kez göreceği için, en güzel tulumlarımdan birini
giydirmiş. Sebze çorbamı kavanoza koyup üstünde, ördek deseni olan önlüğümle birlikte çantasına yerleştirmiş.
Doğduğum günden beri iştahlı bir çocukmuşum. Ne bulursam yutuyormuşum. O aylarda ağzım var, dilim yok tabii… Beğenmesem, ne yapacağım?
Bu çorba berbat olmuş, diyecek halim yok ki…
Meral teyze, hiç evlenmemiş. Annesi vefat edinceye kadar, ana kız birlikte yaşamışlar. Bir gün yalnızlık canına tak edince, sokakta bulduğu ayağı
yaralı, küçük bir kediyi yanına almış. Yarasını bir güzel tedavi etmiş. Kedinin adı neydi, bilmiyorum.
Çünkü arkadaşının adını ve yaşadığımız olayı unutmayan annem, nedense bir türlü kedinin adını anımsayamadı.
Meral teyze, beni görünce sevinçten çıldırmış, saatlerce kucağından indirmemiş. Bebek gibi sesini inceltip benimle, “Agucuk oyunu” oynamış.
Annem de çay servisini yapmış. Bu arada Meral teyzenin kedisi, tam karşımızdaki koltuğun altına girmiş, gözünü kırpmadan bizi seyrediyormuş. Annem ne yaparsa yapsın, kediyi bir türlü salondan çıkarmayı başaramamış.
Bir süre sonra uykum gelmiş. Arkadaşı beni içeriye yatırmak istemiş ama annem kabul etmemiş.
“Emeklemeye başladığından beri Volkan’ı, gözümün önünden ayırmak istemiyorum, Meralciğim.
Hem kedin oğluma zarar verir, diye de korkuyorum.” demiş…
Ben uyurken, annemle arkadaşı bol bol sohbet etmiş. Çaylarını içip, keklerini yemişler. Mama saatim gelince, uyanmışım. Mavi gözlerimi kocaman
açarak, bir süre hiç ses çıkarmadan tavandaki kristal avizeye bakmışım. Mızıldanmaya başlayınca, annem hemen mutfağa gidip sebze çorbamı ısıtmış.
Arkadaşı, ‘‘Sen nasıl olsa her gün bu zevkli işi yapıyorsun, Volkan’ın karnını bugün de ben doyurayım.” demiş. Annem, Meral teyzenin bu isteğine
hayır diyememiş. Keşke deseymiş. Çünkü daha sonra beni, tepeden tırnağa soymak zorunda kalmışlar.
Ne zaman bana bu olayı anlatsa, “Kocaman kadın, ağzını bulup da sana mamanı yediremedi. Kaşığı ağzından başka her yere soktu. Üstün başın
sebze çorbası oldu.” der, güler.
Annem bana böyle söylüyor ama o gün arkadaşı üzülmesin diye ona hiçbir şey söylememiş. Üstelik Meral teyzenin beceriksizliğinin suçunu da benim
üstüme atmış. “Karnı aç değil herhalde yemeyecek. Ben daha sonra karnını doyururum.” demiş.
Salondaki yemek kokusu dayanılmaz hale gelince, giysilerime yapışan sebze çorbasını, suyun altında akıtmak için birlikte banyoya gitmişler. Beni
de yere, halının üzerine oturtmuşlar.
Annem bir ara,
“Senin kedi nerede? Volkan’a bir şey yapmasın.” diye Meral teyzeye sormuş. O da, “Son baktığımda, sepetinde uyuyordu.” demiş.
Hadi Meral teyze beni tanımıyordu ama ya annem? Benim çok hareketli, yaramaz bir bebek olduğumu nasıl unutur? Nasıl olmuşsa o an unutmuş
işte. Banyodaki işleri bitip de salona geldiklerinde beni bulamamışlar. Annem çok endişelenmiş. İlk işi mutfağa koşmak olmuş. Orada değilmişim.
Daha sonra, yatak odasına gitmişler ama orada da yokmuşum. Annem oturma odasına doğru giderken, Meral teyzenin, “Aa!..” diye bağırdığını, ardından da kahkaha attığını duymuş. Koşarak, arkadaşının yanına gelmiş. Bir de bakmış ki ne görsün?
Ben, emekleyerek kedinin uyuduğu odaya girmiş, mama tabağının önüne oturmuşum. Tabağın içindeki mamaları, avuçlayıp avuçlayıp ağzıma atıyormuşum.
Karşımda oturan kedi de ağzımda takırdayan kuru mamaların sesini duydukça, başını yukarıya kaldırıp yüzüme, mamalarını avuçlayınca da başını yere indirip tabağına bakıyormuş. Zavallı kedicik, kim bilir nasıl şaşırmıştır? ‘Annesinin yaptığı mis gibi çorbayı içmiyor, odama gelerek hem beni uyandırıyor, hem de mamamı yiyor. Bu çocuk kesin delirmiş,’ diye düşünmüştür. Bunu yapan başka bir kedi olsa, canına okuyacak ama karşısında küçücük bir çocuk var. Ne yapsın, çaresiz gözlerle tabaktaki mamasının bitişini izliyormuş. Arada bir patisini uzatıp, birkaç tane kuru mama tanesini kendi önüne çekmek için çok uğraşmış. Ne zaman patisini usulca uzatmaya çalışsa, “Küt” diye kediye vuruyormuşum. Kedi, birden kapıda Meral teyzeyi görünce:
‘Bu tosuncuk kedi mi yoksa insanoğlu mu? Ben çözemedim. İnsan olsa kedi maması yemez, kedi olsa benimle konuşur. Neler oluyor?’ dercesine acı
acı miyavlamaya başlamış. Annemin dediğine göre, beni şikâyet ediyormuş.
Annem, çok korkmuş. Kedi mamasının bana dokunacağını ve hastalanacağımı düşünmüş. Panik içinde, parmağını ağzımın içine sokmuş.
‘Canımı veririm, ağzımdaki mamaları vermem. Siz de ona benim tatsız tuzsuz çorbamdan verin, ödeşelim’ dercesine parmağını ısırmışım.
Meral teyze kahkahalar arasında, ‘Ayol, bir de kedimin Volkan’a zarar vereceğinden korkuyordun. Asıl kedim senin oğlandan korksun. Baksana, bir oturuşta koca bir tabak kedi mamasını bitirdi.’ demiş.”
İlk ve son kedi mamamı, dokuz aylık bir çocuk iken yemişim. Artık yemiyorum.
Annem, o gün Meral teyzede yaşadıklarını hiç unutmuyor. bana da unutturmuyor. Bu yüzden bana yılda en az iki kere, “Sen kedilerle mama kardeşi oldun. Artık onlardan birisin.” der.
Belki de bu yüzden hayvanları, özellikle de kedileri çok seviyorum. Benim anımsayamadığım ama annemden dinlediğim kadarıyla yazdığım satırlar buraya kadar.
Anılarımı biriktirmeye başladıktan sonra, anımsayabildiğim kadar gerilere gidip eski anılarımı gün ışığına çıkarmaya çalıştım. Hiçbirini unutmak istemediğim için de hemen anı defterime yazdım.
İşte, şimdi bir sayfa daha açtım. Bakalım, karşıma ne çıkacak?..
Bu satırları yazdığım günü çok iyi anımsıyorum. Evde yalnızdım. Canım sıkılmıştı. Birden dedemler aklıma gelmiş ve içime bir hüzün çökmüştü. Hayali
arkadaşları olan bir çocuk olsam, onlarla konuşacağım. Ama yok ki… Ben de gerçek bir arkadaşmış gibi defterimle dertleşmiş, kargacık burgacık yazımla da bu konuşmayı satırlara dökmüşüm. Aynen şöyle başlıyor:
“Benim öyle çok derdim var ki defter arkadaş…
Hangisini yazayım bilmiyorum. Büyüklere göre çocukların hiçbir derdi olmazmış. Dedemin söylediğine göre, ‘Ekmek elden, su gölden yaşayıp gidiyormuşuz.’
Dedemin söylediği bu sözü anımsayınca, bununla ilgili küçükken yaşadığım bir olay geldi aklıma. Bu sözün, ‘Kendisi çalışmayıp, başkasının kazancıyla
geçinenin durumu.’ anlamına geldiğini o zamanlar bilmiyordum tabii. Hiç unutmuyorum, daha okula bile başlamamıştım.
Annemle babam işteydi, evde dedemle birlikte kalıyorduk. O, koltuğa oturmuş gazetesini okurken ben de televizyon izliyordum. Reklâmlar başlayınca banyoya gittim. İşim biraz uzun sürmüş olmalı ki banyodan çıktığımda reklâmlar bitmiş, çizgi film çoktan başlamıştı. Çabucak ellerimi yıkayıp, salona
koşmuştum. Bir süre sonra banyoya giren dedem. Öfkeden pancar gibi kızarmış bir suratla karşıma dikilmiş,
– Ayıp! Ayıp! İnsan çeşmeyi kapatmayı hiç unutur mu? Baban, her ay su için kaç para ödüyor, biliyor musun sen? demişti.
Çok şaşırmıştım, defter arkadaş… Su için, para ödendiğini bilmiyordum.
– A! Babamın, su için para ödediğini bilmiyordum. Ev bizim ya içindeki su da bedava sanıyordum.
– Tabii, nereden bileceksin? Senin için, ekmek elden, su gölden! İnşallah elinin ekmek tuttuğu günleri de görürüm. Bakalım o zaman babanın evindeki
gibi, çeşmeyi böyle açık bırakabilecek misin?
Dedemin neden o kadar kızdığını, o zamanki aklımla anlayamamıştım. Hem neden, “Elinin ekmek tuttuğu günleri de görürüm inşallah.” demişti.
Bu sözüne çok şaşırmıştım. Çünkü her gün sofraya, birlikte oturuyorduk. Üstelik annem evde yokken ne zaman karnım açıksa, elime ekmekle peyniri tutuşturan da oydu.
Ayrıca söyledikleri gururumu da kırmıştı. Ne yani! Ben o kadar beceriksiz bir çocuk muydum?
Hemen koşarak mutfağa gitmiştim. Torbadaki ekmeği elime almış, sonra yine koşarak banyoya girmiştim. Koşuyordum çünkü televizyondaki çizgi
filmi kaçırmak istemiyordum.
– Dede! Dede! Çabuk banyoya gel… Çabuk ama… Koş!.. Koş!..
Sesimdeki telaş dedemi korkutmuş olmalı ki o da, koşarak banyoya gelmişti.
– Ne oldu? Düştün mü yoksa?
– Yok dedeciğim, düşmedim. Tam tersi, sana ne kadar becerikli biri olduğumu göstermek istedim.
Bak, görüyor musun? Bir elimle ekmeği tutarken diğer elimle de çeşmeyi açık bırakabiliyorum. Gördün mü? Benim için bu iş, çocuk oyuncağı…
Dedem yaptığımla gurur duyacağına, bana daha da çok kızmıştı.
– Seni edepsiz seni… Benimle dalga mı geçiyorsun sen?
Küçük torununun, elinde ekmek varken de çeşmeyi açık bırakabildiğini görsün ve mutlu olsun istemiştim. Dedem için, çok sevdiğim çizgi film
kahramanları, Tom ve Jerry’nin maceralarını bile kaçırmayı göze almıştım.
Ama o… Gazetesini bir kenara koyup beni kucağına alarak, “Su, canlılar için en önemli doğal kaynaklardan biridir. Çok değerlidir. Tek bir damla su bile millî servettir ve israf edilmemelidir.” demedi. Sadece kızdı…
Sayfalarına yazdıklarımı okudun mu defter arkadaş?
Sence ben mi yoksa anlamını bilmediğim sözcükleri kullanarak, beni yanlış yönlendiren dedem mi hatalı bu olayda?
Dedemle olan sorunlarımın çoğu, onun konuşmayı fazla sevmemesinden kaynaklanıyor. Aramızdaki bu küçük sorunlar, benim çok konuşmam ve
devamlı sorular sormamla da büyüyor. Sevgili defter arkadaş, sana yazmak istediğim o kadar çok olay var ki… Ayrıca birçok da öğrenmek istediğim konu. Bu yüzden yazmak istediğim konuları bir türlü kısa yoldan toparlayamıyorum.
Neyse… Bu sohbet bana çok iyi geldi arkadaşım…
Bundan sonra seninle daha sık buluşalım ve dertleşelim. Arkadaşlığın ve dostluğun çok hoşum gitti. Bir de konuşabilsen? Şimdi ben kaçıyorum…
Nereye mi? Mutfağa… Karnım acıktı…”
Defter arkadaşımla olan dertleşmemi, “Nereye mi? Mutfağa… Karnım acıktı…” sözcüklerini yazdıktan sonra, noktayı koyarak bitirmişim. Keşke o
gün neler yediğimi de yazsaymışım deftere.
Gördünüz mü? Biriktiremediğim bir anımı kaybetmişim işte…
Defter arkadaşla ilk ve son sohbetim galiba bu olmuş. Diğer yazılarımın hiçbirinde onun adı yok. Defter arkadaşım için özel olarak bir şey yazmamışım
ama daha neler var neler, bu defterde…
Biraz daha zamanım var. Rastgele başka bir sayfa daha açabilirim.
Hop!.. İşte, ilkokul üçüncü sınıfta yaşadığım bir olay. Üstelik anıma, “Boş Vermişlik Denizinde Boğulan Adam” diye, bir de başlık atmışım.
“Ülkede büyük bir ekonomik kriz vardı. Herkes gibi babam da sıkıntılı günler yaşıyordu. Onun sıkıntısı, annemle bana da yansımıştı.
Babamın iş yerinde, çok sayıda eleman işten çıkarılmıştı. Çalışan eleman sayısı azdı ama şirkette yapılacak iş çoktu. Bir kişiye, üç kişinin yapacağı
iş düşüyordu. Babam da bundan payını almıştı. Bu yüzden eve çok geç saatlerde, ben uyuduktan sonra geliyordu. Bazen iki üç gün, yüzünü hiç görmediğim oluyordu.
Bir ara babamın umudu iyice tükendi. Her şeye boş vermeye başladı.
Annem, “Hadi yemek yiyelim.” diyor, babam, “Boş ver… Yesek ne olacak, yine acıkmayacak mıyız?” diyordu.
Annem, “Hadi sokağa çıkıp dolaşalım, biraz temiz hava alırız, moralimiz düzelir.” diyor, babam, “Boş ver… Havamızı evde de alıyoruz. Dışarıya çıksak
ne olur, çıkmasak ne olur?” diyordu.
Annem, ‘’Eve biraz harçlık bırak, alınacak şeyler var.” diyor, babam, “Boş ver… Nasıl olsa gene bitmeyecek mi? Almasan da olur. ‘’diyordu.
Her zaman güçlü olmamı söyleyen, dişinle tırnağınla mücadele edeceksin diyen babam, dudaklarına bir, “Boş ver türküsü” dolamış, kulağımızın
dibinde çığırıp duruyordu. Bu durumuna çok üzülüyordum. Annem benden de çok üzülüyor sanki bir bebekmiş gibi babamın sağında solunda koşuşturup duruyordu. Babam ne beni, ne de annemi görüyordu. Kendini, Boş Vermişlik Denizi’ne atmış, yüzme bildiği halde yüzmüyor, boğulmayı bekliyordu. Babamı üzmemek için ondan bir şey istemiyor, annemin kıyıda köşede biriktirdiği paralarla idare
etmeğe çalışıyorduk. Annem artık gezmeye hiç gitmiyor, mahalledeki gelinlik kızlara, çeyizleri için dantel örüyordu.
Bir sabah uyandığımda, annemin benden ve babamdan önce evden çıktığını gördüm. Bu çok kötü olmuştu. Çünkü o gün yazılımız vardı ve benim
kalemim bitmişti. Üstelik yenisini alacak param da yoktu. Zorunlu olarak babamdan istedim.
“Baba… Bana para verir misin? Kalemim bitti de…”
Kapının önünde ayakkabılarını giyen babam, önce ne dediğimi anlamamış gibi yüzüme baktı.
Kapıyı açıp, dışarıya çıkarken de;
“Boş ver… Nasıl olsa yenisi de bitmeyecek mi?” dedi.
O an, yer yarılsaydı da içine girseydim. Arkadaşlarım okulda top oynarken, bahçede koşuştururken ben bir kenara çekilmiş, babamı düşünüyordum.
Durumu hiç iyi değildi. Azimli, güçlü, tuttuğunu koparan, mücadeleden asla vazgeçmeyen, içindeki umudu hiç yitirmeyen, eski babamı geri istiyordum. Bir şeyler yapmalıydım. Üçüncü derste matematikten yazılı olacaktık. Ayla öğretmen hepimizin önüne, fotokopiyle çoğalttığı sınav sorularının olduğu kâğıtlardan, birer tane koydu.
“Evet, çocuklar!” dedi, “Artık başlayabilirsiniz.” Herkes aynı anda yazılı kâğıdındaki sorulara baktı. Bir tek ben sorulara değil de karşımdaki duvara
bakıyordum. Aradan beş dakika ya geçti ya da geçmedi. Yerimden kalkarak, yazılı kâğıdımı Ayla öğretmenimin masasının üstüne koydum.
“Ne çabuk bitirdin Volkan, aferin sana.”
Eline alıp baktığı yazılı kâğıdımın, bomboş olduğunu görünce şaşırdı.
“Ama bu kâğıt boş… Hiçbir soruyu yanıtlamamışsın.”
“Evet, öğretmenim, hiçbir şey yazmadım.” “Neden? Sen en çalışkan öğrencilerimden birisin. Yoksa sorular zor mu geldi ?”
“Sorular zor mu, kolay mı bilmiyorum öğretmenim. Doğruyu söylemem gerekirse, ben soruları okumadım bile.”
Ayla öğretmenim ne kadar ısrar ederse etsin, soruları neden okumadığımı, yazılı kâğıdımı neden boş verdiğimi söylemedim. Israrla, “Babamı çağırın öğretmenim.” dedim. “Bunu neden yaptığımı, bir tek onun yanında söyleyebilirim.” Öğretmenimiz, hemen babamın iş yerine telefon etti. Önce çok işim var diye gelmek istememiş ama öğretmenimiz önemli bir konu olduğunu söyleyince geldi. Babam, önce şaşkın bakışlarla Ayla öğretmenimin
anlattıklarını dinledi. Sonra bana dönerek; “Ne oldu Volkan? Neden soruları hiç okumadın?” İşte beklediğim an gelmişti. Aynen babamın bana yaptığı gibi, omuzlarımı silkeledim. Umursamaz bir ses tonuyla, “Aman boş ver…’’ dedim.
Sözlerimi duyan babamın, beti benzi attı. Yüzü limon gibi sarardı.
“Nasıl bir yanıt bu? Ne demek boş ver?”
“Öyle işte. “dedim. “Boş ver…”
İki yıldır getirdiğim takdirnameleri büyük bir gururla duvara asan babam, kızgın gözlerle beni seyretti bir süre. Sinirlenmeye başlamıştı.
“Saçmalama Volkan… Bir daha senin ağzından, boş ver sözcüğünü duymayacağım.”
“Çocuklar fotoğraf makinesi gibidir baba. Ne görürse hafızasına onu alır, onu yansıtır. Sen boş ver deyince oluyor da ben deyince mi olmuyor?”
Babamın, sol gözünün yanındaki kas, seğirmeye başlamıştı.
“Okumak istiyorsan derslerini boş veremezsin. Vermeyeceksin de.”
Papağan gibi babamdan duyduğum sözleri yinelememin tam zamanıydı. “Okusam ne olur, okumasam ne olur? Sonunda senin gibi her şeye boş vereceksem, niye şimdiden kendimi yorayım?”
Ayla öğretmen, bir babama, bir bana bakıyor, aramızda geçen konuşmalara bir anlam veremiyordu. Babamın konuşmasına izin vermeden devam
ettim:
“Sabah senden, kalem almak için para istedim, ‘Boş ver, nasıl olsa yine bitmeyecek mi? Almasan da olur.’ dedin. Kalemsiz bir öğrenci, yazılı kâğıdındaki
soruları nasıl yanıtlayabilir baba? Neden bana kızıyorsun? Kendine kızsana.”
Babamın yüzü, şimdi de kâğıt gibi bembeyaz