Prof. Dr. Sadık TURAL
(Hayatı)
Betül EYÖVGE YILMAZ'un Sadık TURAL ile yaptığı bir söyleşiden…
-Sayın Hocam, bize kendinizden söz eder misiniz?
7 Temmuz 1946 yılında türkiye Cumhuriyeti'nin yarattığı bir sanayi şehri olan Kırıkkale'de Kemal Beyin çocuğu ve beş kardeşin en büyüğü olarak dünyaya geldim. Hacettepe Üniversitesinde bilim hayatına başladım. Doktora, doçentlik ve profesörlük işlemleri ile unvanlarını da Hacettepe Üniversitesinde aldım. 1989 Aralıktan itibaren Almanya'da görev yaptım. Almanya dönüşünde Ağustos 1989 itibarıyla Gazi Üniversitesine geçtim. 1993 yılında Atatürk Yüksek Kurumunun bağlı kuruluşlarından Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığına getirildim. 14 Ağustos 2000'den beri de Atatürk Yüksek Kurumu Başkanlığını yürütüyorum. Evli, bir çocukluyum.
-Kitap ve dergi yayınlarınızdan bahseder misiniz?
Kendi imzamla yirmi bir, ortak çalışma hâlinde imzayla yirmi bir olmak üzere bir öbek kitabın sahibiyim. Divan, Yeni Divan, Erdem dergilerini bir süre yönettim; Arış ve Bilge dergilerini kurup yaşattım. Elliye yakın farklı dergide imzamı taşıyan fikirlerim ve yorumlarım ile biçimlenen yazılar yer aldı. Geniş bir yayınlar listesi bu sohbetin konusu olmamalı…
-UNESCO dâhil olmak üzere birçok kuruluşta da göreviniz var. Onlardan değil de aldığınız ödüllerden söz eder misiniz?
Gerek ülkemde gerek başka ülkelerde, yaptığımız çalışmaları ve hizmetleri yeterli bulan kadirbilir tutumların sonucunda, ödüller, armağanlar, üyelikler, teşekkür belge ve plaketleri aldım; ancak, bunları milletimin öz malı sayarım ve bunun listelenmesinden de hoşlanmadığımı ifade etmek isterim. Şöyle söylesem daha mı doğru olur, yoksa bir haset sağanağına muhatap mı olurum, bilmem; ama, içimden bu cümle geçer: Yaptıklarım ve yaşadıklarım başkaları tarafından araştırılmalı ve değerlendirilmeli. Bunların ifadesi benden çok, kadirbilir, insaf sahibi, kıskançlığa yenik düşmeyecek gelecek kuşaklarındır.
-Türk aydınlarının bir kavram kargaşası içerisinde olduğu bilinmektedir. Sizce Türk aydınının kavramlara yüklediği anlam kendi kültür birikimimize mi yoksa evrensel kültür değerlerine göre mi şekillenmelidir?
İnsan düşüncesi nasıl işleyişe geçiyor? Hafızanın desteğini alarak, duygu, düşünce ve hayalin bir davranış, bir tepki oluşturacak biçimde işleyişe dönüşmesi nasıl oluşuyor? Bunun üzerinde zaman zaman düşünürüm. Zihninizdeki milyarlarca odacığı açabilen anahtarlar var. Bu anahtarlardan bir kısmı, isimler, bir kısmı fiiller. İşleyişi asıl sağlayan, büyük kapıları açma gücüne sahip olan anahtarlar ise, kavramlar. Duygu, düşünce ve hayal dünyamızdaki büyük kapıların açılmasını, davranış ve tepkiye yol açan anlamlı işlemesini sağlayan da, kavramlar. Kavramlar, daha önce beyin denilen büyük sisteme kayıtlanmış bulunan bilgileri uyararak, yeni bilgilere, yeni yorumlara, yeni tepkilere, yeni davranışlara yol açıcı işlem ve işleyişleri sağlayan özel kelimeler. Bir kültürün göstergesi olan dilin en önemli yanı veya göstergesi, kavramlara yüklediğimiz anlamlardır. Beş tane kavramı örnek vererek fikrimizi delillendirelim: Anne, vatan, bağımsızlık, cumhuriyet ve şehit. Bu kavramların öncelikle Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan Türkler arasında, sonra da Türk dünyası olarak bilinen cumhuriyet ve topluluklar içinde kutsal sayılacak anlamları var. Bu kavramların tanımları veya kabul gören anlamları tarihî birikime dayanır, dayanmalı… Zihni bulaşıklı birtakım kimseler çıkıp, düşüncesi kirletilmiş bazıları bilim adına gürültü edip bu kavramların öz duyarlılığınıza, acı tecrübelere dayanan tanımlarını reddedebilir. Haydi bunlara iki kelime daha ilave edeyim: Namus ve aile. Bu iki kavram Türkler için, kültürümüzü derinlemesine ve genişlemesine yapılandıran ve sürdüren, belirleyici işlev taşıyan, gücü ve kuvveti hemen hissedilen kavramlar idi.
Son elli yıl içinde en önde bu yedi kavram olmak üzere temel kavramlar ve onların bağlı olduğu toplumluk işlevler, gözle görülür ölçüde yara aldı. Ortak bilincin, ortak aklın oluştuğu ve bir kültür belirleyicisine dönüştüğü toplumlarda, kavramların tanımları da, zihinde ortaya çıkan işleyiş gücü de, yüksek bir benzeşme gösterir.
Kültür ise, benzeştirme yoluyla çözülmeleri önleme gücünü işletebilme sonucunda bir bütünlük yaratmak değil midir?
Kültürün temeli, kavramlar ve kavramlara yüklenen anlamlardır. Bu tanımlanmış kavramların üzerine bilim, sanat, siyaset ve idare ile ticaret yaşantıları bina edilir. Bilim, sanat, siyaset, idare ve ticaretimizde bir çıkmaz varsa, onun temeli veya ana sebebi bağlı olduğu kavramlara verilen karşılıklardaki bulanıklıktır. Benzemeyi ve benzeştirmeyi sağlayan değer ve davranışlar, kültür koruyucusu şahsiyetlerin ve kurumların desteğinde yaşayabilir. Bizim toplumumuz ferdiyetten çok, şahsiyeti esas alan, toplumluk denetimin koruyuculuğunu bir taraftan örfe, bir taraftan şahsiyete bırakan özel bir yapıdır. Türk kültürü, gerek kırlık, gerek kentlik alanlardaki yerleşimde, son elli yılı bir kenara bırakırsanız, örfün ve şahsiyetlerin kurduğu bir zengin dünya idi. “Her şey mahvoldu” anlamında kötümser bir tavır ile değil, elimizdekilerin değerini bilerek, zenginliğimize sahip çıkarak, bize kaybettirilenlerin yerlerine yenilerini koyabilme başarısı göstererek, bağımsız Türk varlığının devamını sağlayalım demek istiyorum.
Türk kültürü gerek kavramları, gerek davranışları bakımından şahsiyetlere ve tarih içinden süzülüp gelen kendi birikimine dayanmalıdır. Bu birikim gerçek bir hazinedir.
-Şahsiyet kavramı size göre nasıl tanımlanabilir? Zamanın elinden tutan adam veya ufuk adam sözlerini şahsiyet kavramıyla aynı anlamda kullanabilir miyiz?
Kendi içerisinde ahenkli bir bütün oluşturacak biçimde bütünleşmiş ve ne yapabileceğini yahut ne yapmayacağını kestirebileceğiniz kadar kendi değerler bütününün uyumlu bir temsilcisine dönüşmüş insana şahsiyet demeliyiz. Şahsiyet sahibi insan, bir alana ait temsil yeteneğiyle öne çıkabilir ve en sonunda da diğer insanların ufkunda bir nirengi noktasına dönüşebilir. Ancak böyle bir ifadeden, toplumun içerisinde şahsiyetlerin çok az olduğu türünden bir anlam çıkarılmasından da korkarım. Din, edebiyat, siyaset, askerlik, ticaret, bilim, idare alanlarından birine ait şahsiyetler, bir toplumun içerisinde yan yana ve iç içe yaşarlar. Kendi içerisindeki bütünlüğü çok belirgin olanlar ise öne çıkarlar. Bazen de tarih onların toplumun önüne atılmasını ister, önder olurlar. Türk kültürü bu anlamda bayrak şahsiyetlerle devletleşmiş, bağımsızlık sahibi olmuş, kültürünü korumuş, varlığını sürdürmüş bir özel yapıdır.
Betül Hanım, şahsiyetler hem zamanın elinden tutan insanlardır, hem de bir yerin, bölgenin, hatta ülkenin ufkuna yerleşen kişilerdir. Benden izin istemediğinize göre her türlü kullanıma herkesin hakkı vardır.
-Şahsiyetin değerler bütünü içerisinde Türk dilinin yeri nedir?
Bu halka mensup olduğunu herkesin bildiği, gerçek şahsiyetlerin, Türk dili konusunda da duyarlı oldukları görülür. Yeni bir tanım yapayım ister misiniz? Şahsiyet, tarihin ruhunu, toprağın ruhunu ve ataların ruhunu duyarak, o ruhlardan aldığı söylemlerin biçimlendirdiği bir sorumluluk ve görev anlayışını benimseyen insandır. (Yeri gelmişken mübarek insan Atatürk'ün ‘Atalarımızın ruhu beni göreve çağırıyordu.' sözünü hatırlatayım). Böyle bir sorumluluk ve görev anlayışı içinde, bağımsız bir siyasi cumhuriyet kurmak veya korumak önemli bir yer tutar. Gerçek şahsiyetler için, siyasi cumhuriyetin bağımsızlığını kurmak ve korumak görev ile sorumluluğu kadar düşünce cumhuriyetinin, kültür cumhuriyetinin, kısacası Türkçe cumhuriyetinin bağımsızlığının korunarak dil devletine dönüştürülmesi de, bir görev ve sorumluluk alanıdır. Türk diline karşı duyarlılığını bilince dönüştürmemiş olan kimselerin ve Türkçe cumhuriyetinin bağımsız ve güçlü bir düşünce ve ifade devletine dönüşmesinde görev ve sorumluluk üstlenmeyen kişilerin sayıca artması kadar tehlikeli bir şey yoktur.
-Türk dili, Türk aydınının zihninde, muhayyilesinde ve eserinde hangi dönemlerde bir problem olarak yerini almıştır?
Komşu kültürlere aşırı saygı duyanların veya öz kültürüne karşı saygısını yitirmiş olanların sayıca arttığı, yönetime büyük etkide bulunduğu dönemlerde… Şair adını verdiğimiz özel insanların, Türk dilini, ana sütüne dönüştürme yönünde, Türkçeyi duyarlılığımızın bayrağı yapma yönünde bir bilinç göstermedikleri zaman… Bilim adına konuşanların, bilim dilinin Türkçe olmasını istemedikleri veya Türkçeyi bu konuda yetersiz bulduklarını ifade etmekten utanmadıkları zaman… Eğitim ve öğretimin Türkçe ile temellendirilmiş bir dünyaya dönüşmesinin devlet amaçlarından biri olmaktan çıkarıldığı zaman… Dilin – ve dinin – cemaatleşmeye, ideolojik ayrışmaya kurban edildiği zaman… Kısaca söylemek de mümkün: Aydın olanların, dil bilincini, dilin tarih içinden gelip gitmekte olan işlevini unuttukları, bu konudaki duyarlılıklarını yitirdikleri zaman, Türk dili dertlere düçar oluyor. Aydınımız Türkçeci olmak, Türkçe cumhuriyetini korumak zorundadır.
-15. yüzyılda “Türkçe söyleyeceğim diye dilimde tüy bitti” diyen şairle, hikâyelerinde Türkçeyi bir çatışma alanı olarak ele alan Ömer Seyfettin ve yine bu yönde eserler veren Ziya Gökalp'i dikkate aldığınızda neler söylersiniz?
Toplumun geniş kitleleri Türkçenin korunmasından, incelenmesinden ve zenginleştirilmesinden sorumlu değildir. Sorumlu olanlar, öncelikle dil bilginleri ile edebiyat eseri veren büyük sanatçılardır. Sonra da, insan eğitimini veya bir bilim dalını seçenler, en sonra da siyasetçi ve idareci olanlardır… İşaret ettiğiniz bu büyük şahsiyetler, Türkçe bilincinin kendilerini göreve ve sorumluluğa davet ettiği andan itibaren, gereğini yapmış olanlardır; bu yüzden de, onlar kültür tarihimizdeki, milletimizin hafızasındaki şerefli yerlerini almışlardır. Bugünün sanatçısı açısından ise, durum sanıldığı kadar kötü değildir. Şiir kitaplarındaki kelime/tür sayısı 20.000'den aşağı düşmeyen, romanlarındaki kelime/tür sayısı 40.000'den yukarı olan edebî şahsiyetlerin ve eserlerinin sayısı arttıkça Türkçenin sıkıntısı azalır. Tabiidir ki, sanatçıların şiir, roman, hikâye, tiyatro ve senaryo dillerinde zenginliği dikkatle kullanıp Türkçe Sözlük'ümüzü yeni baştan fethederek eserlerine taşıyıp, bir Türkçe cumhuriyeti kurmalarını isteriz; Eğitim Bakanlığımızın da, Kültür Bakanlığımızın da bu konudaki çalışma ve hizmetlere aykırı düşmeyecek türden zenginleştirici, güçlendirici, alkışlayıcı, yüreklendirici destekler vermesini ister ve bekleriz.
-Son dönemlerde bazı kişiler gerek çocuklarına gerek iş yerlerine ad koyarken yabancı kökenli kelimeleri tercih ediyorlar. Kendilerine bu durumun yanlış olduğu söylenince de “dünyayla bütünleşme, evrensellik bunu gerektiriyor” şeklinde açıklama yoluna gidiyorlar. Bu düşüncelerin altında kendi kültürüne karşı iman zayıflığı, kanaat ve bilgi eksikliğinin yattığı söylenebilir mi?
Her kültür, mensuplarını tarih içinde devam edebilen bağımsız bir varlık sahibi kılmaya uğraşır. Her kültürün insanlara verdiği değerler ve davranışların arkasında, başka kültürlerle ezilip yok olmamak, başkalaşmamak hedefi var. Yabancılaşma, özüne aykırı düşme, yaradılış sebebi ve işleviyle ahenksiz, hatta aykırı konuma gelme, kendi olmama durumudur. Kendi olmama yönündeki çözülmenin başladığı yerde, hastalanma ortaya çıkmış olur.
Sağlıklı bir bedenin her organı, diğerini benimser ve onunla ahenkli bir bütünlük oluşturma yönünde kendine düşeni yapar. Toplumun içinde kendi dilini koruma yönündeki bilinç kırılması, bir duyarlılık çözülmesi, bilgisizlikten kaynaklanabileceği gibi, züppelikten de doğabilir. Toplumun kültür sağlığı, dil sağlığıyla temellenmiş bir dünyadır. İnsanlar ayrı bir dünya, maymunlar ayrı bir dünyadır. İnsanları çok başarılı biçimde taklit ettikleri noktada bile onların maymun oldukları gerçeği ortadan kalkmaz. Maymunluğu benimsemiş marjinal grupları ciddiye almayabilirsiniz. Nasıl söylüyor olurlarsa olsunlar…
Ad bilgisi önemli bir dil bağımsızlığı göstergesidir. Türk kültüründe insan isimleri için üç kaynak var: İslam kültüründen doğan Hz. Peygamberin, sahabenin önde gelen ve azami kırk kişisinin adları; dinler tarihinden gelen ve Arapça telaffuzuyla bize yansıyan isimler… Bu iki kaynaktan gelen kişi adları yanında; Türkçe veya Türk tarihinden gelen isimler… Yeni doğanlara isim koyarken çok dikkatli olunmalı… İnsan isimlerinde temiz Türkçenin, güzel Türkçenin imkânlarından yararlanılmalı, Türk Dil Kurumunun Genel Ağ (İnternet)'a yüklediği Türk ad bilgisi listelerine bakılmalı… İş yeri adları ve özellikle yer adları ise, ülkeye vurduğumuz kültür mührüdür, Türk damgasıdır. Bunu başaramazsak, başkaları damgasını ve mührünü iş yerine, mekân dünyamıza vurursa, bizim kültür bağımsızlığımız tartışmalı hâle gelir, siyasi cumhuriyetimiz sözden ibaret kalır, siyasi bağımsızlığımız tehlikeye düşer…
-Türk dili günümüz yazar ve şairleri tarafından dilin sosyolojik, psikolojik ve felsefi yönü dikkate alınarak etkin bir biçimde işlenebiliyor mu? Sizce Millî Edebiyat Dönemindeki bu heyecan bugün de varlığını sürdürüyor mu?
Yazılı ve görüntülü iletişim araçlarının Türkçeye karşı çok özensiz, duyarsız, hatta bilinçsiz bir yaklaşımla biraz zarar verdiğini, bu zararın 1980'li yılların başından 21. yüzyıl başına kadar sürdüğünü söylesem şaşırır mısınız? Ne zaman ki, yabancı strateji merkezleri, Türkiye ve Türk dünyasındaki beklentilerinin bir kısmının Türkçe ve Türk alfabesi ile ilgili olduğunu, bunları değiştirme yönünde bize emirler vermeye kalktığını açıkça ortaya koydu, birtakım insanlarımız ayıldılar, uyandılar. Bugün şairlerimizin, yazarlarımızın aralarındaki her türlü ayrılığı ve ayrışmayı bir kenara bırakarak, bütünleştikleri tek konunun Türkçenin korunması olduğunu görmekten büyük bir mutluluk duymalıyız. Türkçenin, hem kişi hem toplum hayatındaki yerini, değerini, işlevini bir sorumluluk ve görev sayan edebiyat ve bilim adamları üzerine düşenleri yapıyorlar. Türkçeden bilim dili olmaz diyen düşünce ve şeref yoksulları ise artık ortada yoklar, yok olup gittiler.
Türk Dil Kurumu, -2007'de- kuruluşunun 75. yılında 1923 ve sonrasında doğmuş ve Türkçe cumhuriyetinin kurulmasına hizmet etmiş, eserlerinde en az 40.000 kelime kullanmış nesir yazarı, edebiyat ve bilim adamlarıyla, en az 20.000 kelime kullanmış şairlere büyük ödüller vermeli. Her vatandaşımız bu ödüllere aday gösterilebilmeli. 2005 yılı aday gösterebilme yılı olmalı, 2006 yılı eserlerdeki kelime/tür sayısının Türk Dil Kurumunca değerlendirme yılı olmalı, 2007 yılı ise ödüllerin dağıtılma yılı. Atatürk'ümüzün ruhuna karşı Türk Dil Kurumu, saygısını, sevgisini ve borcunu bir parça da olsa böylece ödemiş oluruz diye düşünüyorum.
Şairin çığlığı geliyor kulaklarıma:
Gezdim seyreyledim Frengistanı,
İlleri var bizim ile benzemez,
Levin tutmuş gonceleri açılmış,
Gülleri var bizim güle bezemez.
Diyordum ya, kültür benzeştirmeyi sağlayan değerler, benimseyişler, reddedişler, davranışlar toplamıdır diye; şair benzeşmenin göstergesinin öncelikle dil sonra da güzellik anlayışımız olduğuna ne güzel işaret ediyor.
Millî Edebiyat Dönemine ait heyecan da, 1932-1938 yılına ait heyecan da yok… Niye yok der iseniz, cevabım kolay… 1908-1933 yılları arasındaki atalarımızın siyasi bağımsızlık, kültür bağımsızlığı konusundaki bilinçleri de dilimizi edebiyatın bilimindeki yapma duyarlılığı da bugünden daha fazla idi. Emperyalizmin oyunlarına gelmeyecek, tuzaklara düşmeyecek bir bilinç yaygındı. Merkezî yönetim ve merkezî denetimi güçlendirerek siyasi bağımsız cumhuriyeti, kültürel bağımsız cumhuriyet yapmak o aydınların vazgeçilmez hedefi idi… Şimdi ise gürültüsü duyulan, uygarlık adına aykırılık, özgürlük adına azgınlık… Ah Büyük Nutuk'un son üç sayfasını herkese tekrar tekrar okutma gücümüz ve imkânımız olsa… Dili zenginleştirmek, işlemek ve bağımsızlaştırmak isteyip istemeyenleri sonra sorsak…
Estetik duyarlılığımızın, dil bilincimizin, Atatürk'ümüzün beklediği ve istediği yönde bağımsız bir Türkçe cumhuriyetine dönüşmesi için, bestekârlarımızın Türkçeye saygısını göstermede Münir Nurettin Selçuk, Saadettin Kaynak gibi, Yıldırım Gürses, Barış Manço, Cem Karaca gibi besteci yorumcuların, Sezen Cumhur Önal gibi melodiyi Türkçeyle taçlandırmaya ömür adayanların sayısını arttırmak gerekir.
-Türk Dil Kurumunun çalışmalarını nasıl buluyorsunuz?
Hiç şüphesiz alkışlanmaya değer buluyorum. Ancak Türkçe Sözlük'teki hataların giderilmiş hâliyle hem Genel Ağ'da (İnternet'te), hem de yeni bir baskıyla ortaya çıkmasını istiyor ve bekliyorum. Diğer taraftan bu baskıda, gerçeğimsi kelimesi de dâhil yeni karşılıkların yer aldığı ve madde başında olmadığı hâlde madde başına taşınması gerektiği türden eklemelerle 101.000 kelimelik bir zenginliğin ortaya konulmasını bekleyenlerden biri de benim.
Önemle vurgulamak istediğim bir konu var. Türkçenin eğitim ve öğretiminin, üniversitelerimizde kavram, terim, yöntem ve araçlar yönünden yeterince incelenip, değerlendirilip öğretildiğinden şüphem var. Türk Dil Kurumunda Türkçenin eğitimi ve öğretimi ile ilgili ayrı bir kol oluşturularak söz varlığımızın anaokullarından üniversitelerin sonuna ve bilim yapan insanlara kadar herkesin, duygu, düşünce, hayal ve davranış dünyasını nasıl biçimlendirmesi gerektiği yönündeki değerlendirme ve önerilerin de bu koldan ortaya çıkmasını bekleyenlerdenim. Bu seneki büyük kurultayımızın bir günlük çalışmasının ise, bu alana ayrılmasını diliyorum. Hüseyin Ağca, Murat Özbay, Nusret Alperen, Sani Adıgüzel, Mesiha Tosunoğlu, İdris Karakuş, Hayrettin Parlakyıldız gibi Türkçenin eğitim ve öğretimine kendini adamış, doktora yapmış insanlardan yararlanılması doğru olurdu diye düşünüyorum. Bu konulardaki görüşlerimi Türk Dil Kurumunun sorumluluk bilinci yüksek değerli Başkanı Halûk Akalın'a arz ettim. Yapılacak iş çok…
-Sayın Hocam, değerli vaktinizi bize ayırdığınız için teşekkür ederim.
|» Önemli Türkologlar Sayfasına Dön! « |
Not: İçerik, internetten alıntılanarak derlenmiştir…