Türkçe Sorunu
(Murat Belge)
Dünyada hiçbir toplumun kendi diliyle ilişkisi Türkiye'deki gibi bir sorun haline gelmemiştir. Üstelik bu durum, Türkiye tarihinin görece kısa bir dönemine de özgü değildir.
Yüzyıllardır dil, seçkinler ve halk bunu ne derece bilinçli bir biçimde yaşıyor olurlarsa olsunlar, bir sorun olarak var oluyor. Bu sorun öyle bir aşamaya vardı ki bugün, tartışan taraflarca gösterilen yönlerden herhangi birine doğru biraz daha fazla ilerlemekle içinden çıkılır gibi değil.
Türklerin Ortadoğu'da İslam uygarlığıyla karşılaşmaları sonucu Türk dilinin de Arap ve Fars etkisine girmesi herhalde kaçınılmazdı. Ama sorun yalnızca İslam uygarlığı da değildi: göçebe bir topluluk, uzun yüzyıllar boyunca «sofistike» bir uygarlık yaratmış, yerleşik toplumlarla yüz yüze geliyor, sonra da iç içe geçiyordu.
Türkler, kendi yaratmadıkları bir hayat tarzına girerken, bu hayat tarzının kendi yaratmadıkları kelimelerini de almak zorundaydılar. Daha sonra birkaç örnekle göstermeye çalışacağım gibi, gündelik hayata ilişkin en basit kavramların bile yabancı dillerden (yalnız Arapça ve Farsça değil, başta Yunanca ve Latince olmak üzere bu yörede konuşulan bütün diller) alınmış olması, bu büyük çaplı uygarlık değişiminin başlı başına bir kanıtıdır.
Dilbilim bize bir dilin kendi başına «zengin» veya «yoksul» olmayacağını söyler. Dil bir iletişim aracıdır ve her dil, kendisini konuşan topluluğun iletmek ihtiyacında olduğu anlamları iletmeye yeter. İletilecek yeni anlamlar belirirse, dil de, kendi bünyesi içinde, bu anlamları taşıyacak yeni biçimler bulabilir. Bütün diller gelişmeye açıktır. Dili konuşan topluluğun ihtiyaçlarına göre dil alabildiğine zenginleşebilir, incelenebilir.
Dilbilimcilerin bu yapısal özelliği kanıtlamak için sık sık verdikleri bir örnekle, Eskimolarda karın ve buzun çeşitli durumlarını anlatan kelimelerin sayısı başka hiçbir dildekilerle karşılaştırılamayacak kadar çoktur. Öte yandan, elbette Eskimoların «otomobil» anlamına gelecek bir kelimeleri yoktu. Ama bunun olmaması da Eskimo dilinin «yoksul» olduğunu değil, sadece otomobil gibi bir nesnenin o dili konuşan insanların hayatına girmemiş olmasını gösterir. Başka bir söyleyişle, bu nesneyle Eskimolar karşılaşır ve ona kendi dillerinde bir karşılık bulmak isterlerse, dillerinin yapısı buna imkan verecektir.
Şu halde, «yoksul» dil veya «ilkel» dil diye bir şey olamaz. Her dil, hiç değilse potansiyel olarak, en karmaşık ilişkileri anlatmaya yeter. Tabii bu arada, «ilkel» diye bilinen bir dilde bir anda anlatılan son derece ince nüansları, «gelişmiş» diye bilinen dillerde ancak uzun cümlelerle anlatabildiğimizi de ekleyebiliriz.
Diller bu anlamda «eşit»tir, ama kültürler eşit değildir. Bunu «ileri» ya da «ilkel», «aşağı» ya da «yukarı» gibi değer yargıları verme anlamında söylemiyorum. Eskimo kültürünün otomobili yaratmamış olması benim açımdan Eskimoların ilkelliğini veya «aşağı»lığını göstermiyor. Gelgelelim, şu dünyamızda, kültürlerin kendi içsel değerleri ne olursa olsun, otomobili yaratmış bir uygarlıkla yaratmamış olanı karşı karşıya geldiğinde, ikisi arasında önemli bir dengesizlik başgösteriyor ve bu denge sonunda fiziksel bakım-dan daha güçlü olanın lehine değişiyor (ya da öyle görünüyor). Burada «fiziksel»i de askeri bir anlamda kullanmıyorum; ele alınan kültürün dayanma gücünü kastediyorum bununla. Biraz fantastik bir varsayım olarak diyelim ki Eskimolar karşılaştıkları otomobilleri tepelediler. Ama otomobilin kendisine muhtaç kaldılarsa, onu yaratan kültüre yenik düştüler demektir. Benzer bir biçimde, Orta Asya'dan gelen Türkler de fethettikleri toplumların kültürlerini benimsemek zorunda kalmadılar mı?
Karşı karşıya gelen diller, soyut yapılarıyla, ne kadar «eşit» olurlarsa olsunlar, o dilleri konuşan topluluklar aynı şekilde eşit olmadıkları için, aralarındaki alışveriş de her zaman eşit olmaz. Hele ulusçuluk bilincinin gelişmediği bir dönemde olup bitmiş bir karşılaşmada, X dilini konuşan insanların gördükleri yeni nesnelere kendi dillerinde yeni karşılık türetmektense, Y dilini konuşan insanların bu nesnelere önceden vermiş olduğu adları kullanmaları kadar doğal bir şey olamaz. Örneğin, deniz kıyısına inen Türkler burada gördükleri ve ilk olarak tanımaya başladıkları balıklar arasında, bildikleri şeylere çok benzeyenlere kendi dillerinden ad takabilmişlerdir: «kılıç», «kalkan» gibi. Ama yüzlerce başka çeşit söz konusu olduğunda, «kefal», «palamut», «melanur», «sinagrit» gibi Rumca adları benimsemişlerdir.
Gündelik hayatta bu gibi alışverişler olması çok doğal, ama seçkinlerin Türkçe'den çok Arapça'ya ve Farsça'ya yaslanan yepyeni bir dil oluşturmaya giriştikleri, bunun sonucunda ortaya yapay bir dil çıktığı da doğru. Ama dünyada karma dili olan tek toplum da biz değiliz. Bugün konuşulan İngilizce'nin yüzde ellisinden fazlası, yerli Anglo-Sakson kaynağından gelmeyen kelimelerden (Norman istilası yoluyla gelen Fransızca, Hıristiyanlık yoluyla gelen Latince, İskandinav işgali yoluyla gelen İskandinavca) oluşur. Sanırım bu oran bile Türkçe'ye göre, hele şöyle bir elli yıl öncesinin Türkçe'sine göre, daha olumlu. Ama bir dile bakarken, ölçütümüz ne olmalı? Osmanlı toplumundan beri bir sorun olma özelliğini koruyan dil, sonraları daha da büyük bir sorun haline geldiyse, gerekli ölçütlerin bulunamamasının bunda payı olmalı.
Türkçe, Arapça ve Farsça'dan oluşan karma Osmanlı dilinin ortaya çıkması ve gelişmesi, çağdaş dünyada alıştığımız birçok belirleyici kavramın henüz bilinmediği bir çağda gerçekleşmişti. Bu dili oluşturan yönetici sınıf için, Osmanlıca'nın karma olması ya da olmaması fazlaca önemli değildi, Gerçi bu dönemlerde de daha sade bir Türkçe'yi savunanlar çıktı: Osmanlı olmayan Karamanlı Mehmet Bey ya da Aşıkpaşazade gibi. Ancak, bu türden çıkışları, kendi dünyamızın mantıki çerçevesine oturtarak bunları erken ulusçu tepkiler gibi görmek yanlış olur. Bu tepkilerin ardında, etnik sorunlarla iç içe geçmiş durumda sınıfsal sorunlar yatıyordu. Örneğin Aşıkpaşazade, döneminin yeniliği olan «devşirme»liğe karşı çıkıyordu. Yani, Osmanlı devletinin ilk kurucuları olan Türkmen beylerinden yanaydı. Buna bakarak Aşıkpaşazade'nin bir milliyetçi olduğunu mu söyleyeceğiz? Hiç değil. Onun istediği, Osmanlı'nın merkeziyetçi tutumuna karşı uç beylerine ağırlık tanıyan, daha «feodal» bir yapıydı. Padişahın merkeziyetçiliği sağlama almak için kullandığı güç devşirmelerden değil Türklerden oluşsa da, Aşıkpaşazade kendini yakın bulduğu Türkmen beyleri adına gene itiraz edecekti. Yazarken kullandığı dil daha Türkçe'ydi, çünkü bağlı olduğu beylerin dili böyleydi. Padişahların kurma yolunda olduğu merkezi devlet ise, kozmopolitleşmek zorunluğunu duyuyordu; Türk değil, İslam temelini benimsemesi gerekti. Bunun keyfi değil, tarihe de uygun bir seçim olduğu, Osmanlı devletinin birkaç yüzyıl süren başarılarından da bellidir.
Dolayısıyla Osmanlıca, Osmanlıların İslam uygarlığı içinde kurmaya çalıştığı sentezi olduğu gibi yansıtır. Osmanlı devletinin kendi uyruklarıyla kurduğu ilişkilerin mantığına uygun bir biçimde, halkın bütününe aşağı yukarı eşit derecelerde uzaktır. Kendini toplumdan tamamen ayrı, toplumun tepesinde gören devlet için, bu karma dil son derece uygundur. Hatta, ulusallık bakımından Selçuklulara göre biraz daha ileri sayılabilir. Çünkü orada askerlik dışında yöneticilik görevlerini yerine getiren ulema tamamen Farsça eğitimden geçer ve resmen Farsça kullanırlardı.
SEÇKİN KÜLTÜRÜ HALK KÜLTÜRÜ
Cumhuriyet ilericiliği, Osmanlı tarihinde bulduğu bütün kusurları saraya yükleyerek halkı da bunlardan «tenzih» etme eğilimindedir. Bu önyargılı bakış yüzünden seçkin kültürle halk kültürü arasında kesin ayrımlar, uçurumlar olduğu varsayılmıştır. Böylece halk dili ve saray dili, halk müziği ve saray müziği, halk edebiyatı ve divan edebiyatı, aralarında hiç benzerlik bulunmayan apayrı yapılar gibi görülür. Gerçekten de Osmanlı tarihi halkla seçkinlerin kültürleri arasında büyük ve çok önemli kopukluklar görülen bir tarihtir. Ama iki kültür birbirini bütünüyle dıştalamamış, daha çok birbirine paralel bir şekilde ilerlemiş ve arada pek çok karşılıklı geçiş olmuştur. Sözün kısası, seçkinlerin dillerini Arapça ve Farsça ile tıkabasa doldurmalarına karşılık halkın ulusçu bir içgüdüyle buna tepki gösterdiğini ve dilsel arılığını korumaya çalıştığını düşünmek yanlış olur. Halkın konuştuğu dile daha çok yabancı öğe sızmamışsa, bunun nedeni böyle bir tepki filan değil, halkın eğitim aygıtlarından uzak olmasıdır. Böyle olduğu halde, yalnız Arapça ve Farsça'dan değil, Anadolu'da yaşayan bütün etnik topluluklardan öğeler halkın konuştuğu dil'e girmiş ve yüzlerce yıl içinde yerleşmiştlr.
Osmanlıca'nın yapaylığında elbette bir sağlıksızlık potansiyeli vardır, ama halkın dilinin karışması aynı şekilde sağlıksız görülmemeli. Seçkinlerin dili, ister bürokratik, ister edebi, ister başka nedenlerle olsun, yapmacıklığa her zaman açıktır. Ama halk dilinde iletişimsel bir işlevsellik her zaman için uzun vadede belirleyicidir. İşlevsiz olan, yaşamaz.
Osmanlı devletinin Osmanlı toplumuyla ilişkisi uzun süre değişmediği için varolan dilsel yapı bir sorun çıkarmadı. Bunun bir sorun halinde görülmesi, Osmanlı devletinin yeniden uygarlık değiştirme zorunluğunu duymasıyla başlar. Tanzimat, geniş kapsamlı dil tartışmalarının başladığı ilk dönemdir. Bu dönemde birçok yenilik yapılmakla birlikte, sorunun ele alınışı bir «özleşme» değil, bir «sadeleşme» biçimindedir. Değişimin nasıl bir tarihi bağlamda yer aldığı Tanpınar'ın şu özetinde açıkça görülür:
“Türk nesrinde değişiklik daha ziyade resmi dilde ve onun bir kolu gibi görünen gazete dilinde başlar… Devletin içinde bulunduğu siyasi güçlük, yabancı devletlerle olan münasebetleri artırdığı gibi, hükümeti efkarı umumiyeden müzaheret istemeye de sevkediyordu.”(1)
Türkiye tarihinde hemen hemen her yenilik konusunda olduğu gibi burada da ilk itki tepeden, «resmi» kanaldan gelmiştir. Değişiklik gereğini duyan yazar, edebiyatçı ve düşünürler belki vardı, ama onlar da ancak devletin inisiyatifiyle ortaya çıktılar, Tanpınar yukarıdaki kısacık paragrafta iki canalıcı noktaya da değiniyor. İlkin, Osmanlı devleti tarihinde ilk kez olmak üzere, devlet kendi dışında birileriyle bir «iletişim kurmak» ihtiyacını duymuştur. Kimdir bu kamuoyu? Elbette Anadolu'daki köylüler değil (bugün bile öyle olduğu söylenemez). İstanbul'da ve bir iki büyük merkezde bir avuç adamdır bunlar. Eğitimleri -eğitimsiz olsalar zaten gazete okuru olamazlar- Osmanlı mantığı çerçevesinde olmuştur. Gene de, devlet resmi dilinden taviz vermedikçe anlaşamamaktadır bu kamuoyu ile. Dolayısıyla resmi dil sadeleştirilmekte, bu da doğal olarak genel düzyazı diline yansımaktadır. Yeni bir dil oluşturmak söz konusu değildir. Sadece, bir zorunluk yüzünden, devlet, her zamanki alışkanlığından vazgeçerek, «resmen» olanı «fiilen» olana yaklaştırmakta, yani konuşulduğu gibi yazmaktadır (Namık Kemal'in padişaha yazdığı bir mektupla arkadaşına yazdığı bir mektubu karşılaştırırsanız, iki dilin farkını görürsünüz).
BATIYA AÇILMA
İkinci olay ise Batı'ya açılmadır, 0 zamana kadar zorla kapı dışında tutulan Batı uygarlığını daha fazla bekletme imkanı kalmamıştır artık. Ama açılınca da, içeri seller akmak durumundadır. İlk belirleyici karşılaşmalar gene pratik alanlarda olur, Örneğin, tıp terimleri, hukuk terimleri gibi sorunlar çıkmıştır Osmanlı devletinin karşısına. (Agâh Sırrı Levend bu konuda bilgi veriyor.) (2) Uygarlık, hele bilim, «terimsiz» alınamaz. Bunları almak zorunlu olduğuna göre, ne yapılacaktır? Osmanlı uygarlığı, bu noktada, asıl eksikliğinin bilincine varmalıydı: Kelimelerin yetersizliği, dilin yetersizliği değildi söz konusu olan. Birkaç yüzyıldır bu biçimde düşünmemişti Osmanlı uygarlığı. Dolayısıyla eksik olan bir kavramın adı, kelimesi değil, kavramın kendisiydi. Bu tarihlerde, «kavram» kavramını karşılayacak bir kelime bile bulunmadığını hatırlayalım -ya da, Muallim Naci'nin «tenkid mi demeli, «intikad» mı tartışmasını. Ne deneceği o kadar önemli değildi. 0 kavramın kendisi oluşmamıştı henüz (şimdi buna «eleştiri» diyoruz da, «eleştiri» yaparken gerçekte ne yaptığımız hâlâ şüpheli). Bu yeni «ıstılah»lar Arapça'dan mı bulunmalıydı? Yoksa Ali Suavi'nin dediği gibi Batı dillerinden Türkçe telaffuza uydurularak mı alınmalıydı? Tanzimat döneminde, bu gibi kavramlara Türkçe karşılık aranacağının pek akla gelmediği görülüyor. Bu sorun karşısında da, en önemli iş yapan, resmi bir kuruluş, «Terceme Odası» oldu. Pek çok Osmanlı aydını bu kuruluşta yetişip «aydın» olmuştur. Türkçe'nin söz konusu durumunda, yabancı dil bilmek aydın olmanın ilk ve zorunlu koşulu haline gelmişti.
Tanzimat'da edebiyatçılar da devlet gibi, «kamuoyu» ile karşı karşıya geliyorlardı. Dolayısıyla dil konusunda onlar da benzer bir tutum benimsediler. Hele tiyatro ve roman gibi, sayısı görece çok alıcılara hitap etmesi gereken türlerde, konuşma dilinin söyleyişini egemen kılmaya çalıştılar. Gene de, gerek romanda, gerekse tiyatroda sık sık başvurulan «tirad»larda, dil hemen ağdalanıyor, yapaylaşıyordu («resmi duygulara» hitap eden «resmi duygu dili»). Bu dönemde yapılanlar, daha sonrakilere göre çok küçük çaplı diye küçümsenebilir; ama atılan adımlar önemli ve belirleyiciydi. Tarihi doğrultuya uygundu. Latin alfabesinin alınıp alınmaması bile bu dönemde tartışıldı (tabii «hezeyan» niteliğinde birçok şey de söylendi).
Tarihe ve edebiyata Türkçe'nin özleşmesi perspektifinden bakanlar, bu dönemi izleyen Edebiyat-ı Cedide hakkında olumsuz yargılara varırlar. Gerçekten de, bu akımın başlıca temsilcilerinin kimsenin bilmediği sözlüklere dalıp çıkarak ölü kelimeler bulmaları, bunları estetik bir matahmış gibi şiirlerinin orasına burasına tıkıştırmaları onaylanacak bir şey değildir. Ama, uygulamadaki yanlışlarına rağmen teoride doğru bir şeyi savunuyordu Servet-i Fünuncular. Özellikle şiirde, kelimenin önemine işaret ediyor, kelimenin çağrışımsal sıcaklığının şiir için vazgeçilmezliğini öne sürüyorlardı (bunun için sözlükten ölü kelime avlamak ne kadar geçerlidir, o da ayrı konu). Bu iddiaları bugün şöyle özetleyebiliriz: temelde toplumsal bir dava olan dilsel «özleşme» edebiyat anlatımına yatkın olmayan bir dil yaratabilir; yani, dilin anlatım imkanlarını yoksullaştırabilir. Gelgelelim, bu edebiyat ve şiir akımının, herhangi bir dışsal zorlamaya aldırmadan dili istediği gibi kullanmasına rağmen ortaya doğru dürüst bir estetik nesne çıkaramamış olması da ilginçtir.
Necib Asım'ın Türkçeciliği, olayın Tanzimat döneminde aldığı boyutları aklı başında bir biçimde özetler:
“Yalnız istediğim, özendiğim şey Türkçemizin mütemeddin bir kavm lisanı olduğunu ve terakkiyatına himmet olunursa bugünkü Avrupa lisanlarından aşağı kalmayacağını ispattı. Hatta safi Türkçe birkac makale yazışım da o maksada mebni idi. Bunu görenler lisanımızdan, bütün Arabiden, Farisiden, Avrupa dillerinden aldığımız kelimeleri çıkarıp yerine Çağataycadan, Kıpçakcadan, Özbekçeden, Azerbaycandan vesaire kelime koymak istiyorum sandılar. Hatta o fikri de beğenerek münasib görenler ve «mektup» yerine «bitik» yazanlar da bulundu. Yine tekrar ederim, fikr ü nazarım hiç de öyle değildir. Özendiğim şey, bugün Osmanlıların, amma haniya terbiye ve malümatı orta halli olanlarının hepsine yazdığımızı anlatacak bir lisan kullanmaktır. Arabi ve Farisi'den aldığımız kelimelerin lüzumlularını, taammüm edenlerini çıkarmak lisanı züğürtleştirir. Bunlardan fakat makul bir surette iktibas etmemek öyledir. Hatta Avrupa lisanlarından da almamakta taassub göstermek yine öyledir. Şimdiye kadar, yani edebiyat-ı cedidemizin teşekkül tarihinden bu ana kadar lisanımızda kullandığımız bu kelimeleri ibkaya mecburuz: bunların da içinde şu son zamanlarda kullanılmaz derecesine kadar gelenler vardır, onları da artık kaale almamak lazım. Arabi, Farisi terkiblerden mümkün mertebe sakınılabilir. Yahut İranlılar gibi mutabakat filan kaideleri atılır, Türkçenin hakimiyeti gösterilir. Avrupa lisanlarından da kelime almaya mecburuz. Bugün posta ve telgraf, telefon, fotoğraf, kronometre gibi ulum ü fünuna sanayi ü bedayia ait kelimelere mukabil Arabca veya Farisi'den karşılık arayacağımıza, o suretle kamuslar ferhenkler karıştırarak kıymetli vakitlerimizi geçireceğimize bunları olduğu gibi kabul etmeliyiz.” (3)
Murat Belge
|» “Dilimizle İlgili Yazılar” Sayfasına Dön! « |
not: İçerik, internetten alıntılanarak derlenmiştir…