Milli Vicdanı Güçlendirmek
(Türkçülüğün Esasları)
Sosyal sınıflar başlıca, üç bölüme ayrılır: Aile toplulukları, politik topluluklar ve meslek toplulukları bunlar arasında en önemli olan, politik topluluklardır. Çünkü politik bir topluluk kendi başına yaşayan, bağımsız veya yarı bağımsız bir kuruldur. Aile gruplarıyla meslek grupları ise bu kurulların parçaları, bölümleri niteliğindedir. Yani politik kurumlar birer sosyal organizmadır: aile grupları bu organizmanın hücreleri, meslek gurupları da organları gibidir. Bundan dolayıdır ki aile ve meslek topluluklarına ikirci derece topluluklar adı verilir.
Politik oluşumlar da, başlıca, üçe ayrılırlar: Klan, topluluk ve toplum.
Klan, bir kavimden yalnız küçük bir kısmının politik bir kurul halini alması ile oluşur. Mesela bir kavim bağımsız aşiretlere ayrılınca, bu aşiretlerden her biri bir klandır. İlkel kavimler, hep bu klan hayatını yaşarlar. Bir zaman gelir ki klanlardan biri diğerini feth ederek egemenliği altına alır. Fakat içine aldığı klanlar genellikle altına alır. Fakat içine aldığı klanlar genellikle kendi kavimden aşiretler değildir. Başka kavimlere veya başka dinlere mensup klanları yenerek kendi egemenliğine aldığından oluşan yeni kurul bütünlüğünü kaybeder: farklı kavimlere ve dinlere mensup klanlardan kurulu bir karışım biçimini alır. Bu karışıma topluluk adı verilir. O halde, bütün feodal beyliklerle bütün imparatorluklar topluluk özelliğindedirler. Çünkü, bu politik organizasyonlarda başka başka kavimlere ve dinlere mensup klanlar vardır.
Yine bir zaman gelir ki, bu topluluklar da dağılmağa başlar. İmparatorlukların içinde, dil ve milli kültür bakımından ortak vicdana, ortak ülküye sahip bir milliyet halini alır. Bu milliyet, milli vicdana sahip olduktan sonra artık uzun süre bağımlı halde kalamaz. Ergeç, politik bağımsızlığını elde ederek, bağımsızlığına sahip politik bir kurul haline girer. İşte, ancak, u bütünlüğe ulaşmış, birleşmiş ve bağımsız oluşuma toplum adı verilebilir. Bu toplumlara aynı zamanda, millet adı da verilir. Demek ki, gerçek toplumlar ancak milletlerdir; ancak kavimler, birdenbire, millet haline giremezler. Klanlar halinde, sosyal hayatın adeta çocukluk devresini geçirirler. Nihayet, imparatorluğun zulmüne katlanmayarak, bağımsız haya yaşamak üzere topluluktan ayrılırlar.
Topluluk hayatı esir kavimler için zararlı olduğu derecede egemen kavim için de zararlıdır. Buna, kendi kavmimizden daha açık bir örnek olmaz: Türkler, Osmanlı İmparatorluğu'nun kurucusu iken, bu topluluğun oluşturduğu feodalizm içinde kul durumuna düştüler. Aynı zamanda, hayatlarını bu topluluğa asker ve jandarma görevlerini yerine getirmekle geçirdiklerinden, kültür ve ekonomi bakımından yükselmeğe zaman bulamadılar. Diğer kavimler. Osmanlı topluluğundan kültürlü, medeni ve zengin bir halde ayrılırken; zavallılık Türkler, ellerindeki kırık bir kılıçla eski bir sapandan başak bir mirasa sahip olamadılar.
Bununla beraber, bir insan için çocukluk ve çıraklık devirlerinden geçmek nasıl zorunlu ise bir kavim için de klan ve topluluk stajlarının yapmak öylece zorunludur. Her kavim, ancak bir aşamalardan geçtikten sonradır ki, toplum ve millet haline gelebilmiştir.
Şu kadar var ki, toplum hayatına çabuk ulaşan egemen bir millet, topluluk devrini daha az zararlı olarak geçirebilir. Mesela İngiliz kavmi henüz iskoçya ya ve İrlanda ülkelerini fethetmeden önce, toplum halini almıştı. Halkın seçtiği millet vekilleri, lordlarla birleşerek, memleketi yönetiyorlardı. Saray, bir gölgeden ibaret kalmıştı. Bundan dolayı bütün meseleler sarayın çıkarına değil, halkın faydasına uygun bir biçimde hallediliyordu. İngiliz kavmi, bundan beş yüz yıl önce düşünüp karar veren, uyanık bir millet haline girmişti. Yüzyıllarca İngiliz parlamentosu, sadece Anglo-Saksonlardan oluşmak şartıyla görüşmeler yaptı. İçlerinde milli politikaya engel olacak hiçbir yabancı eleman milli olmayan akımlar sürükleyecek hiçbir yabancı fert yoktu.
İngilizler, tam dört yüz sene, bu içten meşrutiyet hayatını yalnız kendi aralarında yaşadıktan milli kültürlerini ve milli karakterlerini artık bozulmaz ve değişmez bir manevi kuvvet haline getirdikten sonradır ki, işkoçya, gal ve İrlanda ülkelerini fethederek İngiltere'ye kattılar. Fakat bu katma, yalnız politik bir katmadan ibaretti. Hiç bir zaman İngilizler bu üç yabancı kavmin İngiltere toplumuna Anglo Saksın milletine katılmasına imkan tanımadılar ülke sanki yine eskisi gibi yalnız İngilizcilerden ibaret imiş gibi, sadece İngiliz çıkarı ve İngiliz ideali bakımından yönetildi. Daha sonraları, Amerika gibi, hindistan gibi, Güney Afrika gibi Mısır gibi Avustralya gibi sömürgelere ve kolonilere sahip oldular. Fakat, yine daima Parlamento ingiliz Parlamentosu halinde, kabine Anglo Sakson kabinesi halinde kaldı. İngiliz milleti, gittikçe büyüyen bu politik topluluk içinde, kendi benliğini bir an için olsun hiç unutmadı. İşte, ingiliz milletinin, yüzyılllardan beri, dünya politikasında egemenliğini elinde bulundurmasının nedeni budur.
Görülüyor ki, bir kavim, ancak kendi kendini milli bir parlamento ile yöneten gerçek bir millet haline geldikten sonra, yüksek ve içten bir toplum hayatı yaşayabilir. Avrupa'nın diğer kavimleri, bu gerçeği pek geç anlayabildiler. Çünkü, iki yüz yıl öncesine kadar, Avrupa'nın diğer bölgelerinde halkla ve ülkeler hükümdar ailelerinin esirleri ve malikaneleri hükmünde idiler. Bir hükümdar, kızını evlendirirken, yurdunun bir bölümünü ona çeyiz olarak verebilirdi. Bir hükümdar , vilayetlerinden birini başka bir hükümdara hediye edebilir veya satabilirdi. Miras yoluyla, memleketin bir kısmı yabancı bir hükümdarın eline geçebilirdi. Kısaca, halkların, kavimleri hiçbir varlığı hesapta hiçbir yeri yoktu. Devlet demek, hükümdar demekti. Bu ilke yalnız XIV. Louis'ye özgü değildi. İngiltere'nin dışında, bütün Avrupa devletlerinin politikada tuttukları yol bundan ibaretti.
Fakat milliyet devresi,y sonunda diğer Avrupa kavimleri için de gelip çattı. Hollandalılar, Fransızlar, v.d. kendi kendiri yöneten birer millet halini almağa başladılar. Tarih, genel bir kural olarak gösteriyor ki, her nereye milliyet ruhu girdiyse orada büyük bir ilerleme ve gelişme akımı doğdu. Politika din, ahlak, hukuk, estetik, bilim, felsefe, ekonomi, dil hayatlarının hepsini gençlik, içtenlik tazelik geldi. Her şey yükselmeğe başladı. Fakat, bütün bu gelişmelerin üstünde olarak, yeni bir karakterin oluştuğunu yine bize karşılaştırmalı, tarih haber veriyor. Milli vicdan nerede oluşmuşsa artık orası sömürge olma tehlikesinden sonsuza kadar kurtulmuştur.
Gerçekten de, bugün milletler cemiyeti Almanya'yı bir sömürge halinde Fransa'ya sunsa acaba Fransızlar bu hediyeyi kabule cesaret edebilirler mi? Macaristan'ı Romanya'nın, Bulgaristan'ı yunanlıların mandası altına koymak istersek, bu iki devlet şu mandaları kabule yanaşabilir mi? Şüphesiz hayır! Çünkü mandası altına girecek ülkeler kolay egemen olmak ister. Halbuki milli vicdanı uyarmış bir ülkeye kocaman ordular gönderilse bile orada en küçük bir nüfuz kazanmak mümkün değildir. İngilizlerin Trakya ile İzmir'i yunanlıların, Adana ve çevresini Fransızların, Antalya ‘ada İtalyanların mandası altına vermesi, İstanbul'u kendi eline geçirmek içindi. Bütün bu devletlerin Anadolu milli vicdanının uyandığını, yunan ordularının milli ayaklanma karşısında buz gibi eridiğini görünce, bu ham sevdalardan vaz geçmekye başladılar. Amerika'nın ne Ermenistan'da, ne Türkiye'de manda kabulüne yanaşmaması da buralardaki milli vicdanın şiddetini görmesinden dolayıdır. Halbuki, İngilizlerle Fransızlar Arabistan'ı aralarında bölüşmekte hiçbir sakınca görmediler. Çünkü bütün aşiretlerin klan hayatı yaşayan şehirleri henüz toplum devresine gelmemiş olan Arabistan'da milli vicdanın henüz uyanmamış olduğunu biliyorlardı.
Görülüyor ki, son yüzyıllarda, milli vicdanın uyandığı yerlerde, artık imparatorluk kalamıyor, sömürge hayatı devam edemiyor. Rusya, Avusturya ve Türkiye İmparatorluklarının dağılması Birinci Dünya savaşının bir sonucu değildi. Birinci Dünya Savaşı daha önceden esaslı nedenlerin hazırlamış olduğu sonucun meydana çıkmasını rastgele bir sebep olmaktan başak bir rol oynamadı. Eğer bu imparatorlukların içinde yaşayan kavimlerin arasında milli vicdana sahip ve artık esir olarak yaşaması mümkün olmayan ideal sahibi milletler bulunmasaydı. Birinci Dünya Savaşı bu imparatorlukları deviremezdi. Nasıl ki Alman devleti uyumlu bir milletten oluştuğu için Fransızların bu kadar yıkıcılığına rağmen bir türlü yıkılmıyor. Hamtta, ileride Avusturya topluluğundan ayrılan Avusturya Almanları ile birleştirebileceği için, Birinci Dünya Savaşı'ndan daha kuvvetli çıkmıştır da denebilir.
Bir taraftan Avrupa'da bu sonuç doğarken, diğer taraftan Asya'da başka sonuçlar doğuyordu. Suriye, Irak, Filistin, Hicaz ülkeleri Türkiye topluluğundan ayrılmakla beraber, bağımsızlığa kavuşamadılar. Çünkü, buralarda oTuran insanların milli vicdanı tamamen uyanmamıştı. Şüphesiz, buralarda da milli vicdan uyandığı gün, artık Fransız ve İngiliz mandaları bir saniye bile duramayacaklardır. Nasıl ki İngiltere devleti, Birinci Dünya Savaşı'ndan galip çıkmakla beraber, İrlanda'nın, Malta'nın, Mısır'ın özelliklerini yani bağımsızlığa doğru ilk adımlarını kabul etmek zorunda kaldı. Avustralya, kap, Kanada, Yeni Zellenda gibi Anglo – Saksonların yerleştikleri ülkelerde taam özellikler verme zorunluluğunu duydu. Tarihin ve bugünün bu tanıklıkları bize gösteriyor ki, bugün Avrupa'da milli vicdana sahip olmayan hiçbir kavim kalmamıştır. Buna göre, Avrupa'nın hiçbir ülkesinde sömürge kurmaya imkan yoktur.
İslam dünyasında da artık sömürge hayatına son vermek için, Müslüman kavimlerde milli vicdanı kuvvetlendirmekten başka çare yoktur.
Bir zamanlar, İslam birliği ideali Müslüman kavimlerin bağımsızlığa kavuşmalarını, ülkelerini sömürge halinden kurtulmasını sağlar sanılıyordu. Halbuki pratik tecrübeler gösterdi ki, İslam Birliği, bir taraftan teokrasi ve klerikalizm gibi gerici akımları doğurduğundan, öte yandan da İslam dünyasında milliyet ideallerinin ve milli vicdanların uyanmasına karşı bulunduğundan Müslüman kavimlerin ilerlemelerine engel olduğu gibi, bağımsızlıklarına da engeldir. Çünkü İslam dünyasında milli vicdanın gelişmesini sekteye uğratmak, Müslüman milletlerin bağımsızlıklarına engel olmak demektir. Teokrasi ve klerikalizm akımları ise, cemiyetlerin geride kalmasına, hatta gittikçe gerilemesine en büyük nedendir.
O halde, ne yapmalı? Her şeyden önce, gerek ülkemizde gerek diğer İslam ülkelerinde daima milli vicdanı uyandırmağa ve kuvvetlendirmeğe çalışmalı. Çünkü, bütün ilerlemelerin kaynağı milli vicdan olduğu gibi, milli bağımsızlığın doğuş yeri de, dayanağı da yalnız odur.
|» “Türkçülük” Sayfasına Dön! « |
Not: İçerik, internetten alıntılanarak derlenmiştir…
Türkçülük, Türk, Türkçü