Prof. Dr. Nevzat Gözaydın

Prof. Dr. Nevzat Gözaydın
(Hayatı)

Ayda Konukoğlu’nun Nevzat Gözaydın ile yaptığı söyleşiden…

 

– Sayın Gözaydın bize kendinizden söz eder misiniz?

Ankara’da 1938 yılında doğmuşum. Babam MSB Emekli Şubesinde bir sivil memur ve annem ev hanımı. Beş kardeşten ortadakiyim; bir erkek bir kız benden büyük ve küçük… İlkokulu Denizciler Caddesi ile Anafar­talar Caddesi arasında kalan İstiklâl Mahallesi’ndeki büyük ve eski bir konağın selamlık bölümünde erkek çocuklarla birlikte İstiklâl İlkokulunda 4. sınıfa kadar okudum. Kız çocukları konağın harem bölümünde, Albayrak İlkokulunda okurlardı. O güzelim koca konak yok artık! Son yılı sınıf yokluğundan kale yolundaki Ulus İlkokulunda bitirdikten sonra Sıhhiye’deki Atatürk Lisesinin orta kısmına yazıldım ve liseyi de orada tamamladım. Çok sıkı disiplinli, fevkalade değerli ve bilgili öğretmenlerim oldu. Türkçe ve edebiyat derslerine gelen öğretmenlerim arasında Cahit Okurer, Şükrü Elçin, Şeref Tarlan, Hicran Aktürk ve Fevziye Abdullah Tansel’in de etkileriyle kendime bu dalı yol olarak seçtim.

O zamanlar YÖK ve ÖSYM olmadığından serbestçe dilediğim dal olan Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü (DTCF’de) seçip giriş kartımı aldım ve kürsü başkanı Prof. Kenan Akyüz’e bu öğretmenlerimin adlarını sayınca ancak kartımı onaylatıp imzalatabildim. 1958’in Ekim ayında derslere başladığımızda birinci sınıfta 17 kişiydik (5 askerî, 3 erkek, 9 kız öğrenci). Burada Necmettin Halil Onan (sadece 2 ay), Seyid Yüksel, Ali Gündüz Akıncı, Hasibe Mazıoğlu, Zeynep Korkmaz, Saadet Çağatay, Vecihe Hatipoğlu, Ahmet Temir, Hasan Eren hocalarımızdı. Genel Türk Tarihi dalın­da Şinasi Altındağ, M. Altay Köymen, Farsçada Walther Björkman, Meliha Anbarcıoğlu, Arapçada Şevkiye İnalcık’tan dersler aldım. Yeni açılan Tiyatro bölümünde İrfan Şahinbaş, Bedretttin Tuncel, Cüneyt Gökçer’in derslerini izledim. İngilizcemi Hamit Dereli ve A. Edip Uysal ile geliştirdim. Sözün kısası her şeyiyle mükemmel bir kadro sayesinde DTCF’de yoğruldum.


– Doktoranızı Almanya’da yaptığınızı biliyorum. Oraya nasıl gittiniz?

Lisedeki mayam, çok iyi ve kaliteli öğretmenlerin sayesinde, sağlamdı ve DTCF’de hiç sıkıntı çekmedim. Fakülte bitince 8 ay Alanya Lisesinde öğretmen olarak görev yaptıktan sonra MEB’in doktora öğrenimi için, 1416 sayılı kanuna göre yurt dışına gönderdiği ilk öğrencilerdenim. Alanım folklor idi ve İngiltere’ye gidecektim. Ancak Almanların bu konuda daha iyi olmasından ve o zamanki kanuna göre ileride ikinci bir dil sınavından geç­memiz gerektiğinden, yolumu Almanya’ya çevirdim. 12 Şubat 1964 günü Münih’te birinci kuşak işçilerimizle trenden indiğimde bando-mızıka ile karşılandık. Onları otobüsler alıp gittiğinde yapayalnız ve tek kelime Almanca bilmeden ortada kaldım. Bonn’daki öğrenci müfettişliğine uğramam, gideceğim dil okulunu öğrenmem gerekiyordu. Gece yolculuğu yapıp Bonn’a vardım. Mart başında Brilon/Westf. kasabasındaki Goethe Institut ilk dil okulumdu. Sonra Lüneburg’da da bir ay okudum. Orada birçok Orientalist ve Türkolog ile yazıştım, sonunda Mainz’a İstanbul’dan yeni gelmiş olan Prof. Dr. Johannes Benzing’in yönetiminde J. Gutenberg Üniversitesi Orientalistik ve Türkoloji bölümünde derslere başladım. Helmuth Scheel, Heribert Horst, Hanna Erdmann bu bölümde, Lutz Röhrich, Günter Wielgelmann, Bischoff, Herbert Schwedt Alman folkloru kürsüsünde, E. Haberland, E. W. Müller, Sulzmann ve Nowotny Etnoloji kürsüsünde benim yetişmeme yardımcı oldular.


– Ne zaman Türkiye’ye döndünüz temelli olarak?

1969-1972 arasındaki mecburi vatan görevimi önce 6 ay Polatlı’da sonra Gen. Kur. Bşk. Lojistik Plan Dairesinde Almanca mütercimi olarak bitirip yine Mainz’a döndüm. Evliya Çelebi Seyahatnamesi üzerinde hazırladığım doktora tezimi ve son sözlü sınavlarımı başarıyla verip Kasım 1974’te Ankara’ya kesin dönüş yaptım. Eski yuvam DTCF’de folklor kadrosu olmadığından kadrolar gelene kadar kendime iş bulmam tavsiye edildi. Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisine bağlı Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Y.O. Müdürü Doç. Cevdet Perin ile görüşüp orada “Folklor ve Halk Edebiyatı” dalında “Dr. Asis.” olarak Aralık 1974’te göreve başladım. Bir süre sonra Türk Dili, Türk Edebiyatı, Kompozisyon, Dünya Edebiyatı, Folklor ve İletişim konularındaki derslere öğretim görevlisi olarak girdim. Bir ara 1980-1981’de Almanya’da Türk öğrencileri arasında araştırmalar yaptım. Doçentlik sınavını başardıktan sonra ve DTCF’de nihayet kadro ilan edilince 1987’de yuvama dönebildim. Şimdi burada göreliyim. 1976-1980 arasında Fırat Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne ayda bir kez gidip bir hafta boyu kalarak Folklor ve Halk Edebiyatı derslerini düzenli olarak verdim. 1979’da bir yıl Eskişehir Anadolu Üniversitesinde aynı dersi verdim. 1985/86 döneminde Hacettepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde de bir yıl öğrencilerim oldu.

– Çok geniş bir yelpazedeki öğrenci topluluğuna ders vermişsiniz. Bunun yararı oldu mu?

Görüyorsunuz ya, bilim eri olma yolunda geçen yıllar pek de kolay geçmemiş, Almanya’da yeterli olmayan öğrenci aylığı yüzünden her yaz bir iş bulup çalıştım, para biriktirdim kitap ve diğer masraflar için… Marangozluk, dülgerlik, garsonluk, yeminli tercümanlık bu işlerden bazıları… Böylece insanları ve hayatı daha iyi tanıdım, ki bir halk bilimcinin böyle bir donanıma mutlak ihtiyacı var. Alandaki derleme ve araştırmalarımda bu deneyimlerimin çok yararını gördüm. İnsanlarla çok çabuk iletişim kurabiliyorum, onların kullandığı dille kendilerine yaklaştığım için… Bu öğretimi ve eğitimi veren bütün hocalarımı saygı ve minnetle anmak isterim.
Türkçenin Tarihi, Orhun Abideleri, Anlatım Bozuklukları, Cümlenin Öğeleri, Yazım ve Noktalama, Türkoloji Makaleleri, Edebiyat Nedir?, Alfabelerimiz, Atasözleri, Bulmacalar, Edebi Sanatlar, Sınav Soruları, Kpss, Oks, Öss, Bunları Biliyor musunuz?, Özlü Sözler, Güzel Sözler, Türkçe, Edebiyat, Masallar, Destanlar, Astroloji, Roman Özetleri

-Dile, kültüre, iletişime nasıl bakıyorsunuz?

Dil iletişimin, ilişki kurmanın temeli olduğuna göre, çok iyi bilinmelidir. Bütün kıvraklığı, farklı anlamları, bunların kullanım yerleri ve zamanları tam olarak değerlendirilmezse, arada oluşması düşünülen bağ güçlü olmaz. O zaman -ki buna yanlış anlaşılma da diyebilirim- ters düşmeler, aykırı tutum ve davranışlar, kırgınlıklar, bölünmeler, parçalanmalar ortaya çıkar. Ana dilimiz, Türkçemiz ifade gücüyle, bu ifadeyi kolayca belirleyecek kök ve ekleriyle oluşturduğu kelime dünyasıyla gerçekten verimli ve zengin bir dil… Usta kalemlerin romanları, yazıları bunu zaten çoktan kanıtlamış bile… Bizlere ve gençlere düşen görev, bu değerli verilere sık sık başvurmak, bol bol okumak… Böyle yaparsak kendi dil zevkimizin geliştiğini görecek, kelime hazinemizin giderek zenginleştiğinin farkına varacağız. Ama televole-magazin dilinin kısır döngüsüne bel bağlayan gençlerin biraz da geleceklerini düşünmeleri gerekmez mi? Dil ve kültür birikimi, bu birikimin doğru, iyi ve güzel kullanılması onları her zaman ve her yerde başarılı kılacaktır, diyebilirim. Bu birikim için de günlük yaşamamaları, eski dediklerini yeni ile bağlayabilmeleri, sebep-sonuç ilişkisini göz önünde tutup biraz şüpheci olmaları, araştırmaları, bu yolda çaba harcamaları, onları çok daha güzel günlere kavuşturacaktır sanıyorum.

– Uzun yıllardan beri dergimizde de görevlisiniz. Türk Dili için neler söylemek istersiniz?


Dergimize gelen yazıların bilimsel olanlarının dışındakiler ne yazık ki çok kaliteli değil… Yazılı kültüre pek önem vermediğimizden, sözü yazıya dökmekten kaçındığımızdan, bol bol test çözerek eğitildiğimizden Türkçeyi kullanmakta zorluk çeken genç kuşaklardan gelen yazı ve şiirler, dergi yazı kurulunda hayal kırıklığı yaşatıyor. Gönderilenler arasından nispeten daha iyiceymiş gibi görünenleri seçmek bir hayli zor. Bunları ayırıp bir sonraki ay tekrar tekrar okuyoruz, dergimizde basılabilir mi sorusuna cevap arayarak… Hani nerede, yüzlerce olmasa bile, onlarca hikâyecimiz, romancımız, şairimiz, eleştirmenimiz, yorumcumuz?… Askerlikteki gibi sağdan say aynı, soldan say aynı sayı çıkıyor karşımıza… Kitap, gazete, dergi okuma alışkanlığını çocuklarımıza, gençlerimize kazandırmadığımız sürece, testlerden de başımızı kaldıramadığımız takdirde, önümüze gelen yemek bu sonuçta… Çürük, bozuk, kokuşmuş sebzeden, yanmış yağla nasıl nefis ve lezzetli bir yemek pişirilemezse, okumayı beceremeyen bir toplumda yazarak güzel şeyler ortaya çıkaran bir kadronun size kaliteli yazılar, şiirler göndermesini de bekleyemezsiniz. Haa, bu kaliteyi sağlamak nasıl olur derseniz, tek cevabım şu: Kaliteli öğretmenler sayesinde olur bu!… Geçim derdine düşmüş veya öğrencisine özel ders verip geçiren yahut onlardan pahalı hediyeler bekleyip alan öğretmenlerden kalite bekleyemezsiniz. Acı ama gerçek…

-Günümüzdekileri sizi yetiştiren öğretmenlerle mi karşılaştırarak bu düşünceye vardınız?

Değerini bütün Türkiye’ye kabul ettirmiş lise yıllarımdaki edebiyat öğretmenlerimin destekleriyle dil ve edebiyat konularına kendimi yakın hissettiğim için, hiç duraksamadan ve sınavsız kaydolma fırsatı varken, diğer fakültelere başvurmadım. Benim idealim gençlik yıllarının heyecanıyla ya pilot olmak, ya da edebiyat profesörlüğüne yükselmekti. Bunu daha lise birinci sınıfta doldurduğum bir anket defterindeki “ileride ne olmayı hayal ediyorsunuz?” sorusuna cevap olarak yazdığımı biliyorum, çünkü bu defter şu anda elimde, bir sınıf anısı olarak saklamışım…

-Türkçeye olan ilginiz mi bilimsel çalışmalarınıza yön verdi? Bilim dünyası biraz farklı yapıda değil mi?

Almanya’da doktoramı yaparken Türk dilinin ne kadar zengin ve yaygın olduğunun bilincine daha iyi varmıştım. Orada Türk lehçeleriyle ilgili dil ve folklor metinleri üzerinde her dönem Prof. Dr. Benzing ile durmuştuk. Araştırılacak konu ve soruları hemen her derste hocam not ettirir, Türkiye’ye dönünce bunlarla uğraşmamı isterdi. O notlarımı hâlâ saklıyorum. Ama bir ömür yetmiyor bu kadar soruya cevap bulmaya, konuları araştırmaya… Bunun için daha çok ortak çalışmalara yönelmek istedim. Türk Dil Kurumu bünyesinde görev verildiğinde hiç yüksünmeden bu tür çalışma gruplarında diğer meslektaşlarımla birlikte olmaktan büyük zevk aldım. Yine eski hocalarımla oldum, onlardan yeni şeyler öğrendim. Genç arkadaşlara mesleki birikimimden -isterlerse- bazı şeyleri aktarmaktan, onlarla tartışmaktan mutluluk duydum. Türkçe Sözlük ile Okul Sözlüğü ve diğer katkı yaptığım çalışmalarda, Türk Dili dergisinde, Kütüphane Komisyonunda, İmla Kılavuzu toplantılarında, Yabancı Kelimelere Karşılıklar Çalışma Grubunda yahut diğer faaliyetlerde heyecanla ve şevk duyarak bilgilerimi, düşüncelerimi sundum. Belki biraz yararlı olmuşumdur…

– Sizin, Basın-Yayın Yüksek Okulundan kalan bir basın ilginiz ve çok geniş bir kupür arşiviniz varmış. Buna biraz açıklık getirir misiniz?

Türkiye’de basın uzun yıllardan beri “alaylı” tabir edilen kişilerin tekelinde kaldığından, “okullu” olmak bir suç gibi, bir eksiklik gibi nitelendirildi. Şu son on yıldır okullulara yer veriliyor. O da tekelleşen iletişim dünyasında gerçek gazetecilerin değil, patronların arzu ve eğilimlerine göre… Ankara’daki lisede basketbola heves ettiğimden ve bir ara fakültede okurken Yenimahalle Genç Futbol Takımını çalıştırdığımdan spora ilgi duyuyordum; hâlâ da vazgeçmedim. Bu bakımdan YÖK sonrası adıyla İletişim Fakültesinde ders verirken önce Türkçemizin doğru, iyi ve güzel kullanılması konusuna dikkat çektim. Hele spordaki haber ve yorumlar üzerinde daha çok durmanın ne kadar önemli olduğunu vurgulamıştım. Bu çabalarımı mezun olup basında ve televizyonlarda görev alan öğrencilerim unutmamışlar. Birkaç yıl üst üste Türkiye Spor Yazarları Derneği Genel Merkezince İstanbul, KKTC., Antalya ve Abant’ta düzenlenen seminerlere dil ve eğitim-öğretim konularını götürüp, sporla uğraşanlara yardımcı olmaya çalıştım. Dilimizi kullanmada ve titizlik göstermede bir hayli düzelme varsa, bunda bir tutam tuzu da benim koyduğumu söyleyebilirim. Türk dili bilinci geliştirildikçe gençlerin titizlendiklerini ve başarılı olma yolunda yürüdüğünü görünce gerçekten mutluluk duyuyorum.

– Yurt dışı bilgi, görgü ve deneyimlerinizle yabancıların dil ile ilgisi hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Yurt dışında uzun yıllar kaldım. Birçok ülkeyi gezdim, insanlarını tanıdım. İngilizce ve Almanca iyi-kötü iletişim kurdum. Gördüm ki, herkes kendi dili, kendi kültürü, kendi varlığı konusunda tam anlamıyla “şoven” bir anlayış ve tutum içinde… En küçük bir yanlışa bile tahammül edemiyorlar… Sokaktakiler de, köylüler de, bilim adamları da… Vatandaş, yurttaş olmanın temelini buna dayandırıyorlar ve asla taviz vermiyorlar. Bizdeki tablo ise çok farklı: Bırakınız sokaktaki insanımızı, “sözde” bilim adamlarımız bile kendi varlığının temeli olan Türkçeyi aşağılamaktan tuhaf bir zevk alıyor. Hadi televoleciler, manken ve “sanatçı” geçinen ayak takımı bu yabancı dil hayranlığına kendini kaptırabilir, diyelim; ama devleti ve hükûmetleri yönetenlerin, bürokratların, üniversitelilerin bu yaklaşımı, ancak Atatürk’ün dediği gibi, “gaflet ve dalalet, hatta hıyanet” ile açıklanabilir. Bunların kısa vadeli, verimsiz, tutarsız, tuhaf, gösteriye dönük, aciz, zavallı tutum ve davranışları Türk­çemizin gelişmesine de ayak bağı, köstek olmuştur ve olmaktadır da… Kendi kendine, kendi diline, kültürüne, varlığına böylesine yabancı kalmak isteyen hiçbir ülke vatandaşını görmedim, doğrusu… “İmam-cemaat” meselesi… Böyle olunca da sokaktaki insanımızın, esnafın, memurun, köylünün, işçinin ne suçu var ki?…

– Sayın Gözaydın, Türk dili ile ilgili yurt içindeki programları, oluşumları, düşünceleri genel olarak nasıl değerlendirirsiniz?

Yıllardan beri Türk Dili’nde, derslerimde, konferanslarımda, 18 yıldır sürdürdüğüm TRT radyo programlarında hep yabancıların Türkçeye, kültürümüze yaptığı katkıları işledim, işliyorum… Onların eserlerini görüp okudukça, Türkçeyi, Türkiye’yi, Cumhuriyetimizi, bizlere bunu sağlayan Atatürk’ümüzü ve yakın arkadaşlarını binlerce kez saygı ve rahmetle anıp daha çok seviyorum. Bunları bizlerin gözüne sokarcasına işleyen yabancılar bizim için çalışıyorlar, bize hizmet ediyorlar bu kadar masraf edip ömür çürüterek… Bunlara karşılık bizim yöneticilerimiz, politikacılarımız ne yapıyor? Kendini sömürülen bir ülkenin uşağı gibi niteleyip, batı ülkelerinden gelen ve çoğu kasıtlı olan önerilere uysallıkla boyun eğiyor. Bunun eksisini, artısını düşünmüyor, tartışmıyor, önünü-ardını araştırmıyor… Millete, memlekete yararı var mı, yok mu? Uzun vadede sonuçları ne olur? Niye böyle bir öneri geldi? Amaç nedir gerçekte? Ne çıkar sağlayacaklar bu öneriyle?… ve daha birçok sorunun cevabını arayıp açıklamadan paldır küldür her öneriyi kabul edip teslimiyetimizi bildiriyoruz. Osmanlı Devleti topraklarını böyle böyle yitirdi, Balkanlar, Girit, Adalar, bereketli Mezopotamya toprakları ve bugünlerde de Kıbrıs… Gitti… Gidiyor… İki yüz yıldır hep aynı oyunu yabancı politikacılar sahneye koyup, bizi de işlerine geldiği yerde ve zamanda oynatıyorlar… Kendi ülkelerinde yapmadıklarını, yapılmasına izin vermedikleri uygulamaları bizden “hemen, derhâl, acilen” isteyip “uyum paketleri” içinde koyduruyorlar. Sanki Lozan’dan yüz geri edip, Sevr’e yönelmişiz ve onu onaylamışız gibi azın­lık kavramı böyle, adlarla ilgili oyunu böyle, alfabe değişikliği böyle, federasyon yönetiminin başlangıç olan yerel yönetim-eyalet düşüncesi böyle, UEFA tutumu böyle, böyle, böyle… Kendimizi aynaya bakıp düzeltmezsek, daha ne öneriler gelecek, göreceksiniz…

– Size göre, AB ülkeleri Türkiye’yi istemiyorlar mı? Bir yandan yabancıların araştırmalarını övüyorsunuz, diğer yandan onların “şoven” yaklaşımını vurguluyorsunuz? Bunu biraz daha açıklar mısınız?

Evet, tam da söylediğiniz gibi!… Yabancılar Türk dili, kültürü, ekonomisi vb. konularla bizleri daha iyi tanıyıp bilmek istiyorlar. Türkiye’nin ve Türk dünyasının gücünü, azmini, başarılarını, özellikle jeopolitik durumunu, stratejik konumunu çok iyi biliyorlar. Onun için bu toprakları kendi denetimleri altında bulunduracak önerilerle geliyorlar. Bu ticarette, ekonomide, politikada çabucak onların lehine sonuç veriyor, ama kültürde daha uzun bir süre alıyor. Bunu da düşünce ve görüş farklılıklarını körükleyerek kendilerine yandaş arayıp buluyorlar. Yandaşlarını da basın, politika ve üniversite gibi etkili çevrelerden seçiyor, onlara maddi-manevi çıkarlar sağlıyorlar. Dergimizde ve TTK kongrelerinde Atatürk dönemi ile ilgili belgeleri yayımladığımda, bu rüşvet olayı apaçık ortaya çıktı. O gün neyse, bugün de aynı; değişmedi bir şey!

– Bizim için AB öyleyse bir rüya mı, demek istiyorsunuz?

Bakınız hiç çekinmeden şunu belirteyim. AB’ye bizi değil 2010’da, 2020’de bile almayacaklar. Türkiye 90-100 milyonluk genç nüfusuyla onları korkutuyor. Osmanlının geri geleceğinden çekiniyorlar. Zaten Ostlaender “Kemalizmden vazgeçin” demedi mi? Verheugen durmadan olumsuz görüşlerle çıkış yapmıyor mu? 2004 seçimlerinde Almanya’da iktidara gelecek Hristiyan Demokratlar Türkiye’nin AB’de asla yeri olmadığını açıkça ve şimdiden söylemiyorlar mı? Yarın da KADEK’le görüşün, TBMM’ye girsin; ordunuzu küçültün, Ege Ordusunu hatta 3. Orduyu kaldırın o topraklardan, azınlıklara daha çok hak verin, ekümenik patriği kabul edin Ermenilere tazminat verin, soy kırımını yaptığınızı kabul edin ve daha neler ileri sürecekler, AB’ye alınabilmemiz için… Perşembenin gelişi çarşambadan belli… Türkiye Cumhuriyeti’ni neredeyse hakaret dolu sözlerle aşağılamaktalar ama bunları niye politikacılarımız sineye çekiyor, asla anlamıyorum (bkz. Türk Dili, sayı: 608, Ağustos 2002). Böylesine kişiliksiz bir toplum muyuz biz? Bütün bunlar gözler önünde… Daha şimdiden Fransa-Almanya güç birliği yapıp, AB içinde borçlarını ödemekten vazgeçtiler, ötekilerin muhalefetine rağmen… Kuzey-güney ülkeleri, aralarında bile, özellikle kültür konularında anlaşamıyorlar. Şimdi de ekonomik ayrılık belirginleşti. AB bence uzun vadede pek de bir arada kalacak gibi değil! Gücü olan, güçlü görünen ülke, ötekilere her dediğini yaptıracak gibi… Zaten her ülke kendi dilini, alfabesini, kültürünü ön plana çıkararak gücünü kanıtlamak için uğraşıyor ve hatta savaş veriyor (Bk. Türk Dili, sayı: 619, Temmuz ve 620, Ağustos 2003). Bu da nereye kadar sürer?… Benim ömrüm yetmez ama siz gençler bunları göreceksiniz…

-Böyle giderse, kısa zamanda olursa, siz de görürsünüz inşallah, ama buna bağlı olarak bir sorum daha var. Bu yıl Frankfurt Kitap Fuarına katıldınız. Bu konu hakkında bilgi verir misiniz? Türkiye’deki kitap fuarlarıyla bir karşılaştırma yapılacak olursa izlenimleriniz nelerdir?

Yaklaşık 5-6 yıldan beri katılıyorum. Çok büyük bir hareket… 6-7 gün içinde yaklaşık üç yüz bin kişi sekiz adet hangar gibi binalarda (her biri de üç kat!) dolaşıyor, kitap seçiyor. Dünyanın her yerinden yüzlerce yayın evi, kurum ve kuruluş geliyor, kendi ülkesinin propagandasını yapıyor. “Yılın ülkesi” olma fırsatı geçti 2-3 yıl önce elimize, ama kısır görüşlü, aciz Kültür Bakanlığımız bu öneriyi reddetti ve olağanüstü bir tanıtım faaliyetini kaçırdık. Bir daha da kolay kolay böyle bir öneri bize yapılmaz. Türkiye küçük bir bölümde, Yayıncılar Birliği aracılığıyla ve KB desteğiyle, parasıyla tanıtılıyor. Ayrıca her yayın evi isterse küçük bölümler kiralıyorlar. Bizim AKDTYK olarak, TDK ve TTK olarak mutlaka buralara (Frankfurt’tan başka önemli olan yerler de var.) yayınlarımızı götürmemiz gerek! AB içinde Türkçe, oralardaki Türklerin de etkisiyle giderek daha çok ilgi görüyor. Bunu desteklememiz şart!

-Sayın Gözaydın, devletimizin kültür politikası, hele de dış dünyada eksik mi demek istiyorsunuz?

Kültürü politikadan, hele de şu günlerde, ayıramazsınız. Ayırırsanız, başınıza olmadık çoraplar örülür uzun vadede… Devletimizin gücünü hafife almamak gerekiyor, ama bu işleri de iyi bilen insanlarla pişirip kotarmak şart; öyle eş-dostla, akraba-arkadaş-yandaş firmalarla yola çıkılmaz… Oralarda Türklerle ilgili yayın yapan yabancı yayın evlerinin yayınlarından da örnekler gösterilir; Türk dilinin, kültürünün kendi kalemleriyle nasıl araştırıldığı toplu olarak sergilenir, anlatılır. Çok iyi dil bilen insanlarımızın katılacağı konferanslar, paneller, açık oturumlar kitap fuarı haftası önünde, içinde ve sonrasında düzenlenir. Hatta Alman Türkologlara bir yıl öncesinden konular ısmarlanır, konuşmaları sağlanır. Yoğun bir ön çalışma ile bütün bunlar yapılabilir. Yoksa burada olduğu gibi, biz bize konuşuruz, sohbet edip güya tanıtım yapmış oluruz. Özellikle Almanya, Hollanda, Avusturya gibi ülkelerdeki Türkleri düşünüp (yaklaşık üç milyon!) oralara sık sık insanlarımızı gönderip, konferans turları düzenlememiz şart! Onlar bizleri bekliyor. Her yıl böyle isteklerle karşılaşıyorum, ama ancak bir ikisini kendi gücümle ve oradakilerin maddi desteğiyle gerçekleştirebiliyorum. Çocuklarımız, gençlerimiz bilgiye aç; heyecanla, istekle bunu gidermek istiyorlar. İyi bir düzenleme yapılarak hemen her konuda (dil, edebiyat, ekonomi, hukuk, politika, ilahiyat, halk kültürü, sağlık vb.) Türkçe ve Almanca konferans turları yapmanın tam da zamanı, bu AB curcunası, propagandası, hareketliliği sürerken… Kıbrıs, Ege adaları, hava saldırısı, Ermeni komploları, barajlar ve su sorunları, Yunan emelleri, Orta Doğu, Balkanlar, Kafkaslar, Türk cumhuriyetleri ve Rusya’daki diğer yarı otonom topluluklar vb. konularda iyi yetişmiş bilim adamlarımızın bu turlarda, on-on beş gün içinde, çok yararlı bilgilerle vatandaşlarımızın kafasındaki sorulara açıklık getireceğine eminim.

-Halk bilimi toplumun her alanı kapsamasına rağmen “folklor” birçok kişi tarafından halk oyunu olarak algılanmakta. Siz halk biliminin şu anki durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Ülkemizin tanıtımında yeteri kadar kullanılıyor mu? Türk folklorunun dünya kültüründeki yeri nedir?

Kendimizi en iyi tanımanın yolu, dilimizi ve kültürümüzü bilmenin çaresi, halk biliminin (folklorun) bütün alt dallarıyla anlatılması, öğretilmesidir. İlköğretimden başlayıp liselerde, fakültelerde bu dersler verilmeli… Böylece yargıcımız, doktorumuz, kaymakamımız, öğretmenimiz, subayımız ve diğer üst görevlerde bulunan aydınlarımız karşılarına gelen vatandaşı daha iyi anlar, onun ne hâlde olduğunu bilir… Kendi sırça saraylarında, halktan kopuk evlerinde, klüplerinde oturup zar veya taş atarak, kâğıt oynayarak zaman öldürmez. Millî kültürün ana damarı “folklor”, halk oyunları anlamına kaymışsa bu yanlışı düzeltmek için basının, TV’nin, MEB’in, hatta herkesin katkısı gerekiyor. Halk bilimi konusunu daha geniş bir yazıyla gelecek sayılarımızda ele alacağım için şimdilik buraya bir noktalı virgül koyalım, olur mu?

-Son zamanlarda Türkçenin bilim dili olamayacağı konusunda yorumlar yapıldı. Sizin bir bilim adamı olarak bu konudaki fikriniz nedir?

Atatürk döneminden beri asıl amaç Türkçenin geliştirilmesi, zenginleştirilmesi, geniş kitlelere sevdirilip işlenmesidir. TDK bu amacı gerçekleştirmek için kurulmuş olup, yirmi yıldan beri bunu akademik çalışmalarla ortaya koymaktadır. Ancak iki yıldır elinden tutan yoktur, daha verimli çalışabilmesi için zemin hazırlığı (kanunun çıkarılması) yapılmamaktadır. Yapılırsa, bilim adamlarının gayretleriyle elbette Türkçenin bilim dallarında gelişmesi görülecek, Türkçe bilim dili olarak kendini kanıtlayacaktır. Bu iş amatörlerle, uzman olmayan kişilerle, yarım aydınlarla yürümez. Gidilecek yol, Atatürk’ün sağlığındaki temel yapıyı, amacı yeniden yürürlüğe sokan bir yol olmalıdır; boşuna “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” dememiştir, büyük önderimiz… Politikaya, çıkar ilişkilerine girmeden ve sadece bilim yolunda giderek, Türkçeyi işleyerek başarıya ulaşabiliriz…

– Sayın hocam, değerli vaktinizi bize ayırdığınız ve sorularıma içtenlikle cevap verdiğiniz için teşekkür ederim.

 

|» Önemli Türkologlar Sayfasına Dön! « |

Not: İçerik, internetten alıntılanarak derlenmiştir…

Sınavlara Hazırlık Arama Robotu
YGS & LYS TEOG KPSS TUS KPDS Ehliyet Sınavı PMYO JANA

Seçim esnek olup ilgili alanları seçiniz, Örneğin ehliyet sınavı için branş olarak matematik seçmeyiniz :)