Özet
Jan Valjean, yoksul bir köylüdür, ailesini doyurmak amacıyla çaldığı –yalnızca- bir somun ekmekten dolayı kürek cezasına çarptırılmış, defalarca kaçma teşebbüsünde bulunduğundan cezası katlanmış ve on dokuz senelik hapisten sonra inançlarını yitirmiş, topluma öfke ve kin duyarak tahliye olmuştur. Sefil bir halde geldiği “D” kasabasında, kasabanın piskoposundan gördüğü iyilikle aydınlanır ruhu.
Hayata ahlak ve fazilet sahibi iyiliksever bir insan olarak yeniden başlayan Valjean, Fransa'nın kuzeyinde ucuz mücevher imalatçılığı yaparak yaşamaktadır şimdi; geçmişini gizlemiş, zenginleşmiş ve herkesin sevgisini kazanıp kasabanın belediye başkanı olmuştur. Valjean'ın gizlediği geçmişten şüphelenen detektif Javert, araştırmaya koyulur ve “D” kasabasındaki hırsızlık olayına kadar ulaşır. Oysa, isim benzerliğinden, bir başkası Jan Valjean'ın yerine tutuklanmış, mesele kapanmıştır. Ne var ki Valjean'ın ahlakı, kendi yerine bir başkasının hapsedilmesine izin vermez. Teslim olur ve yeniden küreğe gönderilir.
Aradan bir kaç yıl geçtikten sonra bir kez daha kaçmayı başaran Valjean, teslim olmadan önce sakladığı –namusuyla kazanılmış- paralarını alır, Fantiana'nın kızı Cosette'i bulur ve bir manastırda bahçıvan olarak çalışmaya başlar. Evlat edindiği Cosette ise rahibe okuluna gitmektedir. Müfettiş Javert'ten kurtulmuş gibidir Jan Valjean. Bu sakin hayat, Cosette'in genç ve güzel bir genç kız olmasıyla değişir. Babası Napolyon ordusunda subaylık yapmış bir delikanlı; Marius'a aşık olmuştur Colette. Zengin dedesi tarafından büyütülen Marius, 1832'de isyan eden sosyalistlerin safındadır. Her zaman haklıdan yana olan Jan Valjean da öyle. Paris kanla yıkanırken, Javert ile Jan Valjean karşı karşıya gelirler. Valjean Javert'in hayatını bağışlar. Ancak bu yüce gönüllük karşısında bütün inandığı değerleri yıkılan Javert, intihar eder. İsyancıların durumu da pek parlak değildir. Marius ağır yaralanır ve Valjean tarafından kurtarılır. Cosette'in bu genci sevdiğini anlayan Valjean, onun eski bir kürek mahkumunun kızı olarak bilinmesini istemez ve ortadan kaybolur. Oysa Marius, hayatını kurtaran kişinin Valjean olduğunu öğrenmiştir. İki genç, son anlarını yaşayan Valjean'a koşarlar….
Jan Valjan ekmek çaldığı için beş yıl kürek cezası ile cezalandırılır. Birkaç kere kaçmaya kalkıştığı için cezası ağırlaştırılır ve 19 yıl hapiste kalır. Çok güçlü bir insan olan Jan Valjan, hapiste iyi duygularını kaybetmiş gibidir. Hapisten çıktıktan sonra, mahkum olduğunu gösteren belge yüzünden herkes ona kötü davranır. Rahip onu evine alır. O ise evden gümüş takımları çalar. Fakat yakalanır. Rahip şikayetçi olmaz ve ona iki de gümüş şamdan hediye ederek onlardan elde edeceği parayı namuslu adam olma yolunda harcamasını ister. Bu olay Jan Valjan için bir dönüm noktasıdır. Madlen adıyla iş hayatına atılır, zengin olur. Fanten adında düşmüş fakat ruhça temiz bir kadına ve kızına yardım eder.
Polis müfettişi Javer, birden ortaya çıkan ve kısa zamanda zengin olan herkesin “Baba” dediği Madlen'in kim olduğunu merak eder ve Madlen Baba'nın aslında Jan Valjan olduğunu anlar ve Jan Vanjan'ı ihbar eder. Ancak ihbarın yanlış olduğu ve Jan Valjan adında birinin hapiste bulunduğu mahkemece tespit edilir. Bunu öğrenen Madlen Baba (Jan Valjan) teslim olur ve hapiste Jan Valjan sanılan mahkumun kurtulmasını sağlar. Hapiste bir gece kaldıktan sonra kaçarak bir limandan denize atlar ve herkes onun öldüğünü sanır. Fakat müfettiş Javer öyle düşünmez. Jan Valjan, Fanten'e verdiği sözü tutmak üzere Fanten'in kızı Kozet'i bulur ve onu büyütür.
Müfettiş Javer onları takip etmektedir. Takip edildiğini anlayan Jan Valjan kaçarak, Kozet'i yatılı olarak bir kiliseye verir ve kendiside o kilisenin bahçıvan yardımcısı olur. Bay Jilnorman adlı birisi torunu Maryüs'ü büyütmektedir. Maryüs avukat olmak için çalışıyor ve dedesinin yanında kalıyordu. Ancak bir tartışma sonucunda Maryüs dedesinin evini terk ederek bir süre Sen-Jak otelinde kalır. Maryüs, borçlanmamak için otelden ayrılarak arkadaşı Kurfeyrak'ın odasına taşınır ve eğitimini tamamlayarak avukat olur. Bir gün Maryüs Lüksemburg parkında dolaşırken Kozet'i görür ve ona ilk bakışta aşık olur ve onu her gün görebilmek için bu parka gelir. Maryüs ile Kozet arasındaki ilişkiyi fark eden Jan Valjan bu ilişkiyi istememektedir ve oturdukları evden taşınırlar. Fakat Maryüs onları yine bulur ve Maryüs ile Kozet gizli gizli buluşurlar.
Bazı kişiler Krala karşı ayaklanırlar. Bunların içinde Maryüs de vardır. Daha sonra olaylar arasında Müfettiş Javer devrimcilerin tutsağı olur. Devrimcilerin arasına katılan Jan Valjan, Müfettiş Javer'i kurtarır. Jan Valjan, bir çatışma sırasında yaralanan Maryüs'ü kurtarır. Ancak Müfettiş Javer ikisini de yakalar. Müfettiş Javer kendisini devrimcilerin elinden kurtaran Jan Valjan ve Maryüs'ü serbest bırakır ancak görevini yerine getiremediği için intihar eder. Maryüs iyileşir ve Kozet ile evlenir. Zaman içerisinde iyice yaşlanan Jan Valjan da ölür.
Yazar, bize bir insanın hapisten çıktıktan sonra insanlara kendini kabullendirmek için çektiği güçlükleri ve insanların onu dışlamalarını anlatmış. Ayrıca insanlığın, yoksulluk sorunuyla gelen sefilliğine de değiniyor.
Şahıslar ve Olaylar
JAN VALJEAN: Ekmek çaldığı için hapse giren, 19 yıl sonra hapisten çıkan ve herkese karşı iyilikler yapmaya başlayan adam.
COSETTE: Fantiana'nın kızıdır. Jan Valjean tarafından evlat edinip Marius'la evlenen kız.
MARİUS: Cumhuriyet'i savunan bir babanın oğludur fakat babasını tanımaz. Ayrıca Cosette'le evlenir.
JAVERT: Mesleğine aşırı bağlı olan ve Jan Valjean'ı yakalayan polistir.
Büyük Fransız Şair ve yazarı Victor Hugo, Fransa tarihinin en çalkantılı günlerinde, 1802'de geldi dünyaya. Babası, Napolyon ordusunda generaldi imparatorun parlak döneminde önemli görevlerde bulundu, bir çok dış ülkeye seyahat etti ve Madrit'te valilik yaptı. Anne ve babası arasındaki bitmek bilmeyen geçimsizlikler, yinelenen ayrılıklar nedeniyle, Hugo genellikle annesinden uzak kaldı ve babası ile yaşadı. İlkokula da İspanya'da başladı. Ancak, İspanyol aristokratlarının çocuklarını kabul eden bu okulda, sonradan soyluluk unvanı almış bir burjuva generalin oğlu olması, alay konusu edilerek dışlanmasına yol açtı. Yazarların ürünleri ile yaşam öyküleri arasında ilişki kurmak eğilimindeki araştırmacılar, İspanyol okulunda geçen günlerin, Hugo'nun aristokrasiye bir yandan hayranlık duyup bir yandan da nefret etmesi gibi gerilimli bir duyguya kapılarak liberal-demokratik ilkeleri seçmesinde büyük rol oynadığını iddia etmişlerdir..
Napolyon'un imparatorluktan düşmesi ile birlikte Hugo ailesi için zor günler başladı. Babası Paris'e döndü. Maddi sıkıntılar ve toplumsal çalkantılar içerisinde, eğitimini düzgün bir biçimde sürdüremedi Hugo, ama kendi kendine okumayı sürdürdü, hatta ilk şiirlerini yazması da bu yıllara denk düşer. Annesinin ölümüyle sefaletin eşiğine gelen Hugo'yu bu güç durumdan kurtaran yirmili yaşlarda yayınlanan -kraliyet yanlısı- şiirleri oldu; XVIII.Lois tarafından aylığa bağlandı, Chateaubriand'ın ilgisini çekti ve romantik akımı benimsemesinden sonra parlak bir kariyerin kapısını araladı.
1827'de “Cromwell” ve 1830'da “Hernani” oyunları, -tıpkı Namık Kemal'in “Vatan Yahut Silistre”sinin Osmanlıda yarattığı- isyana benzer bir heyecan uyandırdı Paris'te.
Hugo'nun ilk romanı ise “Notre Dame'ın Kamburu”dur(1831). Bugün okunduğunda, yazarın en yüzeysel ürünü olarak değerlendirebileceğimiz bu romanın nispi başarısızlığı, Hugo'nun maddi nedenlerle yayınevinin ısrarına boyun eğerek metnini çok kısa bir sürede tamamlamak zorunda kalmasındandır. Yine de, Hugo'nun yükselen ünü, bu kitabının da sevilerek okunmasını sağlamıştır Fransa'da.
1831-1941 arasında çok sayıda şiir, piyes ve roman yazdı Hugo, 1841'de Fransız Akademisine seçildi. 1848 ihtilalinden sonra Cumhuriyetçi saflara geçti ve Cumhurbaşkanlığı için aday bile oldu. Kendisi seçilemedi, ama seçilen Louis Napolyon'u destekledi. Ancak bu Napolyon da imparatorluğunu ilan edince, Hugo 1851'de Fransa topraklarını terk ederek –yirmi yıl sürecek gönüllü bir sürgünü geçireceği- Channel Adaları'na yerleşti. Burada yazdığı “Sefiller”(1861), onun en çok tanınan ve sevilen eseridir. İmparatorluk dönemi sona erip Üçüncü Cumhuriyet kurulunca, Victor Hugo, Paris'e bir kahraman olarak döndü. Millet meclisine seçildi, ama politikadan çok edebiyatla ilgilenmeyi tercih etti. 1855'de öldüğünde, büyük bir törenle Pantheon'a gömüldü.
19.yy Paris'inden insan manzaraları; “Sefiller” romanı, roman kahramanları; kürek mahkumu Jan Valjean ve polis müfettişi Javert arasında sürüp giden bir kovalamacanın hikayesi üzerine kuruludur.
Not: İçerik, internetten alıntılanarak derlenmiştir…
[accordions title=”Sefiller İlk 10 Sayfa :” active=1 event=”click”]
[accordion title=”1. Sayfa”]Digne Piskoposu olan Charles François Bienvenu Myriel, tak¬vimler 1815 yılını gösterdiğinde 75 yaşındaydı. Piskoposluk görevini 1806 yılından beri sürdürüyordu. Piskopos, Digne'e kendisinden 10 yaş küçük olan hiç evlenmemiş kardeşi Babtistine'i ve hizmetçisi Mag- loire, hem piskoposun hem de Bayan Babtistine'in hizmetindeydi.
Kente geldiğinde, halk Bay Myriel'a gereken konukseverliği gös-termiş ve onu piskoposluk binasına yerleştirdikten sonra çalışmaları¬nı merakla beklemeye başlamışlardı. Bina, hastanenin yanındaydı. Geçen yüzyılın başında inşa edilmiş büyük, krallara yakışacak bir taş yapıydı. Hastane ise, piskoposluk binasının aksine, alçak, iki katlı ve bahçesi olan bir evdi.
Kente gelişinin üçüncü gününde piskopos, hastaneyi ziyaret et¬tikten sonra hastane müdürünü evine çağırtıp sordu:
“Sayın müdür, şu anda hastanenizde kaç hasta var?”
[/accordion]
[accordion title=”2. Sayfa”]”Sayın monsenyör, yirmi altı hastamız var,” diye yanıt verdi müdür.
“Doğru. Bende yirmi altı kişi saymıştım.”
“Yataklar birbirine oldukça yakın,” diyerek yakınmaya başladı müdür.
“Farkındayım,” dedi piskopos.
Müdür yakınmasını şöyle sürdürdü:
“Ayrıca hastalıktan yeni kalkmış hastalar için bahçemiz de çok küçük.”
“Sizinle aynı görüşteyim.”
Bu görüşme, Piskopos Myriel'ın evinin yemek odasına geçiyor¬du. Piskopos bir an sessiz kaldıktan sonra:
“Sayın müdür, bu odaya kaç yatak sığar acaba?” diye sordu.
Hastane müdürü şaşırmıştı.
“Monsenyörün yemek odasına mı?” diye soruyla karşılık verdi.
Piskopos ise, odayı ölçüyormuş gibi göz gezdirdikten sonra sesi¬nin tonunu biraz yükselterek:
“Bakın burada gözle gayet net görülen büyük bir yanlışlık var. Siz yirmi altı kişi, üç beş küçük odada kalıyorsunuz. Bizse burada üç kişiyiz, ama gerçekte altmış kişilik yer var. Bir değiş tokuş yapalım. Bana hastanenin binasını verin. Siz de bu binaya geçin.”
Piskopos ertesi günü hastaneye, yirmi altı hasta da piskoposluk binasına yerleşmiş ve böylece değiş tokuş olmuştu.
Bayan Baptistine bu değişikliği sakinlikle karşılamıştı. Bayan Bap- tistine ağabeyisini sevip saydığı için dediklerini dinler ve yaptıklarına karşı çıkmazdı. Bu işe bir tek hizmetçi mırın kırın etmişti.
Yoksul halk piskoposun en anlamlı adlarından biri olan Mon – senyör Bienvenu (Hoşgeldi) adını seçmiş ve bu şekilde seslenmeye başlamıştı. Monsenyör de bu adla anılmasına çok sevindi. Piskopos [/accordion]
[accordion title=”3. Sayfa”]taşrada doğduğu için Güneylilerin dilini çabuk benimsemişti ve bu da halkın gönlünü kazanmakta önemli bir adım oldu.
Kilisedeki dua saatlerinden sonra boş kalan zamanlarını yoksul¬lara, hastalara ve çalışmalarına ayırırdı. Piskopos bahçesiyle uğraş¬mayı, kitap okumayı çok severdi.
Piskoposu bütün halk çok severdi. Gittiği yerlere sanki ışık saçar¬dı. Çocuklar ve yaşlılar onu görmek için saatlerce beklerlerdi. Pisko¬pos onları kutsar, onlar da piskoposa dua ederlerdi.
Piskoposun oturduğu ev arka tarafında bahçesi olan iki katlı bir evdi. Kardeşiyle hizmetçisi üst katta, piskopos da zemin kattaki oda¬ları kullanırdı. Bu odaları yemek odası, yatak odası ve dua odası ola¬rak kullanırdı. Dua odasına misafirleri için bir divan koymuştu. Bahçesine de ahır yapmıştı ve iki inek besliyordu. Temizlikte karde¬şi ve hizmetçisinin üstüne yoktu. Piskoposun tek lüksüydü bu. Bu – nunla birlikte bir de çok eskiden kalma bir kepçesi, iki tane gümüş şamdanı ve altı tane de gümüş yemek takımı vardı. Misafirleri gelin¬ce şamdanlara mumlar yerleştirilir ve şöminenin üstüne konurdu. Misafir yemeğe gelmişse, bu şamdanlar masaya konurdu.
Evin kapısı yalnızca mandalla kapanıyordu. Günün her saatin¬de herkes kapıyı itip içeri girebilirdi. İki kadında bundan çok korku – yorlardı, ama bunu söyledikleri zaman:
“Odalarınızın kapılarına kilit taktırın,” diyordu piskopos.[/accordion]
[accordion title=”4. Sayfa”]1815 yılının Ekim ayının ilk günlerinde, güneş batmak üzere iken, yolculuk yapan bir adam kente geldi. Pencerelerinden dışarıyı seyreden kent sakinleri, eski püskü kıyafetli bu adama şaşkınlıkla ba¬kıyorlardı. Yolcu kırk yaşlarında iri yarı bir adamdı. Sırtında bir asker çantası elinde de uzun bir değnek vardı. Sakalı uzun, saçı ise kısa kesilmişti. Kentte bu adamı tanıyan yoktu. Giysileri toz içindeydi, bü¬tün gün yürümüş ve çok yorulmuşa benziyordu.
Poichevert Sokağı'ından sola dönüp belediye binasına girdi. Kı¬sa bir süre sonra binadan çıktı.
* * *
Digne'de Jacquin Labarre'nin sahibi olduğu çok güzel bir otel vardı. Adam bu otele doğru yürüdü. Otelin mutfak kapısından içeri girdi. İçeriden çok güzel yemek kokuları geliyordu. Otel sahibi kapı¬nın açıldığını duydu ve adama bakmadan sordu:
“Buyurun beyefendi, ne istiyorsunuz?”
“Yatak ve biraz da yemek yemek istiyorum,” dedi yolcu.
Otel sahibi:
“Bundan kolay ne var bayım,” dedi ve adama baktı. Adamı bu kıyafetlerle görünce ekledi: “tabii paranız varsa!”
“Param var,” diye yanıt verdi yabancı adam.
“O zaman buyurun,” dedi otel sahibi.
Adam alçak bir iskemleye oturdu ve:
“Yemek ne zaman yenilecek?” diye sordu.
Otelci: “Birazdan” diye yanıt verdi.
[/accordion]
[accordion title=”5. Sayfa”]Otel sahibi, yolcunun arkasına döndüğünü gördüğünde cebin¬den bir kalem çıkarıp eski gazetenin üzerine bir şeyler yazdı. Bu yaz¬dığı kâğıdı çırağa verip kulağına bir şeyler söyledi. Çırak da kâğıdı aldığı gibi belediye binasına doğru koşarak gitti.
Bir süre sonra çocuk geri geldi ve otel sahibine başka bir kâğıt uzattı. Otelci bu kâğıdı dikkatle okudu. Bir süre düşündükten sonra yabancı adamın yanına yaklaştı:
“Sizi kabul edemem,” dedi yolcuya.
Adam şaşırmıştı:
“Ne? Paramı ödemem diye mi korkuyorsunuz? Param var, is¬terseniz peşin verebilirim.”
“Hayır, o yüzden değil…”
“Peki o zaman ne?”
“Boş odam kalmamış.”
“Ahırda yatıramaz mısınız beni?”
“Olmaz. Çünkü ahırda atlarım var.”
“Peki bunları yemekten sonra konuşsak…”
“Size yemek veremem bayım.”
“Ama çok açım. Sabahtan beri yürüyorum. Parası ne ise vere¬ceğim, bana yemek verin.”
“Yemeğim yok.”
Adam parmağıyla ocakta pişen yemekleri göstererek güldü:
“Peki bu pişenler ne?” diye sordu.
“Bunlar içerideki müşterilerin?” “Kaç kişi var içeride?”
“On iki.”
“Burada en yaz yirmi kişilik yemek pişiyor.”
[/accordion]
[accordion title=”6. Sayfa”]”Hepsinin parasını önceden ödediler.”
Adam sakin tavırla:
“Karnım aç ve ben burada kalacağım,” dedi.
Otel sahibi bunun üzerine adamın kulağına yaklaştı ve sert bir şekilde:
“Defolun!” dedi.
Adam tam konuşacağı sırada otel sahibi gözlerini açarak:
“Bu kadar konuşmak yeter. Adınızı söylememi ister misiniz? Siz Jean Valjean'sınız. Kim olduğunuzu da biliyorum. İçeri girdiğinizde sizden şüphelenmiştim. Belediyeyi sordum ve işte yanıtı bu kâğıtta. Okuma yazmanız var mı?” dedi ve kâğıdı adama uzattı.
Adam kâğıda bir göz attı. Otelci:
“Herkese kibar davranırım ben. Gidin buradan!” dedi.
Yolcu çantasını alarak ağır ağır yürümeye başladı. Caddeye çık¬tı, arkasına hiç bakmadan yürüyordu. Arkasına bakarsa otelcinin müşterilere, yoldan geçenlere bir şeyler söylediğini görecekti. Yürü¬meye devam etti, barınacak bir yer bulurum düşüncesiyle çevresine bakıyordu. Biraz ileriden ışık geliyordu. Burası meyhaneydi, aynı za¬manda da oteldi. İki kapısı vardı, biri sokağa açılan kapı, diğeri ise bahçeye açılan kapıydı. Sokak kapısından girmeye cesaret edemedi, bahçe kapısından girdi. Meyhaneci:
“Kim o?” diye sordu.[/accordion]
[accordion title=”7. Sayfa”]”Yemek ve yatacak yer arayan biri.”
“Tam yerine geldiniz bayım.”
Adam içeri girdi, meyhanedeki herkes ona bakıyordu. Çantası¬nı yere bıraktı. Meyhaneci:
“Yaklaş, biraz ısın, üşümüşsündür. Yemek de pişmek üzere.””
Adam ocağın yanına gidip oturdu. Orada bulunanlardan biri ba-lıkçıydı ve meyhaneye gelmeden önce atını Labarre'a bırakmıştı. Ya¬rım saat önce Labarre'la müşterileri arasındaydı. Meyhaneciye göz kırptı, meyhaneci adama yaklaştı ve fısıltıyla bir şeyler konuştular.
Meyhaneci ocağın yanına gitti, adamın omzuna dokunarak:
“Buradan gideceksin,” dedi.
Yabancı sakin bir tavırla:
“Biliyor musunuz?” diye sordu.
“Evet,” dedi meyhaneci.
“Diğer otelden kovuldum.””
“Ş imdi de ben kovuyorum.””
“Gecenin bu saatinde nereye gidebilirim?””
“Başka bir yere…””
Adam çaresiz çantasını alıp oradan çıktı. Hapishanenin önünden geçerken birden durdu, kapıyı çaldı. Demir kapının ortasındaki küçük pencere açıldı ve başı görünen bekçi adam ne istediğini sordu.
Adam:
“Beni içeri alır mısınız? Yatacak yerim yok da,” dedi.
Bekçi sert bir şekilde: “Burası otel mi? Sadece tutukluları alırız. Haydi güle güle!”
[/accordion]
[accordion title=”8. Sayfa”]Ve küçük pencereyi kapadı.
Adam yürümesine devam etti. Bahçeli evlerin olduğu dar bir so¬kağa geldi. Evlerden birinin ışığı yanıyordu. Eve yaklaştı ve pence¬reden içeri baktı. Kırk yaşlarında bir adam sandalyede oturmuş, kucağındaki çocuğu dizlerinde hoplatıyordu. Yanındaki genç kadın ise çocuğa süt içiriyordu. Baba gülüyor, çocuk ve annesi gülümsü- yordu. Adam bu mutlu aileye bakınca huzur duydu. “Belki acıyıp ba¬na yardım ederler” diye düşünerek kapıyı hafifçe vurdu.
Kadın kocasına:
“Galiba cama vuruluyor, bir baksana,” dedi.
“Hayır, ben duymadım.” dedi kocası.
Adam tekrar cama biraz daha hızlı vurdu. Bunun üzerine içer¬deki adam el lambasını alarak kapıyı araladı.
“Affedersiniz, bana bir accordionak yemek ve bahçedeki kulübede uyu – mama izin verir misiniz? Çok açım, yatacak yer de bulamadım. Pa¬rasını öderim.”
Ev sahibi: “Kimsiniz?” diye sordu.
Adam:
“Puy Moisson'dan geldim. Bütün gün yürüdüm, ne olur kalma¬ma izin verin. Parasını ödeyeceğim.”
“Çok para veren birini evime almak isterim. Ama neden otele gitmediniz?”
“Hepsine gittim, yer bulamadım.”
“Olamaz. Bugün pazar değil ki, fuar zamanı da değil. Labarre'a gittiniz mi?”
“Evet, gittim.””
“Orada da mı yer yoktu? Mümkün değil!””
Adam:
[/accordion]
[accordion title=”9. Sayfa”]”Bilmiyorum, beni geri çevirdiler,” dedi.
“Chaffault Sokağı'ndaki otele gittiniz mi?””
Adam:
“Oradan da geri çevirdiler,” dedi.
Ev sahibi adamı baştan aşağı süzdükten sonra:
“Siz o adam mısınız yoksa?” diye sordu.
Yabancıya tekrar bir göz attı, sonra geri adım atarak duvardan tüfeğini aldı. Karısı çocuklarını kucağına alarak kocasının arkasına geçmişti. Ev sahibi yabancı adamı tekrar süzdükten sonra:
“Defol buradan!” diye bağırdı.
“Hiç olmazsa bir bardak su verin,” diye yalvardı yolcu.
“Git, yoksa ateş ederim,” diye bağırdı ev sahibi ve adamın sura¬tına kapıyı kapadı.
Yolcu yavaşça yürümesine devam etti. Adım atacak hali kalma¬mıştı. Karşıki bahçede bir kulübe gördü. Kulübenin içine girdi ve sa¬mandan yatağa yattı. Çantasını yere bırakmak için eğildi, o sırada korkunç bir havlama duydu başını kaldırdı. Başucunda kocaman bir köpek duruyordu. Bu kulübe köpeğin kulübesiydi. Tekrar yere uzan – dı ve sürünerek dışarı çıktı. Zaten yırtık olan üstü iyice yırtılmıştı. Yi¬ne sokakta tek başına aç ve susuzdu. Büyük bir taşın üzerine oturdu. Bir süre dinlendikten sonra tekrar yürümesine devam etti. Gelişigü¬zel ilerliyor, yatacak ve karnını doyuracak bir yer arıyordu. İleride kentin kilisesini gördü. Kilisenin köşesinde bir basımevi vardı. Bası- mevinin kapısındaki banka uzandı. O sırada kiliseden ihtiyar bir ka¬dın çıktı. Adama:
“Ne yapıyorsunuz orada?” diye sordu. Adam:
[/accordion]
[accordion title=”10. Sayfa”]”Gördüğünüz gibi yatıyorum,” diye cevap verdi. Bu kadın Bayan R. idi.
“Bankta mı yatıyorsunuz?” diye sordu kadın. “On dokuz yıl tahtada yattım.” “Asker miydiniz?” “Evet.”
“Otele neden gitmediniz?” “Param olmadığı için gidemedim.” “Bende de sadece dört frank var.” “Olsun verin.”
Kadın paraları adama uzattı ve:
“Bu parayla otele gidemezsiniz. Burada da yatamazsınız. Belki biri acıyıp sizi evine alır.” “Bütün evlere gittim.” “Ne oldu?” “Kimse evine almadı.”
Kadın adamın kolunu tutarak, kilisenin yanındaki evi gösterdi. “Bu eve gittiniz mi?” diye sordu. “Hayır,” dedi adam. “Gidin öyleyse.”
[/accordion]
[/accordions]
İlk romanımdı. Okumaktan çok zevk aldım. Herkese tavsiye ederim.
Çok güzel bir kitap okuyunn.
Şu ana kadar okuduğum en iyi dünya klasiklerinden biri…
Okuduğum romanlar arasında en iyisi diyebilirim.Bir kelimesini bile atlamadan saatlerce okuyup en kısa zamanda bitirdim.Çok sürükleyici ve etkileyici gerçekten.Okumanızı tavsiye ederim.
Bence bu kitap(öykü) müthiş bir kitap okumanızı tavsiye ederim,bunun hepsini okuyun ve alın.Victor Hugo(yazar)ona çok teşekkür ederim böyle bir kitap yazdığı için herkese iyi ve hayırlı günler… 🙂
Çok hoş bayılıyorum bu kitaba hele jan valjana ilk üzüldüm sonra küçük verce nin parsını nefret ettim sonra belde başkanı ol. Çok sevdimm.
Süper bir kitap herkesin mutlaka okuması gerekli.
okudum harika yaaa
Bu kitap harbiden çok güzel , öğretmenimizin tavsiyesiyle okudum ve bayıldım tesekkur edrim hepinize. :))
heycanlı bir roman ama bence fazla tesadüflü belkide bana öyle gelmiştir çünkü hayatın gerçeğinin tesadüflerle olduğuna inanlarda var
kitap çok güzel kitap okuma yarış ması olmasaydı böyle bir kitabı keşfedemiyecektim özgürr hocaya çok teşekkür ederim :):)
Çok güzel bir kitap herkesin okumasını tavsiye ederim
çok güzel bir kitap herkese tavsiye ederim
Süper bir kitap herkeze tavsiye ederim:)
süper bir kitap hacılar
bayıldım harika
Ablam olmasaydı bu güzel kitabı keşfedemezdim Cok Sürükleyici Bir kitap 🙂
bence çok güzel çok tavsiye edrim
güzel